İBDA Fikriyatında Madde Üzerine Kısa Bir Tetkik

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Madde Nedir?- Maddenin Kritiği” adlı eserinde esas mesele olarak değindiği “madde nedir?” sorusu,  “hayat nedir? Ruh nedir?” sorularıyla irtibatlı olup, son tecritte bilinmez olan yahut bilinemeyen ile karşılaşmaktır.[1] Madde araştırmasında son tecritte bilinmez olan ile karşılaşılmasının yegâne sebebi, Mütefekkirin en temelde “hiçbir şeyin mücerredinin sonuna kadar halledilemeyeceği” görüşüne dayanmasıdır. Bu görüşün temeli, materyalist düşüncenin aksine maddenin katı, bölünmez atomlara yahut parçacıklara indirgenemeyeceği mülahazasına dayanır. Her ne kadar madde, göründüğü ve görünen hâliyle sert bir cisimcik olarak tebarüz etse de gerçekte öyle olup olmadığı hem filozofların hem de bilim adamlarının ele aldığı bir mesele olarak karşımıza çıktığı görülür. “Maddenin mahiyetinin ne olduğu” sorusu bu noktada birçok filozof tarafından ele alınmış olmasına rağmen, cevapsız kalan ve bir o kadar da ehemmiyetli bir soru olarak varlığını devam ettirdiği görülür. Nitekim felsefe tarihinde gerek rasyonalistlerin gerekse ampiristlerin üzerinde durdukları ve tartışa geldikleri ehemmiyetli bir meseledir. Hattâ sadece rasyonalistlerin ve ampiristlerin değil, Immanuel Kant’ın da madde yahut eşyanın ne’liği üzerinde durduğu bir gerçektir. Madde üzerine getirilmiş olan bu söylemler, maddenin farklı veçhelerinin de ortaya çıkmasına sebeb olur.

Nitekim bu noktada Kant’ın felsefesindeki “numen alanın” yahut “kendinde şeyin” bilgisinin ve bilinebilmesinin mümkün olmadığı görülür. Zira “numen alanın” bilinmesi Kant’a göre, ahlâkın iptaline neden olmaktadır. Kant’ın, ahlâka dayalı felsefesi, esasen bütün alanlara yönelik bakışın değişmesine de sebep olur. Evvela maddeye ilişkin. Daha açık bir ifadeyle, Kant tarafından ortaya konulan numen ve fenomen arasındaki derin farklılık, bu kısa çalışmada ele alacağımız, madde anlayışını derinden etkilemektedir. Zira maddeye ilişkin sorumuz artık ikili bir mahiyet taşıyacaktır: Fenomen alandaki madde ve numen anlamdaki madde. Numen anlamdaki maddenin ne olduğunun bilinmemesi esasen maddenin özüne, mahiyetine ve hakikatine ilişkin soruların da bir yönüyle cevapsız kalmasına ve bir yönüyle de fenomen düzeyde cevaplanmasına neden olmaktadır. Çünkü numen ve fenomen arasındaki farklılığa derin bir dikkat çekerek bu iki alanı birbirinden ayıran Kant’a göre, hiçbir şey hem olduğu hâliyle değildir hem de nasıl olduğu bilinmemektedir. Biz sadece gördüğümüz hâliyle bilebilmekteyiz. Hattâ kendimizin asıl kendindeliğini dahi asla bilememekteyiz. Bütün bunlar Kant’ın felsefesi nihayetinde görünen eşyanın, kendinde şeyini bilemeyeceğimiz sonucuna bizi vardırmasına rağmen, tam bu nokta bizi fenomenal alana yönelik yapılacak her bir araştırmanın ucunun numen alana değineceği gerçeğiyle karşılaştırır. Bir diğer deyişle, bu durum maddeye yönelik araştırmanın sadece fenomen düzeyde bir araştırma olmadığını, bilakis numen alana yahut mücerret bir araştırmaya tekabül eden bir yönünün olduğunu gösterir. Bu anlamda ve en temelde madde araştırması bir nevi mücerret olanın araştırılması mânâsına gelir. Nitekim buradaki mesele sözkonusu mücerret alanın ontolojik anlamdaki varlığı değil, epistemolojik anlamdaki bilinebilirliğidir. Bu noktada gerek Kant’ın numen alanın bilinemeyeceğine ilişkin ifadeleri, gerekse de Üstad Necip Fazıl’ın, “neyin mücerredinin halledildiği” [2] meselesine ilişkin vecizeleri maddenin ne olduğuna ilişkin araştırmayı maddenin mücerret ile olan ilişkisinin ontolojik bir boyutundan ziyade epistemolojik boyutundaki zorluğu gösterir mahiyettedir.

Fakat burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki, Kant numen alanın bilinemeyeceğinden yola çıkarak bir ahlâk felsefesi inşa ederek, yönümüzü sadece fenomenal alana hasrederken, Üstad Necib Fazıl ve Mütefekkir Mirzabeyoğlu bu konunun zorluğuna işaret etse de, bu alanın tam bir bilinmezler içinde kalmadığı görülür. Zira mevzubahis bilinmeyen, numen yahut mücerret ancak Allah ve Resulü’nü bilmek ile mümkün olabilmektedir. Bu durum ise mücerret olanın bilgisinin ancak Allah ve Resulü’nü bilmekten geçtiğini izhar etmektedir.

Böylelikle maddeye geri döndüğümüzde, gerek maddenin ne olduğu (onun ne’liğine ilişkin bilgi) ve gerek bilginin kendisinin ne olduğu, bizi mütemadiyen bilinmez olan ile karşı karşıya bırakacaktır. Çünkü her şey özü ve mahiyeti gereği bilinmez olan ile kuşatılmaktadır. Bu anlamda bilgi denilen hadise de bilinmez olandan devşirilen olarak karşımıza çıkacaktır. [3] Nitekim bu durum fenomen ile numen alanın mütemadiyen birbirini kuşattığı anlamına gelir ki, bu hâl Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun “her şeyin zıddıyla kaim olduğu” düsturuna dayandırılabilir. [4]

Bütün bunlar eşliğinde söylenebilir ki, madde ile bilgi arasında sıkı bir ilişki sözkonusudur. Maddenin ne’liğine ilişkin sorular bilginin ne’liğine ilişkin sorulara bir cevap mahiyetinde olmaktadır. Zira bilginin nasıl meydana geldiği, “bilen, bilinen ve ışık unsuru” arasındaki ilişki mevzubahis olduğunda, maddenin de ne’liğine ilişkin soruları cevaplar mahiyette olacaktır.

Bu minvalde, İBDA düşüncesinde madde bir misaldir ve bir gölgeden ibarettir. Madde dâhil insan nevi ve her şey ancak Mutlak kudret sahibinin, kudretinin kemaliyle [5] var olabilmiştir. Bu anlamda madde asıl değildir ve asıl olmaması münasebetiyle onda vücut ebedî bir şekilde kalıcı olamamaktadır. [6] Maddede bulunan vücud ve varlık “Hayy” esmasının bir tecellisi ve bu anlamda madde, hakiki vücudun bir gölgesi olmaktadır. [7] Bu durumu daha anlaşılır kılmak adına Mütefekkirin sözlerine yer verelim:

– “Varlıkla yokluk arasında öyle müthiş bir hız vardır ki, bu hızın sürekli inkılâpları bize her şeyi var gösterir. Aradaki yokluk hissedilmez. Zira her ân yokluğun peşini varlık, varlığın peşini yokluk takib edince, uzun bir müddet içinde her şeyde varlık devamlı sanılır.” [8]

İşte bu durum aslı yokluk olan maddenin dahi bir varlık olduğunu iddia etmemize sebeb olur. Oysaki Mütefekkirin de belirttiği üzere madde esasen yokluktur. Peki, bilgi, özü yokluk olan bir şeyden mi hâsıl olmaktadır? Bilgi nasıl meydana gelmektedir?

Bilginin inkişafının nasıl olduğu mevzuunun, maddenin ne olduğu meselesi kadar mühim ve onunla irtibatlı bir mesele olduğunu naçizane ifade etmeye çalıştık. Zira bilginin zuhurunun maddeden, eşyadan yahut duyu verilerinden kaynaklanıp kaynaklanmadığı meselesi İBDA düşüncesinde keşif ve icad mevzuları olarak karşımıza çıkar. Nitekim “keşif ve icâd keyfiyetini yerli yerine oturtma projesi” [9] içerisinde bulunan Mütefekkir Mirzabeyoğlu’na göre, bilginin duyulardan yahut duyu verilerinden kaynaklandığını iddia etmek, bilginin icâd edildiğini söylemek demektir. Hâlbuki İBDA fikriyatındaki en önemli meselelerden biri olan mealen “Âlemi insan, insanı da kendi marifetime ulaşması için yarattım” hadis-i kutsi gereğince bilginin, keşif meselesi olmasıdır. Bu anlamda Mütefekkir Mirzabeyoğlu’na göre, bir bilginin tecelli etmesi, şu üç şeyin olması anlamındadır: “bilen, bilinen ve IŞIK unsuru.” [10] Burada nasıl ki, IŞIKtan kasıt nur ise, hakeza bilen ve bilinenden kasıt da mahiyeti gereği nurdur. Bunun sebebi, bilme denilen hâdisedeki üç özelliğin O olmasıdır. Bir diğer deyişle,  “Bilen O, bilinen O, bilineni bildiren O!” [11] sırrına dayanmasıdır. Nitekim “Allah her şeyden önce kendi nurundan Muhammedî nuru yarattı!” hadis-i kutsi gereğince her şeyin menşeinin NUR yahut IŞIK olduğu tecelli etmektedir. Bu anlamda İBDA fikrinde ilk olarak, iki türlü bilgi karşımıza çıkar ki, bunlar “kendinde bilgi” ve “keşfedilmiş bilgidir”. Eğer bilgi, bilinen ile bilgi arasındaki ilişkiden önce biliniyorsa, burada kendinde bilginin; bilinen ile bilgi arasındaki ilişkiden sonra biliniyorsa da keşfedilmiş bilginin olduğu kabul edilir. [12] Keşfedilmiş bilginin tecelli edebilmesi için duygu, düşünce ve iradî faaliyetlerin olması gerekir [13] ki, bunlar ruhun bilgisidir… [14] Böylece tekrardan bilginin ortaya çıkabilmesi için bilinmez olan (ruh) ile doğrudan bir irtibatın olması gerektiği ortaya çıkar. Ancak bu şekilde aktif bir bilgi tecelli eder. [15] Aksi hâlde bilenin, ruhun seziş hâllerini terk etmesi aktif bir bilgiye sahip olamayacağını ortaya koyar.

Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun sözkonusu bilgiye ve maddeye ilişkin düşüncesini, Batı tefekkürü ile karşılaştırdığımız takdirde, felsefe tarihinde şüphe etme yöntemini kullanan René Descartes’in karşımıza çıktığı görülür. Nitekim Descartes için bilgi denilen hadise duyu verilerinden kaynaklanmamaktadır. Bunun nedeni Descartes’in, hakikatin kendisini, eşyadan yahut duyu verilerinden beklememesidir. Daha açık bir ifadeyle, Descartes’e göre, duyu verileri bizi mütemadiyen şüphe etme edimiyle baş başa bırakmaktadır. Bu durum ise duyu verilerinden gelen bilginin doğuşunu imkânsız bir hâle getirmesidir. Zira gerek duyu verileri gerekse de duyu bilgisi bizi sürekli olarak şüpheye yöneltmekte ve bu şüphe fiilinin duyu verileri içerisinde sonu gelmemesidir. Bu mevzuu İBDA düşüncesiyle ifade ettiğimizde, Descartes için de bilginin icâd olmadığı tecelli eder. Nitekim Descartes’e göre, açık ve seçik bilgiye yahut belli bir kesinliğe ulaşmak DUYU VERİLERİNDEN yahut DUYU VERİLERİ BİLGİSİNDEN kaynaklanmamakta, bilakis BEN bilgisinden kaynaklanmaktadır. Bunun sebebi Descartes’e göre, BEN bilgisinin şüphe duyulmayacak bir kesinliği ihtiva etmesi olup, her şeyden şüphe edilse dahi, şüphe etme fiilinin asla şüphe edilemeyecek bir özelliği haiz olmasıdır. Böylelikle ‘ben bilgisinin kesinliği’ en mutlak bir kesinlik olarak tecelli etmektedir. Descartes’in bilginin icad olmadığı ve bilginin duyu verilerinden neşet etmediği düşüncesinin İBDA ile bir paralellik gösterdiği izhar etse de, Descartes’in BEN bilgisine verdiği mutlaklık derecesiyle kurulan bu paralellik sona erer. Zira Descartes’in BEN bilgisi her şeyin kuruluş ve varoluş sebebi olarak karşımıza çıkmakta ve hattâ Tanrı bilgisi dahi BEN bilgisine ve BEN bilgisinin kesinliğine ihtiyaç duymaktadır. Hâlbuki İBDA fikriyatında, bilgi -yukarıda da zikredildiği üzere- BEN’den ziyade, IŞIK unsuruyla gerçekleşmektedir. Böylelikle Descartes’te BEN’lerden tecelli eden bilgi has bir kaynak olarak ortaya konulmasıyla, BEN’lerin çokluğu nedeniyle bilginin istinat ettiği nokta yine BEN olacaktır. Bu ise herkesin bilgisinin kendisine göre kesinliğini ortaya koymaktadır ki, bu durum sadece sübjektif bir gerçekliği tebarüz ettirmektedir. Oysaki İBDA fikriyatında bilginin IŞIK unsuru ile gerçekleşmesi herkes için ortak bir dayanak olması bilginin bütünlüğünü diğer bir deyişle, BÜTÜN FİKRİ ortaya koymaktadır ki, bu durum BÜTÜN FİKRİN GEREKLİLİĞİ’ni izhar etmektedir.

Görüldüğü üzere, Descartes tarafından başlangıç itibariyle bilginin ve kesinliğin nesnede görülmemesiyle İBDA düşüncesiyle paralel olduğu tebarüz etse de, sonuç itibariyle, İBDA düşüncesinden farklı bir yöne kaydığı tecelli eder. Bir başka ifadeyle, İBDA fikriyatında her şeyin başında-ortasında –sonunda bulunan NUR; Descartes’in düşüncesinde her şeyin başlangıç ve bitiş noktası ve nitekim bilginin doğuşu BEN ile ortaya konulmaya çalışılmıştır. Fakat bilen ile bilinen arasındaki IŞIK unsurunun ortadan kaldırılması ve bu görevin BEN bilgisine teslim edilmesi, bilginin meydana gelme hadisesini açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Bunun sebebi ruh ile bedenin arasındaki ilişkinin açıklanmakta yetersiz kalması, bilgide de bilenin bildiği şeyi nasıl bildiğinin açıklanamamasına dayanmaktadır. Böylece İBDA düşüncesinde NUR üzerine kurulan bir sistemde varılan yer O’dur ve bu süreçte insanın kendisi keşif hâlinde O’nu aramakta olup bilginin kendisi keşif olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hâsılı, İBDA fikriyatında madde ve bilgi, bu kısa çalışmada ele almaya çalıştığımız bir mesele idi ve olabildiğince Mütefekkir Mirzabeyoğlu ile Batı düşünürleri arasında bir karşılaştırma yaparak maddenin mücerret ile ve bilgi ile olan bağını yakalamaya gayret ettik. Lakin üzerinde çok daha fazla düşünülmesi, konuşulması, çalışılması ve yazılması elzem bir mevzu olarak görülmesine rağmen, burada ancak naçizane hissettirildiği ve düşünüldüğü kadarıyla yazabildik.


1- Salih Mirzabeyoğlu, Madde Nedir? –“Maddenin Kritiği”-, İBDA Yayınları, İstanbul 2007, s. 18.

2- Salih Mirzabeyoğlu, Madde Nedir? –“Maddenin Kritiği”-, s. 38.

3- Salih Mirzabeyoğlu, Madde Nedir? –“Maddenin Kritiği”-, s. 7.

4- Salih Mirzabeyoğlu, Madde Nedir? –“Maddenin Kritiği”-, s. 19.

5- Salih Mirzabeyoğlu, Madde Nedir? –“Maddenin Kritiği”-, s. 42.

6 Said Nursi, Risale-i Nur 29. Söz, http://www.erisale.com/#content.tr.1.685, 24.08.18.

7- Salih Mirzabeyoğlu, Madde Nedir? –“Maddenin Kritiği”-, s. 42.

8- Salih Mirzabeyoğlu, Madde Nedir? –“Maddenin Kritiği”-, s. 43.

9- Salih Mirzabeyoğlu, Madde Nedir? –“Maddenin Kritiği”-, s. 21.

10- Salih Mirzabeyoğlu, Madde Nedir? –“Maddenin Kritiği”-, s. 22.

11- Salih Mirzabeyoğlu, Madde Nedir? –“Maddenin Kritiği”-, s. 23.

12- Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1985, s. 88.

13- Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, s. 88-89.

14- Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, s. 91.

15- Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, s. 90.

III. DÖNEM 5. SAYI (SALİH MİRZABEYOĞLU ÖZEL SAYISI) EKİM 2018

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!