HARB HUKÛKU DOSYASI – Milletlerarası Hukûk Doktrini’nin Tenkidi ve Reddi

ABD’NİN AFGANİSTAN’DA ESİR ALDIĞI MÜSLÜMANLARA TAVRI VE “CENEVRE SÖZLEŞMESİ” IŞIĞINDA “HARB” VE “HARB HUKÛKU”

-Milletlerarası Hukûk Doktrini’nin Tenkidi ve Reddi-.

Doğu Strateji ve Tahlil Merkezi-D O S T Strateji© tarafından hazırlanmıştır (4 Şubat 2002).

ÖNSÖZ (1)

“Milletlerarası hukûk”, “harb hukûku”, “milletlerarası husûsî hukûk” vesaire… Bu tetkikimizde bunların üzerinde duracağız. Kurallar ve kaidelerin, teoride ne derece yaldızlı ifâdelerle süslenmiş olsa da, pratiğe naklinde ne gibi “deformasyona” uğradığını göreceğiz; göreceksiniz. Batıda asırlardan beri çekilen işkence ve ızdırabların neticesinde bir yere gelmiş olan “insan hakları ve hürriyetlerinin”, bir kalemde nasıl değiştirilebileceğini; âmiyane tabirle “adamına göre muamele”nin -hem de “hukûka göre”!!!- nasıl tatbik edildiğini göstereceğiz. Bütün bunları kendi yazdıklarından ve “hukûk”larından göstereceğiz.

Bizim burada bahsettiğimiz bütün kavramlar Batı’nın icad ettiği ve içini doldurduğu kavramlardır. Yani; “milletlerarası hukuk” ve “harb hukuk”, (“doktrin”) diye tetkik ettiğimiz ilim disiplinlerini, Batının anladığı mânâda anlayıp, ona göreve, onların malı olarak olarak inceliyoruz.

Batının 19. yüzyılın sonlarına doğru dikkatini çeken ve ”sistemleştirmek” gereğini hissettiği “milletlerarası hukuk” disiplinini KABUL ETMEDİĞİMİZİ; bunu kabul etmenin “KENDİMİZİ İNKÂR”dan da öte, bu hukûk disiplini binlerce senelik çalışmalarıyla temellendirmiş olan İslâm hukukçularının-fukahanın aziz ruhlarına saygısızlık olacağını inanıyoruz.

Meşhur İngiliz hukukçusu Prof. Jannes Lorimer, ki kendisi “milletlerarası hukûk”un “otoritelerinden sayılır-, miletlerarası hukûkun sınırlarını tahdit zımnında “üç daire” çizer. 1) Mütemeddin insanlar. 2) Yarı mütemeddin insanlar veya barbarlar. 3) Vahşi insanların bulundukları daireler. Bu “üç daire”, devletleri daha doğrusu milletleri tasnif ve onlara karşı muamelenin nasıl yapılması gerektiğini göstermektedir. Öyle ki, Avrupalıların “azamet ve ihtişam sahibi” mânâsına “Magnifique” olarak lâkablandırdıkları Kanunî Sultan Süleyman’ın mülkü, yani Osmanlı Devleti, yani İslâm toplulukları, bu “otorite sahibi hukukçu” Prof. Jannes Lorimer nezdinde ikinci sınıfa, yani “yarı medenî ve barbarların mekânı”na dahildir.(2) Bunun yanında,yine bir “otorite” olan Th. D. Woolsey’e göre, “milletlerarası hukûk”un bir tarifi vardır ki, niye bu disipline “Batının malı” diye baktığımızı gözler önüne sermektedir: “Milletlerarası hukûk veya devletler hukûku, hıristiyan devletlerin kendi mütekabil münasebetlerinde mer’i tutulmasının mecburi olduğunu tasdik ettikleri kaidelerin mecmuudur.”(3)

“Diğerleri” ise, yani hıristiyanların dışındaki zümreler ise ya barbar veya vahşilerdir ve onların “hiçbir hakkı yoktur.” ABD’nin Guantanamo Askeri Kampında esir tuttuğu müslüman harp esirlerini “hiçbir hakları olmayan suçlular” olarak nitelendirmesinin temeli (veya teâmülü!), işte bu tasnifden kaynaklanmaktadır.

Bu tasnifin “geride” kaldığını iddiâ edenler olabilir; fakat bunu ispatlayacak “teorik fasafisolardan” başka hiçbir lakırdıları mevcut değildir. Oysa; “Birleşmiş Milletler Teşkilatı”ndaki “5’li Çete Diktotaryası” -ki İbda zımnında buna “DOMUZLAR DİKTATORYASI” ismini veririz- ve büyük mütefekkir SALİH MİRZABEYOĞLU’nun ifâdesiyle, “Birleşmiş Milletlerde, İslâm devletlerinin yerinin pabuçluk!” olması; “kazayla” “Genel Kurul”dan geçen birtakım önergelerin ise hemen “veto” edilmesi “milletlerarası hukûk” diye adlandırılan disipline hangi gözle bakılması gerektiğini fâş etmektedir.(4)

Bu tetkikimizde, bunu; “teorinin yaldızlı lakırdılarını”, hâdiselerin canalıcı barbarlığı ile gözler önüne koymayı; “son” da kaydettiğimiz “hükmü” ispatlamayı kendimize hedef aldık.

“Milletlerarası hukûk” ve “harb hukûku” disiplinlerini Batının ve kurduğu nizâmın gerçek yüzünü sergilemek maksadıyla “hızımız” olarak kullandık; fakat, okuduğunuzda göreceksiniz, “garazkârâne” ve “uydurma” hükümlerden kaçındık, kendilerini kendi kelâm ve kurallarıyla yargıladık.

Böyle bir çalışmada bulunulduğuna çok az rastladık. “Milletlerarası hukuku” tenkid tarzında çalışmalar yapılmış fakat; münekkidler tamamen Batı değer yargılarıyla kaleme sarıldığından, tenkidler, “böyle olmasa iyi olur…; bu husus hakkında doktrinde hala tartışmalar devam etmektedir…; keşke olmasaydı… vesaire” temennileri aşamamış, aslına bakılırsa, bir mânâda, “bu kadar açıktan yapmayın; işi biraz da kılıfına uydurun beyler!” ihtârını vericilikten öte bir mânâ da(!) taşımamaktadır. Ayrıca bu niyetin dışında müslüman hukûkçuların yaptıkları çoğu çalışmada, bir “dünya görüşü”nden hareketle yapılmadığından İslâm fıkhında geçen ibarelerin naklinden ibaret olmakta, “işletilemediğinden” de güdük kalmakt ve tabiatıyla da, bir fayda hasıl olamamaktadır.

İbda fikir sistemine bağlı olarak yaptığımız bu tetkikin, sahasında -bahsettiğimiz mânâda- tek olduğunu söyleyebiliriz. Bundan sonra yapılması gereken, Batıyı “her sahada” yıkıcı ve gerçek yüzüyle sergileyici kitablık çapta eserlerdir.“Ön söz”, ismi üzerinde sözün önüdür, başlangıcıdır; bizim sözümüz ise bellidir:

İSTİKBÂL İSLÂMINDIR!

GELİYORUZ!

GİRİŞ

Amerika, İngiltere, Pakistan, Özbekistan ve TC’nin “koalisyonuyla” Afganistan İslâm Devleti-AİD’ne karşı yapılan saldırının hukûkî zemini tartışılırken, yoğun bombardımandan sonra ”gerilla harbı”ne başlamak üzere iktidardan çekilen AİD’nin temsilcisi Taliban hükümeti ile; 11 Eylül 2001’de ABD’de gerçekleştirilen saldırıların faâilleri olduğu iddiâsı bulunan ”el-Kâide” teşkilâtı üyeleri ve; gerek Afganistan İslâm Devleti’ne karşı ABD ile hareket eden “isyancı Kuzey İttifağı”nın gerek ABD ve İngiliz askerî birliklerinin çalışmaları neticesinde yakalanan Afganlıların, ülkelerinin sınırları dışına çıkarılmasının hukûkî zemini üzerinde çeşitli fikirler ortaya atılırken; yakalananların ABD’nin Küba’daki Guantanamu askeri üssünde hazırlanan ”esir kampı”na nakledilmeleri, “hukûk”, “adalet”, “güç-kuvvet” “insan hakları” ile “harb tutsaklığı-esirlik” bahislerinin gündeme oturmasına sebeb oldu.

Harb esirlerinin “tek tip elbise” içinde ve ağızları, burunları kalın maskelerle kapalı, el ve ayakları zincirli görüntüleri ile, bu hâlde hepsi değişik taraflara yönelmiş olarak “namaz kılma çabaları”, mücerred insan olma haysiyetini taşıyanları tüylerine kadar ürpertti.

ABD ve müttifiklerinin, Afganistan İslâm Devleti’ne karşı giriştikleri YOKETME SALDIRISI-HARBİN, mer’i hukûk ve ilkeleri ile, TEAMÜL noktasında bir değerlendirilmesi; bu harb neticesi ”esir” ettiği insanların ”hukûkî mevkiî ve hakları” hususunda bir tetkikin yapılması; hem “milletlerarası hukûk”un ve ”demokrâsî”nin n’idüğüne dair hem de bu kavramların ”uyulması gereken” olarak empoze edilip edilemeyeceğinin neticeleri açısından; mevcut DÜNYA DÜZENİNİN teori ve pratik halinde içyüzünü ortaya koymaya vesile olacaktır.

Niyetimiz ve maksadımız, bu kadar bâsît ve masum!..

.

I. BÖLÜM:

KAVRAMLAR

  • “MİLLETLERARASI HUKÛK”

a) İsimlendirme:

Milletlerarası hukûk’u tanımlamada bir kavram meselesi mevcuttur.(5) Avrupalı devletlerce temellendirilen ve geliştirilen bu hukûk şubesinin isimlendirilmesinin ”sorunu” da, orada ilk olarak meydana çıkmıştır. Avrupalı hukûkçular, Romalıların kullandıkları ”just civile-yurttaşlar hukûku”-”jus gentium-kavimler hukûku” ayırımından yararlanarak, bu hukûk düzenine önceleri ”jus intergentes/droit des gens” adını verdikleri görülmektedir. 19. yüzyılda, J. Bentham’ın ”municipal law-iç hukûk”-”international law-milletlerarası hukûk” ayırımından bu yana Avrupalı yazarların ekseriyatı, ”İnternational law-droit internatıonal-kavimler hukûku” ismini kullanmışlardır. Almanca olarak ise, Kant’ın ”Staatenrecht-devletler hukûku” ismini tavsiyesine rağmen hukûkçular, “völkerrecht-milletlerarası hukûk” ismini kullanmayı tercih etmişlerdir. Netice olarak, üç Batı lisanında bu hukûk düzeni için, keyfiyetleri aynı olmasına rağmen, aşağıdaki isimlendirmeler kullanılmaktadır: İnternational law-law of nations; droit international-droit des gens; Völkerrecht…

Türkçede bu hukûk düzeninin belirtilmesi ise, devrin “dil anlayışına” bağlı olarak çeşitli isimler almıştır. 1847’de Viyana’da neşredilen Baron Schlechta Ottokar’ın ”Völkerrecht” isimli eseri, ”milletler hukûku” anlamına gelen ”Hukûk-u Milel” ismiyle neşredilmiştir. Yine aynı dönem içinde birçok hukûkçu ”Hukûk-u Düvel-Devletler Hukûku” veya ”Hukûk-u Beyneddüvel-milletlerarası hukûk” ismini kullanmışlardır. 1930’larda başlayan ”öztürkçecilik” uydurmacılığı sırasında, ”Güçlerarası Hukûk… Arsı Ulusal Hukûk… Uluslararası Hukûk” tâbîrleri kullanılmıştır. Bunun yanında ”Enternasyonel Hukûk… Beynelmilel Hukûk… Milletlerarası Hukûk” tâbîrleri de kullanılmıştır. Şu anda bu hukûk düzeni ”Devletler -Umumi-Hukûku”, ”Milletlerarası Hukûk” ve ”Uluslararası Hukûk” olarak isimlendirilmektedir (Prof. Dr. Hüseyin Pazarcı. ”Uluslararası Hukûk Dersleri. Turhan Kitabevi. 1994. s. 3-4)

Bu hukûk düzeninin isimlendirilmesindeki farklılıklar elbette, hukûkçunun ”siyasî anlayışına” ve oradan doğan ”dil anlayışına” bağlı olarak gelişmektedir; bunun başka bir sebebinin bulunduğunu zannetmiyoruz çünkü, isimlendirme farklı olsa da, bahsedilen mevzuu aynıdır. Bunun yanında isimlendirmede hangisinin daha ”uygun” olacağının da tartışılması ve bir ”düzene” sokulması gerekmektedir. Bu noktada Türkçe dersi vererek ”ulus”, ”millet”, ve ”devlet” arasındaki farklılıkları anlatmak gerekirse de, mevzuumuzdan sapabileceğimizden burada sadece bu hukûk düzenine bizim “MİLLETLERARASI HUKÛK” isimlendirmesini kullanacağımızı ve bunun ”uygun” bir tâbîr olduğunu söyleyerek kısa keselim.

b) Mânâsı

Milletlerarası Hukûk’un değişik mânâları varsa da bunu üç grupta toplamak mümkündür.(6)

1) Milletlerarası Hukûk’nun süjelerinin-kişilerinin yalnız ”milletler-devletler” olduğu görüşünden hareket edilerek yapılan mânâlandırmalar; buna göre, milletlerarası hayatta sadece devletlerin önemli iş gördüğüne inanırlar ve bu hukûk düzenini, ”Devletlerin karşılıklı ilişkilerini, haklarını ve görevlerini belirten kaideler bütünü” olarak tanımlarlar. L. Oppenheim; “birbirleriyle olan münasebetlerinden devletler tarafından hukûken bağlayıcı addedilen örf, âdet ve anlaşma kurallarının tümüne verilen isimdir” diye bir tanımlama yapmıştır.

2) Milletlerarası Hukûk’un süjelerinin ”insanlar” olduğu görüşünden hareket edilerek yapılan mânâlandırmalar; buna göre, ”bu hukûk düzeni, devletlere bağlı gerçek kişilerin aralarındaki ilişkiyi düzenleyen kuralların bütünüdür.”

3) Milletlerarası Hukûk’nun “çeşitli” süjeleri olduğu görüşünden hareket edilerek yapılan mânâlandırmalar; buna göre, süjeler yalnızca bağımsız devletler değildir, bunların yanısıra milletlerarası kuruluşlar ile bazı durumlarda fertler de bu hukûk düzeninin süjesidir.

Bize göre; bu tanımlamaların hepsinin bir hakikati-reelliği varsa da, aslıyla bunların üstünde varolan husus, ”Hâkim’in hükmü”nün geçerli olduğudur!… Çeşitli devirlerde çeşitli milletler ”dünya hakimiyeti”ni ele geçirmişlerdir. Roma’nın, Bizans’ın akabinde başlayan İslâmî devletlerin, Emevî, Abbâsî, Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinin hâkimiyet dönemi başlamış ve ”kanunlar, iradelerine binaen” hazırlanmıştır. 19. yüzyıldan itibaren İngiltere’nin, sonrasında ise ABD’nin başını çektiği ”Yeni Dünya Düzeni”nde ise, “veto hakkına sahip daimi üyelerin” hakimiyetindeki Birleşmiş Milletler Teşkilatı devri başlamış ve ”daimi üye” ayrıcalığı ile, ”işine gelmeyen kararı veto’layarak” kendi düzenlerinin devamını sağlayan bir ”hukûk!” ortaya çıkmışdır.

ABD’nin demokrâsîyi ve “hukûk düzenini”, maske olarak nasıl kullandığını, Pentagon stratejistlerinden en mühimlerinden biri olan James Burnham’dan iktibas ederek gösterelim:

«- AMERİKAN HÜKÜMETİNİN KANAATİME GÖRE AYNI ANDA İKİ POLİTİKA GÜTMESİ ZORUNLUDUR. BİRİSİ AÇIK VE RESMÎ; İKİNCİSİ DE RESMÎ OLMAYAN VE GİZLİ POLİTİKA… Birincisine göre, Amerika, Sosyalizmin gelişmesini durdurmak, onu tutmak, önlemek gerektiğini ilân etmiştir ve bunu imzalamış oluğu çeşitli anlaşmalar temelinde yapmaktadır. Birleşmiş Milletler’in rolüne inanmaktadır ve ona saygılıdır. İkinci politika ise gizlidir, saldırgandır ve “kurtarma politikası”nın bütün niteliklerine, amaçlarına sahipir. BİRLEŞMİŞ MİLLETLER’E, AMERİKAN POLİTİKASINI YÜRÜTME İŞİNDE BİR ARAÇ OLARAK BAKMAKTADIR VE BİRLEŞMİŞ MİLLETLER’E ANCAK AMERİKAN ÇIKARLARINA UYGUN HAREKET ETTİĞİ SÜRECE SAYGILIDIR!»(7)

Bu ifâde o kadar açıktır ki, esasta, ”milletlerarası hukûk” diye birşeyin OLMADIĞINI hiç itiraz kabul etmez biçimde ortaya koymaktadır; bunun yanında, milletlerarası hukûk düzeni, bizce, büyüğe karşı küçüğün ”haddini bildirici-sınırlarını çizici” bir disiplindir.

  • DEVLET – YETKİLERİ – TANINMASI

a) Devlet’in Tanımı

«- Devletin doğumu ve mahiyeti üzerine, ister sosyolojik, ister hukûkî, ister iktisadî, ister siyasî, ister felsefi, ister içtimai bir sistem açısından bakılmış olsun… Bunlar, belirli zamanda kendini empoze eden veya ihtiyaca çözüm getirme çabasının ürünüdür ki, çözüm için kendini teklif eden sebeblerin sentezi halinde ”tarihî bir yeri” vardır.»(8)

Öne aldığımız bu tesbitin ışığında; ”Devlet’in doğumu ve mahiyeti=tanımı” üzerinde birçok görüşü birbiri peşisıra aktarabileceğimizi ve neticede bugün hukûk içinde yeralan ”Devlet tanımlamaları”nın da bu ”peşisıralardan” bir demet olduğunu belirtmeliyiz.

Buna göre…

Eflatun, “Devlet” isimli eserinde, “insanların tek başlarına kendi kendilerine yeterli olmamaları sebebiyle ihtiyaçlarını birlikte karşılamak üzere meydana getirdikleri topluluk” olarak tarif eder ”devlet”i… Aristo, ise “Politika” isimli eserinde, “bütün diğer toplulukları içine alan en üstün topluluk” olarak… Saint Augustin’e göreyse,”devlet”, “ilk günah neticesinde cennetten kovulan insanların, yeryüzünde teşkilâtlanmak zarureti ve içlerinde bulunan Tanrı sevgisi sebebiyle” ortaya çıkar.

Bunun yanında, “devlet”in çıkışını “kuvvet ve mücadele”de görenler vardır; bunlara göre, ”Devletin kaynağını, güçlülerin baskısında ve kuvvetlilerin iradesinde aramak gerekir; devlet güçlülerin baskısından, onların iradelerinin üstünlüğünden başka birşey değildir.” Veya, ”Yaradılış itibariyle zayıf, silahsız, kendini korumadan aciz olan insanlar bir araya gelmişler, aralarında en güçlü ve en cesur olanın idare ve himayesine girmişlerdir.”

Bunun yanında ”devlet”in çıkışını “iktisadî” çerçevede tanımlayanlar vardır; bunlara göre, ”Örf, adet, ahlâk, din, felsefe, sanat, hukûkî müesseseler için olduğu gibi, siyasî müesseseler için de önemli bir gerçek vardır, o da bütün bunların toplumun çeşitli safhalarında kendilerini gösteren maddî çıkarların ifâdesi olmasıdır. Sosyal olaylar da dahil, herşeye hakim olan tek kuvvet, ekonomik kudrettir; devlet, sosyal zümreler arasındaki menfaat zıddıyetinin bir sonucudur. Bir zümrenin diğerini ezmesi için meydana gelen bir kuvvet”…

Bunun yanında ”devlet’in çıkışını “sosyal sözleşmede” görenler vardır; bunlara göre, ”İhtiyaç, insanları birleşmeye sürüklemekte ve bu birleşme de, zımnî veya açık bir sözleşme ile gerçekleşmektedir. Sosyal birliklerin çeşitleri ve dereceleri vardır; bunlar, aile, cemaat, komünler, şehirler, eyalet ve devletir.”(9)

Devlet’in çıkışına-doğuşuna dair birsürü tanımlamalar mevcuttur. Büün bunların haricinde, ”millelerarası hukûk kaideleri” olarak tesbit edilmiş bir ”Devlet” tanımı vardır. Carî hukûka göre, “Devlet, belirli bir ülkede yaşayan, ve bir üstün iktidara (otoriteye) tâbî teşkilâtlanmış insan topluluğunun meydana getirdiği devamlı, hukûkun kendisine kişilik tanıdığı siyasî bir varlıktır”(10)

Bir siyasî topluluğun ”Devlet” olarak kabul edilebilmesi için gerekli birtakım şartlar mevcuttur; bu şartlara “kurucu unsurlar” denir. Devletin kurucu unsurları denildiği zaman milletlerarası topluluk içerisinde devletin, Milletlerarası hukûku sujesi-kişisi olarak kabulü için gerekli temel unsurlar anlaşılır. Bunlar ise, “insan topluluğu, ülke, hükümet ve egemenlik-hakimiyet”tir.

b) Yetkileri

Devlet’in kurucu unsurlarından biri ”ülke”dir. Ülke, ”bir devletin egemenliğini, Milletlerarası Hukûka uygun yetkilerini, dilediği gibi icra ettiği bir yeryüzü parçasıdır” Devletin ülkesi üzerinde sahip olduğu yetkiler denildiği zaman, ”devletin iç egemenliği”, ”ülke egemenliği”, ”ülke üzerinde bağımsızlık” veya ”mülki hakimiyeti” anlaşılır. Devletin egemenliği -kural olarak,- ülkesinin sınırları ile kayıtlıdır ve bu sınırlar içerisinde devlet, yasama, yürütme ve yargi işlemlerinde bulunur. Kısaca, “devletin yetkileri” denildiği zaman anlaşılması gereken, “ülkesinde bulunan veya ülkesine giren herşey ve herkes üzerinde yasama, yürütme ve yargı tasarruflarında bulunabilmesi”(11) anlaşılmaktadır.

Bu sebeble devletin, ülkesi sınırları içinde dilediği biçimde bir anayasa düzeni kurması, istediği kanunları çıkarıp adalet mekanizmasını kendi düşündüğü tarzda gerçekleştirmesi, ülkesi üzerindeki yetkileri gereğidir. Ancak bu yetkiler aksine izin veren andlaşma veya örf kuralı olmadıkça ülke hududları ile sınırlı olarak kullanılacaktır.(12)

c) Tanınma

Bahsettiğimiz dört unsurun (insan topluluğu, ülke, hükümet ve egemenlik) varlığı halinde devlet, Milletlerarası Hukûk sujesi olarak ortaya çıkar. Devletin “suje” hakkını kazanabilmesi için başka devletler tarafından tanınması şart DEĞİLDİR.

Öyleyse “tanıma” nedir?..

Milletlerarası Hukûk teâmülüne göre, ”bir siyasî topluluğun milletlerarası hukûk anlamında bir devlet olduğu ve milletlerarası hukûkun devletler için öngördüğü hukûkî statüyü tâbî olduğu hususunun diğer devletlerce kabul edilmesine”, tanıma denir (13) Fakat, bu “tanıma” işlemini yapacak bir ”teşkilât” (noter misali!) mevcut olmadığından, ”tanıma” işlemi devletlerin kendi tasarrufundadır

Bir siyasî topluluğun ”devlet olarak tanınması”, tanıyan devletle tanınan devlet arasındaki münasebetlerde devletin tâbî olduğu hukûkî statüye tam olarak uyulmasını lüzumlu kılar. Fakat bundan, tanınmayan bir devletle hiçbir hukûkî münasebetin bulunmayacağı mânâsı çıkmaz.

«- Tanıma esas itibariyle bir niyet sorunudur. Açık veya örtülü yapılabilir. Yapılmasındaki biçimin bir husûsî önemi yoktur; önemli olan tanımayı gerektirecek işlemin ya (1) yeni devlete yeni bir devlet olarak davranmak veya (2) yeni hükümeti, idare ettiği devleti temsil etmek yetkisini haiz bir hükümet olarak kabul etmek ve onunla diplomatik ilişkilerini devam ettirmek, veyahut (3) âsîlerin durumunda, bunların muhariplik hakkını kullanmak yetkisini haiz olduklarını tanımak, niyetini açıkça ortaya koyan bir işlem olmasıdır. Yabancı bir devlet veya hükümetle resmî diplomatik ilişkilerin kurulması dışında, normal olarak tanıma sonucunu doğurabilecek herhangi bir işlem, bunu yapan hükümetin, bu işlemin tanıma niyetiyle yapılmadığını açıkça belirtmesiyle bu sonuçlardan mahrum edilebilir.»(14)

Bir siyasî birimin devlet olarak tanınması, umumiyetle, bu devletin hükümetini de tanınması mânâsına gelir; çünkü, devlet ancak hükümetiyle milletlerarası münasebetler kurabilir. Bir hükümetin tanınması da, bu siyasî topluluğun devlet olarak tanındığı mânâsına gelir. Bunun dışında, hükümeti tanımaksızın devleti veya devleti tanımaksızın hükümeti tanımanın da misalleri mevcuttur.(15)

Devlet olarak tanınmış bir siyasî birimin yeni hükümetinin, diğer devletler tarafından tanınması zorunluluğu yoktur; hükümetlerin değişmesi kural olarak milletlerarası hukûku ilgilendiren bir mesele değildir. Hükümet değişikliği, ancak, ülkede rakip hükümetlerin ortaya çıktığı durumlarda milletlerarası hukûku ilgilendiren bir mevzu olabilir. (16)

Bu durum ise, devletin ülkesinin bir yabancı devlet tarafından işgali veya ilhakı veyahut ülkede meydana gelen bir isyan ve ayaklanma ile ortaya çıkar. Bu halde, milletlerarası hukûk, eğer mevcut devletin tanınmış hükümeti isyanı bastırma ve durumu lehine dönüştürme ihtimalini kaybetmediği sürece, eski hükümet (veya devleti) tanımayı devam etmeyi, âsîlerin kurduğu ”yeni hükümet” (veya devleti) tanımamayı diğer devletlere bir vazife olarak yükler. Mevcut hükümeti, kontrolu sağlayacak kudreti yitirmediği halde terkedip, isyancıların ”yeni hükümetini de jure/hukûkî hükümet olarak tanımak”, içişlerine müdahale demekdir ve haksız fiîldir.(17)

Bunun yanında ”tanıma”daki bir ”sorun” da, ”de facto hükümet olarak” veya ”de jure hükümet olarak” tanıma meselesidir. Bir hükümetin ”de facto-fiilî” veya ”de jure-hukûkî” hükümet olup olmadığı hangi esasa göre saptanacaktır? Bu, o devletin ”esas yasa=anayasa”sına göre mi, yoksa, milletlerarası hukûk kriterlerine göre mi değerlendirilecektir?.. “De facto” ile “de jure” arasındaki farklılıklar veya ”de facto”nun, ”devlet olmak için gerekli dört usuru” tâbîatıyla bağrında barındırdığı gerçeğine rağmen ”de jure” kavramının ortaya çıkması meselesi, milletlerarası hukûk doktrininde hala tartışmalı meselelerden biridir.(18)

d) Devletin Genişlemesi-Kaybedilmesi

Devlet ülkesinin kazanılması iki şekilde olabilir.(19)

1) Aslî İktisab: Devlet ülkesinin aslen iktisabı-kazanılması, herhangi bir devletin egemen olmadığı bir yeryüzü parçasının, mevcut bir devletin ülkesine katılması demektir. Aslî iktisab, “katılma” (accessio) ve “işgal” (occupatio) yollarıyla olabilir.

“Katılma”, tâbiî hâdiseler neticesinde bir ülkeye önceden mevcut olmayan toprak parçalarının eklenmesidir. Nehirlerin taşıdığı topraklarla, denizaltında meydana gelen depremlerle veya denizlerin doldurulmasıyla yani denizden toprak kazanılması hallerinde devlet ülkesi genişleyebilir.

“İşgâl”, herhangi bir devlet ülkesine dahil bulunmayan bir arazi parçasının bir devlet tarafından, kendi ülkesine katılması hâlidir. Sahipsiz bir arazi parçasının işgâlini, bir devlet ülkesinin harpte diğer bir devletin silahlı kuvvetleri tarafından işgâl edilmesi ile karıştırmamak gerekir. ”İşgâl”; devlet tarafından yetkilendirilen kişilerin bu devlet namına sahipsiz araziyi fiilen işgâl etmeleriyle gerçekleşir. İşgâlin diğer devletlere bildirilme mecburiyeti yoktur. ”İşgâl”, yeni kıtaların keşfinden sonra, özellikle 19. yüzyılda Afrika kıtasının iç kısımları Avrupalıların ilgisini çekmeye başladıktan sonra milletlerarası hukûkta önem kazarmıştır.

2) Fer’î İktisab: Bir devletin egemen olduğu bir ülkenin veya ülkesinin bir parçasının diğer bir devlet tarafından kazanılması haline ”Fer’î iktisab” denilir. Bunun değişik usûlleri vardır ki, bunlar “Veraset”, “Satış”, ”Parasız terk”, ”Kazandırıcı zamânâşımı”, ”Andlaşma” ve “Fetih”dir.

“Fetih”, klâsîk hukûk doktrinine göre, bir devletin diğer bir devlet ülkesini veya bu ülkenin bir parçasını fiilen ve askerî kuvvetlerle harb neticesinde kendi devlet ülkesine katması ve hâkimiyet ilân etmesidir. Mevcut hukûka göre, bu şekil bir iktisab kabul edilmemekte ve Birleşmiş Milletler Andlaşması’na göre de bu durum yasaklanmıştır.

Devletin ülkesinin kaybedilmesi de çeşitli şekillerde olabilir.(20) Bir devlet ülkesinin tamamının veya bir kısmının o devletin elinden çıkmasına ülke kaybı denir. Devlet ülkesi nasıl kazanılıyorsa, aynı yollarla da kaybedilebilir. Bu kaybedilen toprak ya .bir devlet ülkesine katılır veya o toprak parçası üzerinde ayrı bir devlet ortaya çıkabilir.

Bütün bu kaybediş ve kazanış şekillerinde, tâbiî hâdiselerle olanlar (denizlerin doldurulması, erozyon vesaire) dışındaki usûller,(yani veraset, zamânâşımı, veraset vesaire), aslında devletin ülkesinin kaanılmasının tek bir yolu olduğunu ortaya koymaktadır:FETİH!..

Clausewitz şöyle diyor:

«- Biz, harbın; politikanın diğer araçlarının karışmasıyla, devamından başka birşey olmadığını iddia ediyoruz. Başka araçlar diyoruz, çünkü, aynı zamanda şunu da iddia ediyoruz ki, bu politik ilişkiler harb nedeniyle kendiliğinden sona ermez, tamamen değişmez, aksine kullanılan araçlar ne olursa olsun ilişkiler özde aynı kalırlar. Savaş olaylarının izlediği ve bağlı olduğu anahatlar, barışa kadar devam eden politikanın anahatlarından başka bir şey değildir(21)

Harb, toprak kazanmanın bir yoludur; toprak kazanmak, bir devletin tâbiî isteğidir; eğer kendi hukûkunu ”dayatabilecek” kudrete ve teşkilâtlanmaya sahip olduysanız, elbette ”de facto harb” yerine ”de jure harb”ı tercih eder ve “de facto-fiilî harbı” yasaklarsınız.(22)

İşte mevcut yeni dünya düzeni…

  • HARB-SAVAŞ

Harbin bütün devletlerce kabul edilmiş bir tanımı mevcut değildir. TC Genelkurmay Başkanlığı’nın tarifine göre, “bir toplumun, bir milletin veya milletler topluluğunun isteklerini diğer bir millete veya milletler topluluğuna zorla kabul ettirmek üzere giriştiği silahlı mücadeleye” harp(23) denilir. Başka bir tarife göre ise, “Harp, Devletler Hukûku kurallarına uygun olarak Devletler arasında silahlı bir çatışma, bir çekişmedir. Harp, bu çatışmayı katılan devletlerin Harp Hukûku kurallarına uymaları, çatışmaya katılmamış Devletlerin de, tarafsızlık kurallarına uymaları ve tarafsızlık hukûku kuralları içinde ilişkide bulunmaları gerektirir.”(24)

Büyük harp mütefekkiri Clausewitz’e göre ise:

«- Savaş, çok genişletilmiş bir düellodan başka birşey değildir. Bunlardan herbiri kendi fiziksel gücüyle kendi iradesini diğerine kabul ettirmeye çalışır. Onun ilk amacı, düşmanı mağlup etmek ve böylece daha sonra herhangi bir mukavemette bulunamayacağı bir duruma sokmaktır. O halde harb, düşmanı irademizi kabule zorlamak için bir kuvvet kullanma eylemidir.»(25)

II. BÖLÜM:

MİLLETLERARASI İHTİLÂFLARIN ÇÖZÜM YOLLARI

.

  • İHTİLÂF NEDİR

Clausewitz’in belirttiği gibi ”iki düellocu” karşı karşıya geldiyse, ortada bir ”ihtilâf-uyuşmazlık-anlaşmazlık” mevcuttur. “Milletlerarası hukûk” temülünün, milletlerarası ihtilâfın “Milletlerarası Daimî Adalet Divanı”nın verdiği ”Mavrommitos-1924” kararına göre -bir ve umûmiyetle kabul edilmiş- tanımı şöyledir:

“- Milletlerarası ihtilâf, bir hukûk noktası veya bir olay üzerinde (iki Devlet arasındaki) hukûkî tezlerin veya çıkarların çatışmasıdır.”(26)

Bu tarife göre, milletlerarası ihtilâflar “hukûkî” ve “siyasî” olarak ikiye ayrılmaktadır. Doktrinde umumiyetle kabul edilen düşünceye göre, ”hukûkî ihtilâflar”, iki Devlet arasında bir hukûk kuralının tatbiki veya tefsirinden kaynaklanmaktadır.“Siyasî ihtilâflar” ise, ya Milletlerarası Hukûk’un düzenlediği bir sahada çıkan ihtilâflardır veya taraflardan birinin bir ilişkiyi düzenleyen ve yürürlükte bulunan hukûk kuralını reddetmesi, bu kuralın değiştirilmesini istemesi nedeniyle başgösteren ihtilâflardır.(27)

  • DİPLOMATİK YOLLAR

Milletlerarası Hukûk tatbikatlarında, ”hukûkî ihtilâflar”, hakemlik veya mahkeme yoluyla; “siyasî ihtilâflar” ise, taraflar arasında diplomatik yollarla giderilir.

Diplomatik yollarla ihtilâfların giderilmesi ise şu şekillerdedir:(28)

1) Diplomasi görüşmeleri

2) Dostça girişim

3) Arabuluculuk

4) Tahkikat Komisyonları

5) Uzlaştırma

6) İhtilâfların Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nca Çözümü…

Bunlar hakkında kısa bilgi vermek gerekirse:

1) Diplomatik Görüşme

İhtilâfların halledilmesinde ençok başvurulan yöntemdir. Taraflar, temsil hüviyetine sahip yetkililer vasıtasıyla, ikili, üçlü veya sözlü ve yazılı nitelikde görüşürler. Görüşmeler ya anlaşma ile veya meselenin daha da giriftleşmesiyle veyahut meselenin ”barışçı yollarla” halline karar vererek neticelenir.

2) Dostça Girişim

Devlet veya devletlerin aralarındaki ihtilâfı halletmek için görüşmelere gidememeleri halinde, ayrı bir devletin veya devletlerin veya milletlerüstü bir teşkilatın teşebbüsü ile ”ihtilâfın halli için elverişli ortam” hazırlanmasıdır.

3) Arabuluculuk

Dostça girişimin daha etkin hâle getirilmesidir. “Arabulucu” devlet veya devletler veya milletlerüstü bir teşkilat (mesela, Birleşmiş Milletler Teşkilatı gibi), tarafları biraraya getirmede önayak olabilir veya ihtilâfın halli için kendi bir teklif getirebilir. Teklifin reddi, arabuluculuk görevinin sona ermesidir.

4) Tahkikat Komisyonları

1899 ve 1907 Lahey Sözleşmeleriyle teşkil edilen bir araçtır. Bu komisyonlar, ihtilâfın kökeninde varolan hâdise ve sebeblerin tarafsız olarak tesbit ederler.

5) Uzlaştırma Komisyonları

I. Dünya Harbinden sonra ortaya çıkan “barışçı çözüm andlaşmaları”ndan biridir. 29 Ekim 1957’de Strasburg’da imzalanan “İhtilâfların Barışçı Çözümü Sözleşmesi”, uzlaştırmayı “barışçı çözüm yolu” olarak görmektedir,. Komisyonun nasıl kurulacağı ve çalışacağı andlaşmalarla belirlenir. Komisyon, taraflar ve tarafsız devletlerin temsilcilerinden müteşekkildir. Komisyonun teklif edeceği “öneri”, kabul edilip edilmemekte serbestir.

6) İhtilâfların Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nca Çözümü

Eğer ihtilâf, ”milletlerarası barış ve huzuru tehdit edecek” bir duruma geldiyse, ”B.M. Güvenlik Konseyi”, tarafları bahse geçen usûllere davet eder. Ayrıca, ihtilâfın ”tehdid” olup olmadığını da araştırabilir. BM Andlaşmasının 1. maddesinin üçüncü paragrafı, ”Teşkilat üyeleri(nin) milletlerarası nitelikte uyuşmazlıklarını, milletlerarası barış ve güvenliği ve adaleti tehlikeye koymayacak şekilde barış yoluyla çözümünü” öngörüyor. Birleşmiş Milletler Teşkilatı, ”milletlerarası barış ve güvenliğinin korunması” vazifesini -24/1 madde gereğince- ”Güvenlik Konseyi’ne vermiştir; eğer bir ihtilâf ”Güvenlik Konseyi”nin önüne getirilmiş ise, ”Genel Kurul” bu ihtilâf üzerinde görüş belirtemez; ”Güvenlik Konseyi” gündemi dışında olan ihtilâflarda ise ”Genel Kurul” ancak ”tavsiye” kararı alabilir.(30)

BM Andlaşması’nın 35. maddesi gereği, ”Teşkilat üyelerinden herhangi biri”, ihtilâfın uzamasının milletlerarası barış ve güvenliği tehdit edebilecek bir keyfiyete sahip olduğunu beyan ederek, -ihtilâfa taraf olmasına gerek olmadan-, meseleyi ”Güvenlik Konseyi”ne bildirebilir; keza, aynı madde uyarınca, ”andlaşmaya üye olmayan bir devlet de”, kendisinin taraf olduğu bir ihtilâfı Konsey önüne getirebilme hakkına sahiptir.

  • MİLLETLERARASI HAKEMLİK

Milletlerarası hakemliğin amacı, devletler arasındaki ihtilâfların, devletlerin kendi seçecekleri kişilerce ve hukûka uygun olarak çözülmesidir.(31) “Hakemlik” tarafların isteğine bağlı bir ”barışçı çözüm” yoludur. Bunun zıddına, ”zorunlu hakemlik” de -bazen- görülebilmektedir. Bu ise, iki devletin aralarındaki ihtilâfları yaptıkları andlaşmalarda, ”ileride çıkabilecek ihtilâfların çözümü için hakemlik yoluna” gitmeyi önceden kabullenmeleriyle olur. 29 Ekim 1957’de imzalanan “Strasburg Sözleşmesi”ne göre, hakem mahkemesi beş üyeden oluşur; birer üye taraflardan, başkan ve iki üye de tarafsız-üçüncü devletlerden tarafından ve tarafların vatandaşı olmayan kişilerden şeçilir. Hakemlik organının vereceği karar ”kesindir”; taraflar, karara uymak ”zorundadır.” 1957 Avrupa Sözleşmesi’ne göre, bir taraf karara uymazsa, diğer taraf, meseleyi ”Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi”ne götürebilir.(32)

  • MİLLETLERARASI YARGI YOLU

İki veya daha fazla sayıda devletin ihtilâfının, mütehassıslardan müteşekkil ve sürekli nitelikte bir yargı teşkilatında çözümlenmesine ”milletlerarası yargı yolu” denir. Bunun için, BM Andlaşmasına ilave olarak ”Milletlerarası Adalet Divanı Statüsü” kabul edilmiş ve “Divan hakimleri” 1946 yılında Lahey’de faaliyete başlamışlardır.

III. BÖLÜM: 

HARB – HUKÛKU – ESİRLERİ

  • HARB NEDİR

Bu bölümün “mukaddimesi”ni Edip Çelik’in kitabından verelim:

«- Birleşmiş Milletler Andlaşması’nın ”Önsöz”ünde, bu örgütün kurulması nedenleri sıralanırken, ”ortak çıkarların gereği” dışında, ”silah gücünün kullanılmamasını sağlayan ilkeleri benimsemek ve usulleri tesis etmek” sözkonusu ediliyordu. Nitekim, bu hususun candamarı olan hüküm, Andlaşmanın, Birleşmiş Milletlerin ilkelerini belirten 2. maddesinin 4. paragrafında yeralmış bulunmaktadır. Şöyle ki:

“Teşkilatın üyeleri, milletlerarası ilişkilerinde gerek herhangi bir devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasî bağımsızlığına karşı, gerekse Birleşmiş Milletlerin amaçlarıyla bağdaşmayacak herhangi bir suretle tehdide ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.”

Daha önce de başka bir konuya ilikin olarak söylemiş olduğumuz gibi Andlaşmanın 2. maddesinin 6. paragrafı ile bu “yasak”, Birleşmiş Milletler üyesi olmayan Devletlere de uzatılmış bulunmaktadır. Bu paragraf hükümlerine göre, ”Teşkilat, Birleşmiş Milletler üyesi olmayan Devletlerin, milletlerarası barış ve güvenliğin korunmasının gerektirdiği ölçüde, bu esaslara (2. maddedede belirtilen ilkelere) uygun hareket etmesini sağlar.”

Böylece Birleşmiş Milletler düzeninde HARB YASAĞI önce ”KUVVETE BAŞVURMA YASAĞI”, giderek “KUVVETE BAŞVURMA TEHDİDİ YASAĞI” BİÇİMİNDE genişletilmiştir. Böylece, aslında, kuvvete başvurma yasağının, -biraz önce de belirttiğimiz gibi- günümüzde “jas cogens” (Milletlerarası Hukûkun buyruk kuralı) olduğu -tekidle- belirtilmiştir.

Fakat…

Birleşmiş Milletler Andlaşmasında ”harb yasağı” kavramı yerine ”tehdide ve kuvvet kullanılmasına başvurma yasağı” kavramının kullanılmış olması, bu yasağın kapsamı konusunda doktrin tartışmalarına yolaçmış ve “silahlı kuvvete başvurma yasağı” yanında, örneğin “ekonomik kuvvete” başvurmanın da yasaklanmış olup olmadığına ilişkin görüşler öne sürülmüştür.

Birleşmiş Milletler Andlaşması, uyuşmazlıkların barış yoluyla çözümlenmesi yükümü yanında tehdide ve kuvvete başvurmayı yasaklarken, milletlerarası toplum adına, kuvvet kullanma yetkisini Birleşmiş Milletler’de toplamaya yönelmiştir. Andlaşmayı hazırlayanların amaçları, kuşkusuz her bir kuvvet kullanılmasını Devletlerin yetkisi olmaktan çıkarmak ve bunu Teşkilatın tekeline almaktı.

Ancak, bu yasağın Birleşmiş Milletler’de istisnası vardı: KANUNÎ-YASAL SAVUNMA!.. Gerçekten de, Andlaşmanın 51. maddesi ”doğal olan bireysel ve ortak yasal savunma hakkına” ilişkindir.»(33)

  • HARB HUKÛKU

Mevcut dünya düzeninde harbin de birtakım ”kuralları” ve ”hukûku” vardır. Bundaki gaye, muharibler (savaşçılar) ile gayr-ı muhariblerin (savaşmayanlar) karıştırılmasını engellemek ve ikinci sınıfa girenlerin ”hak ve hukûkları ile emniyetlerini” sağlamaktır.

Carî “Harb hukûku”nun ilk ve en önemli kaidesi, “Harbin başlama sebebinin hukûki olmasıdır.”(34) Bunun haricinde, evvelde söylediğimiz ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı Andlaşması’nda kayıtlı bulunan ”ihtilâfların barışçı yollardan halledilmesine” dair kaidenin de tüketilmesi veya en azından bir kısmıyla, uğranılan haksızlığın harbe varmadan giderilmesi yolunda çaba sarfedildiğini ortaya koyucu bir hareket tarzı içine girilmesi gerekmektedir. İşte Harb, ancak bu faaliyetler müsbet bir netice vermediği takdirde ”haklı ve hukûki zemine” sahib olacaktır.

Esasta “Harb Hukûku” bu noktadan sonra başlar. Harbi başlatıcı ve ilân edici ilk ateşe kadar geçen vetire, ”harb başlangıcı” olarak isimlendirilebilir; ilk ateşden sonra ise, ”harbin yürütülmesi-sevki” sözkonusudur ki, ”harb hukûku” burada devreye girer.

“Harb Hukûku”nun gayeleri olarak şunları yazmak mümkündür:(35)

1) Muhariblerle gayr-ı muharibleri ayırabilmek ve her iki sınıfın da lüzumsuz yere acı çekmelerini engellemek;

2) Başta harb esirleri-tutsakları olmak üzere, ”düşman eline geçen” yaralıların, hastaların ve sivillerin insanî haklarını korumak;

3) Bazı eski ve ”kültür mirası” olarak isimlendirilebilecek olan eserlerin tahribini engellemek…

Elbette bütün bunlar; iki tarafın istek ve iradesine kalmıştır… Ki buna biraz aşağıda ”harb suçları” bahsinde değineceğiz. Fakat öncelikle niye, ”iki tarafın istek ve iradesine kalmıştır”, dedik, ondan bahsedelim.

Bilindiği gibi, harb aradaki bir ihtilâftan veya devlet stratejisinin ”ihtilâf” olarak tezahür ettirilmesinden ortaya çıkar. Harb, insanın (insanlığın!) kaderidir; binlerce senelik insanlık tarihinde acaba çeyrek yüzyıl ”barış” olmuş mudur?.. Özellikle Batı’nın 17. yüzyılda başlayan ’atağı’ sonrasında başlayan ”keşifler”, devletlerin ”genişleme ve hâkimiyet” iradelerinin artmasına vesile olmuştur. F. Ratzel’in (jeopolitik) disiplinini inşaâ etmesiyle başlayan ”yeni düzen”, elli sene içine iki büyük dünya harbi ve onlarca lokâl harbi sığdırmıştır. 1950’lerden sonra başlayan “iki kutublu dünya düzeni” ise, kendine has bir harb tarzını, “Düşük Yoğunluklu Harb Stratejisi”ni yetiştirmiş, ve bu ”hususî harb” tekniği sebebiyle total-dünya savaşları çıkmasından kurtulunmuş, fakat lokal veya iç harblar tezahür etmiştir. Ve, harb, tabiatı gereği, -Clausewitz’in ifadesiyle- “karşımızdakine irademizi dikte ettirmenin kuvvet kullanılarak gösterilmesi” olduğundan ve “kuvvet, kuvvete karşı koymak için bilim ve sanatın buluşlarıyla” teçhizatlandığından, harbin ”özü” ”korku ve imha”dır.(36) İşte, bu noktadan baktığımızda, ”Harp Hukûku”nda geçen bahis ve ilkeler ”tarafların iradelerine” kalmıştır diyoruz.

Clausewitz’in bu hususdaki görüşü şöyledir:

«- Şimdi insancıl kimseler fazla kan dökmeden düşmanı silahında arındırmanın veya yenmenin sanatkarâne bir yolu olabileceğini ve harp sanatının gerçek eğiliminin bu olduğunu kolayca hayal edebilirler. Ne kadar iyi izlenim bırakırsa bıraksın, bu yanılgının ortadan kaldırılması zorunludur; çünkü harp gibi çok tehlikeli şeylerde iyi niyetlilikten doğan yanılgılar, yanılgının en kötüsüdür. Fiziksel kuvvetin bütün kapsamıyla kullanılması, hiçbir zaman aklında beraber kullanılmasına engel olmadığından, bu fiziksel kuvveti acımadan, kan dökmekten çekinmeden kullanan taraf, – düşman da aynı şeyi yapmazsa-, üstünlük sağlar. Böylece diğer tarafa da kuralı öğretmiş olur ve artık taraflar, içinde bulundukları dengeden başka bir sınır tanımaksızın aşırılığa kadar tırmanırlar.

Medenî milletlerin yaptığı harblar, barbarlarınkinden daha az zalim ve yıkıcı oluyorsa, bu, devletlerin hem kendi içlerindeki hem de birbirleri arasındaki toplumsal durumdan ileri gelmektedir. Harb, bu durumdan ve bu durumun yarattığı koşullardan doğar, bu durumun zorunlu neticesi olur, bu durumla sınırlanır, hafifler; fakat bunlar bizzat savaşa ait şeyler olmayıp zaten mevcut olan şeylerdir ve saçmalamadan savaş felsefesine yumuşatıcı bir ilke asla dahil edilemez.

Konuya bu açıdan bakmak zorunludur ve bu kaba unsura duyulan nefretten dolayı bu unsurun doğasını dikkate almamak yararsız,hatta zararlı bir çabadır.

İnsanlar arasındaki kavga esas itibariyle iki unsurdan oluşur: Düşmanlık duygusu ve düşmanca niyetler. Tanımlamamızın simgesi, karakteristiği olarak bu iki unsurdan ikinciyi seçtik, çünkü bu daha geneldir. Düşmanca niyeti olmayan çok kaba içgüdüsel bir kin ve garez tutkusu düşünülemezse de, düşmanlık duygusunun eşlik etmediği ya da hiç değilse egemen rol oynamadığı pek çok düşmanca niyet vardır. Barbar milletlerde duygunun, medeni milletlerde aklın emrettiği niyetler egemendir. Aradaki bu fark barbarlık ve medenîlikten ileri gelmez; milletlerin bu niteliklerine eşlik eden koşulların, kurumların vb.’lerin bunda rolü vardır. Bu farkın her durumda bulunması gerekmez, ama çoğu durumda bulunur; kısaca en medenî milletler bile birbirlerine karşı en aşırı hareketlerde bulunabilirler.

Medenî milletler esirleri öldürmüyor, kentleri ve köyleri yakıp yıkmıyorsa, bu oların savaş sevk ve idarelerinde aklın daha büyük bir rol oynamasından ve onlara içgüdünün bu derece kaba tezahüründen daha etkili kuvvet kullanma yöntemlerini öğretmiş olmasından ileri gelmektedir.

Barutun bulunması ve ateşli silahların gittikçe gelişmesi harp kavramında mevcut düşmanı imha eğiliminin artan medenî seviyeyle hiçbir şekilde ortadan kaldırılamadığını göstermeye yeter.

O halde sözümüzü tekrarlıyoruz: Harb, bir kuvvet kullanma eylemidir ve kuvetin kullanılmasında hiçbir sınır yoktur; o halde taraflar birbirlerini daha fazla kuvvet kullanmaya iterler; böylece mantıkî olarak aşırılığa kaçması zorunlu bir karşılıklı etki doğar.»(37)

Clausewitz’in bu bahsettiğini -yaşadığımız- ”çağdaş harbler”de de görebiliriz. Salih Mirzabeyoğlu’nun “Marifetname” isimli eserinde belirtilen, “Savaşların ad listesi, ilimlerin sınıflanmalarındaki ilerleyişleri izler: Kimya savaşı, bakteriyolojik savaş, atom savaşı deyimleri, yokeden ve korkutucu silahlar olarak askerî terimler arasında olduğu kadar, halk yığınlarının muhayyilesinde de yer almış bulunuyorlar. Psikolojik savaş hakkında da aynı şey değil mi?”(38) tesbiti, “çağdaş-medenî harbların” hepsine şamildir.

Bir “napalm”ın, bir ”misket”in veya çevresindeki oksijeni yokederek ciğerleri patlatan ”vakum” bombalarının ismi bile karşı tarafı, insanları dehşete ve ”teslime” düşürmüyor mu?.. Veya ”barışçı çözüm” olarak literatüre kayıtlı bulunan ”ambargo” sebebiyle insanların açlıktan ve hastalıktan katledilmeleri -mesela, bu ambargo sebebiyle Irak’ta ölen milyonlarca çocuk!-, çok mu ”medenîlik” işaretidir?..

Dahası, ”harp hukûku” kuralları koymak bunların ölümlerine engel midir?.. ”Çağdaş harb biçimi” olan ”hususî harp”ın “FM 31-16 / ST 31-16 genelgesi”nin(39) ve içinde bahsedilenlerin, “bir devletin diğer devlet insanlarını kaçırması, işkenceye tabi tutması ve öldürmesini ”makbul” görmesi”; bunu bıraktık, bir devletin diğer devlete değil KENDİ İNSANINA KARŞI, “… halkı mukavemetçilerden ayırmak için sanki ayaklanma kuvvetlerince yapılıyormuş gibi, müdahale kuvvetlerince (yani Devlet güçlerince!), ZULÜME KADAR VARAN HAKSIZ MUAMELE ÖRNEKLERİ İLE sahte operasyonlara başvurulması tavsiye olunur.” demek ve bunun da fiiliyatını gerçekleştirmek, ”harp hukûku”nun ve “gayesinin” neresine sığar?

  • HARB HUKÛKUNUN KAYNAKLARI

Harb hukûku; milletlerarası “teâmül” ve “çok taraflı andlaşmalar”a dayanır.(40)

a) Çok Taraflı Milletlerarası Andlaşmalar:

Mer’i Harb Hukûkunun en önemli kaynaklarından biri ”Çok Taraflı Milletlerarası Andlaşmaları”dır. Bunların hükümleri imzalayanları bağladığı gibi, imzalamayanlar için de ”teâmül” olarak geçerli kabul edilmektedir. Bunlar, ”harb hukûku”nun temel kaidelerini de meydana getirirler. ”Çok Taraflı Milletlerarası Andlaşmaları”, tarih sırasına göre şöyledir:(41)

1) 16 Nisan 1856 Paris Deniz Hukûku Bildirisi. (Deniz Harbiyle alakalıdır.)

2) 22 Ağustos 1864 Cenevre Sözleşmesi. (Harbteki hasta ve yaralılarla alakalı)

3) 11 Aralık 1868 Petersburg Beyannamesi. (Harbte bazı patlayıcı maddelerin kullanılmasının yasaklanmasıyla alakalı.)

4) 29 Temmuz 1899 Lahey Sözleşmesi. (Boğucu ve zehirli gazlarla, dom-dom mermilerinin yasaklanmasıyla alakalı.)

5) 6 Temmuz 1906 Cenevre Sözleşmesi. (Deniz harbindeki hasta ve yaralılar hakkında.)

7) 18 Ekim 1907 Lahey Sözleşmesi. (Kara harbinin kurallarıyla alakalı.)

8) 18 Ekim 1907 tarihli VII, VIII, IX, XI Sayılı Lahey Sözleşmesi. (Düşman ticarî gemileriyle alakalı.)

9) 17 Haziran 1925 Cenevre Protokolü. (Kimya ve biyolojik harb ile alakalı.)

10) 27 Temmuz 1926 Cenevre Sözleşmesi. (Kimya ve biyolojik harble alakalı.)

11) 27 Haziran 1929 Cenevre Sözleşmesi. (Harb esirleri hakkında.)

12) 6 Kasım 1936 Londra Protokolu (Ticarî gemilere karşı denizaltıların kullanılmasıyla alakalı.)

13) 12 Ağustos 1949 tarihli (dört ayrı) Cenevre Protokolü. (Harb esirlerine yapılacak muameleler, kara ve deniz harbinda yaralıların durumunu iyileştirme, harbde sivil halkın korunması.)

14) 14 Mayıs 1954 Lahey Söleşmesi. (Harbte eski medeniyetlere ait tarihî-arkeolojik eserlerin korunmasıyla alakalı.)

15) 9 Aralık 1948 Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi.

b) Milletlerarası Teâmül Kuralları:

Harbe ait bazı temel kurallar, bazı şartlara bağlı olarak devletlerin tatbikatlarından doğar. Bu teâmül kuralları, mevcut andlaşmalarda belirtilmeyen durumlarda, 1) Örf ve âdetlerden; 2) Umûmî hukûk ilkelerinden; ve 3) Kamu vicdanı gereğinden doğan ve harbeden taraflarca uyulması gereken prensib ve kurallardan ibarettir. Bunların belli bir devamlılık arzetmesi gerekmektedir ki, ”uyulması gerekli prensibler” haline gelsinler. Harb hukûkunda ”Harb Hukununun Temel Prensibleri” olarak isimlendirilen başlıca üç kural-kaide vardır:

1) Askerî Gereklilik:

Askerî gereklilik kuralı, ”Milletlerarası hukûkun yasaklayıcı hükümlerine aykırı olmamak kaydıyla, düşmanın en kısa sürede teslim olmasını sağlamak için gerekli tedbirlerin alınması” olarak tarif edilebilir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bunu ”makul bir değerlendirme ile kuvvet kullanmanın mutlak surette gerekliliği” diye tarif etmişir.(43) ABD Askerî Mahkemesi ise, “harbeden taraflarca, harp hukûkuna uygun olmak kaydıyla mümkün olan en kısa zamanda düşmanın bütünüyle teslim olmasını sağlayabilecek kuvvet kullanılmasını” askerî gereklilik olarnak kabul etmiştir.

2) İnsanî Davranış Kurallarına Uyma (Gereksiz Acının Önlenmesi):

Bu ilke, “IV Numaralı Lahey Sözleşmesine Ek Yönetmelik”te -(LY 23/e maddesinde)- tanımlanır. Buna göre; harbte gereksiz acı veren silah ve mermi ile malzemenin kullanılması yasaktır. Harbin amacı düşmânâ gereksiz acı ve ızdırab vermek değildir. Harbi kazanabilmek için gerektiği kadar öldürmek ve yaralamak yasaklanmamıştır; yasaklanan husus, başka türlü tesirsiz hale getirmek mümkünken gereğinden fazla acı çektirmek, ızdırab verdirmek, yaralamak, öldürmek, sebebsiz yere yakmak, yıkmak, teslim olanları öldürmektir. Mesela; süngünün ucuna zehir enjekte ederek düşmanın yarasının iltihaplanmasına sebeb olucu hareketler yasaklanmştır.

3) Kuvvet Kullanmada Orantı:

Yukarıda bahsi geçen iki ilkenin muazenesini sağlayan bir kaidedir. Bu ilkenin müşahhas olarak tatbiki ve açıklaması güçtür. Çünkü hem ”askerî gereklilik” hem de ”gereksiz acı ve ızdırab vermeme” kaideleri, harbin sıcaklığı içerisinde nasıl ”kamil” mânâda tatbik edilebilir?.. O açıdan bu ilke ancak ”bilinmesi gerekli askerî bilgi”(44) hükmündedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14/2 maddesi, ”ferdin yaşama hakkının işkenceye, gayr-ı insanî muamele ve haysiyet kırıcı cezaya tabi tutulamayacağı, köle ve kul edilemeyeceği kuralları harbta dahi ortadan kaldırılamaz” (45)der.

  • HARB HUKÛKU KURALLARININ BAĞLAYICILIĞI

Milletlerarası hukûk kaidelerinin bağlayıcılığı ne kadarsa, harp hukûkunun kuralları da -pratikte- o kadar (ve belki de daha az!) oran da bağlayıcıdır. Umûmiyetle tarafların genelgeçer kaidelere uydukları tesbit edilmiştir; II Dünya Harbi’nden sonra kurulan ve Nazileri yargılayan ”Nürnberg Davası” ile, Bosna’da meydana gelen soykırım sebebiyle açılan ”Yugoslavya davası” haricinde kamuya intikal eden ve kamuyu dehşete düşüren bir tatbikat duyulmamıştır. (Bizim burada kastettiğimiz, resmen ilân edilmiş harb/ler/e dâirdir; yoksa, bahsettiğimiz “Düşük Yoğunluklu Savaş” stratejisi içerisinde meydana gelen “hususî harbleri” kastetmiyoruz.)

Harb hukûku ile ilgili yukarıda bahsi geçen ”Sözleşmelerin” bir kısmında yeralan ”çekinceler-ihtirazî kayıtlar” bu sözleşmelerin bağlayıcılığını da büyük ölçüde azaltmıştır. Bazı “Sözleşmelere” konulan ”karşı taraf bu sözleşme kaidelerine uymadığı takdirde biz de uymayız” çekinceleri, ki buna ”dayanışma koşulu” denir, bu “Sözleşmelerin” tesirini veya kabul edilebilirliğini azaltmaktadır. Ancak, 1949 tarihli -dört ayrı- Cenevre Sözleşmesi’nde bu ”dayanışma koşulu” mevcut değildir. Karşı taraf bu sözleşmelere uymasa dahi diğer taraf bunlara uyacağını deklare etmiştir.(46)

  • HARBİN BAŞLAMA VE SONA ERMESİ

Harbin başlaması ya tarafların ”harb duyurusu” ile başlar veya ”muhasamatın-silahlı çatışmanın fiîlen başlamasıyla” olur. Tatbikatda iki türüne de rastlanmaktadır. ”Harb ilânı”, ”bir devletçe bir başka devlete aralarında barış ilişkilerinin sona erdiğini, harb durumunun başlamış olduğunu resmen bildirmesi” dir.(47) 1907 Lahey Sözleşmesi’ne göre “harb ilânı” kararının ”gerekçeli” olması gerekmektedir. Harbin başlamasıyla iki taraf devlet(ler) arasında ”harb hukûku”; harbe katılmayan devletler için de ”tarafsızlık hukûku” işlemeye başlar.

Harbi sonlandıran en temel şekil, ”barış andlaşmaları”dır. Böylece, harb ve tarafsızlık hukûku hükümleri geçersiz kalır. Harpte geçerli olan kurallar, artık geçersizdir; harb hareketlerine geçilme, gemilere elkonulma, zoralım (zapt ve müsadere) tatbikatları, ,ülke işgali, savaş yüklenmelerine başvurma kanunî olmaktan çıkar. Diplomatik ilişkiler tekrar başlar.(48)

Bunun dışında ”musamahatın-sıcak çatışmanın” sona ermesi de harbi sonlandırır. Bu ise şu şekillerde gerçekleşir:(49)

1) Harbi Durdurmak: Tarafların, aralarında bir mütareke-silah bırakışması veya barış andlaşması olmaksızın muhasaratı durdurmasıyla harb durumu sona erer.

2) Harbeden Devletlerin Kişiliğinin Sona Ermesi: Taraflardan biri düşman devlet ülkesini tamamen işgal ettiğinde, ülke devleti tamamen ortadan kalkıyorsa, harp durumu sona erer.

3) Kayıtsız Şartsz Teslim: Taraflardan birinin, mütareke imzalayarak değil de, kayıtsız şartsız teslim olduğunu açıklamasıyla harb sona erer. II. Dünya Harbinde, Almanya ve Japonya, bir mütarake değil, kayıtsız şartsız teslim belgesi imzalayarak teslim olmuşlardır. “Mütareke”, tarafların kendi şart ve koşullarını öne sürerek silah bırakmalarıdır; halbuki kayıtsız şartsız teslimde yenilgiyi kabul eden taraf için böyle bir imkan mevcut değildir.

  • HARB BÖLGESİ VE ASKERÎ HAREKAT SAHASI

Harb bölgesi ile askerî harekat sahası arasında farklar vardır. Harbeden devletlerin birbirlerine karşı düşmanca eylemlerin hazırlığını yapıp tatbik edecekleri bölgeye ”harb bölgesi”(50)denir; bu bölge, kural olarak, tarafların kara, deniz ve hava ülkeleriyle, açık deniz ve onun üzerindeki hava sahasıdır.

Harb bölgesi içinde harbedenlerin düşmanca eylemlerini fiilen tatbik ettikleri kara, deniz ve hava parçalarına ise ”askerî harekat sahası”(51) denir. Askerî harekat sahası, harb bölgesinin içinde olmakla birlikte, bu bölgenin tümünün askerî harekat sahası olarak kullanılması gerekmez. Taraflar arasındaki andlaşma ile bu bölge sınırlandırılabilir. 1911-1912 Osmanlı-İtalyan Harbinde, Girit ve Kıbrıs, harb bölgesi içinde olmasına rağmen, ”askerî harekat sahası” dışında tutulmuşlardı. Aynı şekilde, 1881 tarihli İstanbul Andlaşmasıyla ”Süveyş Kanalı”, 1901 tarihli Buenos Aires Andlaşmasıyla da ”Panama Kanalı” tarafsızlaştırılarak ”askerî harekat sahası” dışında tutulmuşlardır.(52)

  • MUHARİBLER (SAVAŞAN KUVVETLER)

Harb, tabiatıyla, iki tarafın silahlı kuvvetleri arasında yapılır. Silahlı kuvvetler içinde de iki kısım personel bulunur.(53)

1) Harbedenler-muharibler ve geri hizmet çalışanları. (hastabakıcılar, doktorlar, askerî din adamları, haberciler vesaire…)

2) Harbetmeyenler-gayr-ı muharibler. 1907 tarihli “IV sayılı Lahey Sözleşmesi”ne göre bunlar düşman eline geçtiklerinde de ”harb esiri” muamelesi görme hakkına sahiptirler.

IV Lahey Sözleşmesine ”ek” hazırlanan ”kara harbinin kural ve yöntemleri hususundaki yönetmeliğe” göre, yukarıdakilerden başka muharibler gibi işlem görecek olanlar şunlardır:

a) Silahlarını görünür biçimde taşımaları, başlarında sorumlu bir liderin bulunması, sabit ve uzaktan seçilebilir ayırt edici bir işaret taşımaları ve hareketleriyle harp kurallarına uymaları koşuluylagönüllü ve milis birlikleri.

b) Düşmanın yaklaşması üzerine işgal edilme tehlikesi bulunanülke halkının kitle halinde ayaklanaraksilaha davranmaları halinde, bunlar da silahlarını açıkça taşımaları ve harp kurallarına uymaları koşuluyla muharib gibi işlem görürler.

Ayrıca; 1949 Cenevre Sözleşmesi, yukarıda yazılanlardan başka, İŞGAL EDİLMİŞ BİR ÜLKEDEKİ ÖRGÜTLÜ DİRENİŞ KUVVETLERİYLE, TANINMAMIŞ BİR HÜKÜMETİN SİLAHLI KUVVETLERİNİ DE MUHARİBLER ARASINA kabul eder.(54)

  • HARBE AİT BAZI KAVRAMLAR

1) Harb Hileleri: Harb hileleri oldukça yaygın bir yöntemdir. 1907 tarihli Lahey Sözleşmesi’ne göre, (ek:24. madde) düşman ve arazi hakkında bilgi alabilmek maksadıyla yapılan harb hileleri kanunî sayılırlar. Fakat hileler; hainlik veya kahpelik (perfidy) sayılabilecek hallerde yasaklanmıştır. 23. madde’ye göre; “görüşmeci bayrağını (beyaz bayrak), millî bayrağı, askerî rütbe ve işaretlerini, düşman üniformasını, Kızılhaç/ay/aslan işaretlerini kullanmak yasadışı kabul edilmiştir.

2) Teslim Olma Hakkı: Muhariblerin öldürülmesi veya yaralanması. dövüşme isteği gösterdikleri müddetçe serbesttir. Çarpışmayı bırakıp teslim olmak isteyenlere ise bu hak verilmelidir. Teslim olan ne öldürülür ne de yaralanır.

3) Bombardıman ve Taarruz: 1907 Lahey Yönetmeliği’nin 25. maddesi, savunulmayan (açık) şehirlere, kasabalara(55) ve ikamete mahsus yapılara taarruz veya bombandımanı yasaklamıştır. 26. maddeye göre, taarruz eden askerî birliklerin komutanı, bombardımanı başlamadan önce yerel yetkililere bildirmekle görevlidir. Kuşatma ve bombardımanlarda; ibadete, güzel sanatlara ilim ve hayır işlerine ayrılmış binalara, tarihî eserlere ve hastahanelerle, yaralıların toplu halde tutuldukları bina ve araçlara saldırı yasaktır. Kuşatılan taraf da bu yerleri işaretlemek ve bildirmek ile mükellefdir.

Lahey Sözleşmesine göre, (22-25. maddeler) sivil halkı dehşete düşürmek, savaşmayanları yaralamak veya öldürmek maksadıyla yapılan hava bombardımanları yasaktır. Sözleşmenin 19. maddesine göre, hava harbinde de kahpece yöntemlere başvurmak ve uçaklar üzerine sahte işaretler koymak yasaktır.

4) Jenosid-Soykırım: Millî, ırkî, dinî vesair sebeblerle bir araya gelen insan grublarının harb ve barış şartlarında ; öldürülmeleri, akıl ve beden hastalıklarına yakalanmalarını sağlayıcı şartlara tâbî tutulmaları; nesillerini devam ettirmelerini engelleyici tedbirlere başvurulması veya bir grubtan başka bir gruba topluca çocuk nakli gibi hareketlere tâbî tutulma hâdisesine ”Jenosid-Soykırım” denir.

Bu belirtilen hareketlerin yapılması veya bunu tahrik ve teşvik etmek veyahut andlaşmalar yapmak ta aynı mânâdadır. 9 Aralık 1948 tarihli ”Soykırımın Önlenmesi Sözleşmesi” ile bu tatbikat yasaklanmıştır; bu hüküm, andlaşmaya taraf olsun olmasın bütün devletlere şamildir.

IV. BÖLÜM

HARB ESİRLİĞİ VE MESELELER

  • HARB ESİRİ KİMLERDİR

Harb esirleriyle ilgili kurallar, teamül (örf ve adet) olarak ortaya çıkmış ve bu meseledeki (Batı’daki) ilk çok taraflı milletlerarası andlaşma 1907’de Lahey’de imzalanmıştır. 1929’da Cenevre’de yeni bir andlaşma imzalanarak geliştirilmiş, 1949’da ise, II. Dünya Harbi’nin tecrübelerinden yararlanılarak Cenevre’de imzalanan ”dört belge”den birinin (“Harb Esirlerine Uygulanacak İşlemlere Ait Olan Sözleşme”) bu hususa ayrılmasıyla bugünkü tatbikat seviyesine ulaşılmıştır.

Batı’da, bu hususdaki teâmül, Ortaçağ’a kadar harb esirlerinin öldürülmesiydi; sonradan bunların ”köle” edilmeleri benimsenmişti(56); bu açıdan şu anda kabul edilen ”harb esirliği statüsü”, Batı için çok büyük bir gelişmedir.(57)

Cenevre Sözleşmesi’nin “III Sayılı Bildirisi”nin ”dördüncü maddesi”, kimlerin “harb esiri” olarak alınabileceğini kayıt altına almaktadır.

Harbeden devletler, devletin bütün vatandaşlarını ”harp esiri” olarak alamazlar. Umûmî olarak; siviller, askerî harekata direkt veya dolaylı olarak katılmayanlar, işgal altındaki insanlar, serbesttirler; esir alınamazlar.

Bahsi geçen maddeye göre “harb esirleri” şu kategoriye girenlerden alınabilir:(58)

1) Silahlı kuvvetlerin üyeleri,

2) Silahlı kuvvetler içindeki milis veya gönüllü birliklerin üyeleri,

3) Harbeden devletlerden birine bağlı olup da, işgal edilmiş bile olsa, kendi toprakları veya dışında hareket eden diğer milis veya gönüllü teşikilat ve birliklerin üyeleri ile teşkilatlanmış direniş hareketinin üyeleri, (Ancak, başlarında astlarından bir kişinin bulunması, sabit ve uzaktan görünür bir şekilde ayırdedici işaret bulundurmaları, silahlarını görünür içimde taşımaları, harp hukûku kurallarına uymaları şartıyla),

4) Elinde tutan devletçe tanınmayan hükümete veya makama bağlı olduklarını ileri süren düzenli silahlı kuvvetlerin üyeleri,

5) Askerî uçakların sivil personelleri, harp muhabirleri, ordu emrindeki müteahhitler, askerin dinlenmesini ve eğlenmesini sağlamakla görevli birliklerin personeli,

6) Ticarî filoların personeli, sivil uçakların mürettebatı (milletlerarası hukûka göre daha elverişli işlemlerden yararlanamıyorlarsa.),

7) Silahlarını gözle görünür biçimde taşımaları ve harp kurallarına uymaları şartıyla, topyekün ayaklanan ve düşman kuvvetle çarpışan işgal edilmiş ülke vatandaşları.

  • HARB ESİRLERİNİN HAKLARI VE ESİR KAMPLARI

Esir, cani veya suçlu değildir; savaşı sürdürmesi engellenmiş bir muharip düşmandır. Cezalandırma değil, harbe tekrar girmesini engelleyici bir statükodadır. Harbin bitiminde “esirliği” de biter ve serbest kalır. Harb esiri, kendisini esir edenin değil, bunların bağlı olduğu Devletin sorumluğu altındadır ve ona yapılacak hertürlü muameleden Devlet sorumludur.(59)

Cenevre Sözleşmesi’nin ”onüçüncü maddesi”ne göre; harb esirlerine insanca muamele gösterilmesi zorunludur. Esirleri elde tutan devletin, bunların ölümüyle veya ağır sıhhat rahatsızlıklarıyla karşılaşacakları hareketlerden uzak durması gerekmektedir Bu neticeleri veren uygulamalar, Sözleşmeye aykırı davranış konumuna girmektedir. Hiçbir harb esiri; tıbbî deneylere veya iyileşmesi için gerekli olmayan vücud rahatsızlıklarına sebeb olacak tedaviye tâbî tutulamayacaklardır. Harb esirleri, hertürlü şiddet ve sindirme eylemlerine, halkın onur kırıcı ve merakını giderici davranışlarına da(teşhir edilme) tâbî tutulmayacaklardır.

Sözleşmenin ”ondördüncü maddesi”ne göre; esirlerin, tutsak edildikleri ândaki medenî hakları korunacaktır. Devlet, bunların tedavi ve bakımlarıyla olduğu kadar, ırkî, dinî ve siyasî düşüncelerine saygı gösterici davranışlarda bulunacaktır.

Harb esirleri, sorguları esnasında, ancak ve ancak isimleri, doğum tarihleri ve sicil numaralarını bildirmekle yükümlüdürür; bilgi almak maksadıyla işkence ve eziyete tâbî tutulmaları yasaktır.Esirlerin, miğferleri, kişisel eşyaları ve (varsa) gaz maskeleri yanlarında bırakılacak ve diğer eşyaları zabıt tutularak kendisinden teslim alınacaktır. Harbin bitiminde de, esirlik bittiğinden ötürü, eksiksiz olarak kendisine iâde edilecektir. Paraları ise ancak bir subayın gözetiminde ve teslim alanın rütbe ve bağlı olduğu birlik ismi açık olarak yazılmış bir makbuz düzenlenip kendisine teslim edildiktken sonra alınabilir.

Esirler hemen en kısa zamanda askerî harekat sahasından can güvenlikleri için kendileri için oluşturulacak bir kampa nakladileceklerdir.

Esirler, sağlık durumları haricinde, ceza evlerinde, tutulamazlar; ancak kendilerine tahsis edilen kamplarda tutulabilirler. Esirler, örf ve adetleri ile lisanları gözetilerek kamplara dağıtılabilirler. Bu kampların yerleri de diğer savaşan devletlere bildirilmelidir. Kamplar, havadan görülebilecek şekilde ”harb esiri” mânâsına gelen ”PW” veya ”PG” harfleriyle işaretlenecektir. Kamplarda hava saldırılarına karşı sığınak bulunmaldır. Kamptaki yönetim, esir eden devletin silahlı kuvvetlerine mensub bir subayın doğrudan sorumluluğuna verilecektir. Kamplarda Cenevre Sözleşmesi metni esirlerin anlayacakları lisanda ve görebilecekleri bir yere asılacaktır. Coğrafî şartlara uygun olarak elbise ve yiyecek temini yapılacaktır. Salgın hastalıkların çıkmaması için su ve temizlik maddeleri verilecek, teşekküllü bir revir bulunacaktır. Ağır hastalar, revirde tedavi göremeyecek durumdaiseler, en yakın tam teşekküllü askerî veya sivil sağlık kurumlarına nakledilecektir. Esirlerin dinî ibadetlerini yapabilmeleri için gerekli yerler ayrılacak ve bunların RAHATÇA yerine getirmelerine imkan verilecektir. Subay esirler kampta ayrı bir yerde tutulacak ve hizmetleri için aynı silahlı kuvvetlerinden yeterli miktarda esir görevlendirilecekdir. Erkek ve kadın esirler aynı kampa yerleştirilmiş olsalar dahi, ayrı yatakhânelere sahip olacaklardır.(60)

  • HARB ESİRLERİNİN ÇALIŞTIRILMALARI

Subaylar hariç, harp esirleri, akıl , ruh ve fizik sağlıkları elverişli olduğu takdirde, rütbe ve bedenî kabiliyetleri dikkate alınarak ve fizikî ve ruhî sıhhatlerini kaybetmemeleri için çalıştırılabilirler.

Esirler, kampların düzeni ve bakımı ile ilgili işler dışında; a) Ziraat işlerinde, b) Askerî veya sivil maden makina ve kimya sanayinde, c) Askerî veya sivil nakliye ve donatım işlerinde, d) Ticaret ve endüstri işlerinde, e) Ev hizmetlerinde, f) Askerî nitelikte olmayan kamu işlerinde çalıştırılabilirler.

Çalıştırılan esirler, bir tam iş günü için 1/4 İşviçre Frangından aşağı olmamak kaydıyla ücretlendirilecektirler. Ayrıca; sağlığa aykırı, onur ve haysiyet kırıcı işlerde çalıştırılmayacakları gibi, aynı bölgedeki aynı nitelikte iş yapan siviller kadar mesaiye tabi tutulacak (fazla çalıştırılamazlar) ve haftada bir gün, çalışma süresi bir yılı geçenlere ise sekiz günlük ”çalışma izni” verilecektir.(61)

  • ESİRLERE TATBİK EDİLEBİLECEK CEZA VE DİSİPLİN YAPTIRIMLARI

Harb esirleri, esir eden Devletin silahlı kuvvetlerinde uygulanan kanun, tüzük ve yönetmeliklerle, genel emirlere bağlıdırlar.(62)

Esir eden Devlet, bunlara aykırı davranan esirlere ceza tatbik edebilir; ancak, fiil, kendi silahlı kuvvetlerinde tatbik edildiğinde ceza gerektirmiyorsa, esire ancak disiplin yaptırımı uygulanabilir.

Harp esiri, aynı işlem veya suçtan ötürü ancak bir defa cezalandırılabilir. Esirler için bağımsız ve tarafsız mahkeme ile savunm hakkı gibi adalet ilkeleri tatbik edilmek zorundadır. Harb esirleri, esir eden Devletin silahlı kuvvetlerinin askerî mahkemeleri ve makamları tarafından, bu devletin silahlı kuvvetleri üyeleri için öngörülen cezalardan başkasına-fazlasına çarptırılamayacaklardır.

Esirlerin ferdi suçlarından ötürü topluca cezalandırma, her çeşit bedenî cezalar, günışığından uzak yerde hapis, işkence ve eziyet yasaktır. Esirler, rütbelerinden uzaklaştırılamaz ve bu rütbelerini taşımaları engellenemez.

Bir esir, kaçarak, kendi devleti veya müttefik devletlerin silahları kuvvetlerine katılınca; esir eden devletin veya onun müttefiği olan bir devletin ülkesini terkedince; kendi devletinin veya tarafsız bir devletin bayrağını taşıyan gemiye sığınırsa tutsaklığı biter. Kaçmayı .başaran esir, daha sonra tekrar esir edildiğinde, evvelki firarından ötürü cezaya tâbî tutulamaz.

  • ESİRLİĞİN SONA ERİŞİ

Harb esirleri hakkındaki Cenevre Sözleşmesi’nin 109. maddesine göre, harbeden devletler, ağır yaralıları ve ağır hastaları, taşınabilecek duruma geldikleri anda ülkelerine geri vermekle mükellefdirler. Ağır hasta ve yaralıların bir yıl içine iyileşmeleri mümkün görünenlerle, TUTSAK KALMALARI ZİHNİ VE BEDENÎ RAHATSIZLIĞA SEBEB OLABİLECEKLER ”TARAFSIZ DEVLET HASTAHANESİ” YATIRILACAKLARDIR. İyileşenlerin ülkelerine verilip verilmemesi devletlerin aralarında yapacakları anlaşmaya bağlıdır; ancak muhasamat-silahlı çatışma bittiği ân hepsi ülkelerine iâde edilirler.(63)

V. BÖLÜM:

ABD’NİN HUKÛK VE İNSANLIĞA SALDIRISI – GUANTANAMO’DA YAŞANANLAR

  • İNSANI DEHŞETE DÜŞÜRÜCÜ MANZARA

Afganistan’a karşı 7 Ekim 2001’de başlayan İngiliz ve ABD uçaklarının bombardımanı ve ”Kuzey İttifağı”nın saldırıları sonrasında geri çekilen Taliban hükümeti ve bağlılarından ele geçirilenlerinin başlarına gelenler dünyanın tüylerini ürpertecek çaptadır. Kala-yı Ceng’de esirlere karşı gerçekleştirilen katliâm hâlâ taze… Taliban ve “el-Kâide” muhariblerinin Afganistan’da tutuklu kaldıkları yerler ve orada kendilerine yapılan işkenceler bir yana; o işkencelerden sonra üzerlerinde yoğunlaşılan ve ABD askerî güçlerince ”önemli şahıs” olarak nitelenenlerin, Afganistan dışına, Küba’daki Guantanamo Askerî Üssü’nde kendileri için inşaâ edilen ”esir kampı”na nakledilme görüntüleri ile orada muhâtab oldukları, televizyonlara yansıyan hâlleri büyük tepki topladı. Öyle ki, ABD’nin müttefiği İngiltere bile ”bu kadar olmaz!” tavrını sergilerken, “Avrupa Birliği” tepkisini açıkça ortaya koydu.

Esirlerin; başlarında çuval, el ve ayakları zincirli ve üstelik de uyuşturulmuş vaziyette kampa nakledilmelerinin ürpertisi sürerken, bu sefer de, saç ve sakalları traşlı, elve ayakları zincirli, başları kapatılmış ve iki asker nezâretinde sürüklenerek yürütülmeleri ve o hallerinde -yani başlarının kapatılmış olmasında ötürü çevreyi göremediklerinden- hepsi ayrı bir tarafa dönük olarak ”namaz kılmaya çalışmaları”nın dehşet verici görüntüleri televizyonlara yansıdı.

ABD hükümeti yaptığı açıklamada ”esir kampının”, ”insanî ölçülerde” olduğunu açıkladı. Peki, bu insanî ölçüler nelermiş, bakalım;

«-Esirlerin tulduğu 1.8’e, 2.4 metrelik hücreler, kafesi andırıyor. Tel örgülü olmaları sebebiyle olumsuz havaya karşı açık durumdalar. İletişim kuramasınlar diye kulaklarına ve ağızlarına maske takılıyor. El ve ayaklarına takılan zincirler hareket etmelerine olanak vermiyor. Koyu rekli gözlükler takılan esirlerin birbirleriyle temasa girmesi engelleniyor. Mahkumların yatakları 2. cm. kalınlığında…» (64)

Vahşetin ve zulmün böylesi az görülür bir nesnedir ki, “Milletlerarası Kızılhaç Komitesi-ICRC”nin “esirlerin” bulunduğu kampa ziyarette bulunma isteği ABD yönetimine bildirildi. Fakat ABD hükümeti, ICRC’’nın teftiş heyeti göndermesine izin vermesine rağmen, ”hapis koşullarıyla ilgili raporun gizli kalması şartını” ileri sürmeleri, bir nev’i yaptıklarının, hiç de “insanî” olmadığının itirâfıdır. ABD, birşeyler gizliyor. Bunun yanında, ICRC’nin oraya bu şartlar altında gitmesinin ABD’nin ”teftiş heyetini izin verdik!” gibi bir ”müdaafa” tutumuna girmesine, yani ABD’nin ”meşru” olarak gösterilmesine sebeb olacağı da aşikârdır. Eğer ”Milletlerarası Kızılhaç Komitesi”, oraya gidip de hazırladıkları ”raporu” açıklamazlarsa, bu, ”suçun işlenmesini teşvik” mânâsına bir “suç” işlemiş olacakdır.

  • GUANTANAMO’DAKİLERİN HUKÛKÎ STATÜSÜ

Guantanama’da yapılanlara karşı söz söyleyebilmek için -elbette hukûkî zeminde- bazı hususların aydınlatılması ve anlaşılması gerekmektedir. Bunun yanında; ne olursa olsun, yani ister ABD’nin direttiği statü, ister karşısında olanların direttiği statü ”hukûkî” olsun, ortada olan bir gerçek var ki, hiçbir insana orada davranıldığı gibi davranılmaz ve orada tâbî tutulduğu şartlarda yaşamasına zorlanamaz. Yapılanlar barbarlıktır, vahşîliktir, insanlık dışı-hayvanî davranıştır; bu biline evvelen…

Guantanamo’da tutulan müslümanların hangi hukûkî statüye sahip olduklarını öğrenebilmek için, ABD ve koalisyon güçlerinin Afganistan’a karşı giriştikleri saldırının hangi ”hukûkî temele” oturduğuna bakmak lazımdır; bunun yanında, şunu da ifâde etmeliyiz ki, bu ”temel” ne olursa olsun, askerî kampta bulunan müslümanların statüsü “pek” değişmez.

ABD onları bir cezaevine kapatmayıp, ”askeri esir kampı”na koyma ve ”Kızılhaç”ın teftişini -şartlı da olsa- kabul etmekle, zaten bu müslümanların, kendi iddia ettiklerinin tersine ”harb esiri” olarak görülmeleri gerektiğini -zımnen- itirâf etmiştir.

Şurası kesinlikle bilinmeli, bunun üzerinde durulmalı ve buna göre davranılması için mücadele edilmelidir ki, Guantanamo’daki müslümanlar ”HARB ESİRİ”dirler! Tümevarım veya tümdengelim; eğer bu insanlar ”harb esiri” iseler, Afganistan’daki hadise de, ”HARB” idi.

  • AFGANİSTAN “OPERASYONU” MU ”HARBİ” Mİ?

Fakat, biliniyor ki, ABD; Afganistan’da giriştiği saldırıyı ”Harb” olarak değil, ”terörizme karşı operasyon” olarak lanse etmektedir İşte ABD, tezinde de bundan hareket etmekte ve Guantanamo’daki müslümanları ”harb esiri” olarak değil ”teröristler” olarak açıklamaktadır. Tabiî ”terörist” statüsü geçerli olunca da, ABD birçok yükümlülükten -kolaylıkla- kurtulabilmektedir; bunu şöyle düşünelim, şu anda cezaevlerinde devam etmekte olan açlık grevi eylemlerinde bulunanlar kendilerini ”halk savaşçısı” olarak lanse etseler de, TC’nin gözünde onların statüsü ”terörist”dir; onlara yapılan muamale de ”kendi hukûkî” kaideleriyle gerçekleştirme hürriyetine sahiptir ve nasıl AB veya ABD‘den ”demokrasi ve insan haklarına saygılı” olmaları hususunda tepki geldiğinde kızıyorsa, işte ABD de, aynı TC gibi Guantanamo’daki müslümanları bu gözle görmektedir. ABD’nin “tezi”(65) böyle!..

ABD, 11 Eylül 2001 saldırısından sonra, fâiller olarak “el-Kâide” örgütü ile bu örgütün lideri Usame bin Ladin’i ilan etti. Üzerinden dört aylık bir zaman geçmiş olmasına rağmen, ABD’nin elinde bu saldırıyı “el-Kâide”nin yaptığını gösteren “kesin bir delil” bulunmamaktadır. Usame bin Ladin’in yıllardır Afganistan’da yaşadığı da biliniyordu. ABD, Pakistan deveti aracılığıyla Usame bin Ladin’in kendilerine teslimini Afganistan’ın mevcut hükümetinden (Taliban) istedi. Taliban, ülkenin yüzde doksanına yakın bir sahada ”otorite” tesis etmiş, kendi idarî birimlerini meydana getirmiş ve üç devlet tarafından da ”tanınmış” bir hükümettir. Keza; bunun yanında, kendilerini ”tanımasalar da”, çevre devletlerle ikili ilişkiler kurmuşlardır.

Taliban hükümeti, ABD’nin böyle bir istekte bulunmasının ”kanunî” olmadığını ve ”bir müslümanı kâfire teslim etmek, müslüman itikadına uymaz” kavlince, bu isteği tabiatıyla reddetti. Yaptıkları açıklamalarda; eğer kendilerine bu ”saldırıyı” yapanların “el-Kâide” olduğuna olduğuna dair ”kesin deliller” sunulduğu takdirde, Usame bin Ladin’i ”üçüncü bir İslâm Devleti’ne teslim” edebileceklerini açıkladılar. Ardından Usama bin Ladin’in yine aynı minvalda açıklamaları geldi ve ”eğer bir delilleri varsa, açıklasınlar ve beni müslüman bir devlette yargılasınlar”, dedi. Bunun üzerine ABD’in yapması gereken, elinde varolduğunu iddia ettiği ”kesin delilleri” açıklamak olacakken, ”hedefine” ve ”saldırı faiilleri” arasına Taliban hükümetini de kattı!.. “Taliban’ın faâilleri sakladığı ve saldırıda ortaklığına dair delilleri” olduğunu açıkladı. Fakat kimse böyle bir delil görmedi; kimseye böyle bir delilde gösteril(e)medi.

Ve tarih 7 Ekim 2001’i gösterirken ABD-İngiltere ikilisi liderliğinde “koalisyon bombardımanı” başladı. İki milyon insan mülteci konumuna getirildi; yüz bini civarında insan katledildi; bir o kadar insan yaralandı; Afganistan’ın, Rus işgalinden kurtulmayı başarmış binaları da tahrib oldu.

  • “MİLLETLERARASI HUKÛK”A GÖRE DURUM

SORU ŞUDUR: ABD’NİN SALDIRISI MEŞRÛ MUDUR?.. BAĞIMSIZ BİR DEVLETİ TEMSİL EDEN BİR İKTİDARA ”DAYATMADA” BULUNABİLİR VE BUNU DA ”FİÎLEN” TATBİK EDEBİLİR Mİ?.. AFGANİSTAN DEVLETİNİN TUTUMU, YANİ ”ZANLILARI” VERMEMESİ HAKLI MIDIR?..

Bizce, Guantanamo’daki üssde yaşanan vahşetten önce halledilmesi gereken mesele (sual) budur ve bunun cevabı pek çok meseleyi halledecektir.

Milletlerarası hukûk kuralları açısından bakılınca, değil midir ki, ”Devlet’in kurucu unsurlarından biri ”ülke”dir; ülke, ”bir devletin egemenliğini, Milletlerarası Hukûka uygun yetkilerini, dilediği gibi icra ettiği bir yeryüzü parçasıdır”, ve “devletin yetkileri” denildiği zaman anlaşılması gereken, “ülkesinde bulunan veya ülkesine giren herşey ve herkes üzerinde yasama, yürütme ve yargı tasarruflarında bulunabilmesi”dir; o halde KURAL GEREĞİ Taliban iktidarı ABD’nin isteklerini REDDETMEKTE HAKLIDIR; yaptığı hukûka “uygun”, meşrudur…

Fakat ortada bir “hâdise” mevcut ve “infial var!” denilirse, bunun halli hiç te, -milletlerarası hukûk kâideleri ve teâmüllerine göre- ”kana kan” olmamalıdır; çünkü bu şekilde bir davranış, mukabil hareketleri doğurabilir ve -o çok bahsedilen- ”dünya barışı ve emniyetini” tehlikeye düşürücü gelişmelere sebeb olabilir.

Keza; bilindiği üzere, bugün ”Avrupa demokrasilerinde” artık ”ölüm cezası” kaldırılmış ve hatta ”savaş da bile” yasaklanması yönünde kararlar alınmaya başlanmıştır. Bunun içindir ki; TC tarafından ”kanlı cinayet sanığı” oldukları iddiasıyla -ve hatta bu yönde mahkeme kararları mevcuttur bazılarında-, Avrupa’ya sığınmış olan ”Türk vatandaşları”nın, sığındıkları ülkeden kendilerine iadesi talep edilmesine rağmen, ”kanunlarınızda İDAM CEZASI var” denilerek, iâde talepleri reddedilmektedir.

Taliban hükümetinin almış olduğu kararı bu noktadan değerlendirdiğimizde, ABD’de hâlâ (ve de övünülerek yapılan) ”İDAM CEZASI” varken ve kanunlarından bunu kaldıracağına dair müsbet bir gelişme mevcut değilken; haklarında kesinleşmiş bir mahkeme kararı bile olmayan yani ”suçlu” veya ”sanık” değil sadece ”zanlı” olan kişilerin ABD’YE -sorgulanıp, mahkeme edilip ve cezalandırılmak üzere- TESLİM EDİLMEMESİ DE HUKUKA UYGUNDUR.

Buna rağmen Taliban, ABD ile arasında oluşan ”ihtilâfı”, “dostane yoldan halletmek” için gerekli hertürlü adımı atacağını bildirmiş ve bunu da, ”KESİN DELİLLERİNİZİ GÖSTERİN, TARAFSIZ VE MÜSLÜMAN BİR ÜÇÜNCÜ ÜLKEYE ZANLILARI TESLİM EDELİM” demiştir. ABD ise ısrarla ve inatla, ”kayıtsız şartsız teslim”de diretmiştir.

Burada ortaya çıkan bir mesele de, ABD’nin (ve koalisyon güçlerinin), başka bir devletin içişlerine müdahalesi; yani bağımsızlık ve egemenliğine müdahalesi”dir.

Afganistan’ın bir ”devlet” olarak tanınmasında bir zorluk yoktur; mesele(66), Rus işgali neticesinde başlayan direniş hareketinin başarıyla neticelenmesinden sonra meydana gelen ”iç karışıklık” ve sonrasında mevcut iktidarın (Rabbanî iktidarı) uzaklaştırılıp, iktidarın Taliban güçlerince ele geçirilmesindedir. Yukarıda ”devletlerin tanınması” bahsinde bu meseleyi -tatbikatları- ile kaydettik. Bu noktayı -önemine binaen- tekrarlayalım:

«- Devlet olarak tanınmış bir siyasî birimin yeni hükümetinin, diğer devletler tarafından tanınması zorunluluğu yoktur; hükümetlerin değişmesi kural olarak milletlerarası hukûku ilgilendiren bir mesele değildir. Hükümet değişikliği, ancak, ülkede rakip hükümetlerin ortaya çıktığı durumlarda milletlerarası hukûku ilgilendiren bir mevzu olabilir.

Bu durum ise, ülkede meydana gelen bir isyan ve ayaklanma ile ortaya çıkar. Bu halde, milletlerarası hukûk, eğer mevcut devletin tanınmış hükümeti isyanı bastırma ve durumu lehine dönüştürme ihtimalini kaybetmediği sürece, eski hükümet (veya devleti) tanımayı devam etmeyi, âsîlerin kurduğu ”yeni hükümet” (veya devleti) tanımamayı diğer devletlere bir vazife olarak yükler. Mevcut hükümeti, kontrolu sağlayacak kudreti yitirmediği halde terkedip, isyancıların “yeni hükümetini de jure/hukûkî hükümet olarak tanımak”, içişlerine müdahale demekdir ve haksız fiîldir.

Bunun yanında ”tanıma”daki bir ”sorun” da, ”de facto hükümet olarak” veya ”de jure hükümet olarak” tanıma meselesidir. Bir hükümetin ”de facto-fiilî” veya ”de jure-hukûkî” hükümet olup olmadığı hangi esasa göre saptanacaktır? Bu, o devletin ”esas yasa=anayasa”sına göre mi, yoksa, milletlerarası hukûk kriterlerine göre mi değerlendirilecektir?.. “De facto” ile “de jure” arasındaki farklılıklar veya ”de facto”nun, ”devlet olmak için gerekli dört usuru” tâbîatıyla bağrında barındırdığı gerçeğine rağmen ”de jure” kavramının ortaya çıkması meselesi, milletlerarası hukûk doktrininde hala tartışmalı meselelerden biridir.»

Taliban hükümeti, dört senedir iktidardadır ve ülkenin yüzde doksanını ele geçirmiştir; ABD saldırısı başlayana kadar, şimdi “Kuzey İttifağı” olarak tesmiye edilen “örgütlerin liderleri” dahi Afganistan dışında (mesela, Raşid Dostum, MİT tarafından tahsis edilen Ankara’daki binasında) yaşamaktaydılar. Ahmet Şah Mesut, kendi başlarına Taliban’la mücadele edemeyeceklerini anladığı için, Avrupa’ya gitmiş, ülke ülke dolaşarak silah ve siyasî yardım talebi çalışmalarında bulunuyordu. Yani, “KUZEY İTTİFAĞI” DAHİ, TALİBAN’IN ÜLKEDEKİ HAKİMİYETİNİ KABUL ETMİŞLERDİ. Üstelik Taliban hükümetinin Afganistan devletini temsil ettiği, en başta komşusu olan Pakistan ve iki ayrı devlet tarafından tanınmıştı.

Taliban hükümeti, Afganistan’da hem “de facto” hem de “de jure” iktidar hakkına sahibti. Fakat ”de jure-hukûki hükümet” olarak Rabbani iktidarının kabul edilmesiyle, ”de facto hükümete” savaş açıldı. Burada hemen şunu hatırlatalım, Taliban hükümeti iktidarda uzaklaştırıldıktan sonra hükümet, tekrar ”Cumhurbaşkanı Rabbani”ye verilmedi, üstelik birçok hakları da elinden alındı. Bunları yazmamızın sebebi, “Taliban’ın “tanınmadığı”, bu açıdan da hukûkî statüye sahip olmadığı” iddalarının, boş ve mânâsız olduğunu “hukûken” ispatlamak içindir.

  • AFGANİSTAN’IN EGEMENLİĞİNE MÜDAHALE

Taliban’dan sonra “zoraki” kurulan yeni hükümetin ömrünün ne kadar olacağı da şüphelidir; üstelik, Karzai’nin kurduğu bu hükümet döneminde, ırkî çatışmalar artmış, birçok bölgede silahlı çatışmalar meydana gelmiş, ülkedeki otorite boşluğu sebebiyle yağma, ırza geçme ve hırsızlık fiîllerinin de had safhaya erişmiş olduğu basında çıkan haber ve röportajlardan anlaşılıyor. Karzai hükümeti, Taliban’ın sağladığı “emniyet ve otoriteyi” şu ana kadar sağlayamadığı gibi ileride sağlayabileceği de şüphelidir.

Bunları da, şunun için yazıyoruz:

Eğer bu saldırının maksadı “teröristleri yoketmek ve Afganistan’da huzuru sağlamak” ise, bilinmelidir ki, şu andaki durum Taliban öncesi dönemden de beterdir. Halkın hiçbir güvenliği kalmamıştır; açlık ve sefalete mahkum edilmiş, mülteci mevkiine düşürülmüşlerdir. ABD saldırısı, herşeyi daha da kötüduruma sokmuştur; tabii ADB’nin, “küçük etnik devletlerden müteşekkil Afganistan” programı mevcut değilse…

Herhalükarda, ABD’nin saldırısı ve sonrasında “dikte ettiği” hükümet, Afganistan’ın bağımsızlığına ve egemenliğine müdahaledir. Hiçbir devletin başka bir devlete “iktidar dikte etmesi”, mevcut milletlerarası hukûk kaidelerine uygun değildir; tam aksine, bir “suçtur!”

  • ABD’NİN İŞLEDİĞİ SUÇLAR

ABD’nin, “Taliban hükümeti” ile bir “sorunu” olabilir; mümkündür. Fakat bunu ilk önce “dostane çözümle” halletmesi gerekir; bugün yaptığı gibi, karşı tarafın her iyi niyet çabasına “silahla” karşılık verilmesi, “Birleşmiş Milletler Andlaşması”nın “Giriş”inden başlayarak birçok maddeye aykırıdır. ABD, bu suçu işlemiştir.

Taliban hükümetinin iktidardan uzaklaştırıması için, ki bu iktidarın “gitmesi” yönünde çaba ve faaliyette bulunmak başlı başına bir suçtur bir kerre, diplomasi yollarını kullanabilirdi; kullanmadı. Direkt olarak saldırdı; Afganistan’ın hemen heryerini vurdu. Birçok sivilin katline sebeb oldu. “1907 Lahey Yönetmeliği’nin 25. maddesi, savunulmayan (açık) şehirlere, kasabalara ve ikamete mahsus yapılara taarruz veya bombandımanı yasaklamıştır. 26. maddeye göre, taarruz eden askerî birliklerin komutanı, bombardımanı başlamadan önce yerel yetkililere bildirmekle görevlidir.” ABD, haber vermek bir yana, müslümanlar için “mübarek gün ve geceler” de dahi Afganistan’ın kentlerini bombalamıştır. “Kızılhaç” binaları ile konvoyları saldırıya uğradı.“Kuşatma ve bombardımanlarda; ibadete, güzel sanatlara ilim ve hayır işlerine ayrılmış binalara, tarihî eserlere ve hastahanelerle, yaralıların toplu halde tutuldukları bina ve araçlara saldırı yasaktır.” ABD, bu saldırısıyla, “Harb hukûku kâide ve teâmüllerini” gözgöre çiğnedi.

ABD’nin Guantanamo Askerî Üssünde bulunan müslüman “harb esirleri”ni, milletlerarası teşkilatların teftişine açması, haklarında ne gibi muamelelerde bulunduklarına dair raporlar vermesi ve öncelikle “insanî muamelede” bulunması, imza koyduğu antlaşmalar gereği zorunludur. “1949 Cenevre Sözleşmesi, işgal edilmiş bir ülkedeki örgütlü direniş kuvvetleriyle, tanınmamış bir hükümetin silahlı kuvvetlerini de muharibler arasına kabul eder.” Bizim,ABD’nin tezi geçerli olsa dahi, (yani, harb değil, operasyon olduğu), yukarıdaki madde gereği, “ele geçirdiklerine” harb hukûku kaideleri gereği “harb esiri” olarak muamele etmesi gerekmektedir. Lahey ve Cenevre Sözleşmesi, “harb esirlerinin isimleri, rütbeleri ve sicil numaraları dışında hiçbir şey söylememe hakkı olduğunu, sorgulanamayacağını” kesin olarak belirtir. Oysa, ABD, müslüman harb esirlerini “rahatça sorgulayabilmek” maksadıyla Guantanamo’ya naklettiğini açıklamıştır. “Sorgulama ve teknikleri” husûsunda oldukça deneyimli(!) ve yetenekli(!) olan ABD’li istihbâratçıların, harb esirlerinin televizyonlara yansıyan hâllerine bakıldığında, bu kaidelere karşı nasıl bir tutum izleyecekleri kuşkudan berîdir.

GUANTANAMO’DA İŞKENCE YAPILIYOR DÜNYANIN GÖZÜ ÖNÜNDE; VE ABD, SUÇ İŞLİYOR.

VI. BÖLÜM:

MİLLETLERARASI HUKÛKA SALDIRI ENGELLENMELİ

  • ABD’YE DÜŞEN GÖREV HUKÛKA RİÂYETTİR

Batı çok önemli bir sınavdan geçmektedir. Bu sınav, Krallara, Derebeylerine, Feodaliteye karşı yüzyılları alan mücadelelerinin, zaferle, demokrasiyle bittiğine ve artık o eski düzenin bir daha geri gelmemecesine tarihe gömüldüğüne inanıldığının; bundan sonra “insanî ve demokratik; herkesin eşit olacağı .bir düzenin” geri dönüşümünün olmadığının zihinlere yerleştiği bir devirde; “HERŞEY BİR HAYAL VE ALDATMACADAN İBARETMİŞ!” denilebilecek bir devire; tabiri caizse “DEREBEYLİK-ÜSTÜ” bir sürece geçişin tezahürleri beliriyor.

Eskiden-Ortaçağda nasıl “soyluların” hertürlü hakkı bâkî ve suçtan münezzeh hâlleri var ve kimse onları “suç işliyorsun!” diye itham edemiyorsa; sade insan, hiçbir hakkı olmayan ve “efendisinin emrine ve iradesine amade” bir kukla ise, şimdiki devirde öyle… Afganistan’a saldırı ve “harb esirleri”ne yapılan muamele bunu gösteriyor.

ABD, bugüne gelene kadar attığı adımların hiçbirinde “dostane” davranmamış, elli yıldır varolan, uğruna tirilyon dolarlar harcadığı düzeninin, yarım saat içinde, hem de kendi âletleriyle çökmesinin; adeta, mahallenin kabadayısının, mahallenin ufaklığı tarafından sille tokat dövülmesinin şaşkınlık ve endişesini yaşayarak, kimilerine göre “haksız da olsa, işte bu sebeblerden haklı!” denilebilecek davranışlara girmiştir.

“Soğuk savaş” devrinde “Nikaragua davası” ile devletlerin içişlerine “dostane olmayan şekilde” karıştığı tescillenen, dünyaya Kennedy ve Reagan ile “Düşük Yoğunluklu Savaş” metodunu hediye(!) eden, böylece dünyanın her yerine “çıkarlarıma ve güvenliğime tehdit var!” diyerek “orantılı karşı-önlemler/proportio nate counter-measures” hakkını(!) hem de “Birleşmiş Milletler Andlaşması” ve “Milletlerarası Adalet Divanı” kararlarıyla techizli olarak kullanan ve “kuvvet kullanma yasağını” çiğnemeden(!)(67) devletlerin bağımsızlık ve egemenliğine müdahale eden; 1990’dan itibaren de “tek süper güç” olma iddiâsıyla, “dünya jandarmalığına” soyunan ABD, eğer gerçekten dediği ve iddia ettiği gibiyse, asıl o zaman, kendi çıkarına ters düşse de, “hukûka uygun” davranmak zorunluluğundadır.

Eğer bunu tercih etmez ve (önce, hâlâ Irak’ta direttiği siyaset gibi) Afganistan tipi siyasetlerini yaygınlaştırırsa, bu Batı toplumunun yüzyılları toplayan “insanî” mücadelesinin “bir hayal ve aldatmacadan” ibaret kalmasına sebeb olacağı gibi, hem özellikle Batılı devletlerin “iç sorunlar” yaşamasına hem de Batılı ve Doğulu devlet-toplumların “nihaî hesaplaşma” sürecine girmesine vesile olacaktır.

İlmî bir kaidedir: “HER İLMİN BUTLANI, MÜNTEHASINDA BELLİ OLUR. Batılı stratejlerin “tarihinin sonunu” kaleme almaları, “liberalizmin-demokrasinin galibiyetini” ilân etmeleriyle beraber, “medeniyetlerarası çatışma”yı da öngörmeleri, bahsettiğimiz ilmî kaide gereği mevzuya yanaşıldığında, daha bir anlaşılmaktadır. Esasta, daha derinlemesine inildiğinde görülecek olan, bütün bu ilânların, son tahlilde “DEMOKRASİNİN OLAMAZLIĞI” tezini destekler bir görünüm almasıdır. “Herşey bir hayalmiş!”

Afganistan’a yapılan müdahale, “Birleşmiş Milletler devri” ve “Milletlerarası Adalet Divanı” gibi hâdise ve teşkilâtlanmalar, esasında, “demokrasi”, “milletlerin kendi encamını tayin hakkı” ifâdelerinin bir “hayal” ve hatta daha da ötesi “maske” olduğunun; bütün bunların “ÇAĞDAŞ DEREBEYLİK DEVRİNİN” saklanmasına yönelik “büyüklere masallar” olduğunun bir belirtisidir.

İşte eğer ABD, bugüne kadar yaptıklarını yapmakta ısrarlı olursa, olacakların teorik neticesi bundan başka türlü anlaşılamayacaktır. Bunun pratik hâli ise, tarihin bugüne kadar görmediği şiddet ve biçimde bir DÜNYA HARBİDİR. “Medeniyetlerin çatışması” isimlendirmesinin yanında “Armagedon” veya “Melhema-i Kübra” da diyebiliriz buna…

  • ABD, BARIŞ’A VE İNSANLIĞA KARŞI İŞLEDİĞİ SUÇLARDAN YARGILANMALIDIR

ABD, baştan beri genişlemesine ve derinlemesine anlattığımız hâdiseler ile hukûk kural ve kâidelerinden anlaşılacağı gibi, “barışa, harp esirlerine ve insanlığa karşı suç” işlemiştir.

“Barışa karşı suç” işlemiştir, çünkü; Afganistan’ın fiilî ve hukûkî temsilcisi Taliban hükümetinin hertürlü “dostane tekliflerini”, hiç düşünmeden ve basit sebeblerle reddetmiş, hukûk teamül ve kâidelerini çiğneyerek kendi isteğinde diretmiş; neticede zarzor bir barışın tesis edildiği devlet ve bölgeyi, bütün dünyayı tesirine alacak şekilde tekrar harbe sürüklemiştir.

“Harb esirlerine karşı suç” işlemiştir, çünkü; müslüman harp esirlerini, “hiçbir hakkı olmayan suçlular” diye, dünya hukûk literatürrüne hediye(!) ettiği bir statükoda nitelemiş, kendi topraklarında binlerce kilometre uzaktaki bir kampa nakletmiş, işkenceli sorgulamalardan geçirmiş, kampları denetime açmamış ve “harb hukûku” kâidelerini ihlâl etmiştir.

“İnsanlığa karşı suç” işlenmiştir, çünkü; milyonlarca insanı -hem de kış şartlarında- mülteci mevkiîne sokmuş, yüzbinden fazlasını katletmiş ve yaralamıştır. İnsanları, sadece dinî ve siyasî düşünceleri kendilerinden farklı diye, “hiçbir hakkı olmayan” diye tasnif etmiş, bunları hertürlü “ilke ve kuraldan” uzak vaziyette sorgulamaya alma hakkını kendinde görmüş ve böylece -kendi çapında da olsa- bir gruba karşı “Jenosid-Soykırımı” gerçekleştirmeye başlamıştır.

“Birleşmiş Mlletler Teşkilatı Andlaşması”na ve “Nürnberg, Tokyo ve Yugoslavya Ceza Mahkemeleri” statülerine göre:

1) Devletler teâmül veya andlaşmalardan doğan harb hukûku kurallarına aykırı davranışlar için tedbir almak zorundadırlar.

2) Milletlerarası hukûka göre, jenosid veya harb suçu teşkil eden fiil işleyen kimse, konumuna bakılmaksızın sorumludur ve cezalandırılmaya mâruzdur.

3) Milletlerarası hukûka göre, suç işleyeni “millî mahkemeler” yargılayabileceği gibi, “Milletlerarası Ceza Mahkemesi” de yargılayabilir; “Milletlerarası Ceza Mahkemesi”nin yargılama önceliği vardır.(68)

  • BATININ PROBLEMATİĞİ: ÇIKARLAR MI, İLKELER Mİ

Bugün artık gözle görülür bir şekilde “Avrupa demokrasisi” ve “Amerikan demokrasisi” ayırımı yapılmakta ve keyfiyetleri, üstünlükleri, eksiklikleri tartışılmaktadır. ABD, Avrupa’nın geçirdiği “sancılı evrelerden” geçmemiş, aksine, onun “kazanımları” üzerine hiçbir “çile çekmeden” oturmuş, bunu da “hayırsız mirasyedi” mizacıyla gerçekleştirmiştir.

BÜYÜK MÜTEFEKKİR NECİB FAZIL’ın dediği gibi, “Amerika, bir sabun köpüğüdür, orada hiçbir keyfiyete ve derinliğe yer yoktur!”

“Amerikalı mizacı”, bu keyfiyetsizliği ve derinliksizliği, tek bir noktada “derinliğine”(!) yaşamış ve onu da tarihe hediye etmişir: Pragmatizm!.. Elektriği bulan “insan kafasının cehdi” ile değil, “elektrik işime yarıyor; o halde iyidir!” ile yoğrulmuş, yoğrulmuş, yoğrulmuş ve işte şimdi -Irak ve- Afganistan saldırısı ve sonrası gelişmeleriyle, içinden çıktığı (”çıktığı” tabirini “kustuğu” veya “defettiği diye almanız, ilk “Amerikalıları” ve yaptıklarını düşündüğümüzde daha doğru bir değerlendirme olacaktır) Batı toplumunu, birkaç asırlık “kazanımlarının”, çektikleri onca “engisizyon işkencelerinin” semeresinin neticesi böyle mi olması gerektiği sorusunun çetinliyle karşı karşıya getirmiştir.

Eğer, Batı toplumu; Rönesansı, Reformu bu “müntehadaki butlan” için yaptıysa; büyük felsefeciler ve hukûkçuları bunun için yetiştirdiyse, yani bunun cevabını böylesine “basit ve hissizce” verecekse, bizim için bir mesele değildir. Bunun tercümesi, “hak, hukûk, adalet, demokrasi, insan hakları vesaire; hepsi bir noktaya kadardır: çıkarlarımla çatıştığı noktada çıkarlarım önde gelir!” demekdir. Böyle dedikleri anda ise, “içişleri-halk rahatsızlığı”na duçar olmaları ise işten bile değildir; “küreselleşme karşıtları”, Mars’tan gelmedi, Batı’nın içinden, Batı’nın ürettiği fikirlerden doğdu ve gittikçe de “tehlikeli bir tehdit” noktasına gelmektedir. İktisadî sıkıntılarla birlikte, “çıkarların dayatacağı anti demokratik tatbikatların” getireceği “siyasî sıkıntılar”, bunun yanına “harb esirlerine yapılan muamelelerin” halkı müslüman Doğu devletlerinde meydana getirebileceği “sıcak gelişmelerin” eklenmesiyle, Batı’yı üç belki de dört asır geriye götürebilecek, üstelik; bugün müslüman ülkelere tatbik etmeye çalıştığı “KÜÇÜK ETNİK DEVLETÇİKLER” projesinin kendisine dönmesine de sebeb olabilecektir.

Bunlar, kehânet veya hayal veyahut haddini aşıcı ifâdeler değildir; “işaretlerin” birtürlü “okunmasıdır.” Burada hemen şunu söyleyelim, “medeniyetler çatışması” veya bunun tam tersi “medeniyetlerarası diyalog” veyahut “liberalizmin galibiyeti” ifâdeleri de bizim “öngörümüzün” tersinden çıkarsamalarıdır.

Batı artık o noktaya gelmiştir ki, gideceği bir yer kalmamıştır; ne yapması gerektiğini bilemeyen bir ruh haline girmiştir. İşte son atakları da, dünyanın tamamen batılı değerlerin hâkimiyetine girmesi içindir. (“Medeniyetlerarası diyalog”da, bu, “kansız”; “medeniyetlerarası çatışma” da ise “kanlı” şekilde plânlanmaktadır; iki yolda da gâye, Batılı değerlerin hâkimiyetidir.)

Mesele de buradadır: Batı değerleri (Irak’ta, Çeçenistan’da ve) Afganistan’da tatbikatını gördüklerimiz ise, üç dört asırlık zorlu ve çetin bir mücadele neticesi elde edilmiş, teorisi yapılmış ve allanıp pullanmış “insanî kazanımlar”, “bu meselede şöyle fakat şu meselede böyle”, yani “kaypak tatbiklerle” kelimenin tam mânâsıyla “harcanacaksa”, bu değerleri dillerine pelesenk eden adı müslümanlardan önce; bırakın bu “kazanımları”, bunlar uğrunda ölen milyolarca insanın -eğer kalmışlarsa- “anısına saygılı” Batılılar, “Batı Medeniyetine” karşı çıkacaklardır. Konuşacaklardır; “Nürnberg Mahkemesini, Yugoslavya Mahkemesini niye kurduk?; orada yargılanan insanları hangi kaide ve kuralları ilga ettiklerinden dolayı yargıladık? Onları yargıladıysak, aynı suçu kim işlerse işlesin aynı muameleye tabi tutulmalıdır!”

Batı toplumunun kendi içinde “tutarlı” olmasının tek yolu, “İnsan Hakları Beyannâmesinde” kayıtlı bulunan “YARGI ÖNÜNDE HERKES EŞİTTİR!” ilkesi gereği, ABD’ne yargı yolunu açıcı davranışın içine girmesindedir; ABD ile ilişkilerini “hukûka saygılı oluncaya kadar” asgarî seviye indirmesindedir.

  • İSLÂM ÜLKELERİ TAVIR KOYMALIDIR

Yaşanan hâdiseler, aslında bütün İslâm devletlerinin er veya geç başına gelecek olanlardan bir demettir. Dün Irak’tı, bugün Afganistan; memleketlerinden kovulan, öldürülen Filistinleri ve Çeçenleri saymaya bile gerek yok. Doğu’nun ve onun asıl temsilcisi olan İslâm devletlerinin ve toplumunun üzerine çok büyük vazifeler düşüyor.

Bütün eğitimlerini Batıda almış, Batınan standartlarıyla eğitilmiş, Batı değerlerinden başkasını tanımayan, onun diyalektiği dışında düşünemeyen (İslâm ülkelerinin) “iktidar temsilcileri”, ABD’nin yaptığı hâdiselerin Avrupa ülkelerinde yapabileceği dalgalanmalardan çok daha şiddetlisini kendi “tebalarından” göreceklerdir kuşkusuz. Mesele artık “çifte standart” demogojisiyle kapatılamayacak kadar büyüktür. “Kanunlar örümcek ağları gibidir; güçlüler deler geçer, güçsüzler takılır!” Yaşanılanlar bunun tasdikçisi olmuştur. Bugün bir İslâm devleti kalksın ve Afganistan’daki yaptıklarından ötürü -en azından-“ABD’nin kınanmasını” talep eden bir önerge versin; bunu Genel Kurul’da bile kabul ettirmesi zorken, “5’li çete”nin hakimiyetindeki “Güvenlik Konseyi”, kabul edilse dahi bunu “veto” edecektir. Meselenin “çifte standart” demogojisiyle kapatılamayacak kadar büyük olduğunu, “oyunun” nasıl oynandığını Pentagon stratejistlerinden James Burnham’dan -tekrar- iktibas ederek gösterelim:

«- AMERİKAN HÜKÜMETİNİN KANAATİME GÖRE AYNI ANDA İKİ POLİTİKA GÜTMESİ ZORUNLUDUR. BİRİSİ AÇIK VE RESMÎ; İKİNCİSİ DE RESMÎ OLMAYAN VE GİZLİ POLİTİKA… Birincisine göre, Amerika, (…) bunu imzalamış oluğu çeşitli anlaşmalar temelinde yapmaktadır. Birleşmiş Milletlerin rolüne inanmaktadır ve ona saygılıdır. İkinci politika ise gizlidir, saldırgandır ve ‘kurtarma politikası’nın bütün niteliklerine, amaçlarına sahiptir. BİRLEŞMİŞ MİLLETLER’E, AMERİKAN POLİTİKASINI YÜRÜTME İŞİNDE BİR ARAÇ OLARAK BAKMAKTADIR VE BİRLEŞMİŞ MİLLETLERE ANCAK AMERİKAN ÇIKARLARINA UYĞUN HAREKET ETTİĞİ SÜRECE SAYGILIDIR!»

ABD’nin ve Batı’nın hakiki yüzü görülmeli ve ona göre mevzilenmelidir. Mevzii ise her sahadadır; her sahada teşhir ve saldırı… Kendi ürünleri olan “milletlerarası hukûk kaideleri”nden yararlanarak yaptığımız bu çalışma, böylesi bir “teşhir”dir; gâyesi budur.

Çalışmamızı, İBDA MİMARI SALİH MİRZABEYOĞLU’nun sözleriyle; “her sahada teşhir ve saldırı”nın “nasılı”nı gösterici bu sözlerle tamamlıyoruz; gerisi, tatbikata kalmıştır:

«-İSLÂM DÜNYASININ BUGÜN DERECE DERECE BENİMSEMESİ, BENİMSETMESİ VE KAVGASINI YAPMASI GEREKEN HUSUS, BİRLEŞMİŞ MİLLETLER TEŞKİLATINI REDDETMEK; BİZİM İÇİN BUNA EK OLARAK AVRUPA ORTAK PAZARI’NA GİRİLMESİNE ŞİDDETLE KARŞI ÇIKMAKTIR… BUNUN, BAŞKASININ ”OL!” DEDİĞİ ŞEYE SADECE “OLMAM!” DEMEKTEN ÂCİZ BİR TAVIR BELİRTMEMESİ İÇİN TEK TEZİ DE, BİZİM ”BAŞYÜCELİK DEVLETİ” MODELİMİZDİR; YANİ, BÜYÜK DOĞU-İBDA ANLAYIŞININ OTORİTESİNİ BENİMSEMEK VE HÂKİM KILMAK!…» (69)

DİPNOTLAR

1) Bu tetkikimiz; “Başyücelik Devleti ve Anadolu Jeopolitiği” isimli çalışmamızın devamıdır. Orada yaptığımız tesbitlerle birlikte değerlendirilmesi; birarada okunması gerekmektedir.

2) Prof. Dr. Ahmet Reşid Turnagil. “İslamiyet ve Milletler Hukuku”. Sebil Yay. 1977. s. 14. Prof. Dr. Ahmet Reşid Turnagil, 1926-1933 yılları arasında İstanbul Hukuk Fakültesi’nde “Mukayeseli Esasi Hukuk” ve “Devletler Hukuku” kürsüsünde öğretim görevlisi olarak çalışmıştır. Aynı zamanda, La Haye’de müesses “Milletlerarası Hukûk Akademisi”nde de 1937 senesinde “milletlerarası hukûk” üzerinde dersler ve seminerler vermiştir.

3) a.g.e. s. 16

4) İbda Fikir Sisteminin Kurucusu Salih Mirzabeyoğlu’nun, “Başyücelik Devleti” ve “Bütün Fikrin Gerekliliği” isimli eserlerine müracaat edildiğinde bu husus ve “teklif edilen İslâmî sistem” hakkında bilgilere ulaşılabilir.

5) Prof. Dr. Hüseyin Pazarcı. ”Uluslararası Hukûk Dersleri”. 1994 “Başlangıç”.bölümü

6) Genelkurmay Başkanlığı Yayını. “Devletler Hukuku”. 2000. s. 2-3

7) James Burnham. “Containment or Liberation”. s. 68. (Aktaran: M. Fahri. “Amerikan Harp Doktrinleri”. Yön Yay. 1966. s. 113.) “Milletlerarası Hukûk” ve “Teşkilatlanmalar”ın Emperyalizm ve Siyonizm ile alakası için bkz: Sinami Orhan. “Başyücelik Devleti ve Anadolu Jeopolitiği”. “doststrateji” internet adresinde (yakında faaliyete geçecektir).

8) Salih Mirzabeyoğlu. “Bütün Fikrin Gerekliliği”. İbda Yay. 2. Basım. 1990. s. 85

9) Salih Mirzabeyoğlu. a.g.e. s. 85-109

10) Ömer İlhan Akipek. Devletler Hukûku 1. Kitap. (Başlangıç) Ankara. s. 12.

11) Seha L. Meray. “Devletler Hukukuna Giriş. I. Cilt.” 1968. s. 324-325

12) Gnl. Krm. Bşk. a.g.e. s. 43

13) Ömer İlhan Akipek. a.g.e. s. 94

14) Sevin Toluner. “Kıbrıs Uyuşmazlığı ve Milletlerarası Hukuk”. “Devletler Umumi Hukuku” isimli tarihsiz ve yayıncısız üniversite ders kitabındaki makale. s. 134 (Orijinalinde: 372)

15) Sevin Toluner. a.g.e. s. 134 (372)

16) Sevin Toluner. a.g.e. s. 135 (373)

17) Lauterpacht. “Contemporary Practice of the U.K. in the Field of International Law -Survey and Comment III”. 1957 ICLQ. Vol: 6. s. 94-97. (Aktaran: Sevin Toluner. a.g.e. s. 135 (373)

18) Sevin Toluner’in bahsi geçen kitabında bu mesele hakkında geniş ve “adamına göre muamele”yi gösterici bol malumat mevcuttur.

19) Genelkurmay Başkanlığı. a.g.e. s. 64-66

20) Genelkurmay Başkanlığı. a.g.e. s. 66

21) Carl Von Clausewitz. “Savaş Üzerine”. Özne Yay. 1999. “Arka kapak” yazısı.

22) Bu meselede bilgi sahibi olmak için, bkz: Salih Mirzabeyoğlu. “Üç Işık” isimli eseri içindeki, 1988 tarihli “Filistin ve İşkence” konulu konferans ile, aynı yazarın “Başyücelik Devleti -Yeni Dünya Düzeni-” 1995. İbda Yay. isimli eseri.

23) Genelkurmay Yay. a.g.e. s. 141

24) Seha L. Meray. a.g.e. s. 469

25) Clausewitz. a.g.e. s. 20

26) Edip Çelik. “Milletlerarası Hukuk”. 1. 1975. Cilt. s. 317.

27) Edip Çelik. a.g.e. s. 317.

28) Seha L. Meray. a.g.e. s. 215

29) Seha L. Meray. a.g.e. s. 215-218

30) Seha L. Meray. a.g.e. s. 218

31) Seha L. Meray. a.g.e. s. 223

32) Edip Çelik. a.g.e. s. 401

33) Genelkurmay Başkanlığı Yay. a.g.e. s. 141

34) Genelkurmay Başkanlığı Yay. a.g.e. s. 141

35) Clausewitz. s. 19

36) Clausewitz. s. 20

37) Salih Mirzabeyoğlu. “Marifetname -Şekil ve Süzgeç-”. İbda Yay. s. 270

38) Bu meselede bkz: “Sinami Orhan. Başyücelik Devleti ve Anadolu Jeopolitiği” isimli “doststrateji” internet adresindeki makale (site yakında yayına başlayacaktır).

39) Genelkurmay Başkanlığı Yay. s. 142

40) Genelkurmay Başkanlığı Yay. s. 145-146

41) A. Feyyaz Gölcüklü – A. Şeref Gözübüyük. “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması”. 1998. s. 191

42) Genelkurmay Başkanlığı Yay. s. 144

43) A. Feyyaz Gölcüklü – A. Şeref Gözübüyük.a.g.e. s. 190

44) Seha L. Meray. a.g.e. s. 472

45) Seha. LM. Meray. a.g.e. s. 474

46) Seha. LM. Meray. a.g.e. s. 622

47) Seha. LM. Meray. a.g.e. s. 623

48) Genelkurmay Başkanlığı Yay. s. 149

49) Genelkurmay Başkanlığı Yay. a.g.e. s. 150

50) Seha. L. Meray. a.g.e. s. 486-487

51) Genelkurmay Başkanlığı Yay. a.g.e. s. 150

52) Genelkurmay Başkanlığı Yay. s. 151

53) Yukarıda bahsettiğimiz, ”harp hukuku kaideleri, ancak tarafların uymalarıyla geçerli olabilir” sözümüzün tasdiki mahiyetinde bir iktibas: «- 1907 Lahey Yönetmeliğinin bombardıman ile ilgili hükümleri, çağın gelişen savaş teknolojisi karşısında yetersiz hale gelmiştir. Havacılığın gelişmesi ve uzun menzilli füzelerin varlığı, düşman devlet ülkesinde bulunan her kenti “savunulan kent” yapmıştır. Birinci ve İkinci Dünya Harplerinde, birkaç istisna dışında, bütün savaşan devletler, bütün düşman kentlerini ”savunulan kent” sayarak bu kentlere karşı şekilde davranmışlardır.» (Genelkurmay Başkanlığı Yay. a.g.e. s. 158) Irak’ın, Çeçenistan’ın, Afganistan’ın bütün şehirlerinin bombalanmasına ve böylece halka korku ve gözdağı verilerek, mevcut iktidarlarına karşı ümitsizlik, güvensizlik ve isyan hallerinden birine geçmelerine sebeb olucu bombardımanları ve akabindeki, “şehrin içindeki askerî tesisi hedef aldık; ölenler için afedersiniz!” açıklamalarını hatırlayın.

54) Genelkurmay Başkanlığı Yay. a.g.e. s. 166-164

55) “Harb esirlerine” yapılan muamele hakkında aşağıda okuyacağınız iktibası; Clausewitz’in, -bahsedilen- “medeni insanlar harbi-barbar insanlar harbi” ayırımında uyguladığı “kritere” göre değerlendirirseniz, “gelişmişliğin” esasta hangi mânâda anlaşılması gerektiğini anlarsınız:

«- Çok defa Bizanslılar harpte esir düşenlere gaddarca hareketlerin en ince, en sert ve en ziyade acı ve ıztırab verici olanlarını zihinlerinde araştırır, bulur ve tatbik ederlerdi. Makedonyalı Basile’in, Müslüman tutsakların derilerini yüzdürdüğünü, yahut başlarından topuklarına kadar derilerini ince ve uzun kayış şeklinde kestirdiğini veyahut makaralarla havaya kaldırdıktan sonra içi zift dolu kazanlara attırdığını ve dine henüz girmemiş olanların böylece vaftize müstehak olduğunu söylediğini, torunu Konstantin rivayet eder… Haçlıların teşkil ettikleri bir mecliste, (birinci katliamdan kurtulan, bırakılan) Kudüs ahalisinin hepsinin; yani Müslümanlarla birlikte Yahudilerin ve Katolik kilisesinden ayrılmış, başka bir İsevî mezhebe sulûk etmiş olmakla birlikte Roma nazarında mülhid sayılan hıristiyanların dahi katlolunmalarına karar verildi. Bunların miktarı on bine baliğdi. “Dindar” şövalyelerin sarfettikleri gayrete rağmen(!), kıtal, sekiz gün sürdü. Kadın, çocuk, ihtiyar, hiçkimse kurtulamadı. » (Prof. Dr. Ahmed Reşid Turnagil a.g.e. s. 68.)

56) Ünal Somuncu. “Uluslararası İnsancıl Hukuk Konferans Notları”. Kara Harp Okulu. Ankara. s. 64. (Aktaran: Genelkurmay Başkanlığı Yay. a.g.e. s. 164-165) Burada şunu hatırlatalım, “insancıl hukuk” diye bahsedilen, “harb hukûku”dur; tetkikimizin ilk başında kaydettiğimiz gibi, “milletlerarası hukûk”un “Arsı Ulusal Hukuk… Güçlerarası Hukuk” gibi orijinal ve nevzuhur isimlendirmeleri gibidir.

57) Ünal Somuncu. a.g.e. s. 64 (Aktarılan yer aynı; s. 165)

58) Bu hususlarla alakalı bilgiler için bkz: “Seha L. Meray. a.g.e. s. 516” ve Genelkurmay Başkanlığı Yyn. a.g.e. s. 167,168.

59) Genelkurmay Başkanlığı Yay. a.g.e. s. 167

60) Genelkurmay Başkanlığı Yay. a.g.e. s. 169

61) Genelkurmay Başkanlığı Yay. a.g.e. s. 170

62) Akşam gazetesi. 22 Ocak 2002. Bu ve diğer gazete ve televizyonlarda yayınlanan görüntüler.

63) Televizyon ve gazetelerde Afganistan’daki gelişmeler verilirken devamlı olarak ”operasyon” ifadesinin kullanılması; müslüman halkın, müslüman Afganistan halkına karşı ABD ve koalisyon güçlerinin harb ilan ettiği gerçeğinden uzak tutmak maksadı bir yana; “operasyon” kelimesinin, sanki Afganistan’da bir binaya, bir mağaraya saldırıldığı; yani, ülkenin tümünün bombalanmadığı yalanını tutturabilmek maksadını da hedeflemektedir.

64) “Mesele”den kastımız; “Taliban hükümetini biz tanımıyoruz ve Rabbani hükümetini tanımaya devam ediyoruz; operasyon açma yetkisini de onların davetiyle aldık” gibi bir itiraz/savunma üzerinedir. Bunun ne derece tutarsız bir itiraz olduğu görülecektir.

65) «- Şartın 2/4 üncü fıkrasında üye devletlere yasaklanmış olan davranış, “kuvvet kullanmak” veya “kuvvet kullanmak tehdidinde” bulunmaktır. Böylece sadece “savaş” değil, klasik milletlerarası hukukun savaşa varmayan zor kullanmak eylemleri olarak tanımladığı misillemeler (reprisal) ve müdahaleler “(intercvention) de, kuvvet kullanmayı gerektirdiği ölçüde üye devletlere yasaklanmıştır. Şart’ın 2/4 üncü fıkrasının yorumu ile ilgili olarak ortaya çıkan bir diğer sorun da, şudur: Bu fıkrada, “herhangi bir devletin ülke bütünlüğüne veya siyasi bağımsızlığına karşı veya Birlemiş Milletlerin Amaçları ile bağdaşmayan herhangi bir biçimde” kuvvet kullanmak veya tehdidinde bulunmak yasaklanmıştır. Bir ülke parçası üzerinde etkin kontrol ve yetkiyi elinde bulundurmak anlamına gelen “ülke bütünlüğü” kavramı ile bir ülkeyi yönetmek konusunda irade muhtariyetini haiz olmak anlamına gelen siyasi bağımsızlık kavramı maddeye, San Fransisko Konferansında, küçük devletlerin ısrarıyla konmuştur. Fakat umulduğunun aksine, ülke bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığın garanti altına alınması amacına hizmet edecek yerde, kuvvet kullanmak yasağının çevresini daraltan bazı yorumların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bir görüşe göre, Şart, genel olarak kuvvet kullanmayı değil, bir devletin “ülke bütünlüğüne ve siyasi bağımsızlığına karşı” veya “Birleşmiş Milletlerin amaçları ile bağdaşmayan bir biçimde” kuvvet kullanmayı yasaklar. Hakların elde edilebilmesi için kuvvet kullanmak, bunların elde edilmesi için bir başka olanak yok ise, Şart’ın 2/4 ve 2/3üncü fıkraları hükümlerine aykırı olmaz.» (Sevin Toluner. a.g.e. s. 148) ABD’nin fetvasının dayanağı işte bu şeytanî yorum!

66) Genelkurmay Başkanlığı Yay. a.g.e. s. 212-213

67) Salih Mirzabeyoğlu. “Başyücelik Devleti”. s. 223.

Kaynak: “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!