Hazreti İbrahim’in Makamı, Satürn ve Halkaları

– “Kişi kusursuzluk peşinde koşabilir. Ama kendisini bütünleyebilmesi için beklentilerinin tam zıddı ile karşılaşıp acı çekmek zorundadır…”

C. G. Jung’un bu sözü, Satürn’ün tabiatını anlamamıza yardımcı olabilir.

Satürn sıkıntılara, sınırlara, zorluklara ve hastalıklara sebeb olması ile meşhur. Yâni SABIRLI OLAN ile SABREDEMEYENİ açığa çıkaran gezegen… İmtihanın mahiyetini ve “nasıl” olacağını çizen… Aslında o, otoritenin, kuralları koyan ve sınırları çizen gücün temsilcisi… Yâni dünya içindeki gerçeklerle ve sınırlarla bizi yüzleştiren… Korkularımızın ve sıkıntılarımızın nerede biriktiğini gösteren, komplekslerimizin yahut güçlü yanlarımızın işareti… Güçlü olduğumuz ve katılaşma gösterdiğimiz alanın niçin katılık ve donukluk, sabitlik ve inatçılık hâline geldiğini ve bu durumda nasıl bir SABIRLA dönüşüm geçirip KRİSTALİZE olan bir form alabileceğimizin habercisi…

Hangi alanda sıkıntılar bizi boğuyor? En çok nerede katılaştık ve niçin? Bu katılıktan kurtulmanın ve kristal gibi hayranlık uyandıran bir ışıltı ile parlamanın zamanı gelmedi mi?

Aslında Satürn, SABRIN kristalize tarafı ve SABRI öğreten… Dünyevî mevkiimizin kıymetinin ne anlama geldiğini gösteren. Öyle bir nokta ki, “olmamız” gereken yere, bir çobanın sürüsünü gütmesi gibi zorla da olsa sürükleyen!

Peki, Satürn’ün vermek istediği ders alınmaz yahut gerekli cevab verilmez ise neler olur? Kendine güvensizlik, korkular, yetersizlik hissi, depresif hâller, bunalım veya bedenî hastalıklar veya tam tersi diktatör, ezbere kalıbları tekrar eden ve ettiren, zorba, yobaz… Yâni ya zalim bir ferd veya tamamen zayıflamış, kendine güveni kalmamış gölge bir kişi…

Peki, bu durum nasıl idrak edilebilir? Bu demde, en çok korktuğumuz şeylerle samimi bir şekilde yüzleşmenin, bir deyişle nefs muhasebesinin zorunluluğu çıkar karşımıza… Nefsin doymak bilmeyen katı ve zorba tavırlarına karşı, “korku” ile gölge yanlarımızı üretmeden veya egoyu yüceltmeden, oyuna gelmeden, daha katı, yobaz ve zorba biri hâline dönüşmeden gerekli olan çabayı göstererek lütfa erebiliriz. Bu durum, tasavvufta Mürşidine “himmet efendim” diyen müride “gayret” denmesinin belki en güzel ifadesi. Himmetin, lütfun, genişliğin ve ferahlığın gelmesi için ferdin gerekli çabayı sarfetmesi, mücadelesini sürdürmesi gerekir.

Nefs hangi alanlarda ezildi ve en ağırımıza giden şeyler neler? İçimizdeki en kötü hırslar, arzular ve tamahkârlık hangi zamanlarda açığa çıkıyor? En son ne zaman sadece HAKK için bir duruş sergiledik, nefsimize pay çıkarmadan? İşte dairenin dönüp dolaştığı meseleler ve Satürn’ün nefse biçim veren darbeleri.

Satürn’ün sembollerinden biri de, ölümü temsil eden ve elinde orak olan yaşlı bir bilgedir. Şöyle bir düşünürsek, Mürşidi de sembolize eder. Nefsin canavar hâline darbeler indiren ve şekillendiren, ölümlerden ölüm beğendiren… “Ölmeden önce ölünüz” hakikatince…

Hazreti İbrahim’in MAKAMI; Muhyiddin-i Arabî’nin deyimi ile… SATÜRN ve Hazreti İBRAHİM… Hazreti İbrahim ki “ULU’L AZM” Peygamberlerden… SABRIN liderlerinden… Atamız İbrahim, Sevgili Peygamberimizin dedesi… Ateşlere düşen, düştüğü ateşi GÜL bahçesine çeviren SABRIN büyük üstadı…

Hazreti İbrahim duruşuyla, hiç bir sıkıntıya “of” demeden, tüm sıkıntıları benliğimizi yakıp yok eden ateşte çözüp eriterek, sıkıntılar ve dertler bir ateş çemberi gibi etrafımızı kuşattığında sükûnet ile onun geçip gidişini izlemek… Nefsin feryadı figanı ile değil, yüce bir imân ruhu ile “bana bu imtihanı gönderenden başkasının yardımını istemem!” duruşu ile durmak hayata…

SATÜRN gezegeni, nâmı diğer ZUHAL, günü Cumartesi, İngilizce Saturday kelimesi de bu yüzden. Yönettiği burçlar OĞLAK ve KOVA. Esmâ’ül Hüsnâ’dan “YA FETTAH YA REZZAK” isimlerine bağlı. Allah katından görevlendirilen vekil Meleği ise “KESFYAİL” diye geçer Muhyiddin-i Arabî’nin “Saatlerin Hazinesi” eserinde…

Satürn, zamanın da temsilcisi. Zaman içinde büyüme ve gelişmeyi temsil eder; tekrarlayan derslerle. Alınamayan derslerin tekrarı. “Zamansızın zamanla kesişme noktası”. Zamansız ve keyfiyetlerin temsilcisi “ruh”, zaman ile sıkıştırılmış “beden” içinde bir kalıba, bir forma girmiş. Satürn; bedenlenmenin ve formun, sıkıştırılmanın ve kabzın bizimle her dem yürüyüşü. Bir sanatçı düşünün; çeşitli kalıblar yapan ve maddeyi bu şekilde forma sokan. İşte SATÜRN de bize bunu yapar. Olmamız gereken şekle girmemiz için bizi sıkıştıran, daraltan kalıbların içine sokar. İNSAN-I KÂMİL formu için… Neden bu dünyada olduğumuzun cevablarını arattıran dertlerin sembolü…

– “Çinliler, Satürn’ün “toprak” elementini temsil ettiğini düşünürlerdi. Satürn’ün Çincedeki ismi kötü ruhları defetmeyi çağrıştıran “Bastıran Yıldız”dı. Şeytanları kovarken onun yardımı istenirdi.

Tarihte Satürn’le özdeşleştirilen tanrılar, genellikle ölüm, zaman devirleri, karanlık, anlaşmazlık, mücadele, tarım, hasat, sosyal düzen tanrısı olarak bilinirlerdi.

Chiun (veya Kewan, Kaimanu), Babil’de bir tanrı olarak Satürn’ün adı. İsrailoğulları tarafından ona tapıldığı düşünülüyor. Satürn haftanın yedinci gününe adını verir ki, o gün yâni Saturn’s day (Saturday=Satürn’ün günü=Cumartesi), Musevîlerin kutsal dinlenme günüdür.

Cronus (veya Chronos, Kronos), Yunanlıların zaman ve dünyevî zaman devirleri tanrısı. Başlangıçta hasat tanrısıydı. Babillilerin Chiun tanrısıyla özdeş olduğu söylenmektedir.

Kakkab Pes (Domuz yıldızı) Satürn’ün Fırat bölgesindeki adı. Fıratlıların iki temel tanrısından biri Ninip-Ber’di. Ber “Domuzun Efendisi”ydi ve Satürn gezegeninin tanrısıydı. Mitolojide bu hayvan “fırtına ve karanlığın Domuzu” olarak geçmektedir.

Ninib (veya Ninip) Fıratlıların mücadele tanrısı. Özellikle Kronos ve Satürn’le bağlantılıdır.

Ninurta Satürn’le ilişkilendirilen Babil ölüm tanrısı.

Saturnus, İtalya’nın mitolojik kralı. Romalılar onu Yunanlı Kronos ile özdeş tutuyorlardı. Satürn gezegeni Romalılar tarafından Saturnus’te tarım tanrısı olarak kişileştirilmişti. Medeniyetin ve sosyal düzenin kurucusuydu. Saturnus isminin sowing’ den (tohum ekmek) geldiği söylenmektedir. (Sowing=sero, sevi, satum). Onun zamanında İtalya altın çağını yaşamıştı.” [1]

Babil Dinî Mitolojisi’nde başrol kahramanları olarak gördüğümüz gökyüzü tanrısı Anu, hava tanrısı Enlil ve yeryüzü tanrısı Ea, üç büyük Sümer tanrısı olarak Babil ilahları arasında yer almışlar. Dicle ve Fırat nehirleri üzerindeki bu medeniyetin yeryüzü tanrısı olarak gösterilen Ea, hem toprak hem de toprak altındaki madenler üzerinde hüküm sahibi olarak görülüyordu. Daha sonra onun yerini Ninurta alsa da, mânâ bütünlüğü içinde yine SATÜRN karşımıza (Ea) Ninurta ismiyle çıkar. Toprağın kazılması, rızk, yeraltı kaynakları, madenler ve değerli taşlar…

Barış İlhan, yorumlarıyla son derece yerinde tesbitler yapmış bu konuda:

– “En eski zamanlardan edinilen bulgulara göre, Satürn’e farklı bir açıdan bakabiliriz. Asurlular ve Babilliler için Satürn sert ve soğuk bir reis değil, fetheden bir kahramandı. İlahî erkek kardeşler olan Satürn ve Mars birer savaş tanrısıydı. Bu semavî uygunluğun bir örneği, arkeologların, savaş tanrısının tapınma merkezi Kish şehrinde yaptıkları kazıda bulunan bir kabartmada gözükür. Her biri bir güneş diskiyle tasvir edilen Ninurta (Satürn) ve Nergal (Mars) sembolleriyle kuşatılan savaş tanrısının başını gösterir… Ninurta’nın ilk mitolojik rolü, tanrılar adına savaşı sürdüren, fetheden kahramandı. Ninib (veya Ninip) Fıratlıların mücadele tanrısı, özellikle Kronos ve Satürn’le bağlantılıydı.

Babil’in Ninurta’sı, Fıratlıların Ninib’i bu anlamda bize Satürn için üzerinde düşünebileceğimiz ve olaylarla inceleyebileceğimiz farklı bir bakış açısı sunar. Stephen Arroyo’nun Satürn için belirttiği “kendi yapısını ve bütünlüğünü savunma, müşahhas başarı kanalıyla güvenlik dürtüsü” ve “çabalarıyla kendini oluşturma ve muhafaza etme” ifadelerini de düşünürsek, hızlı hareket eden, bu açıdan daha çok tetikçi (ilk kurşunu atan) rolüyle  savaşı  başlatan Mars’ın geri planında, ağır ilerleyen ve neyin zamanının geldiğini gösteren, hayatta kalmayı zorlaştıran, sınırı koruyan ve yedi metal arasında ‘kurşun’u yöneten Satürn’ün savaşın (Mars’ın) büyük ağabeyi olması pek muhtemel. Global savaşların temsilcisi Pluto ile yaptığı her devrin dünyanın en büyük savaşlarına tekabül ediyor olması bu bakımdan hiç de şaşırtıcı değil. 1939 II. Dünya Savaşı (Satürn-Pluto karesi), 1914 I. Dünya Savaşı (Satürn-Pluto kavuşumu), 1965 Vietnam Savaşı (Satürn-Pluto karşıtlığı), 1980 İran-Irak savaşı (Satürn–Pluto kavuşumu), 2001 Afganistan Savaşı (Satürn-Pluto karşıtlığı).

Geniş açıdan baktığımızda, yüzyılımız açısından da bir Satürn devri olduğu görülür.  Milattan bu yana gelen yüzyıllardan 21. yüzyıl içindeyiz, sembolik olarak milattan bu yana  ikinci Satürn karesini yaşıyoruz. İlk karesinde 7. yüzyıl İslâm’ın ortaya çıkışı ile Hazret-i M…….’in savaşları, karşıtlığında 14. yüzyıl İngiltere Fransa arasındaki Yüzyıl Savaşları, Osmanlı İmpatorluğu’nun kuruluşu yaşanmış.” [2]

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, “Esatir ve Mitoloji” adlı eserinde “BABA” başlığı altında şöyle anlatıyor:

– “Tekvin Kitabı’nda, İbrahim Aleyhisselâmın ataları olarak yazılan şahıs adları, URFA–HARRAN ovasındaki yer isimleri ile benzer niteliktedir. İbrahim Aleyhisselâmın kardeşlerinden birinin ismi HARRAN, diğerinin ismi NAHOR. Til-Nahiri ile HARRAN, 1900–1800’lerden bilinen yer isimleri. Baba ismi TERAH; bunu da, TURAH, TORAH gibi yer adları ile ilişkilendiriyorlar. HARRAN adı, çivi yazılı metinlerde HARRANU şeklinde yazılır ve YOL demektir. Bu şehir İran, Mezopotamya, Suriye’den Anadolu’ya giden yolların kavşak noktasıdır.” [3]

İşte bu yollar ki hem madde hem de mânâ planında bizi Hazret-i Âdem babamızdan beri bu yollara düşürdü, İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun dile getirdiği gibi:

– “Yollar… İniş yokuş ve kavis

Yollar… Pusuya yatmış yılan

Yollar… Ehline râm olan his…

Yollar… Kartal gözüyle dolan!..

 

Yollar… Dağ başında bir külâh

Yollar… Akıl zoru yorucu

Yollar… Hem ıstırap hem felâh

Yollar… Arar adres sorucu!..” [4]

İnsanlık Medeniyeti, bahsi geçen “yer”lerin merkezi etrafında dönüp dururken, aynı zamanda bir mıknatıs gibi bölgelerin dışına taşan “HAYAT”ın da temsilcisi oldular. Hâlen çıkacağı düşünülen “III. Dünya Savaşı” senaryoları –bir nevi kıyamet– yanında, yine bu bölgelerin etrafında dönen şiddet ve savaş oyunlarının tarih boyunca hiç görülmemiş ve belki de hiç görülemeyecek en kanlı olanı sahnelenmekte ve bizler de buna şahitlik etmekteyiz.

Mânâlarını kurcaladığımız bölgenin tüm dünyanın merkezini, KALBİNİ temsil ediyor olmasını gözden kaçırmadan, farklı bir bakış açısı yakalamaya çalışalım. İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’ndan mülhem, “İNSANÎ HAKİKATİN MERTEBELERİ” başlığı altında “BERZAH” adlı eserinde ve “ESATİR VE MİTOLOJİ”de ise genişleterek bize sunduğu “özün özü” mahiyetindeki incileri her buuduyla kurcalama iştiyakı ile, dedemiz (BABA) Hazret-i İbrahim’in izleri üzerinde yola devam…

Yedi başlık altında işlenen “İnsanî Hakikatin Mertebeleri”ne ait “Gaybın Perdeleri”nde; Şeytan Gaybı, Nefs Gaybı, Kalb Gaybı, Sır Gaybı, Ruh Gaybı, Hafi Gaybı, Hakk Gaybı incelemeleri içinde ilgimizi çeken bahis KALB GAYBI (Hazret-i. İbrahim) ve ŞEYTAN GAYBI (Hazret-i Âdem)…

– “KALB GAYBI: İbrahim Aleyhisselâm ve PAZARTESİ günü ile irtibatlıdır. Latifesi, Latife-i KALBÎ’dir. Bu perde kırmızı akik rengindedir. Bu makamda salik 10.000 perdeyi önünden kaldırmalıdır. Seyru sulûkta istikâmet olur ve gaybî sırlar zuhur eder.”

İbrahim Aleyhisselâm’ın makamı olan Kalb Gaybı’nın Pazartesi günü ile ilgili olması noktasında, “Saatlerin Hazinesi” isimli eserinde İbn’ul Arabî Hazretleri PAZARTESİ günü ile ilgili şöyle der:

– “Ay, Dünyamız göğünde bulunan ve beyaz renkte görülen bir kevkebtir. Bu uyduya nisbet edilen gün Pazartesi günüdür. Ay ile ilgili burç da Yengeç burcudur. Vekil melâikesi de (Allah’ın selâmı üzerine olsun) Cebrail’dir. İlahî güzel adlardan intisabı olan adlar da Ya Rahman Ya Rahim’dir.”

Yine Muhyiddin Arabî Hazretleri’nin “Kitabu’l İsrâ ilâ Makam’il Esrâ” isimli eserinde, her birinde bir peygamberin durduğu, makam aldığı yedi gök katındaki sıralama şöyledir:

– “Ay’da Âdem Aleyhisselâm, Merkür’de İsa Aleyhisselâm, Venüs’te Yusuf Aleyhisselâm, Güneş’te İdris Aleyhisselâm, Mars’da Davud Aleyhisselâm, Jüpiter’de Musa Aleyhisselâm, Satürn’de İbrahim Aleyhisselâm…”

Yâni Hazret-i İbrahim’in makamı olan Pazartesi günü ile ilgili bağların kapısı, bizi Hazret-i Âdem’e çıkarıyor. Bunun Astroloji ilmi açısından anlamları şöyle açıklanabilir:

Astrolojide 4. Ev (IC), Yengeç burcunun ve Ay’ın yöneticisi olan doğduğumuz alanı, anne babamızı, köklerimizi, atalarımızı ve kim olduğumuz ile ilgili bilgilerin aktığı alanı temsil eder. Burası kimliğin ve “ben kimim?” sorusunun cevabının arandığı evdir ve astroloji haritasında en dipte olan karanlık bölgeyi temsil eder. Güneş henüz doğmamıştır, duygular ve sezgiler hâkimdir, karanlık bir gecedir henüz sabaha gebe olan… Anne, baba ve dede bağlarının geliştiği, tohumun HAYATA çıkmaya, yeryüzüne çıkmaya hazırlandığı tüm hissî ve hadsî mânâ bağlarımızın geliştiği, köklerimizi sabitlediğimiz hayat alanımız. Aynı zamanda ruhun da temsili olan evimiz… Ruhumuzun üflendiği yer…

Köklerimizden bahsetmişken, şu meşhur ortaçağ simya sözünü söylemeden geçemeyeceğiz: “Bir ağacın dallarının cennete uzanabilmesi için köklerinin cehenneme ulaşması gerekir”. Kendi cehennemimize inmeden, inkârcı ve kâfir nefs ile karşılaşmadan, imânın hakikatine erişmek ne mümkün? “Küfrün kaynağını bilmeyen hakiki imânda olmaz” diyen mânâ büyüklerimizle nasıl da paralel bir hakikat…

Dikkatimizi çeken bir başka husus da, İbrahim Aleyhisselâm ve Satürn arasındaki bağ ve mânâ… Satürn (Zuhal) yine “Saatlerin Hazinesi”nde şöyle anlatılır:

– “Zuhal kevkebi Yedinci gök yıldızıdır, bunun bağlı olduğu gün, günlerden Cumartesi günüdür. Bu kevkebin Burcu da Oğlak ve Kova burçlarıdır. Allah’ın güzel adlarından Ya Fettah – Ya Rezzak adlarına intisabı vardır. Bu kevkebin Allah katında vekil Melâikesi de Kesfyâil’dir.”

İnsanî Hakikatin Perdeleri ise Cumartesi gününün alâkasını “Şeytan Gaybı” olarak değerlendiriyor. Âdem Aleyhisselâm ile ilgisini gözden kaçırmadan devam edelim:

– “Âdem Aleyhisselâm ile alâkalıdır. Ve Âdem’in şeytana hükümranlığı bu gaybdadır. Bu gayb, cumartesi günü ile irtibatlıdır. Latifesi, Latife-i kalebî’dir; KALIB latifesi… Kalebe’nin “hastalık ve illet” mânâsı, kalıbın mânâsına bitişik, cismani mahiyete işaretimiz olsun… Bu gayb 10.000 perde ile bulanmıştır, bu perdelerin kaldırılması gerekir. Burada kızıl ve kötü bir renk görünür; zikrin tesiriyle kötü renk, laciverte dönüşür. Zikrin tesiriyle beşerî alâkalar azalır, renkler karışır; zikrin zâtı, perdelerden çıkıp “benden gayrı yok” diye sayha atar. Bu, zikre yeni başlayanların makamıdır ve bu düşünceyi nefyetmek gerekir.”

Hazret-i Âdem’in temsil edildiği “Şeytan Gaybı”nda bulunan Hazret-i İbrahim, Hazret-i İbrahim’in temsil edildiği “Kalb Gaybı”nda ise Hazret-i Âdem’i izlemekteyiz…

Yine günümüz astrolojisinde Satürn’ün bulunduğu alan, 10. Evi temsil eder. 10. Ev ise tam dördüncü evin karşısında bulunan ve haritada tepe noktası dediğimiz (MC) yeri temsil eder. Güneş yükselmiştir, ay karanlıklar içerisinde yoluna devam ederken, güneş bize 10. Evde nasıl bir HAYATA kapıyı açtığımızı, sınırlarımızı, korkularımızı ve –yine– anne babamızı, bizimle ilişki içinde olan yönetici mevkiindeki kişileri, onlara bakışımızı, diyaloğumuzu ve nasıl tepkiler verdiğimizi, böylece kimliğimizi ve KİM olduğumuzu açığa çıkaran alan… Yâni dördüncü evden aldığımızla şuur ile parladığımız alan…

Bu iki ev arasındaki diyalog ve irtibat çok mühim. Kökleri sağlam olmayan bir ağacın en ufak bir fırtınada, rüzgârda veya selde sağlam durması nasıl mümkün değilse, dördüncü ev alanında “ben kimim?” sorusuna cevab bulamayan inançsız ferdlerin de 10. Evde toplumun karşısında bir “kimlik” buhranına gireceği açık.

Dolayısıyla, bizim hayatımız, 10. Ev ile 4. Ev arasında kimliğimizi bulma ve bunun için mücadele verme şeklinde geçmektedir. 4. Ev, pek çok insan için doğduğu alandır ama aynı zamanda öldüğü de alandır. Yalancı kimlikler geliştiren ve kendisiyle yüzleşememiş, karanlık veya gölge yanlarının bilgisine erişememiş, erişse de bunun mücadelesini verememiş olan ferd için ölüm zamanı gelip çattığında, Satürn ve Pluto haritada kuvvetli sarsıntılara sebeb olan dönüşüm sancılarını başlatırlar. İşte dertlerin ve sıkıntıların emzirdiği bir insan, ancak acıların derinliğine nüfûz edip tadına varmış bir insan, Üstad Necib Fazıl’ın deyimiyle “nefsine muhalefetten zevk alma” hâliyle “imânın tadına” ererek gerçek HAYATI bulur. “Derdi olan derman bulmasın, derdine derman arayan canından olsun” diye âdetâ meydan okuyan Feridüddin Attar Hazretleri “Mantıku’t Tayr”da böyle sesleniyor, dertlerine derman arayanlara… “Hazineler yıkıntı, virane yerlerdedir” diyen Mevlana Hazretleri, ancak nefsin yıkılıp viran ve harab oluşu ile kendi hazinelerimizin bize açılacağını ne de güzel vurguluyor.

Aslında dönüşüm sancısı dediğimiz şey de, aslımıza, yâni “hiç” oluşumuza dönüp, kibir ve gururu ayaklar altına almaktan başka bir şey değil. İki hiç arasında dönüp duran bu hayat devri içinde, bize sadece “hiç” oluşumuzun yâni acziyetimizin fısıldayışını yapar Zuhal… Öyle diyor ya Allah Resûlü: “Allah’ı seven belâya, beni seven fakirliğe hazırlansın”. Burada bahsi geçen fakirliği de sakın sadece mülkle alâkalı olarak bir fakirlik olarak görmeyelim. Çünkü Sevgili’yi seven, sevdiği her şeyin elinden alındığı, kalbinden silindiği bir fakr imtihanına girer ve belâlar da o kulu Allah katında belirlenen derecelerine erdirir. “Mantıku’t Tayr” isimli eserde Feriduddin Attar şöyle anlatır bu mânâyı:

– “Kimsenin bir işi gücü yok ama herkes de bir işte…

İşsiz güçsüz kimse de yok.

Dağı, önce yeryüzüne mıh yaptı da sonra yerin yüzünü deniz sularıyla yıkadı.

Yeryüzü öküzün üstüne yerleşti,

Öküz balığın, balık da havanın üstünde.

Hava ne üstünde?

Ancak bir hiç üstünde.

Şu hâlde her şey hiçten ibaret…

Bu kıvranmalar bu didinmeler ancak bir hiç.”

Türlü türlü dünyevî lezzetler karşısında, “hiç” denilen, varlığı da “yok”luktan gelen bizlere, şehvetlerimiz, arzularımız ve hırslarımızın ne kadar da “yalan” olduğunu söylüyor. Kendi “hiç” olan varlığını sonlandırıp Allah’la dirilmek yâni hadis-i şerifte geçen mânâya ulaşmak: “Kulum nafile ibadetlerle bana yaklaşır ve ben onun gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum” sırrındaki “fenâ fillah”…

“Hayat Ağacı”mız, 4. Evde köklerine ve cehennemine yol alırken, 10. Evde dallarıyla gökyüzüne ve hakikatine doğru ellerini açarak büyür. Eski şaman inancı içinde de mühim yer bulan ağaçlar, şaman için gökyüzüne ulaşmak amaçlı kullanılan bir merdiven gibiydi. Bu noktada, Yaşar Çoruhlu’ya kulak verelim:

– “Türk mitolojisi ve inanışlarında ağaçtan türeme motifinin izleri, birçok eski metinde yaşamaktadır. Bu metinlerin en tanınmışlarından biri Oğuz Destanı’dır:

Yine bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde, bir göl ortasında, bir ağaç gördü. Bu ağacın kovuğunda bir kız vardı, yalnız oturuyordu. Çok güzel bir kızdı. Gözü gökten daha gök idi; saçı ırmak gibi dalgalı idi. Öyle güzeldi ki, eğer yeryüzünün halkı onu görse; “Eyvah! Ölüyoruz”, der ve (tatlı) süt (acı) kımız olurdu.

Oğuz Kağan onu görünce aklı gitti. Yüreğine ateş düştü; onu sevdi, aldı…” [5]

Türk Mitolojisi’nden izlediğimiz Oğuz Kağan Destanı’ndaki bu hikâyede pek çok unsurun bir araya gelerek, dördüncü evimizin temalarını nasıl da hikâye ettiğini görmekteyiz. Göğe ulaşan gözlere ve ırmak gibi saçlara sahib bu güzel kadın, yeryüzü halkı için “ölüm” (aşk ve eş) demekti ve tatlı olan her şey acılaşıyordu… Kendi özümüzle buluşmanın hikâyelendirilişi de ancak bu kadar güzel olabilirdi. Stephan Arroyo’ya dikkat kesiliyoruz:

– “Dane Rudhyar’ın görüşüne göre Satürn, bir kişinin “esas tabiatını”, kişinin gerçek benliğinin saflığını ifade eder. Satürn’ün pek çok astrolog ve astroloji öğrencisinin aklında böyle olumsuz anlamlarda yüklenmesinin sebebi, pek çok insanın kendi esas tabiatının sınırlarında değil, moda, sosyal modeller, gelenekler ve ego oyunlarının şartlarına göre yaşamalarıdır. Dolayısıyla Satürn, sıklıkla bizi içimizdeki esas tabiatın ihtiyaçlarını karşılamaya yönelten “sert bir azarlama” veya “kader”in meydan okuyan tavrı olarak tecrübe eder. Eski kitapların da belirttiği gibi Satürn, gerçekten de sert bir iş dağıtıcıdır, ancak gerçek tabiatımızı sergilemekten saptığımız durumlarda özellikle daha serttir.” [6]

İşte tüm bunlara binaen biz de, Âdem Aleyhisselâm ile İbrahim Aleyhisselâm arasındaki münasebeti dikkat çekici ve yol gösterici olarak görmekteyiz. Hem Hazret-i Âdem’in “İnsanlığın BABASI” olması, Şeytan ile mücadelesi, “yer”e indirilmesi ve Hazret-i İbrahim’in de BABA olarak anılması ve hayatı boyunca verdiği güçlü mücadelelerin içinde sistemin “deccali” olan Nemrud ile yüzleşmesi ve hayatında tüm insanlara yol gösteren imtihanları içinde SABR VE SEBAT üzere olması ve ULU’L AZM Peygamberler içinde zikredilişi…

KALIB VE KALB… Suret ve Sîret… Harf ve Kelam… Cesed ve Canlılık… İçiçe mânâlar içimizden geçerken, Üstad Necib Fazıl’ın mısraları geliyor hatırımıza:

“İçiçe mimarî, içiçe benlik;

Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!”

Hazret-i İbrahim’in Kur’ân’da geçen kıssasını tekrarlamak gerektiğinde aslında ilgimizi çeken husus, O’nun Rabbini arayışındaki usûl… Akşam olduğunda gözünü gökyüzüne çevirip ay ve yıldızların RABBİ olduğunu imâ etmesi, yaşamış olduğu dönemde gökbilimin ne kadar yaygın ve gelişmiş olduğuna dikkat çekerken, bir yandan da RABBİN aranışında ve bilinmesinde yıldızların rolüne de işaret etmiş gibidir. RABB’in; terbiye edici, kademe kademe, basamak basamak, tedricen ve usûlüne uygun olarak terbiye edici mânâlarını ihtivâ ettiği göz önüne alındığında, Hazret-i İbrahim, Allah’ı ararken, önce Rabbini bilmiştir.

Değerlendirmelerimizle paralel olarak, Satürn’ü Mars’ın üst oktavı olarak görebiliriz. Savaşlar, sıkıntılar, belâlar ve imtihanların bir nevi KABZ hâlini kula yaşatan mânâları barındırır her ikisi de. Satürn’ün mânâları içinde yer alan Rezzak ve Fettah ismine mukabil, Satürn’ün FATİHİ yâni FETHEDİCİ bir KAHRAMANI temsil etmesi de yok sayılamaz. BABA, DEDE, OTORİTE VE FATİH… Nahl Sûresi 120. Âyet’te mealen:

– “ŞÜBHESİZ Kİ İBRAHİM TEK BAŞINA ÜMMET İDİ.”

Tek başına Nemrud’un karşısında, tek başına ailesinin ve kavminin karşısında, tek başına KAHRAMAN! O gönülleri fetheden bir çığır açtı:

– “Ey ateş! Serinlik ve esenlik ol İbrahim’e, dedik.” (Enbiya, 69)

Bu da bize ister istemez Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin “Marifetname”sinde dile getirdiği şu sözleri hatırlatır:

– “Kaçan bir kimseye saadet ikbal edip, Hak Teâla ona hidayet etmek murad eylese, o kimseye iki kuvvetli nakim havale eder ki, Utarid’le (Merkür) Merih’dir (Mars). Onlar dahi unsurlarla yaya olan zabitlerle emrederler ki: Kuruluk kemendini o kimsenin boynuna takıp, kuruluğu başına ve dimağına havale ederler. Onu dünya lezzetinden yüz çevirtip, hüzün ve gam kamçısıyla sevk edib, irade yularıyla Hakk’ın huzuruna yedeler.

Astronominin hikmetlerinden bu miktarca açıklamayla irfana vesile olan fikretme ve düşünme, cihanın yaratıcısının sanatlarını öğrenme kolaylaşıp; yüce isteğimiz olan Mevla’yı tanıma (Rabbi bilme) hasıl olmuştur.” [7]

Madde âlemi “zaman” ile çevreleyen ve her insan için başka başka şekil ve biçimlerde forma sokan, aslî hüviyetinin açığa çıkacağı hâdiseleri işaret edici sıkıntıları, ferdin zamanı ile çakışan mânâları işaretleyen sembol… SATÜRN, nâm-ı diğer ZUHAL…

İbrahim Aleyhisselâm, Halil İbrahim, Rızk, Rezzak… “Esatir ve Mitoloji” eserinden takib edelim:

– “İbrahim Aleyhisselâmda tecelli eden

MEHİMÎ hikmet – İFRAT HÂLDE AŞK

Allah’ın DOSTU sıfatlı

ve dört büyük Peygamber’den

derecesi ikinci…

Meşhurdur – Nemrud’un O’nu ateşe atması

ve ateşin gül bahçesine dönmesi…” [8]

Şiddetli aşkın tüm hücrelerine sirayetiyle, bir rızk misâli, bedenindeki tüm hücreler aşk ile rızıklandı. Kanına, hücrelerine ve tüm bedenine bu renk boyandı, bu renk KALBDEN KALIBA yayılarak tüm hücrelerinde Hakkı solur oldu. Hem Rezzak hem de Fettah isimlerinin sırrı İbrahim Aleyhisselâm’da böyle açıldı. Yediğimiz besinler nasıl ki vücudumuzun tamamına yayılıp dağılarak beden ile bir bütün hâline geliyor ise, Hazret-i İbrahim’de de aşk sadece KALBİNDE değil KALIBIN yâni bedenin her bir hücresinde HAYAT bulmuştu. Böylece Hazret-i Âdem babamız ile başlayan ve Hazret-i İbrahim babamız ile devam eden ve üst noktaya sıçrayan KALIB ve KALB meselesi gereği gibi idrak edilebilir. Gerek vücudî gerekse ruhî bir mevzu olarak… “Hazret-i İBRAHİM ki tüm makamlarda gizlenen…”

“Esatir ve Mitoloji”den devam edelim:

– “Halîl – sadık dost

HALÎL-ÜR RAHMAN – İbrahim Peygamber’in lâkabı…

Buyuran Allah:

– “geçti gazabımı RAHMETİM!”

bütün isimleri için geçerli

RAHMAN ismi ile

bütün varlıklara şâmil UMUMÎ RAHMET

ZÂT ÂLEMİNDEN GELEN BİR İNÂYET

böyle olunca

İlahî isimlerle ilgili bütün makamlarda

İbrahim Aleyhisselâmın gizlenmesi

Allah’ın O’nda belirmesi

nasıl?” [9]

“İlahî isimlerle ilgili bütün makamlarda İbrahim Aleyhisselâmın gizlenmesi”…

Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın her makamda gizleniyor oluşu ve Hazret-i Âdem ile içiçe geçen mânâları, hem su elementi hem de toprak elementi bütünlüğünü de beraberinde taşıyarak; su altı derinlikleri ve hazineleri, toprak altı derinlikleri ve hazineleri, bilinenin ve görünenin ardındaki sırrı bulma ve bilme, idrak sınırlarının acziyeti içinde teslim olma gayreti, sınırların ötesindeki “gayb”e imân vurgusunu göstermesinin yanısıra, “şeytan” ile olan mücadelenin de bu seyir içindeki önemi… 

Babil mitolojisinde geçen ve Satürn ile eşleştirilen Enki’nin (Ea) sembolik anlatımının tam da bu anlatıma muvafık düşmesi ilginç. Anlatılanlara göre, Enki’nin bedeninin yarısı oğlak, kuyruğu ise balıktı. Enki, balık derisi giymiş bir insan ve “gizli okyanusun bir antilop türü” olarak adlandırılırdı. Enki’nin alanı, dünyanın altından yayılan hayat kaynağı su idi. Dicle ve Fırat nehrinin güç kaynağı idi. Enki, hem toprakta (gerçeklik ve maddî dünya), hem de suda (rüyâlar, duygular, ortak şuur)  yaşayabiliyordu. Bir bilge olarak geçen Enki, bize bu dünyanın sınırları, şekilleri ve biçimleri içinde sınırsızlığın mânâlarını keşfetmek için zorlanmamızın ve sıkıştırılmamızın temsili…

Jung da, maddenin müşahhas görüntüsü ardındaki gerçek mânâyı idrak etme kabiliyetinin sembollerin ardında yattığına işaret ederek, bizim deyimimizle “tefekkür”ü şöyle ifadelendirir:

– “Aslında her müşahhas nesne, maddenin gerçek tabiatını anlayamadığımız için, bize zaten daima tam bilinir olmaktan uzaktır. Ayrıca belirli olgular vardır ki şuurla hiç idrak edilemezler. Bunlar şuurluluk eşiğinin altında kalmışlardır. Bunları daha sonra ânlık bir sezgi ile veya yoğun düşünerek farkedebiliriz. Ama normal olarak, bizim için hayatî anlamı olan her oluş, rüyâlarımızda, rasyonel düşünceyle olmasa da sembolik bir resim olarak çözümlenir.” [10]

Doğru bir anlayış ile “tefekkür” edilerek ulaşabileceğimiz bu mânâlar zincirindeki sembollerin uyandırdığı mânâlar düşünülmez ve “yoğun düşünme” faaliyeti gerçekleşmez ise, “insanî hakikat” dediğimiz kendi özümüz ile ilgili bağımızı kurmuş olamayacağız. Bu bağı kurabilmeli; “insanın kendini bulma” serüveni için geldiği bu dünya “meydanı”nda  (10. Ev) bizi ezip geçecek “merdaneler” (Satürn) bizi helak etmeden bilmeli “kendi”mizi, Yunus Emre’nin ifade ettiği gibi:

– “Her kim merdâne 

Gelsin meydâne 

Kalmasın câne 

Kimde hüner var. 

 

Yunus sen bunda 

Meydan isteme 

Meydan içinde 

Merdâneler var.” 

Jung’un sembollere dair çalışmaları, onun Astroloji ilmi ile de yakından ilgilenmesine ve bu istikamette araştırmalar yapmasına neden olmuştur. Çünkü insan tabiatını anlayabilmek için yıldız haritasındaki sembollerin mânâlarını çözümlemek, insanı da çözümleme yolunda olmak demekti…

Her ferdin yıldız haritasındaki açılar ve evlerin konumları, tamamen o kişiye has ve özel. İkiz olarak doğan kardeşlerin dahi, aynı burç ve gezegen etkilerini yakın almalarına rağmen, hareket biçimleri ve hayatı algılamaları tamamen kendilerine has bir yaratılış içinde şekillenir. Bunun nedeni ise, aradaki beş on dakikalık fark ile doğmalarının dahi gezegenlerin derece ve açılarının matematik hesabını değiştirmesidir. Gezegenler, zamanın hesablanması, matematik, geometri, açılar ve sembollerin içiçe geçtiği hayatlarımızı resmeden İlahî Nizam…

Astrolojiyi “gastroloji” gibi mide hesabıyla düşünenlerin, yâni beyni midesinden ve bağırsaklarından öteye geçemeyenlerin düşündüğü gibi, dünyevî menfaatler ve nefsanî arzular için değil, ZAMANIN EFENDİSİ’ne erişmek için kurduk saatlerimizi.

Zamanın Efendisini işaretleyen AY ve SATÜRN sembollerinin üzerinde durduğumuzda ise, aradığımız mânâyı tam da sormamız gereken bir ifade ile nefislerimize muhasebe ettiren ve sorduran Üstad’ın meşhur mısraı gelir hatıra: “Zamanın raksı ne, bir yuvarlakta?”. Yine Üstad’ın, sorusunun cevabına dikkatlerimizi çektiği Hadis meâli: “Zaman devrini tamamlaya tamamlaya gaye noktasına erdi!”. Bütün zamanların beslendiği ve hakikatine ulaştığı tek zaman dilimi… Dünya zamanıyla son Peygamber ancak nuru ilk yaratılan ve tüm yaratılmışların nurunun hakikati, özü, mânâsı olan Allah Resûlü…

Her gezegen, kendi dairesinde kendi raksını yaparken, başka zaman dilimlerinden bize sürekli akan mesajlarla döner.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin ifadesiyle:

– “Yedi gezegen ortasında cihan sultanı ve öteki gezegenler ona asker ve yardımcı olmuştur. Ay vezir, Utarit (Merkür) kâtip, Zühre (Venüs) sazende, Merih (Mars) asker, Müşteri (Jüpiter) kadı, Zuhal (Satürn) hazinedar benzeridirler.

Burada bulunan Samanyoluna, Kâbe yolu derler. Arablar: Gökkandili, yıldızlar anası ve Acemler: Kehkeşan derler.” [11]

Satürn için biçilen rol olarak “hazinedar” teşbihi çok yerinde ve çok anlamlı. Zaman değeri bilinmeyen hazine… Zaman bizi çepeçevre saran, kısıtlayıcı bir ömür içinde mecbur bırakan… Zaman hızla vurup geçer, ömre acımaz… Zaman bıçak gibi keskin, her yöne akan… Zaman ve hazine… Zamanın temsilcisi, yaratılanları zamanın ağıyla kısıtlayan ve zamanı gelen derslerin ve imtihanların en vurucu gücü ile keskin bir kılıç gibi kesilmesi gerekenleri yok eden hayatımızda… Bu mânâ içinde: “Dehre sövmeyiniz” kudsî hadisi… İnsan nefsinde bu karamsarlığı, acı ve ızdırabı, yok edici darbelerin oluşturduğu acıyı en derin hislerle yaşayıp yansıtan bir şair olan Baudealire’in “Düşman” şiirinde duymamak elde değil:

– “Gençliğim bir karanlık fırtına oldu,

Parlak yerinde birkaç güneşler açan;

Öyle harap çıktım ki bu fırtınadan,

Bahçemde kızarmış tek tük meyve kaldı.

 

İşte fikirlerin güzüne ulaştım,

Suyun mezarlar gibi çukur açtığı

Sel basmış toprakları durmayıp gayrı

Kürekler, tırmıklarla onarman lazım.

 

Boy atacak mı sırri gıdayı bulup

Hayal ettiğim yeni çiçekler açıp

Bir kumsal gibi yıkanmış bu topraklardan

 

Ey acı! Ey acı! Zaman ömrü yiyor,

Ve kalbi kemiren sinsi düşman

Kaybettiğimiz kanla gelişip büyüyor!”

Ve şimdi Satürn, son iki senedir TERAZİ burcundaki seyrini tamamlayıp AKREB Burcunda devam edecek olan geçişine başlamış bulunuyor. Geçen iki sene zarfında hâdiselerin dünya çapında ne kadar şiddetlenerek devam ettiğini müşahede etmekteyiz… “YENİ DÜNYA DÜZENİ” DAYATMASI, Satürn ve Plüton’un birlikte yaptığı kare açı… Şu hâlde, var olan şiddetli durumun, AKREB teması ile daha da gasbedici, zorbaca, haince ve sinsice devam edeceğini; tüm dünya insanlarını esir etmeye yönelik yayılmacı anlayışın her yola başvuracağını ve bunun artarak devam edeceğini görüyoruz… Bu güçlerin, teknolojik bakımdan yeni geliştirilen silâhlarla manyetik alanlar oluşturarak insanların zihinlerini yönlendirmeye çalışmaları bir yana, zaten iyice kökleşmiş televizyon, müzik, bilgisayar, telefon gibi yollarla insanların düşünme faaliyetini engellemeye çalıştıkları düşünüldüğünde, “akreb” temasındaki şuuraltına yönelik saldırıların, Oğlak Burcu’ndaki Pluto ile kuvvetlendiğini görüyoruz.

Özellikle İBDA Mimarı Salih MİRZABEYOĞLU ile gündeme iyice oturan ve onun dünya literatüründe baş köşeye oturacak incelikte, genişlikte ve DERİNLİKTE ele aldığı TELEGRAM hâdisesi ortada. İnsanlığı her yönden kontrol etmek için yapılan şeytanî araştırmalar ve barbarca uygulamalar, sinsice ve şiddetlenerek devam ediyor. Diğer yandan, tüm bunlar zamanımızın kahramanını da doğurmuştur elbet: Her Nemrud’a bir İbrahim, her Firavun’a bir Musa!

Bizim için Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, Hazret-i İBRAHİM duruşu, metaneti, sabrı ve sarsılmaz yüce İMÂNI ile, ateşleri “gül bahçesine” çeviren “DÜNYA ÇAPINDA BİR HADİSE”dir bu savaş meydanında. TELEGRAMA rağmen “DÜNYA ÇAPINDA” eserlere imzasını atan KAHRAMAN! Bu DEV İNSAN, üzerimizde oluşturulan tüm baskıların ve sıkıntıların nasıl aşılabileceğini de gösteren canlı bir örnektir hepimiz için. Eserleriyle, “YENİ DÜNYA DÜZENİ BİZİZ” duruşunu isbat etmiştir… O sırrın içindeki sırrı bize sunan büyük Mütefekkir’e selâm olsun…

SIR

Sonsuz sonsuz içinde

Hepimizin içinde

Ayrı zaman mesafe

Birbirinin içinde!

 

Buldum buldum sırrını

Ruhumda söz sırrını

Sırrı düşer içinden

Kime desem sırrımı!

 

Beni ararken seni

Sende bulduran beni

Sen deyiver ne olur

Bir menzile çekeni!

 

Salih Mirzabeyoğlu [12]

 


1  Barış İlhan, www.astrolojidergisi.com (6 Ocak 2013)

2  Barış İlhan, www.astrolojidergisi.com (6 Ocak 2013)

3  Salih Mirzabeyoğlu, ESATİR VE MİTOLOJİ –Güneş ve Ay-, İBDA Yay., İstanbul 2010, s. 213.

4  Salih Mirzabeyoğlu, KAYAN YILDIZ SIRRI –Şah Eser, Şaheser- İBDA Yayınları, 4. Basım, İstanbul 1996, s. 81.

5  Yaşar Çoruhlu, TÜRK MİTOLOJİSİNİN ANAHATLARI, Kabalcı Yay., İstanbul 2010, s. 48.

6  Stephen Arroyo, ASTROLOJİ, KARMA VE DÖNÜŞÜM, Barış İlhan Yay., İstanbul 2003, s. 58.

7  Erzurumlu İbrahim Hakkı, MARİFETNAME, Bedir Yay., İstanbul 1999, s. 132.

8  Salih Mirzabeyoğlu, ESATİR VE MİTOLOJİ, s. 214.

9  Salih Mirzabeyoğlu, ESATİR VE MİTOLOJİ, s. 214.

10  Carl G. Jung, BİLİNÇDIŞINA GİRİŞ –İnsan ve Sembolleri-, Okuyan Us Yay., İstanbul 2009, s. 23.

11  Erzurumlu İbrahim Hakkı, MARİFETNAME, s. 134.

12  Salih Mirzabeyoğlu, KAYAN YILDIZ SIRRI, s. 103.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR