Hadis Metodolojisine Dair

“İnsanlar, usûl ve kaidelere riayeti zâyi ettiklerinden dolayı maksatlarına ulaşmaktan mahrum bırakılmışlardır!” 

 

Molla Husrev

Tanzimattan beri ardı arkası kesilmeyen “ölçüsüz” arayışların, genelde İslâm dünyasını, özelde de Müslüman-Türk cemiyetini darmadağın edip öz değerlerinden uzaklaştırdığı malûm. Aydın-âlim diye bildiğimiz şahsiyetlerin ekseriyetinin, her yapıp ettiği şeyin doğruluğu veya yanlışlığını, Batının “hakikat” diye bilip gösterdiği ölçülere vurduğu da. Diğer bir ifâdeyle, Batılı ölçülerin “mîzan” kabul edilir olduğu, yâni “ezelî ve ebedî” ölçülerin ıska geçilerek, hakikatlerin Batı entelijansiyasının idrakı çerçevesinde tesbit edilmeye çalışıldığı bir devirdeyiz artık.

Şu hâlde, İslâm dünyasındaki sayısız “oluş hamleleri”ne rağmen cemiyet olarak bir türlü “olamayışımız” ve düşman dünyaya teslim olmamız, herhâlde “usûl ve kaideleri zâyi etmenin” cezası  olsa gerek. Zira derler ki; “Başa gelen her musîbet ya geçmişte işlenen cinayetin bir neticesi yahut istikbâlde verilecek olan bir mükâfatın mukaddimesidir.”

Sözün özü, ilimde, fende, teknolojide, siyasette, hukukta, ticarette, kısaca sosyal münasebetler ve hattâ münzevi hayat dairesinde bile, insanımızın nazarı, Batıya ve Batıcı aydınının idrakına mıhlanmak istenmiştir. Hâlbuki İslâm Dini, meâlen, “hiçbir şeyi dışarıda bırakmaz”. İslâm Büyüklerinin idrakı bu.

Bu çerçevede, Tanzimat sonrası aydın-âlim’lerimizin ekseriyeti, bu ilim-bilim dallarında kendi “öz” ölçü ve ölçülendirmelerinden hareketle fikir ve kanaat sahibi olup hüküm vermek yerine, “tefsir, hadis, fıkıh vb. usûlü” hakkında dahi Batı entelijansiyasının kaleminden çıkana göre fikir ve kanaat sahibi olmayı tercih etmiştir. El-Cabirî’den Ali Kuşçu’ya, el-Birunî’den Evliya Çelebi’ye kadar olan İslâm âlimlerini methedenler dahil. Bunun adı, ihanet mi, ahmaklı mı, yoksa, “derin bir boşluğa düşen” aydın-âlim’lerin kendilerini “aşağılık kompleksinden” kurtaramamaları ve dolayısıyla “şahsiyetini düşman dünyaya teslim etmeleri” mi? Mühim ve ayrı bahis.

İstisnâlar dışında bugünkü genel manzara, Louis Massignon’un, Batının azim ve başarısını doğrulamak adına yaptığı şu meşhur tesbit çerçevesindedir: “Onların her şeyini tahrib ettik. Felsefeleri, dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler…”

“Pazarlıksız teslimiyet” ölçüsünü sadet dışı tutarsak, şübhe ejderhası bir insanın beynini bir kere kemirmeye başladığında, o insan, “kesin inancını” yâni, imanını dahi kaybedebilir, kaybeder, başkalaşır. Sonrası malûm: Doğuyu “barbar”, Batıyı “uygar” olarak takdim eden oryantalist yazarların tezgahında ne kadar eser ve değer varsa şuursuzca devşirir, artık kendi eser ve değerlerini dahi Batının idrak süzgecinden geçirir. Netice itibarıyla artık o insan, o aydın, herşeyin ama herşeyin, “Kur’an ve Sünnet’in” bile; “şübheye, tenkide…” tâbi tutulmasını iddia etmeye başlar, Fazlurrahman misâli…

HADİS VE SÜNNET

Hadis: Sonradan olan şey. Yeni. Değişen. Hudus eden… Hadis: Hazreti M…….’in söz ve davranışları, hadis-i şerif, haber. Bu söz ve davranışları konu edinen ilim, ilm-i hadis… Hadis-i erbain: Kırk hadis… Hadis-i bi’l-mânâ: Kelâm itibarı ile değil de mânaca doğru olan hadis… Hadis-i kudsî: Mânâsı Peygamberimize vahy veya ilhâm edilen, kelimesi kendisinden sudur eden kudsî kelâm… Hadis-i mevzu: Başkası tarafından söylendiği hâlde Peygamberimize isnad edilen hadis. Muan’an veya senedlerle tesbit edilmemiş hadistir. Mânâsı yanlış demek değildir… Hadis-i muâllâk: Senedinin yalnız ibtidasından bir veya birkaç râvisi hızfedilmiş olan hadistir. Meselâ: Bir zat kendi şeyhini ve şeyhinin şeyhini zikretmeksizin onların fevkindeki râvîlerden itibaren senedi zikretse ta’likte bulunmuş olur… Hadis-i mürsel: Peygamberimizden işitildiği bildirilen hadis-i şerif… Hadis-i sahih: Hakkında şübhe edilemeyen ve doğru senetlere ve râvilere isnad edilerek müsbet olarak kat’i bilinen hadis-i nebevîdir… Hadis-i şeyheyn: En mu’teber ve büyük hadis âlimlerinden İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim’den rivâyet edilen hadis-i şerif.

Sünnet: Âdet, yol, davranış. Allah’ın kanunu. Peygamberimizin âdetleri, Peygamberimizin söz, fiil veya tasdik yollarıyla meydana getirdiği âdet; Peygamberimizin farz ve vacib olmayan fiilleri… Farz namazlar dışında kılınan namaz… [tıb] Erkek üreme uzvunun uç kısmında bulunan deri parçasının kesilmesi, hitan. [ıst] Peygamber Aleyhissalatü Vesselamın sözü, emri, hâl ve takriri. Müslümanların ittibaında ve dinlemesinde maddî ve mânevî pek çok fazilet bulunan, tatbikinde mühim sevablar, terkinde mühim zararlar bulunan İslâmî emirler. Sünnet’e Farz-ı Nebevî de denir… Sünnet-i gayr-i müekkede: Peygamberin ibadet maksadıyle ara sıra yapmış olduğu ameldir… Sünnet-i müekkede: Peygamberin devam edip pek az terk buyurmuş olduğu sünnettir… Sünnet-i seniyye: Hazret-i Peygamberin sözlerine, emirlerine ve harekatına dair en yüksek ve kıymetli hâller, tavırlar, hareket düsturları… Sünnetullah: Allah’ın sünneti, Allah’ın koyduğu nizam. Tabiat kanunu…

Büyük Doğu-İBDA külliyatında, meâlen, “Kur’an mânâ ve kelimeleriyle, sünnet ise sadece mânâ olarak vahyolunmuştur… Allah katından oluşu itibariyle Kur’an’a uymak nasıl farz ise, Allah Sevgilisinin sözleri de böyledir. Çünkü, sünnetin mânâsı da Allah katındandır. Sözden maksat ise mânâsıdır.” ihtarı yapılır. Ki, İslâm âlimlerinin Sünnet’e “Farz-ı Nebevî” dediklerini yukarıda nakletmiştik.

Bir meseleden diğer bir meseleye sarkar yahut bir meseleyi değerlendirirken çağdaşlarına kıyasla en yüksek ufukta kanat çırpan İrfan Sultanı-Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, meâlen, “Sahabenin rolü ve mânâsı anlaşıldığı zaman, bütün sapık kolların çöküşü ve İslâm’ın bütün haşmetiyle görünmesi davası sözkonusudur” der. Mütefekkir’in bu tesbitinden yola çıkarak gayet rahat bir şekilde ifade edebiliriz ki; “Sahabenin rolü ve mânâsı” ıska geçildiği zaman, sünnet-hadisler de ıska geçilir, zira her râvi, rivayet ettiği hadisi bir sahabîye dayandırmak zorundadır. İftiralar bir tarafa, her sahabî de o hadisi, Peygamberden bizzat dinlediğini kat’i bir şekilde ifade eder. Sahabenin hepsi “udûl; âdil” sıfatına sahibtir. Asla kizb-yalan söylemezler. Onlardan bize ulaşan her hadis-sünnet “din”in aslıdır, aslındandır. Terki zarar, kaale alınmaması ise, inkâra kadar gider. Bu ve nice sebebten dolayı, Hadis-i Şerifler (Sünnet) anlaşılmalı ve tatbikine itina gösterilmelidir. Sebebler bir tarafa, Peygambere tâbi olmanın, itaat etmenin farz olduğu Kur’an ile sabittir. Bazı âyet-i kerime meâlleri:

– “Allah’ın (fethedilen) şehir halkından, Resûlüne verdiği ganimetler, Allah’ın, Peygamberin, akrabasının, yetimlerin, yoksulların ve yolda kalmış fakir kimselerindir. Tâ ki (böylece o mallar) içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın. Peygamber, size her neyi emrederse onu tutun. Size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Haşr: 7)

– “Bununla beraber Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, gerek mü’min bir erkek ve gerekse mü’min bir kadın için, o işlerinde kendilerinin bir seçme (muhayyerlik) hakkı olamaz. Her kim Allah ve Resûlüne asi olursa açık bir sapıklık etmiş olur.” (Ahzab: 36)

– “Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı bulacakları Resûle, okuyup yazma bilmeyen ümmi Peygambere uyarlar. O, onlara iyiliği emreder, kötülükten alıkor, temiz hoş şeyleri üzerlerine haram kılar, sırtlarından ağır yüklerini, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indirir atar. Bu Peygambere inanan, hürmet eden, yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar saadete, felâha erenlerdir… De ki: “Ey insanlar, doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümranı, O’ndan başka ilâh bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah’ın hepiniz için gönderdiği peygamberiyim. Onun için gelin Allah’a ve Peygamberine iman edin. Allah’a ve Allah’ın bütün kelâmlarına inanan o okuyup yazması olmayan peygambere de! Uyun ona ki, hidayete erebilesiniz.” (Araf: 157-158)

Bu ayet-i Kerimelerden başka, Kur’an’da Nisa: 113, Âl-i İmran: 31-32-164, Tevbe: 61, Ahzab: 21 gibi pek çok âyet-i kerimelerde, mü’minlere, “Peygambere tâbi olunması” emredilir. Aynı şekilde hadis-i şeriflerde de mü’minlerin sünnete tâbi olması emredilir. Şöyle ki:

– (53) İmam Mâlik’e ulaştığına göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şunu söylemiştir: “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın Kitab’ı ve Resûlünün sünneti.” (Bir başka hadiste bırakılan iki şeyden birisinin “Ehl-i Beyt” olduğu rivâyeti vardır.)

Ebu Râfi (r.a.)’nin rivâyet ettiği hadisde, Resûlullah (s.a.v.) buyurur ki: “Sizden biriniz; kendisine benim emirlerimden herhangi bir emir veya yasaklarımdan herhangi bir yasak ulaştığı zaman, koltuğunda oturup da bilmiyorum, biz ancak Allah’ın kitabından bulduğumuza uyarız, derken görmeyeyim.” (Tirmizi, Davud, İbn Mâce.) [1]

– “İnsanlara bir zaman gelecek ki, ümmetimin o zamanki ihtilâfında sünnetime sarılan, kıvılcımları avuçlayan gibi olacak.”, “Bir kavim gelecek, sünneti terkedip dinde hileli yollar arayacaklar. İşte Allah’ın, lânet edicilerin, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerine olsun.” (Ramüz’ül Ehadis.)

Naklettiğimiz son üç hadis, genelde bütün zamanlara, özelde de bu zamana şâmil olsa gerek. Hadis inkârcıları dün vardı; ağızları ulemâ tarafından gemlendi, bugün de var; küfrün gölgesinde kükrüyorlar (!) ve yarın da var olacaklardır, tâ kıyamete kadar.

Şimdi, “zamanımızı kokutanlardan” bazı misâller:

BAZI HADİS DÜŞMANLARI

Ziya ül-Hakk’ı, “Demokrasiyi uygulamıyor!” diye kâfir Reagan’a ispiyon eden Pakistanlı Fazlurrahman, “İslâm” adlı bir eser kaleme alır. Bu eserinde İslâm irfan hazinelerini âdeta bir Batılı gibi idrak süzgecinden geçirir ve öyle ki, verdiği hükümlerin ekseriyeti, oryantalistlerin verdiği hükümlerin aynısıdır. Şöyle ki:

– “D. S. Margoliouth, Early Development of İslâm (İslâmın İlk Devirlerindeki Gelişme) adlı eserinde; 1) Hz. Peygamber’in geriye ne bir hüküm ne de dinî bir karar bıraktığını, yâni Kur’an dışında hiçbir sünnet ya da hadis bırakmadığını; 2) Hz. M…….’den sonra ilk İslâm cemaatinin uyguladığı sünnetin hiç de Hz. Peygamber’in sünneti olmayıp, Kur’an vasıtasıyla tadile uğrayan İslâm öncesi Arabların örfü olduğu ve; 3) II/VII. yüzyılda sonraki nesillerin, bu örfe otorite ve normatiflik sağlamak amacıyla “Hz. Peygamber’in Sünneti” kavramını geliştirip, bu kavramı gerçekleştirmek için hadis mekanizması uydurdukları görüşündedir. H. Lammens ise, Islam: Beliefs and Institutions (İslâm: İnançlar ve Müesseseler) adlı eserinde, aynı görüşü ileri sürmekte ve kısaca sünnetin, hadiste ifade edilmeden önce mevcut olması gerektiğini belirtmektedir.”

Eserine bu iktibasları yapan ve bu gibi fikirleri tenkide dahi lüzum görmeyen Fazlurrahman, oryantalistlerin hükümlerini doğrular mahiyette de aynen şöyle der:

– “Muhalif siyasi zümrelerin kamuoyunu hadis aracılığı ile etkilemeye çalışıp, büyük hadis otoritelerinin adlarını kullanmış olmaları, İslâm tarihinin ilk devrine vakıf olan hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçektir.” [2]

Fazlurrahman’ın bu hükmü (daha doğrusu oryantalist aşırtmaları) kesinlikle doğrudan uzak bir hükümdür, zira: Birincisi; ilk devir sonrası büyük bir fedakârlıkla araştırma yapan hadis otoriteleri, uydurmaları tane tane eleyip, asılları ilmik ilmik dokuyup eserlerini vermişlerdir… İkincisi; o tarihlerde ümmetin ekseriyeti şimdiki gibi küffarın kanaatine göre yâni oryantalist ahkâma göre hareket etmeyecek kadar şuurluydu; âlimlerine itibar ederlerdi… Üçüncüsü; Fazlurrahman bu cümleyi “hadis uydurdular!” tezini desteklemek için kullanıyor ki, yanlış. Çünkü, gerçek olan, hadis âlimlerinin “uydurmaları” def için sarfettikleri cehd’dir ve asıl inkâr edilemeyecek olan da, âlimlerimizin sarfettikleri bu “cehd”dir… Dördüncüsü; Fazlurrahman’ın iddia ettiği; “…kamuoyunu hadis aracılığı ile etkileme”nin ne mahzuru var? “Sahte hadis” dese; âmenna. Kamuoyu, küffar-oryantalistlerin tezinden hareketle mi etkilenmeliydi? Yazık.

Bütün irfan hazinemizi olduğu gibi Hadis Külliyatlarını da imha ve tahrif etmeye yeltenen, bu yetmezmiş gibi, üstüne “ilkel” yaftası asan oryantalistlerin ve daha sonra da Fazlurrahman gibi ispiyoncuların kopardığı fırtına, bu yüzyılın başında kıyılarımıza vurdu. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Mehmet Görmes yıllar önce; “Ahlak eksenli dindarlığı işleyen bir hadis çalışması yapıyoruz…” açıklaması yaptı ve ilk baskısı da geçtiğimiz aylarda yayımlandı. Hadis Profesörü (!) Hayri Kırbaşoğlu ise, “Alternatif Hadis Metodolojisi” adlı eserini yayımladı. İş o kerteye vardı ki, “uydurma hadis karşıtı!” olma adına, Mû’tezile’den Amr b. Ubeyd’in şahsında -haşa- Allah’a bile kafa tutmaktan çekinilmedi. Ve, daha neler neler ki, “hadis düşmanlığı” bahsinde diğerlerinden de misâl vererek, meselenin ehemmiyetini arzedelim:

Yaşar Nuri; “Hadislerin çok azının da olsa Hz. Peygambere ait olma ihtimali vardır. Ama bu sadece bir ihtimaldir…” 

Süleyman Ateş de, İmam Ebu Hanife’nin sahih kabul ettiği hadislerin sayısının 17 olduğunu iddia etmekte” (bkz. Gerçek Din Bu, II, 70) ve şöyle demektedir:

– “Bundan dolayıdır ki İmam Ebu Hanife, sadece 17 kadar hadisi sahih görmüştür ki bunlar da mütevatir hadislerdir. “Ömer, hilafeti sırasında hadislerin toplanıp yazılmasını engelleyen ve Kur’an dışındaki din kaynaklarını Ehlikitap Mişnası diye nitelendiren bir insandır…” (…) “Ömer, uydurma hadislerin İsrailiyat kaynağından beslenen bir numaralı ismi Ebu Hureyre’yi durmadan hadis rivayet ettiği için tartaklamıştır.”

Y. Nuri, “az sayıda” dediği hadislerin bile kesinliğini kabul etmemekte ve bunların bir “ihtimâl” belirttiğini yâni “belki sahih olabilir” demeye getirmektedir. Bu tezine Ebu Hanife Hazretlerini de -güya- âlet etmeye yetlenmesi ise tam bir cinayet. Y. Nuri’nin bu cümlesiyle, üç yüz yıl boyunca didik didik tarama yapan nice hadis âlimlerinin cehdini, kadrini, kıymetini inkâr etmesi de, meselenin cabası. Kütübhane raflarını çökertecek eserlerin inkâr edilip; “Hz. Ömer tarafından Ebu Hüreyre’nin tartaklanması”(!)nı esas kabul etmek ise, ahmaklık bir tarafa, “şeytanî düzenbazlığın” tâ kendisi… Ümmetin seçkin fertleri bir tarafa, bizim gibi ittiba ehlinin dahi, onlarca Hadis İmamını bırakıp, oryantalistlerin tezgahından devşirdikleriyle bu milletin önünde arz-ı endam eden Yaşar’lara prim vermesi sözkonusu bile olamaz…

Kemal Ersözlü: “… Bible serisi, kesinlikle Allahın vahyi olmaktan uzaktır. Bunlar, son Kitab, Allah’ın koruduğu ez-Zikr ile kesinlikle mukayese kabul etmez. Belki İslâm kültürünün hadis mecmualarına benzetilebilir.”

Mustafa İslâmoğlu: “İsrailoğulları’nın kendi kitapları üzerinde yaptıkları tahrifatın aynısını bu ümmet de hadiste yapmıştır… Mişna ve Gemara, kategorik anlamda bizdeki “hadis”e tekabül ediyordu.” (“Mişna: Söz” ve “Gemara: Pratik”)

Ersözlü ve İslamoğlu, hadis külliyatlarını; “Bible serisi – Mişna ve Gemara”ya benzetmekte, yâni bu serilerin tamamını “Allah’ın vahyi olmaktan uzak… Tahrifata uğramış…” olarak kabul etmekte ve Peygamberin hadislerini de âdeta bu tezlerine kıyasla değerlendirmektedirler.

Burada iki türlü cinayet vardır:

Birincisi; Bilerek veya bilmeyerek “Tevrat, Zebur ve İncil”den Kudsî’lik vasfı kaldırılmak istenmektedir ki, bu onlara kalmadı, zira, bilindiği üzere Kur’an bu Kitabları “Kudsî” olarak yadetmiş ve “İnzal olduğu üzere” övmüş, tahrif edildiği üzere ise “tahrif edenleri” lânetlemiştir. Adı üzerinde ortada “tahrife uğrayan bir kitab” var. Bu kitabın hangi bölümleri, hangi âyetleri nasıl tahrif edilmiş, vesaire, tesbit etmek, avamın (kendini allâme sananların da!) üzerine vazife değil. Bu Kudsî Kitabların şanına yakışmayacak şekilde kelâm etmek ise, ahmaklara mahsus bir meziyet (!).

Ümmetin seçkin âlimleri, meâlen, der ki: “Biz, bugünkü hâliyle bu kitabları topyekûn inkâr etmeyiz. Kur’an’a mutabık olanları kabul, olmayanları reddederiz ki, Kur’an onları bize bildirmiştir. Amel etmeye gelince; sadece Kur’an ve Hadis hükümleri ve bu çerçevede içtihadlarla amel ederiz.”…

İkincisi; Kur’an’da meâlen; “O ne getirdiyse alın!”, “Peygamber bir konuda hükmettiği zaman size muhayyerlik hakkı yoktur!” İlâhi Fermanına muhalefet etmekle, ayrıca, Ümmetin, Peygamber’in söz ve fiilleriyle amel etmesi engellenmek istenmektedir. Zira Ümmet, bu kitablarda olanlara göre amel etmemekte fakat hadislerle amel etmektedir. Ersözlü, hadisleri de o kitablara benzetmektedir. İslamoğlu’nun “Tahrifatçı ümmet!” yakıştırması ise, kendi ve gibilerinin sıfatlarına mutabıktır… Kaldı ki, “Ümmet-i İcabet ve Ümmet-i Dâvet” diye bir kategori var. Peygamberimizin tebliğinden sonra bütün insanlar; Ümmet-i Dâvet kategorisine girer. Kısaca; en azılı kâfir bile istese de istemese de “O’nun Ümmeti” kategorisine girer.

Ercüment Özkan: “… Toplanan hadislerin hepsi üzerinde, gerek toplanırken, gerekse toplandıktan sonra ihtilaflar olmuştur.”, “Kur’an’ın doğru anlaşılması da tatbik edilmesi de sünnetin bilinmesine bağlı değildir, Bu kesinlikle yanlıştır. Yâni Peygamber (S.A.V.) peygamber olmadan önce Kureyş’den Abdullah oğlu Muhammed değil miydi? Kur’an indirilmeden önce o hangi sünneti biliyordu? sorusunu sorarsak sorunuzun yanlışlığını ortaya koymaya yeter sanıyorum.” 

Senin “sanma”nı doğrulayacak “ölçü” olarak verdiğin misâl dahi “sanma”nın yanlışlığına kâfi!.. Özkan, tam bir “kuru akılcı”. Akıl üzerinden gidelim. Yahu, bana bir tane hadise yahut hakikat gösterin ki, insanların tamamı o hakikat hakkında birlik olsun, yâni ihtilâf etmesinler. Bir şey hakikat mi, değil mi meselesinde aslolan, birilerinin ihtilâf edip etmesi değil, ihtilâf edenlerin fikir mihrakı; imanı-itikadı ve şahsiyetidir. Müslümanların Allah’a ve Peygambere iman şekli ile Hıristiyan ve Yahudilerin iman şekli arasında derin bir fark olmadığını yâni aralarında “ihtilâf!” olmadığını iddia edebilir misiniz? Hayır!.. Aralarında “ihtilâf” var diye, şübhelenmeniz, reddetmeniz ve bir Dehriyye’nin, bir Ateistin inancına (!) sahib olmanız mı gerekiyor? Ehl-i iman ve irfan için; hayır.

Bütün Kureyş (Hıristiyan olmuş üç-beş şahsiyet hariç) putlara tapar, o putları kutsar, tazim eder, adına kurbanlar keserken, senin “sünneti bilmezdi!” dediğin “Kureyş’den Abdullah oğlu…” acaba ömründe bir kere o putlara el sürdü mü? Verdiğin misâle göre -haşa- “sürmesi” gerekmez miydi?.. O’nun “Kureyş’den Abdullah oğlu…” olduğunu haklılığına delil için deklare eden ahmak şunu da gayet iyi bilmeli ki, O, Kureyş ve Abdullah insanlar nezdinde henüz bilinmezken, Allah’ın indinde “Âhir Zaman Peygamberi” olarak müjdelenmiş, Allah’ın Kitablarında adı zikredilmişti, yâni O’nun Peygamberliği, “Kureyş’den Abdullah oğlu” olarak dünyaya gelmesinden önce bütün insanlığa müjdelenmişti…

Mehmed Alagaş: “Şayet sünnet-i seniyye de mutlak gerekli bir kaynak olsaydı, Allah’u Teâla’nın bu kaynağı da koruması gerekmez miydi?” diye sorar, yâni “sünnet mutlak bir kaynak değildir!” önermesinin doğruluğunu iddia eder.

Özkan ve Alagaş, aynen Kaddafi gibi, sünneti “bağlayıcı bir kaynak” olarak kabul etmez. Fakat, Kaddafi nasıl “Yeşil Kitab”ını “Çağın İncili” olarak takdim ediyorsa, Özkan da “İnanmak ve Yaşamak” adlı eserini; “hidayete erdirici, İslâmın doğru anlaşılmasına vesile…” bilmem ne olarak; Alagaş da; “Yoldaki Musibetler” bilmem ne gibi eserlerini İslâmın anlaşılması için; “okunup ibret alınmazsa olmaz!” olarak takdim etmekten haya etmez. Behey mel’unlar! Madem ki; “sünnet mutlak bir kaynak değildir!”, sizin zırvalarınız nasıl olur da “kaynak” olarak kabul edilebilir? Kaleminizi kırın ve aradan çekilin! “Kur’an’ın anlaşılması için sünnete ihtiyaç yoksa” (!), böyle bir iddia sahibine de hiçbir şekilde ihtiyaç olmadığı gibi, üzerlerine toprak örtüle!

Hamidullah: “İslâm Peygamberinin şöyle söylediği rivayet edilir: “Ben rahmet peygamberiyim, ben harb peygamberiyim.” ve yine, “Ben hem gülerim hem döğüşürüm.” Hz. Peygamber tarafından tesadüfen söylenmiş bu iki söz, bütün İslâm harb hukukunun göze çarpan ruhu gibi kabul edilebilir.”

Mısırlı Muhammed Gazali: “Dar görüşlü bir müslüman gelip de ilk iş olarak İslam düşmanlarına yapılacak olan muamele hususunda ‘Bütün insanlar Lâ İlahe İllallah deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum’ şeklindeki malûm hadisi söylerse, hiç kuşkusuz kelimeleri yerlerinden tahrif eden ve peygamberlik mirasına aptalca yaklaşan kimselerden olur!”

Hamidullah’ın (nâmı diğer Baidullah; kendisinden bir şey umulmayan, mesafeli), Peygamber sözünü “tesadüf” addetmesi, O’nun, İslâmı tebliğ etmedeki maharetini; “kelâm ve mânâ toplayıcılığını” ve dolayısıyla “Resûl” sıfatını küçümsemesiyle birlikte, bizzat Kur’an tarafından, meâlen, O’nun Âlemlere Rahmet olarak gönderildiğini inkâr yahut Kur’an’daki bu gibi âyetlerin de -haşa-“tesadüfen” olduğunu iddiaya kadar gider. Böyle bir cümle bu demeye gelir, gelmediğini iddia ederseniz, getirirler…

Diğer taraftan, hem Baidullah, hem Mısırlı Gazali, bu yaklaşımları ve “hadis” vurgusu yaptıkları sözleri kaale almamaları bakımından, İslâmın harb emrini inkâr etmektedir, Kur’an’da birçok cihad âyeti olduğu ve mü’minler “cihad için” emrolundukları hâlde. Bu da bilerek yahut bilmeyerek Kur’an âyetlerini inkâra varır.

“Usûl ve Kaideler”den mahrum olanların ne hâllere düştüklerini misâllendirdik. Teferruatlı tenkidi uzun sürer. Bu çerçevede, “Hadis Derleme Usûlü”nü bilmeden yahut bileni referans almadan hadis tenkidi yapılamayacağı da aşikâr oldu. İbrahim Canan’ın derc ve yorumlarıyla Türkçeye tercüme ettiği “Kütüb-i Sitte” adlı eserden, “Hadis Tedvini Usûlü” hakkında mümkün mertebe kısa iktibaslar yapacağız ki, Canan’ın, sadece “usûl ve kaide” meselesini tahlili bir ciltten fazladır, ilgilenenler zaten bilir, ilgilenmek isteyenler için hatırlatma olarak kabul edilebilir.

HADİS RİVAYETİNDE TİTİZLİK

“Hz. Ebu Bekr (r.a.), önceden duymadığı bir hadis işitecek olsa -sıhhati hususunda tereddüt duyması hâlinde- ikinci bir şahit isterdi. Aynı yolda giden Hz. Ömer daha da ileri giderek hadis rivayetine tahdid koymuş, rastgele ve çok fazla rivâyette bulunanları hapse attırmış, kamçılattırmıştır vs. Hz. Ali işittiği hadise mütmain olmazsa, rivâyet edene yemin ettirirdi. Hz. Osman zamanında patlak veren fitnelerden sonra siyasi maksadlı hadis uydurma hadiseleri görülmeye başlayınca âlimler “hadis dindir, dininizi kimden aldığınıza dikkat edin” düsturuyla hareket ederek diyanet, ahlâk ve mürüvvet yönlerini iyice bilmedikleri kimselerden hadis almamaya, hadis rivayet eden kimseye de “Sen kimden bu hadisi dinledin, o kimden işitmiş?” diye tahkik etmeye başlamışlardır. Böylece Ashab’tan itibaren, ahvâli çok iyi bilinenlerden hadis alma ve aldığı şekilde başkalarına anlatma müessesesi doğmuştur. Ayrıca talebe hocasından ezber veya yazı yoluyla aldığı hadisleri, “Bunlar senin rivâyetlerindir, senden aldım” diye hocanın kontrolüne sunup, “Evet bendendir, rivâyet edebilirsin” iznini almadan rivâyet etmemiştir. Bu hocadan-talebeye icâzet müessesesi, hadislerin sıhhatini azami ölçüde korumaya bir başka garantidir.” (s. 356)

Sahabenin sağlığında başlayan bu an’ane, hadisleri kitap hâline koyan büyük müelliflere kadar fasılasız devam edecektir. Hadis kitaplarının te’lifi ayrı bir konu. Bu, Resûlullah’ın sağlığında başlar. Bugün, birinci, ikinci hicri asırda yazılmış hadis kitaplarına sahibiz. Kütüb-i Sitte üçüncü asırda yazılmış ise de, hadis o devre kadar hep ezber yoluyla gelmemiştir. Ebu Hüreyre’nin talebesi Hemmam İbnu Münebbih’in risalesi bulunmuştur. Hz. Ali’nin üçüncü göbekten torunu Zeyd İbnu Ali’nin Müsned’i her yönüyle mükemmel bir hadis mecmuasıdır, ikinci asrın başlarında te’lif edilmiştir. İmam Mâlik’in Muvatta adlı meşhur eseri bir başka yazılı abidedir. İmam Mâlik’in vefatı 179’dur. Vefatı 211 olan Abdürrezzak’ın Musannaf’ı onbir cilttir. Kısacası, Kütüb-i Sitte müelliflerinden çok önce, hadisler kitaplar hâlinde yazılı hâle konmuştur. (…)

Hadisciler, hiçbir dine nasib olmayan bir ilim geliştirmişlerdir, buna cerh ve ta’dil ilmi denir. Yâni, hadisleri üçüncü asra kadar rivâyet etmiş olan şahısları inceleme ilmi. Bir hadisi Peygamberimizden hangi sahabi dinlemiş, kime anlatmış, o şahıstan kim işitmiş… Böylece elimizdeki bütün hadisleri, kitabına alan müelliflere gelinceye kadar Resûlullah’tan sonra kimler rivâyet etmiş bilmekteyiz. Bilgimiz sadece bu rivâyet zincirine giren şahısların ismi değil, onları şahsiyetleri, kısaca hayat hikâyeleri, hafıza durumu, diyanet durumu, ahlâki, insani durumu, hocaları, talebeleri vs. Ve zannedilmesin ki bu ilim sonradan geliştirildi. Bunun temeli Hz. Ömer tarafından atılmıştır. Hatta Hz. Peygambere kadar çıkmak mümkün. Bu ilim sayesinde bugün onbinlerce insanın hayatını bulabilmekteyiz. (s. 356-357) (…)

Yüce sahabi Ebu Eyyüb el-Ensari Hazretleri’nin misâli: Bu zat, son derece kısa bir hadis metni hususunda şüpheye düşer. Hadisi Resûlullah irad buyurduğu zaman dinleyenlerden bir tek kimse hayatta kalmıştır: Ukbe İbnu Amir, o da Kuzey Afrika’dadır, Mısır’da. Ebu Eyyub hazretleri, Ukbe’yi görüp hadisteki tereddüdünü giderebilmek için, o günün ağır şartlarına rağmen, Medine’den kalkıp, çöller aşarak Mısır’a gelir. Dostu Ukbe ile karşılaştığı anda ilk iş meselesini sorar. Ukbe: “Kim dünyada bir mü’minin ayıbını örterse, kıyamet günü Allah da onun ayıbını örter” diye hadisi rivâyet eder. Ebu Eyyüb “Tamam” der ve derhâl bineğine atlayarak geri döner. Resûlullah ile beraberliği fazla olanlardan Hz. Cabir’in tek bir hadis için Mısır’a kadar gitmesi meşhurdur. (…) Ebu Hanife: “Bir kimse dinlediği gündeki ezberlediği şekliyle hıfzında tutamadığı bir hadisi rivâyet etmemelidir.”

Tahrib’de Suyûti, İbnu Hazm’dan şu açıklamayı kaydeder: “Sîka’nın sîka’dan nakletmek suretiyle muttasıl bir senedle Hz. Peygamber’e kadar ulaşmak, Allah’ın –diğerlerinden ayrı olarak- sadece bu ümmete tanıdığı bir imtiyazdır. Mürsel ve mu’dal rivâyetler yahudilerde de mevcuddur. Fakat bu rivâyetlerde onlar, bizim Hz. Muhammed’e ulaştığımız şekilde Hz. Musa’ya ulaşamıyorlar. Onlarla Hz. Musa arasında 300 senelik mesafe kalıyor. En fazla Şem’un ve benzerlerine kadar çıkabiliyorlar. Hristiyanlarda ise böyle bir nakil meselesi yok. Sadece boşanma yasağı rivâyet edilmiştir. Yahudi ve hristiyanların rivâyetleri kizb’e ve meçhulül-ayn (hiç bilinmeyen) şahıslara dayanır… ( s. 499)

Resûlullah’ın sünnetini bize intikal ettiren râviler başlıca üç tabakaya ayrılırlar: Ashab, Tâbiin, Etbauttâbiin.

Râvi, Lügat olarak bir haberi anlatan, nakleden, getiren kimseye denir. Hadis ilminde, sünneti adabına göre nakleden kimseye denir. Adab’tan maksad senedli olarak demektir. Bu mânâda râvi’ye müteradif olarak müsnid, kezâ râviler mânâsında mutlaka cemi hâlinde ricâl kelimesi de kullanılır. (s. 518)

Bir rivayetin sahih olabilmesi için, bütün İslâm ulemâsının müştereken kabul ettiği bazı temel şartlar bulunmakta. Bu şartları Kütüb-i Sitte imamları aynen aramışlardır. Onlar, sahih hadisi tarif ederken zikredilen evsaf olup şunlardır:

Râvi müslüman olacak, gayr-i müslimden rivâyet alınmaz. Mümeyyiz olmayan çocuk veya mecnunun rivâyeti makbûl değildir. Râvi akıllı ve doğru sözlü olacak… Meşhur, yâni, cerh ve tadil yönünden hâli bilinecek… Müdelli olmayacak, yâni, hadisin senet ve metninde kusurları gizlemeyecek… Fasık olmayacak… İtikadı sağlam olacak… Ahlâklı olacak… Zabtı tam olacak… Senette kopukluk olmayacak… Bir başka hadise muhalif olmayacak… Muallel, yâni gamız, ince bir kusur olmayacak. (Cilt 2, s. 106)

Ahmed İbnu Hanbel, Ebu Bekr el-Humeydi, Ebu Bekr es-Sayrafi gibi pek çoklarına göre Resûlullah hakkında yalan uydurandan -tevbe etse, yaptıklarına pişmanlığını izhar etse bile- artık ebediyyen hadis alınmaz.

İbnu’l-Mübarek, Ahmed İbnu Hanbel, el-Humeydi, İbnu Hubban ve başkaları demişlerdir ki: “Kim bir hadiste hata yapar ve hatası da kendisine bildirilirse buna rağmen râvi, hadisi rivayette ısrar ederse bütün hadisleri sakıt olur; kendisinden artık hadis yazılmaz”.

Hadisin zaafı şiddetli olursa onun kuvvetlendirilmesi için araştırma yapılmaz. İbnu Huzeyme çok kesin bir ifade ile şöyle demiştir: “Ben birbirine zıt iki hadis bilmiyorum, kimin yanında varsa bana getirsin ben aralarını te’lif edeyim.” 

Buhari: “Kitabım el-Câmi’e sadece esahih olanı koydum, uzun olur endişesiyle pek çok sahih hadisi de dışarıda bıraktım”. der. Müslim de: “Ben bu kitabıma nazarımda sahih olan herşeyi koymadım, ancak üzerinde icmâ edilen hadisleri koydum” der. Bağdat ulemâsı, yüz kadar hadisin senetleriyle metinlerini değiştirip kalbederek, Buhari’ye sorarlar. Buhari bunları yerli yerine koyar.

İbnu Ebi Hatim er-Râzi’nin eseri 9 büyük cilt teşkil eder ve içerisinde 18039 aded râvinin hayatı incelenir.

Kitabın birinci cildi Takdimetü’l-Ma’rife adını taşır ve sanki müstakil bir eserdir. Asıl kitabın esası ve mukaddimesi durumundaki bu Takdime kısmı, zaten son derece ehemmiyet arzeden esere ayrı bir kıymet, ayrı bir renk katar. Takdime’de bir kısmı temel mevzular şu sırayla alınır: “Sünnete olan ihtiyaç; sahih hadislerin sakim olanlarından tefrik edilmesinin ehemmiyeti; râvilerin ahvâlinin bilinmesinin lüzumu; râvilerin ahvâlini ancak cerh ve ta’dil alimlerinin bilebileceği; vs.”

Bu hususlar birbirine bağlı olarak açıklandıktan sonra, râvilerin tabakalarına işaret edilir, Ashabın hepsinin adâlet sahibi oldukları, onlar hakkında cerhin mümkün olmadığı belirtilir, sonra Tâbiin ve Etbauttâbiin tabakalarına geçilerek onların faziletleri beyan edilir. Daha sonra, kısaca râvilerin mertebelerine temas edildikten sonra cerh ve ta’dil âlimlerinden imam sayılan büyükler tanıtılır. (Cilt 2, s. 260)

HADİS ÇEŞİTLERİ

İlk Kaynağına Göre Hadis Çeşitleri

1 – Merfu hadis: Bir fiil, söz veya takrir Hz. Peygamber’e ait ise, ona nisbet edilmiş ise buna merfu derler. Hadis kelimesi mutlak olarak kullanıldığı takdirde de merfu hadis kastedilir: “Hadiste geldiğine göre” tâbiri ile “Merfu hadiste geldiğine göre” tâbiri aynı şeyi ifade eder: Bu söz Resûlullah’a aittir.

2 – Mevkuf hadis: Rivâyet edilen söz, fiil ve takrir’in kaynağı sahabi ise buna mevkuf hadis denir. Söz gelimi Ashab’tan birinin fetvası, menkıbesi, şaka veya fıkra nevînden bir davranışı vs. rivâyet edilmişse, bütün bunlar mevkuf hadis çeşidine girer. Nitekim Hz. Ali’ye ait sözler, İbnu Abbas’a ait açıklamalar, Hz. Ömer’e ait ibretli menkıbeler vardır. Bunların hepsine mevkuf hadis veya mevkuf sünnet denir.

3 – Maktu hadis: Tâbiin ve Etbauttâbiin’e ait rivâyetlere verilen addır. Bunlar da söz, fiil ve takrir olabilir.

Senetteki İttisal Durumuna Göre Hadislerin Çeşitleri

Hadisler, senetteki ittisal durumuna göre önce ikiye ayrılır.

1 – Muttasıl (veya mevsul) hadis: Buna müsned de denir. Hadisi kitabına alan müellifin, hadisin kaynağına kadar, senette kopukluk yoksa buna muttasıl hadis denir. Muttasıl hadislerde rivâyet, hep birbirine göre râviler tarafından nakledilir. Muttasıl mânâsına mevsul ve müsned tâbirleri de kullanılır.

2 – Gayr-ı muttasıl (munkatı) hadis: Bu senedin herhangi bir yerinde kopukluk olan hadistir. Senedde meydana gelen kopukluğun durumuna göre çeşitli isimler alır: a – Muallak hadis: Şayet kopukluk senedin baş tarafında ise bu adı alır. “Senedin başında (musannıf tarafından) bir veya daha fazla râvi düşmüşse veya mübhem bir râvi yer almışsa bu rivâyete muâllâk denir. (…) İmam Mâlik’in Muvatta’da “Bana sîka kişiden ulaştı ki…” diyerek sunduğu rivâyetler de muallak’a girer. b – Mu’dal hadis: Senetteki kopukluk peşpeşe iki veya daha fazla râvinin düşmesiyle meydana gelmişse buna mu’dal denir. Bu çeşit hadisler için munfasıl tâbiri de kullanılmıştır. c – Munkatı hadis: Senedinde peşpeşe olmaksızın iki veya sahabeden sonra bir râvinin düşmüş bulunduğu hadis. d – Mürsel hadis: Senetten sahabi düşmüş ve Tâbii’nden olan bir zât, rivâyeti doğrudan Hz. Peygamber’den yapmış ise bu rivâyete mürsel denmiştir. Ancak mürsel tâbirinin ayrıca munkatı mânâsında da kullanıldığını ayrıca göreceğiz.

III. Senet Sayısına Göre Hadis Çeşitleri

Bir hadis ne kadar çok sayıda senetle (tarik’le) gelirse o hadis o nisbette muteber ve kıymetlidir. Zira her yeni tarik öbürlerine destek ve takviye olur. Böylece hadisin Resulullah (s.a.v.)’a nisbeti güç kazanır, zannilik azalır. Bu sebeple muhaddisler, hadisleri bu açıdan da sınıflamaya tâbi tutarak, önce ikiye ayırmışlar:

1) Mütevatir hadisler. 2) Ahad hadisler (mütevatir olmayanlar)

Sonra, Ahad hadisleri de üçe ayırmışlardır: 1) Meşhur hadisler, 2) Aziz hadisler, 3) Ferd hadisler,

1) Mütevatir hadisler: Mütevatir haber, yalan üzerine ittifak etmeleri aklen mümkün olamayacak kadar çok sayıda râvi tarafından rivâyet edilen mahsusatla (beş duyu ile) ilgili haberlere denir. Mütevatir haber kesin bilgi ifade eder. (…)

2) Ahad hadisler. (Haberi vahid): Vahid (cemi ahad) lügat olarak “bir” demektir. Binâenaleyh haber-i vahid tâbiri de lügat açısından, “bir kişinin rivâyet ettiği hadis” mânâsına gelir. Ancak, hadis ıstılahı olarak, “haber-i vahid, mütavatir olmayan haber” demektir. Böyle olunca iki tarikten de gelse, üç tarikten de gelse, rivâyete, haber-i vahid denir. Cemi olarak kullanınca ahbar-ı ahad denir. Haber-i vahid; “Meşhur”, “Aziz” ve “Garib” olmak üzere üç kısma ayrılır.

Meşhur haber: Her tabakada (Sahabi, Tabiin, Etbauttabiin) râvi sayısı en az üç olan rivâyetlere denir. Bu tarif muhaddislere göredir. Fukaha ise böyle bir hadise müstefiz der. (…) Haber-i aziz: Bu, her tabakadan en az iki râvisi olan hadisdir. (…) Haber-i garib: Hangi tabakadan olursa olsun tek bir şahsın rivâyette teferrüd ettiği (yalnız kaldığı) hadistir. Esasen garib, lügat olarak, “yalnız”, “vatanından uzakta bulunan” kimse mânâsına gelir. “Garib”e ferd veya münferid de denir. Teferrüd (veya garabet), senedin sahabeye bakan cihetinde veya esnasında olmasına göre iki çeşittir. Mutlak veya nisbi garabet.

Sıhhat Durumuna Göre Hadisler

Mütekaddimin, hadisleri sahih ve zayıf diye ikiye ayırmıştır. Müteahhir ulemâ ise sahihle zayıf arasında üçüncü bir mertebe ilâve etmiştir: Hasen. Mütekaddiminin taksiminde hasen hadis, umumiyetle zayıflar kısmına dahil edilir ve zayıflar ikiye ayrılırdı: Salih, gayr-ı salih. Salih kısmı, zayıf hadisle ilgili bahiste, açıklanacağı üzere mütabaat yoluyla kuvvetlendirilip, sahih-i gayrihi denen bir mertebeye yükseltilerek amel edilirdi. Gayr-ı sahih zayıfa da, merdud denirdi.

İlk defa Mealimu’s-Sünen’de Hattabi tarafından yapılan, sonradan İbnu’s-Salâh tarafından da benimsenmiş olan taksime göre, hadisler, sıhhat nokta-i nazarından üçe ayrılırlar:

1 – Sahih hadis, 2 – Hasen hadis, 3 – Zayıf hadis.

Bu taksim, zâhire göre yapılmıştır. Nefsülemre yâni hakikat-ı hâle göre yapılmış olsa idi, İbnu Kesir’in dediği gibi sahih ve kizb olmak üzere ikiye ayrılması daha muvafık olurdu.

1) Sahih hadis: Bir hadisin sahih olması için ulemâ tarafından şart kılınan vasıfları kesiksiz taşıyan rivâyete sahih denir. Hadisin sahih olması, onun Resulullah (s.a.v.)’a nisbeti zâhirde (nefsülemirde değil) kesin olması demektir. Bir hadisi sahih kılan şartlar, “sahih”in tarifinde tadad edilmiştir: “Adâlet ve zabt yönünden sîka olan râvilerin muttasıl bir senetle şaz ve illetten âri olarak yaptıkları rivâyete sahih denir.”

Tarife dikkat edince, hadisin sahih olabilmesi için beş şartın arandığını görürüz: 1 – Senette yer alan bütün râvilerin adâlet sahibi olması. 2 – Senette yer alan bütün râvilerin zabt sahibi olması. 3 – Senedin ilk kaynağına kadar muttasıl olması yâni birbirini görmüş, dinlemiş, hadisi şeyhinden görerek almış ve talebesine görerek vermiş kimselerden meydana gelmesi. 4 – Hadis şaz olmamalı, yâni gerek senedinde ve gerekse metninde başka rivâyetlere veya nasslara muhalefet etmemeli. Şaz burada muhalefet demektir. 5 – Hadiste illet bulunmamalı. İllet herkesin göremeyeceği sıhhati bozan gamız kusur demektir.

Sahih hadisler iki kısımdır: Li-zatihi sahih, Li-gayrihi sahih. Sahih li-zatihi: Yukarıdaki tarifte zikredilen bütün şartları eksiksiz taşıyan sahihe denir. Bunların sıhhati hususunda ulemâ arasında ihtilaf yoktur. Esasen yapılan sahih tarifiyle de bunlar kastedilir. Sahih li-gayrihi: Sıhhat şartlarından bazıları eksik olmakla birlikte dıştan gelen bir destekle derecesi yükselen ve “sahih” addedilen hadistir. Kusurlu hadise destek olan ikinci rivâyete azık (destekçi) denir.

2) Hasen hadis: Hasen sahihle zayıf arasında yer alan bir hadis çeşididir. Makbûl ve muhteccün bir gruba dahildir. Tarifine gelince, ulemânın ittifak ettiği bir tarif yoktur denilebilir. Umumiyetle râvilerinden birinde zabt yönünden biraz zayıflık olan hadise hasen denmiştir. (…)

Hasen hadis de, tıpkı sahih gibi iki kısımdır: Hasen li-zatihi. Hasen li-gayrihi. Hasen li-zatihi: Bütün şartlarında sahih gibi olduğu hâlde sadece râvisinin zabtındaki hafif bir kusuru sebebiyle sahihlik mertebesini kaybeden hadistir. Daha vazıh olarak: Adâlet yönü tam olmakla birlikte zabtında hafif bir kusur bulunan râvilerin muttasıl bir senetle şaz ve illetten salim olarak yaptıkları rivâyetler diye de açıklanabilir.

Bu çeşit hasenler ikinci bir tarikten rivâyet edilecek olursa sahih li-gayrihi mertebesine yükselirler. Hasen li-gayrihi: Zaaf derecesindeki fazlalık sebebiyle “zayıf” addedilen bir hadis başka tariklerden gelen benzerlerinin desteğiyle giderilip hasen derecesine yükseltilen hadistir. (…)

3) Zayıf hadis ve çeşitleri: Sahih ve hasen hadiste aranan vasıfları tamamen veya kısmen ihtiva etmeyen rivâyetler zayıftır (…) Zayıflar arasındaki derecelerin, sahih ve hasen hadisler arasındaki derecelerden çok fazla olduğu söylenmiştir. Nitekim İbnu Hibban’ın tadâdında bu çeşitler 50’ye, İbnu’s-Salah’da 47’ye ulaşmıştır. Şerefüd-Din el-Münâvi, fiilen mecvut olmasa bile, aklen 129’a ulaşabileceğini göstermiş, 81 çeşidin mevcudiyetinin de imkân dahilinde bulunduğunu belirtmiştir. Bu türlü hesapların ameli hayatta herhangi bir ehemmiyeti yoktur. Ancak bazıları, müstakil bir isim ve tarifle bilinmekte, hangi şartlarda ve ne suretle amele elverişli olduğu usûl kitaplarında tedkik ve ta’lim konusu yapılmaktadır. Muâllâk, Mürsel, Mu’dal, Munkatı, Müdessil, Muallel, Şaz, Münker, Müdrec, Metruk, Maklub, Muzdarib, Musahhaf, Muharref zayıfın meşhur olan çeşitlerindendir.

4) Sahih, Hasen ve Zayıf arasında müşterek hadis nevileri: Hadis çeşidini gösteren bir kısım ıstılahlar var ki onlar hadisin sıhhat durumunu belirtmezler. Taşıdığı vasıflara göre sıhhati tayin edilir. Sözgelimi daha önce gördüğümüz şaz tâbiriyle belli vasıflar taşıyan zayıf kastedildiği hâlde, merfu hadis deyince sadece Hz. Peygamber’e nisbet edilen bir rivâyet kastedilir. Bu, sahih olabileceği gibi zayıf ve hatta münker ve mevzu da olabilir. [Çeşitleri]: Müsned, Mu’an’an, Mü’en’en, Müselsel….

Musahhaf ve muharref hadisler: Tashif ve tahrif, hadisin ve metnine arız olan bir kısım hataların adıdır. Bu hatalar lâfza müteallik olabileceği gibi, göze müteallik de olabilir. Lâfza müteallik tashifin mukabili tashifu’l-mânâ’dır, göze müteallik olan tashifin mukabili de tashifu’s-sem’dir. Ebu Ahmed el-Asker bu çeşit hatalara karşı daha dikkatli olunması için “Kimse tashif ve hatadan uzak değildir” demiştir. Tashif: Lügat olarak, bir kelimenin harflerini kavuşturmak suretiyle sahife üzerinde yapılan hata mânâsına gelir. (…)

5) Mevzu hadisler: Zayıf hadis tâbiri, Resulullah (s.a.v.)’tan olma ihtimali taşıyan bir rivâyete delâlet eder. Hâlbuki mevzu dedik mi, burda hiçbir ihtimâl kabul etmiyor, Resûlullah adına uydurulmuş bir yalan olduğunu peşinen ifade ediyoruz. (…) 

Mevzu hadisin çeşitleri: Dindarca mülahazalar… Dini yıkmak maksadıyla zındıkların uydurmaları… Mezheb gayretiyle hadis uyduranlar… Halife ve umeraya yakınlık elde etmek için… Geçim kaynağı olarak hadis uyduranlar… İmtihan maksadıyla hadis uydurmalar… İstiğrab için… Ticari maksadla… Kabile, aşiret, şehir, cinsle ilgili uydurmalar.

Mevzu hadis nasıl bilinir: Bir hadisin mevzu olduğunu bilmenin birkaç yolu vardır:

Uyduranın itirafıyla… Râvinin hâliyle… Rivâyet ve râvide mevcut karineler… Rivâyetin lâfz ve mânâsındaki rekabet (bozukluk, çapraşıklık); mevzu hadis’i teşhisde bu da mühim bir husustur.

Sünneti, bütün olarak değil de tafsili olarak ele alacak olursak kısımlara ayrıldığını görürüz. [gördük]

1 – Mütevatir olanlar: Bu çeşit sünnet çok sayıda kimseler tarafından rivâyet edildiği için sübutu kesindir.

2 – Mütevatir olmayanlar: Bunlara haber-i vahid de denir. Bu gruba girenler, çeşitli nokta-i nazardan taşıdıkları vasıflar sebebiyle a) Sahih, b) Hasen (sahih olma ihtimali galib), c) Zayıf olmak üzere üç ana bölüme ayrılır. Mevzu denen uydurma hadisler konumuza girmez. (Cilt 1, s. 352-353)

HADİSLERİN TEDVİNİ-YAZILMASI

(4131) – İbnu Amr İbni’l-Âs (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ben, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’dan işittiğim her şeyi yazıyordum. Kureyş bu işten beni men etti. Dediler ki: “Sen her (işittiğin) şeyi yazıyorsun, hâlbuki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir insandır, memnun ve öfkeli hâlde de konuşur.” Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Sonra durumu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a anlattım. Parmağı ile ağzına işaret ederek: “Yaz! Nefsimi elinde tutan Zâta yemin olsun, ondan haktan başka bir şey çıkmaz!” buyurdular.”

(4132) – Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ensardan bir zat Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a (hafızasını) şikayet ederek dedi ki: “Ey Allah’ın Resûlü! ben senden hadis işitiyorum, çok hoşuma gidiyor, ancak hafızamda tutamıyorum. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona şu cevabı verdi:

“Sağ elini yardıma çağır!” ve eliyle yazma işareti yaptı.” (Cilt 11, s. 267-268)

(4137) – Ebu Saidi’l-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle emrettiler: “Benden Kur’an dışında bir şey yazmayın. Kim, Kur’an’dan başka bir şey yazmış ise, onu imha etsin.”

Bazı rivâyetler hadis yazmayı yasaklarken, diğer bazıları teşvik eder, ruhsat tanır. Ulemâ yasağın kayıtlı olduğunu, İslâm’ın başında yazı bilenin az olduğu sırada, hafızası kuvvetli olanlara mahsus olarak ruhsat ifade eden hadislerin, öbürlerini neshettiğini belirtirler. Nitekim sadedinde olduğumuz hadise şu açıklama eklenmiştir: “Yazı izni yasağını, yazının cevazı hususundaki icmâ-ı ümmet ile neshetmiştir. Ümmet, hiçbir zaman sahih olmayan bir meselede icmâ etmez. Resûlullah hadisi, Kur’an’la birlikte aynı sayfaya yazmayı yasaklamıştı. Çünkü bu durumda “Kur’an’la hadis birbirine karışır, müşkilata sebep olurdu” dahi denmiştir. (Cilt 11, s. 270)

HADİS TARİHİ

Araştırıcılar, umumiyetle, hadis sahasında yapılan çalışmaların mahiyetini göz önüne alarak hadis tarihini başlıca dört safhaya ayırıyorlar: 1 – Tesbit safhası, 2 – Tedvin safhası, 3 – Tasnif safhası, 4 – Tehzib safhası…

Tesbitü’s-Sünne: Bu safha, Hz. Peygamber ile Ashab-ı Kiram devrini içine alır, müddet olarak birinci asırla sınırlıdır. Bu safhanın en bariz, en göze çarpan hususiyeti, sünnet ve hadisin zabt ve tesbitidir. Zabt ve tesbit deyince yazı veya hafıza yoluyla tesbiti anlayacağız.

Zabt ve tesbite müessir olan amiller:

1 – Kur’an’i amiller. 2 – Nebevî amilller. 3 – Sahabelerle ilgili amiller. 4 – Ümmühatu’l-mü’mininin rolü (Kadın sahabiler). 5 – Yazılı vesikalar. 6 – Gazveler. 7 – Veda haccı. 8 – İhtida heyetleri. 9 – Elçi ve memurlar.

[Sahabilerden bazılarının sahifeleri]: Ebu Hüreyre, Hz. Ali, Cabir İbnu Abdillah, Enes İbnu Malik, Semüre İbnu Cundeb, Abdullah İbnu Abbas… gibi daha bir kısım sahabenin hadisleri yazdıklarına dair rivâyetler mevcuttur.

Tedvin safhası: Hadis tarihinin ikinci mühim devresini “tedvinü’s-sünne” dediğimiz çalışmalar teşkil eder. Zaman olarak ikinci hicrî asrı içine alır. Tedvin, lügat olarak cem edip kitap hâline koymak mânâsına gelir. Bir hadis ıstılahı olarak, hadislerin resmen yazılıp kitap hâline konması demektir. Burada “resmen” tâbirinin bilhassa ehemmiyeti var. (…) Öyle ise tedvin’in daha mükemmel bir tarifini “hadislerin hepsine şâmil olan ve devlet eliyle yürütülen ikinci hicrî asırdaki yazma faaliyetidir”, şeklinde yapabiliriz.

Tedvin işi, Emevi Halifelerinden Ömer İbnu Abdilaziz’le başlar. (…) Ömer İbnu Abdilaziz: “Eğer şark cihetinden gelen ve nezdimizde meçhul sözleri merdud olan hadisler olmasaydı ne tek hadis yazardım ne de yazılmasına izin verirdim.”

Suyûti hazretleri, hadis uydurma faaliyetlerinin tedvindeki rolüne şöyle parmak basmıştır: “Ulemânın çeşitli beldelerde dağıtıldığı, Haricilerin ve Râfîzilerin uydurma ve bidatlarının çoğaldığı bir vakitte, sünnet, Sahabe’nin akvali ve Tâbii’nin fetvalarıyla karışık olarak tedvin edildi.” Tedvine hizmeti geçenler: İmam Mâlik, Süfyan-ı Sevri, Hammad vs… İkinci asırda tedvin edilen kitaplardan meşhur olanlar şunlardır: İmam Mâlik’in Muvatta’ı, İmam Şafii’nin Müsned’i vs. (…)

Tasnifu’s-Sünne: Tasnif, tedvinden sonra ele alınan hadis çalışmalarının müşterek adıdır. Kelimenin lügat mânâsı bu çalışmaların mahiyeti hakkında bir fikir verir: Tasnif, sınıflara ayırmak, sınıflamak demektir. Yâni tedvin devrinde, sıhhat durumu ve ifade ettiği muhteva nazar-ı dikkkate alınmadan yazıya geçirilmiş olan karma-karışık hadis malzemesinin, belli maksadlarla ayrılması, istenilen istikamette istifadeyi kolaylaştırıcı şekilde yeni düzenlerle, nizamlara sokulması, sistem kazandırılması demektir.

Tasnif çeşitleri: 1 – Ale’l-Ebvab Tasnif: Bu hadislerin fıkhi bablara, yâni ifade ettikleri mânâlara göre tasnifini ifade eder. Yâni, hadisler, belli bir meseleyi açıklamak, o meseleye delil olmak üzere zikredilir. (…)

2 – Ale’r-Ricâl Tasnif: Bu tasnif çeşidinde hadisler, râvilerin adına göre yapılır. Râvi olarak Sahabeyi esas alan tasnifler olduğu gibi, eseri te’lif eden müellifin hadis aldığı şeyhleri esas alan tasnifler de olmuştur. (…)

Bablara göre tasnif çeşitleri: 1 – Câmi’ler. 2 – Sünenler. 3 – Musannaflar.

1) Câmi’ler: Câmi, muhaddisler arasında malûm ve mukarret olan sekiz ana bölümün hepsine yer veren hadis kitaplarına denir. Bu sekiz bölüm şunlardır:

1 – İlm-i tevhid ve sıfat. Yâni iman ve akaide ait hadisler. 2 – Sünen, yâni ahkâma giren hadisler. 3 – Rikak ve Zühd, yâni ruhen ve ahlâken yücelmeye konu edinen hadisler. 4 – Adab’a giren, yâni yeme, içme, oturma, yatma, konuşma, giyinme vs. adabı beyan eden hadisler. 5 – Tefsir, yâni bazı Kur’an âyetlerinin açıklanmasıyla ilgili hadisler. 6 – Siyer, yâni tarih ve Hz. Peygamber’in hayatıyla ilgili hadisler. 7 – Fiten, yâni Resûlullah’ın vefatından kıyamete kadar vukua gelecek hadisattan bahseden hadisler. 8 – Menakıb, yâni bazı şehirlerin, şahısların veya kabilelerin zemm ve medihleriyle ilgili hadisler. Hadis kitaplarının hepsi, bu konularla ilgili hadislere yer vermez. Şu hâlde bunların hepsine yer verenlere câmi denmektedir.

2) Sünenler: Bunlar, ahkâma müteallik hadisleri fıkıh bablarına göre cemeden kitaplardır. Bu kitaplarda, ahkâma konu olmayan hadislere pek yer verilmez. Öncelikle ibadet, muamelat ve ukubatı beyan eden merfu hadisler cemedilir.

3) Musannaflar: Hadisleri bablara göre tasnif eden grubun çeşidini teşkil eden musannaflar, esas itibariyle sünen gibidirler. Ancak bunlarda mevkuf ve maktu hadisler de çokça yer alır. (…)

“Kütüb” Arabça’da kitaplar demektir. “sitte” kelimesi da altı olunca, Kütüb-i Sitte altı kitaplar mânâsına gelir. Tasnif devrinin en mühim teliflerini teşkil ederler. Bunlar Buhari ve Müslim’in Câmi’leri ile ebu Davud, Tirmizi, Nesai ve İbnu Mâce’nin Sünenleridir.

Tehzibu’s-Sünne: Hadis tarihiyle meşgul olanlar üçüncü asırdan sonra gelen dönemi kısaca tezhib devri diye tavsif eder. Bu devre dördüncü hicrî asırdan günümüze kadar olan uzun bir dönemi içine alır. (…)

Mevcut bir eserin üzerine -ne çeşitten olursa olsun- yapılan müteakip çalışmaya tezhib çalışması denmiştir. Tezhib, lügat olarak, fazlalıkları atarak ıslah etmek, temizlemek, daha güzel, daha mükemmel kılmak gibi mânâlara gelir. Öyle ise te’lif edilmiş hadis kitapları üzerine yapılmış olan tezhib işlerini şöyle sıralayabiliriz.

Cem çalışmaları: Farklı kitapları birleştirmek gibi. Mukarene çalışmaları: Farklı kitapları karşılaştırmak. Zevaid çalışmaları: Bir kitaba (veya kitaplara) diğer bir kitabın (veya kitapların) ziyade hadislerini çıkarma. İhtisar çalışmaları: Bir kitabın mükerrer hadislerini, senedlerini atarak özetleme çalışmaları. İstidrak çalışmaları: Bir kitabın şartlarına uyan hadisleri derleme. İstihrac çalışması: Bir kitaptaki hadisleri, kitabın müellifiyle, müellifin şeyhinde veya daha yukarıda birleştirmek şartıyla başka senetlerle bulup çıkarma çalışmaları. Tahric çalışmaları: Bir kitapta geçen hadisleri kaynak kitaplarda bulup çıkarma. Şerh çalışmaları: Her hangi bir hadis kitabını ricâl, ahkâm, lügat vs. yönleriyle açıklama çalışması. Lügat (garibul hadis) çalışmaları: Hadislerde geçen anlaşılması zor kelimeleri açıklama çalışmaları. Cüz (ecza) çalışmaları: Muayyen konulardaki, muayyen vasıflardaki hadisleri bir araya getirme, belli sayılarda hadis ihtiva eden derlemeler yapma vs. çalışmaları. Hadis ağırlıklı te’lifler, Mevzu hadisler üzerine te’lifler, Meşhur hadisler üzerine te’lifler, Hadis bulmada yardımcı kitaplar. (Cilt 1)

HADİSLERLE AMEL VE ŞERHSİZ OKUMANIN MAHZURLARI

Ulemânın zayıf-sahih münakaşası, nefsü’l-emre bakmaz, sened durumuna bakar. Ayrıca bu münakaşa ulemâca sahih kabul edilen Kütüb-i Sitte’nin hadisleri hususunda, bunlardan ahkâm çıkarma yetkisinde olan fukaha ve müçtehidin-i kiramı ilgilendiren bir husustur. Avamın bu münakaşada hissesi yoktur. Zaten fıkha, harama, helâle girmeyen mevzulardaki hadislerle –zayıf da olsalar- en büyük âlimlerimiz bile amel etmede bir beis görmemişlerdir. (…)

Ziyade dendiği zaman, muhteva itibariyle tamamen farklı hadisler kastedilmez. Esasen hadis, senet ve metniyle müstakil bir şahsiyettir. Dolayısıyla, ifade ettiği ahkâm aynı bile olsa, senedleri farklı olan iki rivâyet iki ayrı hadis kabul edilir. Sözgelimi, “Buhari, Sahih’ini iki yüz bin hadisten seçmiştir” derken, bu sözle herbiri muhteva bakımından farklı olan iki yüz bin hadis kastedilmez, pek çoğu muhteva yönüyle aynı veya çok az farklı iki yüz bin ayrı senedlerle gelen rivâyetler kastedilir. Nitekim Buhari, iki yüz bin sahih hadis bilmesine rağmen bir kısım fıkıh bablarına uygun –kendi sıkı şartlarına mutabık- sahih hadis bulamadığı için senedlerini atarak kusuruna dikkat çektiği başka hadisler almak zorunda kalmıştır. Heysemi’nin Mecmau’z-Zevaid’in okuyanlar kaydedilen herhangi bir hadisin Ahmed İbnu Hanbel’de “sahih”, Taberani’de ise “çok zayıf” bir senedle geldiğini görür. Belirttiğimiz hususu bilmeyen okuyucu bu çeşit ifadele karşısında taaccüb ve hayrete bile düşebilir. Ancak hadis ilmi açısından bu gayet tabiî bir durumdur. (Cilt 16, s. 453-454)

Üstelik, hadisleri şerhsiz okumanın mahzurları var. Hadislerin bir kısmı “mensuh”tur. Yâni hükmüyle amel edilmez, bazıları belli şartlar altında amele elverişlidir, bazıları mezhepten mezhebe farklı yorumlara mazhar olmuştur. Kısacası hadislerin anlaşılması, kendileriyle amel edilme durumlarının bilinmesi ayrı bir konudur. Bu hususta hükme gitmek herkesin harcı değildir. Fıkha müteallik bir hadisi değerlendirmek için birçok ilmi bilmek, müctehid olmak gereklidir. Aksi takdirde, her okuduğu hadis ile amel etmek son derece yanlış olur ve dinî sorumluluğu gerektirir. Sevab işleyeyim derken günah işlemek, Allah’ın rızarısını elde edeyim derken gazabına sebep olmak söz konusu olabilir. (Cilt 1, s. IX)

Yukarıdan itibaren, “Kütüb-i Sitte”den “Hadis Tedvin Usûlü” hakkında naklettiğimiz ilmî anekdotlar vesilesiyle şunu gördük ki; İslâm İrfan Hazinelerinde hiçbir ilim ve mevzu, âlimler tarafından “rastgele, sıradan, tesadüf vs.” adı altında değerlendirilmemiştir. Özellikle de “Hadis Rivâyeti” çok itinalı bir şekilde bizlere nakledilmiş, vicdanlı Batılıları bile hayran bırakan muazzam ve başka hiçbir yerde rastlanamayacak derecede titiz bir “metodoloji” ile günümüze ulaştırılmıştır. Ezcümle; bu ilimde derinleşmek yahut otorite-söz sahibi olmak için, birçok şahsî meziyetler bir tarafa, İmam Mâlik gibi bir edebe, İmam-ı Buhari gibi bir hafızaya sahib olunmalıdır. Hiç değilse referans gösterilen şahsiyetler bu hadis âlimlerine denk olmalıdır. Yattığı yerden; “uydurma!” yaftasıyla hadis inkârcığı yapılmamalı, yapanlara da hiçbir şekilde itibar edilmemelidir.

Usûl ve kaide bakımından bizim buraya naklettiğimiz ilmî anekdotlar, aşağı yukarı bin sayfalık bir değerlendirmenin sadece bir kısmıdır. Muhimdir ki; “yazıyla naklettiğini sözle anlat” deseler, anlatamayız. Aşikârdır ki, bizler, asıl çerçevesinde otorite-hüküm sahibi değiliz, sadece, meâlen; “sizden olan emir sahiblerine itaat ediniz” ölçüsüne binâen, müttaki âlimlere tâbi olmakla mükellefiz. Hassaten belirtiriz…

1  Kütüb-i Sitte, İbrahim Canan, Akçağ Yay., Zaman, Cilt 1, s. 179-180.

2  Fazlurrahman, İslâm, Trc: Mehmed Dağ-Mehmed Aydın, 6. Basım. Ankara Okulu Yay., Mart 2000, s. 100.

Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 4, Ağustos-Ekim 2013.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!