İBDA KÜLLİYATI ÜZERİNE DENEMELER – 17 (İbda Diyalektiği)

İBDA DİYALEKTİĞİ 

“Kurtuluş Yolu”  
 

– I –

Kendinden Zuhur… Bildiğiniz gibi değildir. Genellikle kamuoyu bunu “bireysel terör” ilkesi saymıştır; hâlbuki çok daha derin ve mânâlı bir kavramdır. Her şeyden önce, kendinden zuhur bir diyalektiktir. Tıpkı materyalist diyalektik, tıpkı Hegel diyalektiği gibi, “kendinden zuhur diyalektiği” diye bir kavram vardır ve bu, İbda Diyalektiği’nin bir başka yönden tavsifi, vasıflanışı, nitelenişidir.  

Bütün bir insanlığın, her türden çıkışlarını, oluşlarını, görünüşlerini ihtiva eden üniversel bir anlam taşır. Temelinde, insanın yaratılışıyla ilgili, Muhiddin-i Arabî‘nin dile getirdiği şu hikmet yer alır:  

– “Allah ol der ve insan olur. Emir Allah’tan, oluş fiiliyse insandandır!”  

Buradan, “insan kendi kendini yaratmıştır” gibi kaba bir anlam çıkmasın; buna “yaratılışın üçlü birliği” demek daha uygundur: 1) Allah, 2) O’nun emri 3) Bu emri duyup itaat eden insan… 

Kendinden zuhur, işte bunu çağımıza uygulayan bir diyalektiktir. Her türlü kontrolsüz, beklenmedik, fikrî ve fiilî çıkışları ele alır. “Ferd”in diyalektiğidir, “beklenmedik”in diyalektiğidir kendinden zuhur. İnsanın, mekanikleşmeye, teknolojinin hükümranlığına bir tür başkaldırışıdır. İnsanî olan her dile geliş, ferde ait olan her içe doğuş ve kalkınış, bir kendinden zuhur’dur. Meselâ Roger Garaudy‘nin Fransız Komünist Partisi kongresinde yaptığı ünlü konuşma, Müslüman olduğunu açıklaması bir kendinden zuhur‘dur. 

Kendinden Zuhur, Camus‘nün tepetaklak duran teorisi “başkaldıran insan”ın ayakları üstüne oturtulmasıdır. “Olumsuzluğun olumsuzlanması”dır kendinden zuhur. Kurulu düzenin, alışılmış hayat tarzının, otoritenin her dışına çıkış, bir kendinden zuhur‘dur. İnsanın, tıpkı tasavvufî örnekte olduğu gibi, iç sesinin emrini duyması, hiçbir şeye değil sadece ona itaat etmesi ve kendi eylemiyle kendini var etmesidir. 

Felsefeler, insanı zamanın karşısında niteleyişi bakımından ikiye ayrılır: a) İnsan kuldur, b) İnsan hürdür… İşte bu ikisi arasında, insanın kulluğunun ve hürriyetinin aynı zamanda şuuruna varışı, kendinden zuhur’dur.  

Kendinden zuhur, insanın kendi özünü dileyişi, kendi hürriyetiyle yakınlık kuruşudur. Kısaca kendinden zuhur, yokluktan varlığa çıkışın, zamanın baskısını üstünden atışın, kalabalıkların çamuru içinden ferd olarak doğuşun diyalektiğidir. Zamanın kargaşası içinde ruhun dile gelişi, ruhun dili ve diyalektiğidir.   

 13 Mayıs 2011 

– II –

Büyük Doğu dünya görüşünün düşünce ve varlık alanına uygulanış biçimi… Salih Mirzabeyoğlu‘nun, diyalektik kavramını idealist aslına iade şekli; ve bunu anlatan en önemli eserlerinden birinin adı…  

İbda: Benzeri olmayan bir şey meydana getirmek, örneksiz ve numunesiz bir eser vücuda getirmek, yaratma, creation… “İbda Diyalektiği“, hem bir anlayış ve düşünüş, hem de bir oluş metodudur. Bütün tezlerini İslâm’dan alır ve antitezinin içinden geçerek olgunlaştırır. O bir din veya din içinde bir mezheb değil, sadece bir “dine dayalı düşünce”dir; dinî bir ideoloji… Mutlak Fikir (absoluter geist) olan İslâm’a nazaran bir tümdengelim ve beşer zekâsı ile İslâmiyet arasında bir tümevarım metodu, tek kelimeyle İslâma Muhatab Anlayış‘ın dünya görüşü ölçülendirmeleridir. 

İbda Diyalektiği, Büyük Doğu’nun ortaya koyduğu gibi, İslâm’ın mutlak tatbikinin sadece Asr-ı Saadet’te olduğu fikrinden doğmuştur. Sonraki çağlar, İslâm’ın kendisine değil, ancak “İslâma Muhatab Anlayış“a sahib olabilir.  “İslâma Muhatab Anlayış” ise, tarih içinde 500 yıldır kaybedilmiş bir hassadır. Kanunî devrinden başlayarak, onun yerinde yeller esmektedir. Tek tek Müslümanlar gelir geçerse de, bir bütün olarak “İslâma Muhatab Anlayış” ve onun dünya görüşü ortada yoktur. Kur’ân ortada durursa da, Kur’ân idrakı ve onunla dünyaya hâkimiyet tavrı kaybolmuştur.   

İslâm’ın estetik ölçüleri, sanat ölçüleri, hukuk ölçüleri, toplum ve düzene dair ölçüleri, çeşitli ilimlere ve modern gelişmelere dair ölçüleri, hepsi, 500 yıldan beri uçmuştur. Bu ölçüler, İslâm aslına uygun olmak zorundadır. İslâm’ı değiştirmeye, bozmaya, olduğundan başka kılıklara sokmaya çalışmamak zorundadır. Ancak, problem, namazın kaç rekât ve orucun kaç gün olduğunda değildir. Bunlar tek tek bellidir. Problem; İslâm’ın sosyoloji alanında hükmünün ne olduğunda, psikoloji alanında hükmünün ne olduğunda, ilimler ve sanatlar alanında hükmünün ne olduğunda, kuantum mekaniğinin ve evrim teorisinin İslâm’a göre yerinin ne olduğunda; kapitalizme, sosyalizme, faşizme ve bütün çağdaş doktrinlere İslâmî bakışının ne olması gerektiğindedir.  

Problem; 500 yıldır  “İslâma Muhatab Anlayış“ın nerede olduğundadır. Bu kadar zamandır, Müslüman mütefekkirin (düşünür), Müslüman münevverin (aydın) neden yetişmediğindedir. Problem, Batı’nın neden üstün olduğundadır. Problem, insanımızın nasıl cahil ve geri bırakıldığındadır. Bütün bunlar birer “kendinden zuhur alanı”dır. Ledünnî, yâni dindışı, yâni dinin kendisiyle doğrudan doğruya ilişkili olmayan, ama temel ölçüleri ve ana yerleri dinde gösterilmiş olan konulardır.  

Mirzabeyoğlu mealen şöyle der: “Eski usûllerle İslâmın öğretilmesi devri artık bitti. Ümmî [okuması yazması olmayan, saf] imânı kalmadı. Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım… Allah’a giden yol, sonsuz sayıdadır. Resim, müzik, şiir, roman, mimarî, tiyatro, sonsuz… Bunlar arasından bir yol bulup, o yolun dervişi [Hakk’a ermişi] olmaya bakın!”  

İbda Diyalektiği işte bu gibi hususlarla ilgilidir. O yüzden, bir çırpıda anlaşılması ve anlatılması zordur. Sözlük anlamında olduğu gibi, örneksiz ve benzersizdir. Müslümanlar, alıştıkları tarzda şeyleri onda göremezler. İslâm’a göre evlenme, boşanma, miras meselelerini bulamazlar. Bunların dışına çıktıkları zaman da, felsefenin sonsuz keşmekeşi içinde kaybolurlar; bir daha İslâm’ı hatırlamazlar. 

İbda Diyalektiği‘nin başlıca üç fonksiyonu vardır: 

  1. İslâm’ı, olduğu gibi, nasılsa öyle, tek zerresini fedâ etmeden yeniden keşfetmek, 
  2. Batı tefekkürünü İslâm tasavvufu önünde muhasebe etmek, 
  3. Büyük Doğu tarih muhasebesi“nin şuurunu kuşanmak ve aksiyonuna ermek…

Aslında ben basitleştirmeye çalıştım. Çok daha derin bir konudur İbda Diyalektiği. İslâm’ı elde etmenin üç yolu olduğunu belirtir:  

  1. Bedahet – apaçıklık davası: İnsan ruhunda ezelî olarak bulunan bir hassadır. Öyle ki, insanda bedahet olmasaydı, gördüğü çizginin eğri mi, doğru mu olduğunu bile ayırdedemezdi; aynada gördüğü şeklin kendi yüzü olduğunu bilemezdi. (Mitolojideki köpeğin masalını hatırlayın!) Kafasında mânâlar bir araya gelmez, bir kavram bütünlüğü oluşmaz, fikirler zihninde yer etmezdi. 
  2. İslâm’ın kalbin yolu oluşu: İslâm’ın imânla bulunuşu… Ve tasavvufî oluş’la doğrulanışı… 
  3. Tecrid (soyutlama, düşünüş) ölçüleri: “Beşer zekâsının sekreteri” olarak İbda… Olanca Batı felsefesinin ve medeniyetinin içinden geçerek doğan İslâm tefekkürü ve yeni İslâm medeniyeti… Yeni mütefekkir, dehâ tipinin bundan böyle “İbdacı” olarak doğuşunun zemini… Hikemiyat!..

İbda Diyalektiği bu üç yolda da görünür. Bu üç yolda da görünen insanlara hitab eder, onları hasrı içine alır.   

20 Mayıs 2011   

– III –

İnsanlığa “fikir çağı”nı müjdeleyen diyalektik… Bir tür manifesto:

– «Motor gürültüleri, savaşlar, esrar ve eroin dalgaları, sapıklık ve fuhuş, iyi ve kötü değer yargılarının ismiyle bile unutulmaya başlandığı bir zamanda, fikrin “beş para etmez” bir değer hükmüne indirildiği dünya çapı mekânda, yeni bir FİKİR ÇAĞI doğuyor!..» [*] 

İmkânlar âleminde, bütün deliller, böyle bir çağın doğuşunu değil, asla doğmamaya doğru evrildiğini gösteriyor. Nietzsche “Tanrı’nın ölümü”nü, Sartre “ruhun ölümü”nü ilân etmişti. İnsan hasta. İnsan ölüm döşeğinde. Çünkü fikir ölüm döşeğinde; düşünebilme melekesi ölüm döşeğinde… Her şey, hayvanî reflekslere, kaba uyarımlara, otomatik davranışlara dönüşüyor. Alkolizmin, pornografinin, uyuşturucunun ve her türden mânâ yoksunluğunun alıp yürüdüğü bir çağda fikir, bir lüks, hattâ bir mucize; doğması en son beklenecek şey… 

Eskiden felsefe dinin en büyük rakibi sayılırdı. Şimdi felsefe diye bir şey yok artık. Sanat, mekanik başarılara indirgenmiş durumda. İnsanî şeyler yok artık. Dinin antitezi de, işte bu yokluk ve fikirsizlik. Fikir, kendi antitezini üretip onunla savaşmıyor artık. Fikir, Don Kişot gibi yeldeğirmenleriyle, karanlıklarla, güruhun yuhalarıyla, kahkahalarıyla savaşmak zorunda olan bir yokluk içinde; bir yokluğun zindanında, kör kuyusunda… Oradan çıkıp tekrar varlık savaşı verebilir mi? 

Vermeli. Fikir çağı doğmalı. Düşünce, insanlar arasında yeniden şah rütbesini almalı. “Karanlığın en koyu demi, güneşin doğmasına en yakın vaktidir.” Karanlık, en koyu demine vardığına göre, güneş doğacak. 21’inci yüzyıl, güneşin yüzyılı olacak. Fikir çağı gelecek! 

Bundan dolayı o, “yüzyıl diyalektiği” veya “kendinden zuhur” diyalektiği adını da alıyor. Tanıtıcı vasıfları ise şunlar: 

– “Tarihi lif lif ayıklamış ve sahte kahramanları gerçeklerinden ayırmış” olmak, 

– “Allah için buğz ve Allah için aşk ölçüsüne uygun şekilde, baş nefret kutbu ile baş muhabbet kutbunu tayin etmiş” olmak, 

– “Batı dünyasını bütün oluş sırları ve olamayış hikmetleriyle süzgeçten geçirmiş” olmak, 

– “Bâtıl olanı güzelleştirmeyi bilen Batı’ya karşılık, Hakkı çirkinleştirmeyi beceren kaba softa ve ham yobaz tipini, kökünden kazıyıcı idrake ulaşmış” olmak, 

– “En çarpıcı ve cezbedici estetik ölçüleriyle pırıldamak zevk ve gayesine ermiş” olmak, 

– “”İslâm’da merhamet eksiktir!” diye düşünüp en kalpazan ve sun’i merhamet numaraları karşısında övünen Batı’ya mukabil, som altun merhametin nidüğünü anlamış ve İslâm’da kılıcın bile usta cerrah elinde bir rahmet neşteri olduğunu kavramış” olmak, 

– “Batı’nın baş çilesi, insanoğlunu Homongolos’a çevirici makine bilmecesini en derinden çözmüş” olmak… [**]

* Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Diyalektiği – Kurtuluş Yolu, 4. Basım, İbda Yayınları, İstanbul 2004, s. 225.

** A.g.e., s. 226-227.  

24 Mayıs 2011 

 
– IV –

İbda… Osmanlı döneminde kullanılan üç ayrı kelimedir. Bunlardan birincisi ve ikincisindeki d sesi “dal” harfi ile, üçüncüsündeki ise “dad” harfi iledir. Birincisi “hemze” ile, ikincisi ve üçüncüsü ise “ayn” harfi ile biter. Yâni bunlar, ilk ikisi birbirine çok yakın üç ayrı kelimedir ve üçünün de birden fazla anlamı vardır. 

  1. İzhar etmek, meydana çıkarmak, görünüşe çıkarmak. Bir yerden bir yere çıkmak. Yaratmak, yokluktan varlığa çıkarmak. Numûnesiz, örneksiz bir şey yapmak…
  2. Cenab-ı Hakk’ın vasıtasız, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratması ve icadı. Eşi ve benzeri olmayan bir eser ortaya koymak. (İbda, icad, ihdas, ihtira, sun’, halk, tekvin kelimeleri sinonim, yâni tenasüblü kelimelerdir.) Edebiyatta; geçmişte benzeri olmayan bir şiir söylemek… Sanatta; benzeri olmayan mükemmellikte sanat eseri. (İbda yapabilene “mübdi”, eserlerine “bedia” adı verilir.)
  3. Bir şeyi parça parça etmek. Sorulan soruya güzel cevab vermek. Kandırmak. İktisatta; birisine, kâr tamamen kendisine ait olmak üzere sermaye vermek. (Fıkıhta bu son anlamı kullanılmıştır; eskiden birisine faizsiz kredi sağlanır, bununla yapacağı işte kâr tamamen onun olur, krediyi sağlayan veya borç veren ise belli bir dönem sonunda verdiğini alırdı; buna ‘ibda’ denilirdi.)

Kelimeler ve anlamlarıyla ilgili kaynak: Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Büyük Lûgat, Türdav Yayınları. 

Birinci kelimenin ebced değeri 8’dir. Bu anlamıyla; şaheser, fikir, başlangıç, ilk, insan-ı kâmil, kahraman, kardeşlik gibi kavramlarla tabiri vardır. 

İkinci kelimenin ebced değeri, 78’dir. Bu anlamıyla; hakîm (hikmet sahibi), hekim (doktor), fikir topluluğu, galib, muztarib, hapis, aslan yatağı, eş, rüya gibi kavramlarla tabiri vardır. 

Üçüncü kelimenin ebced değeri, 808’dir. Bu anlamıyla; öncü kuvvetlerin eğitimi, yüksek şeref, ayaklanma, iki âlemin arası, taç giyme gibi kavramlarla tabiri vardır. 

Bunlar ayrıca, Allah’ın güzel isimlerinden “el-Mübdi” ve “el-Bedi'” ile ilişkilidir. Bu iki anlamıyla birlikte, Batı dillerindeki hem “kreasyon”, hem de “estetik” kelimelerini kuşatır. Süryanice’de “Celcelûtiye” mânâsıyla müntesibtir.  

Bütün bunların toplamı olarak kelime, gelecek çağa işaret eder ve ona “Fikir Çağı – İbda Çağı” adını verir.   

14 Mayıs 2011 

 V

Şu ölçülendirmelerin yer aldığı diyalektik: 

– «İslâm, topyekûn kâinat ve insan meselelerinin mutlak olarak hâllini kapsayan bir sistemdir… Ve, daha insan ve toplum meselelerinin ne olduğunu başlık olarak bile bilmeden, onun kemmiyet ve keyfiyet mânâsıyla “topluluk hakikati” sağlanamaz. Bu mânânın olmadığı yerde de, insanların bir araya gelip “İslâm toplumu” yaftası takınmaları, İslâm’ı temsil etmez… Bütün bir kâinat ve tarih muhasebesi içinde gösterdiğimiz, buraya kadar değindiğimiz meselelerde de çeşitli yönlerden işaretlediğimiz gibi, maraz, “İslâma muhatap anlayış”ın uçmasıdır… Gerekli olan ve temin edilmesi gereken husus bu!..» [*] 

– «“Kurtuluş Yolu” terkibi hakkında, şu hususa dikkat çekelim: İşin bir yönü doğrudan doğruya imân ve amel yolunun sapık kollardan tefriki meselelerini, diğer yönü de bu “sünnet ve cemaat ehli” diye çerçevelenen yolun maksadına uygun olarak insan ve toplum meselelerinin halline dair “dünya görüşü–sistem” anlayışımızın tatbiki ve en geniş anlamıyla mücadele ölçülendirmelerini kapsar…» [*]  

– «Antitezleri bile şifaya tahvil edici bir metodla; ve bir İslâmcı tefekkür sentezinin, çiti içinde derinleşeceği ve yayılacağı alanda antitezlerinin hakikatlerini gösterme mecburiyetiyle hareket… İslâmcı bir tefekkür sentezi, dünya çapında bir hesaplaşma sürecinde doğmaktadır!.. O hâlde, İslâm dışı olanların kendilerine âit kalıplar –düşünce formları- içinde konuşurlarken, adeta mevzuun kendisi de onlara âitmiş zannı içinde bulunmaları gözönünde tutulursa, onların alışkın oldukları kalıplardan kendi mânâmızı fışkırtmak marifeti, düşünülsün ki ne muazzam bir iş!.. Ve bu işin temeli, İBDA’nın “kendinden zuhur” mânâsında!..» [*] 

– «İslâm Tasavvufu ve Batı Tefekkürü kanatları arasında yerini tutan “Hikemiyat” binasının kurucusu İBDA, birinciyi “insan ve toplum meselelerinin” hâlline doğru nüfuz edilmesi gereken diye alır ve ikinciyi birincinin önünde hesaba çekip kendi şekil ve süzgeç ölçüleriyle aslîleştirirken, bizzat kendi “kelâm ve mânâ toplayıcılığı” vasfının çizgilerini göstermektedir.» [*] 

– «“İç”e doğru fâni olma ve “dış”a doğru müdîr-hâkim tavrı temsil edebilmenin ön şartı, bir bünyede kana dönüşen gıda maddeleri gibi, “mâlediş çetinliği”ni yaşamaktır… Bunun cezbesi… Bu yaşanmadan, kendi orjinine ve kendi dünya görüşünün orjinine nisbetle “tahvil edici” bir mâlediş tarzı bahis mevzuu olamaz. İşte bundan sonradır ki, İBDA diyalektiği ve verdiği tasarruf hakkıyla sarkılan her mevzu, İBDA merceğinden Büyük Doğu’ya nisbetin bütünü hâlinde bir gelişmenin parçasıdır; bu gelişme içinde de her unsur, bir diğerinin inkişâfına yardım eder. Ruhun aynada aksi hâlinde, yansıyanı tekrar terkibe katmak; birbirini sonsuz sayıda tekrar gösteren karşılıklı aynalar gibi, oluşumlar içinde hep yeni kalmak marifeti…» [*] 

* Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Diyalektiği – Kurtuluş Yolu, 4. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004, (sırasıyla) s. 187, 116, 199, 113, 209-210. 

4 Ocak 2012  

– VI –

Kökü İlâhî marifette olan tefekkür mektebi… Bir başka deyişle, tasavvuf denizinin üstünde yüzen fikir gemisi… Daha bir başka deyişle, Batı tefekkürünü İslâm tasavvufu önünde hesaba çekme ve birinciye nüfuz ederken, ikinciyi aslîleştirme davası – bunun sistematiği… Şöyle bakalım: 

– «Antitezleri bile şifaya tahvil edici bir metodla; ve bir İslâmcı tefekkür sentezinin, çiti içinde derinleşeceği ve yayılacağı alanda antitezlerinin hakikatlerini gösterme mecburiyetiyle hareket… İslâmcı bir tefekkür sentezi, dünya çapında bir hesaplaşma sürecinde doğmaktadır!.. O hâlde, İslâm dışı olanların kendilerine âit kalıplar –düşünce formları- içinde konuşurlarken, adeta mevzuun kendisi de onlara âitmiş zannı içinde bulunmaları gözönünde tutulursa, onların alışkın oldukları kalıplardan kendi mânâmızı fışkırtmak marifeti, düşünülsün ki ne muazzam bir iş!.. Ve bu işin temeli, İBDA’nın “kendinden zuhur” mânâsında!..» [*] 

– Antitezlerinin hakikatlerini gösterme mecburiyetiyle hareket… 

– Onların alışkın oldukları kalıplardan kendi mânâmızı fışkırtmak marifeti… 

– Kendinden zuhur… 

Umarım, Müslümanlara bunların ne demek olduğunu anlatmak için birkaç yüzyıl gerekmez. Çünkü bizim piyasa öyledir ki, bir kürsüye çıkıp, sesimi olabildiğince çirkinleştirip “laikçiler bizi hırpalıyor!” diye iki nutuk atsam, hocaefendiliğime inanarak peşime takılacak bin tane adam bulurum da, biraz derine inmeye kalkınca, fikirden, sanattan konuşmaya başlayınca din dışı bir şey yapıyorum zannıyla beni taşa tutmadıkları kalır… Neden öyledir, anlamaya çalışalım. 

Basit bir misâl: Ben çok kısa bir süre başka bir plâtformda yazmıştım. Orada bir süre baktım, oyalandım, ortamın kalburüstü ateistleri kanatlardan hücum ediyor, ortadan yarıyor, kimseden tık yok. Dedim herhâlde burada Müslüman yazarlar pek yok. Ben gireyim dedim, başladım her konuda güzel güzel anlatmaya, cevab vermeye… Aa, bakıyorum, acaib de oylanıyorum. Her yazdığım ayın beğenilenlerine falan giriyor. Bak sen dedim, demek ki burada Müslümanlar var da, yazar olarak değil, seyirci olarak var.  

Bir süre sonra birkaç tanesinden mesajlar gelmeye başladı. Bir tanesi, hiç unutmuyorum, şöyle dedi: 

– Hocam, sen onların diliyle konuşuyorsun, o yüzden sana çok şaşırdılar, ne cevab vereceklerini düşünüyorlar. 

– Siz niye konuşmuyorsunuz? 

Demedim. Çünkü biliyorum ki, bilmiyorlar. Karşı tarafın ne dediğini anlamıyorlar, ne diyebilirler ki?.. Meselâ adam Marx‘tan söz ediyor, bir Müslüman Marx‘a ne diyebilir ki: “Komünist, Allahsız, Yahudi!” Böyle tek kelimelik şeyler. Düşünün, Marx‘ın ömrünü vakfettiği şeyleri, yazdığı binlerce sayfayı, o binlerce sayfadaki onbinlerce ayrıntıyı, yüzbinlere verdiği heyecanı, yepyeni şuuru ve bu heyecan ve şuurla dünyayı birbirine katmasını, bir döneme damgasını vurmasını, tarihe yön vermesini… Peki, bütün bunların Müslüman lûgatında karşılığı ne? “Yahudi!” 

Olur mu hiç? İmam-ı Gazalî öyle mi yapmış? Zamanının bütün fikirlerini, bütün davalarını, bütün mezheblerini tek tek ele alıp muhakeme etmemiş mi? Onların hakikatlerini anlamak için, onların dilini onlardan daha iyi konuşur bir hâle gelmemiş mi? “Antitezlerinin hakikatlerini gösterme mecburiyetiyle hareket” etmemiş mi? Peki ben yapınca suç mu oluyor bu? Sen niye yapamıyorsun bunu? Fatih Sultan Mehmed‘in Latince, Rumca öğrendiğini şişinerek anlatırken, sen niye öğrenmiyorsun Marx‘ın dilini, Kant‘ın dilini? Neden anlamıyorsun neden bahsettiklerini? Yahudi “Allah bir” dedi diye Allah’ın birliğini mi inkâr edeceksin? Bak meselâ, “Felsefecilerin Sefaleti“nde Marx da Allah bir demeden Allah bir diyor, haberin var mı? Bak meselâ Marx‘ın kapitalizmi tahliline; ne kadar derin, ne kadar ciğerine nüfuz etmiş, bir de senin abdestli kapitalizmine bak! Benziyor mu hiç? Ya niçin ona mahkûm olduğunu anlıyor musun? 

Bu soruların cevabının niye “bizimkilerde” olmadığını, ama “bende” olduğunu söyleyeyim hemen: Çünkü bizimkiler, son yıllarda Ortadoğu’dan esen bayıltıcı rüzgârlar gereği tasavvufu reddederek başlıyorlar işe. Tasavvufu bid’at (dine sonradan eklenmiş şey) sayıyorlar. Ne alâkası varsa?.. Tasavvuf bid’at değil, icattır. Dine sonradan eklenmemiş, dinin içinden doğmuştur. Şimdi bunu anlamadan, sen İslâmcı tefekkür kuramazsın… Muhiddin-i Arabî‘ye sırtını dönersen, Kant‘ın dilinden anlamazsın… Bilemezsin neyin ne olduğunu, seni hangi mikrobun hasta ettiğini, hangi gücün esir ettiğini anlayamazsın. Âyette, hadiste görünür sûretleriyle yok bunlar, bulamazsın orada yerini; bulanların peşinden giderek yolunu bulabilirsin ancak… Tıpkı Amerika’ya gitmek için Amerika’yı yeniden keşfetmek gerekmediği gibi, Muhiddin-i Arabî‘nin, İmam-ı Gazalî‘nin olmadığı yerde sen Kur’ân’ı ve hadisleri, onlar karşısındaki yerini de kestiremezsin! 

Ben kestiririm ama. Baktığımda Jung “anima-animus” falan diyor; evet, onun ne demek olduğunu o kadar iyi anlıyorum ki! Onunla onun kulvarında yarışırım ben. Yâni, kişi olarak ben değil de, benim davama mensub kimse; İbda Diyalektiği ile düşünme ve hareket etme alışkanlığını kazanmış kimse, eğer modern fizikte yetkinleşmişse, izafiyet hakkında, kuantum hakkında, kaos hakkında konuşabilir, yarışabilir, öne geçebilir; onların alışkın oldukları kalıblardan kendi marifetini fışkırtabilir… Çünkü, öncelikle onların ne dediğini anlar o; ve zaten işin yarısı da budur.  

Ama sen devekuşu gibi başını toprağa sokarsın. Bir ömür, hangi hadis zayıf, hangisi kuvvetli didişir durursun. Bunun senin didişmenle değişmeyeceği gerçeği bir tarafa, dışarı döndüğünde de, işi İslâma mâledici, meseleyi İslâm adına yürütücü bir tecrid bünyesine sahib olmadığından, başlarsın karşı tarafı doğrulamaya, karşı tarafı gevelemeye… Âyet ve hadisi nasıl geveliyorsan, onu da öyle… Nereye varır iş: “Din işleri ayrı, dünya işleri ayrı”… Ondan sonra “laikçiler bizi çok hırpalıyor”… Hırpalar tabiî, sen zaten hırpani çıkmışsın fikir meydanına; kalbinde başka gerçek, kafanda başka gerçek; iki tanrıya hizmet ediyorsun zaten… Ondan sonra niye bu işler düzelmiyor? “Eeee, İslâm’ı önce kendimiz yaşarsak düzeliiir…”

Ne zannediyorsunuz ki, ben anlamıyorum. Müslüman mesuliyeti, yüzlerce, binlerce sene boyunca aynı meseleleri konuşmak, başka hiçbir şey konuşmamak mıdır? Hep zayıf hadis, kuvvetli hadis; hep hayızlı kadın; hep namazın farzları, sünnetleri… Bunlar hakkında yeni olarak keşfedilecek bir şey mi var? Bunlar çoktan konuşuldu, hâlledildi; bunlar şimdi müslüman çocuklara verilecek temel eğitim dersleri… O günden bu yana neler neler oldu dünyada, uyanın da balığa gidelim… (Bu olanlar “Allah’ın tecellileri” değil mi yoksa?..)  

Bakınız bir tasavvuf büyüğü ne diyor:  

– “Zahir ilimlerinin özü, tefsir, hadîs, fıkıhtır. Bunların özü de tasavvuf… Tasavvufun özü ise vücut [varlık] bahsidir.” 

Bütün ilimler; sanatlar, marifetler, fenler… Bütün bunlar üzerinde doğmayacak İslâm güneşi, doğmayacak İslâm güneşidir… Onu geçeceksin… Bütün bu ilimler, fenler, sanatlar, İslâm’ın yeniden doğuş zeminidir; bütün bunlar birer “kendinden zuhur alanı”dır… Bütün bunları -elin mahkûm- Batı’dan alacaksın; alacaksın ve onlar üzerinde İslâm tefekkürünü gerçekleştireceksin…  

Ne oldu? Çok mu ayıb?.. Sen cihad yapmak için gereken silâhları Batı’dan alırken, kendin yapamazken değil mi ayıb? (Kaleşnikof değil mi bid’at?) Hah işte, ben o silâhı değil, o silâhı yapan fikri, o silâhın yapımına götüren inkılâbı istiyorum senden… İbda diyalektiği budur! 

Bunda anlaşılmayacak bir şey yok, çok basit: Dini yıkıp yeniden yapmaya çalışmak değil, Batı’yı yıkıp yeniden yapmaktır İslâmî görev!  

* Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Diyalektiği – Kurtuluş Yolu, 4. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004, s. 199.  

16 Kasım 2012 

Kaynak: S.G. “İBDA Külliyatı / Salih Mirzabeyoğlu’nun Eserlerine Giriş Mahiyetinde Denemeler” ismiyle 2015 yılında Akademya tarafından basılmış ve bir süre sonra tükenmiş bir eserden kamuoyunun istifâdesi amacıyla yapılmış iktibaslardır. Eser, Türkiye’nin en çok takib edilen forum sitesinde İBDA Külliyatını tanıtma gâyesiyle 2011-2014 yılları arasında kaleme alınmış denemelerden oluşmaktadır.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR