BÜTÜN FİKRİN GEREKLİLİĞİ
“İktidar – Siyaset – Hareket”
I
Gölge Dergisi… 1975 yılından, yanlış bilmiyorsam 1978 yılına kadar iki dönem hâlinde yayınlanan ünlü “kavga dergisi”… İslâmcı mücadelenin en önemli dönemeçlerinden biridir. “Akıncı” kavramı ve fikrini siyasî literatüre sokan dergi olarak da bilinir; bilindiği gibi daha sonra MSP çevresinde “Akıncılar Teşkilâtı” kurulacaktır. Salih Mirzabeyoğlu bu dergiyi çıkardığında sadece 25 yaşındadır.
Aziz Nesin‘in “Benim Delilerim” adlı kitabında, Gölge dergisinde yer almış bir şiir, bir apartman girişine çıkartma hâlinde yapıştırılmış şekliyle şöyle gösterilir:
çığlık içimde düğüm
çığlık gözümde yaş
bekle çocuğum
yeni bir dünya için
verdiğim savaş
Salih Mirzabeyoğlu, dergiye ilişkin, onun diğerlerinden farkını belirtici kısa bir değerlendirme yapmıştır. Bolu F Tipi Cezaevi’nde en son avukat görüşmesinde tutulan notlar şeklinde yayınlanmış olan bu değerlendirme, özellikle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç hakkındaki kısımlarıyla çok ilgi çekeceğe benzer:
(Akit gazetesinin Üstad hakkındaki “Yürüyen Büyük Doğu” sayfa başlığı vesilesiyle…)
– “Güzel… Bizim dilimizin [İslâma Muhatab Anlayış dilinin] yerleştiğini gösteriyor…
Gölge dergisi zamanı… Cevat Rıfat Atilhan, şunlar bunlar… “Beraber çıkaralım”, falan… Tabiî, para kazanma amaçlı… O da olmayınca, iş başka tarafa gittiğinde, hâliyle ayrılma… İşte, “o mason, bu mason, öteki mason, beriki Yahudi, şu şöyle, bu böyle”; bakıyorsun, herkes “bir şey”… Meselâ konferans tertib edeceksin, diyelim ki Cerrahpaşa Üniversitesi salonunda… Hemen, “aaa, oranın başındaki mason!”. Neredeyse, normal hiç kimse yok, kimse bir şey yapamayacak…
“Dil” yoktu. Adam kendini ifade edemiyor. Öbür tarafta, “marksist müslümanlar”; adam kendisini böyle adlandırıyor. Bunu zorunluluk görüyor. Kendi ifade dili yok, teşkilât [yapı] dili yok… Şimdi Akit gazetesi [gazeteyi havaya kaldırıp bakarak ve o zamanki anlayış tarzının tuhaflığı anlamında] “İslâmî söylem”e (!) göre hiçbir iz taşımıyor, çünkü içinde âyet yok, hadis yok, gül resmi yok vs…
Karahasan’lar da bilir: Millî Gazete’de bir haber ve haberin resmi çıkardı, meselâ bir ülkeden bir resmî heyet geldi haberi. İşte uçaktan inişte 30-40 kişinin uçağın önünde yanyana dizilmiş fotoğrafı var, heyette bir tane de kadın, hâliyle fotoğrafta da… Hemen gazeteye uyarılar, yorumlar: İslâmî hassasiyetle (!) “gazetede kadın resmi basıldı; nasıl yaparsınız?” gibi… Fotoğraf, küçük ve siyah-beyaz, kadın zor belli oluyor zaten, ama oradan “durumu” hemen fark ediyor!..
Gölge [dergisi] çıkacak, adam bakıyor “hımm, şuraya [kapağın üst tarafına] bir gül resmi koyalım!”
Adam, Gölge’yi okumuş, içinde çizerek işaretlemiş, yorum yapıyor: “Bu nasıl İslâmî dergi? Bir daha Gölge dergisi almayacağım. Çoluk çocuk bir şeyler öğrensin diye alıyordum ama ne âyet var, ne hadis…” Bu adam da iktisad fakültesi mezunu!..
Gölge’yi bilmeyen yoktur…
Zamanında Gölge, Akıncı Güç… İfade şartları zorluğunu, ona karşı Gölge ve Akıncı Güç’ü, o Kayseri’den Abdullah Gül’ün arkadaşları da iyi bilirler… Meselâ Haşim Kılıç, Sayıştay’daydı galiba o sıralar, İstanbul’a geldiğinde o heyecanla “alıyorum, işte falanların filânların önüne atıyorum, işte biz buyuz diyorum, dergiyi gösteriyorum!” derdi… Bulunulan yerde yaşadığı [İslâmî mânâda] kendini ifade güçlüğüne karşı… Yine, Yalçın Turgut da daha sonra [İBDA’nın bir terkibi olan] “çağlar üstü mutlak fikir” çizeri oldu.
Çok uzun yollardan geldik buralara… Ne günlerden bugünlere geldim!..”
Salih Mirzabeyoğlu‘nun Gölge dergisinde yayınlanan makaleleri, Bütün Fikrin Gerekliliği’nde…
29 Mayıs 2011
II
Salih Mirzabeyoğlu’nun 1979 yılında yayınlanan ilk eseri… Eserini Üstad Necib Fazıl’a takdim edip incelemesine sunduktan sonra, şu övgüyü alıyor:
– “Mücerret fikir istidadı tamam!”
Mücerret fikir: Yâni, hâdiseler zemininden soyutlanmış, aktüaliteden arındırılmış, abstraite, saf fikir…
Mirzabeyoğlu bu eserinde; idealist felsefenin insan zekâsına bir hediyesi olan, ama idealist felsefe içinde, daha doğrusu felsefe tarihi içinde ayakları yere basmayan, havada bir kavram olan “mutlak fikir – bütün fikir” kavramını ele alıyor ve şöyle nitelendiriyor:
– «Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olamayacağı gibi, “doğru düşünce” olmasaydı, “doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz.” düşüncesi de olmayacak, varılanın “doğru” olup olmadığının bilinememesi bir yana, ne “düşünce” ve ne de “doğru” diye birşeyden söz edilemeyecekti… Son tecridde, MUTLAK FİKRİN GEREKLİLİĞİ!..» [*]
Aslında bütün fikrin gerekliliği hakkında, bir tek bu terkibî hükmün (apriori sentetik) anlaşılması yeterli olabilir; ilk etapta, geri kalan onca düşünceye dönüp bakmak bir lüks olabilir. Şöyle ki: Her şeyden önce doğru düşünce vardı! Eğer her şeyden önce doğru düşünce olmasaydı, doğru düşünce diye bir şey hiçbir zaman ve hiçbir şart altında sözkonusu olmayacaktı.
Tekâmülcüler, genellikle bu hesaba girmekten kaçınıyorlar. Onlar, pek çok yanlışın zamanla doğruyu doğurduğunu, düşünmeden savunabiliyorlar. Böyle bir şey olabilir mi? Yanlışın sayısız tekrarından doğru elde edilebilir mi? Bunun olabilmesi için, yanlışın sayısız tekrarının her defasında “yanlış” olarak nitelendirilmesi ve “doğru”nun ne olduğunun araştırılması, yâni asgarî miktarda da olsa bir “doğru düşünce” gerekmez mi?
Bir materyalist münevver (Darwin) bunu sezer ve sonunda kendi kendini idam edercesine şöyle der:
– “Garib ama, insanda her şeyden önce bir değerlendirici şuur olduğu görülüyor.”
Bir başkası (Sartre) fikirlerini bir uçurumun eşiğine getirip oradan aşağıya bıraktığını farketmeksizin, bu hakikat karşısındaki hayretini şöyle ifade eder:
– “Şuurun sıfır olduğu noktada hiçbir diyalektik işlemez!”
Ve olay budur zaten. Şuurun sıfır olduğu noktadan çıkıp, zamanla 1’e ulaşıldığı düşüncesindeki mantıksızlık buradadır. Batı’nın materyalist filozoflarıyla beraber, idealist filozoflarının yarım kaldığı nokta da burasıdır: Bütün fikrin gerekliliği ve zihnî çaba ile kurulamazlığı…
Yine mi İslâm?! Evet ve daima!..
* Salih Mirzabeyoğlu, Bütün Fikrin Gerekliliği – İktidar, Siyaset, Hareket, İBDA Yayınları, 2. Basım, İstanbul 1990, s. 125.
9 Ekim 2011
III
Salih Mirzabeyoğlu‘nun müstesnâ (exceptionnel) tarafıdır. Daha ilk adımdan muradı bellidir:
– «Toplum hayatının mevcut rejim tarafından tanzim edilmiş sosyal, hukukî ve siyasî, kısaca “ahlâkî tümü” içinde sayısız münasebetlerde bulunan insan, düzen değişimi isteğini bildirirken, yaşamakta olduğu tezada karşı gelmektedir; bu, yaşamak istediği sistem ile, “yaşadığı” rejimin tersliğidir… Başka bir ifade ile, yaşamak istediği ahlâk ile, yaşadığı ahlâkın tersliği.
Bu nokta, “İslâmı önce kendimiz yaşayalım” tarzındaki, İslâmı birkaç şekil ve kaide zanneden aksiyon kaçaklarının tekerlemesine de açıklık getirme zorunluluğunu vurgulamaktadır: Sosyal-siyasî hayat, aynı gaye etrafında ayrılmaz bir bütündür… Genişliğine hayat sahası [toplum hayatı] kaydıyla söyleyelim ki, bağlı olunan düşüncenin ona zıt rejiminde “yaşayabilme” buudları ise, o rejimin müsaadesi dairesindedir ve şüphesiz kendisi için rahatsız etmeyici kabul ettiği saha kadardır. Misâl bu ya: Laik Amerika ve Komünist Rusya’da yaşayan müslümanları ele alalım… “Senin namazına engel olan mı var? Din işleri ayrı, dünya işleri ayrı… Kıl namazını, yat aşağı!”… Üstelik inisiyatife bırakılan bu sahanın bile düzenin duygu ve düşünce tesiri içinde değerlendirilebileceği göz önünde tutulursa, yaşayabilmenin mümkünlüğü ortaya çıkar. Buna, “kendi düşünce sistemine uygun bir yaşama kendi sistemin olmadan mümkün ise, düzen değişiminden bahsetmenin mevzuu yoktur.” şeklindeki doğruyu da ekleyebiliriz. Düzen gayesi, yâni dış iyilik sağlanabilsin ki, iç iyiliği bozan tesirlerden korunabilmek mümkün olsun… Görüldüğü gibi, inanılan sistem genişliğine insan meseleleri içinde yaşanamıyorsa, “yaşamak” cihadın gereğini yerine getirme ve cihad ahlâkı olarak doğar; bundan kaçınmak ve sadece ahlâkî düşünmek, sadece ahlâksızlıktır.
Düzen değiştirmek, bağlı olunan sistemin ahlâkını sosyal-siyasî müesseseler bütününe hakim kılmaktır; ferdi toplumdan ayırıcı olmayan her sistem, aynı zamanda siyasî bir sistemdir de. Yaşanan rejim ve istenen sistem arasındaki zıtlığın kişilerde meydana getirdiği sancı derecesi ve rengindedir ki siyasî şuur oluşur ve siyasî şuurunun keskinleşmesi oranındadır ki değişim talebi doğar.
Mevzuyu özetlersek: Bütün faaliyetler, iktidarı hedef alması ve kendisini sosyal-siyasî bütün içinde izah edebilmesi ile mânâ kazanır. Bunun dışındaki siyasî şuur belirtmeyen “bu iş şöyle olur” tarzındaki doğrunun yanlışta kullanılmasına benzer reçetelerin ve siyaset yapılmaması gereğinden bahsederken, kendisi üzerine yapılan siyasetin kabul edicisi olduğunu farketmeyen “şaşkın siyaset”in bir mânâsı yoktur. Bunlar, “siyaset yapmama siyaseti yapan” garibanlar… Netice olarak siyasetin makbullüğünü veya çirkefliğini, gayesi belirler; bunu kavramamak, Mutlak Fikre bağlı olanların hareketlerinin, başka siyasî görüşler içinde değerlendirilecek malzeme olarak hedefsizliğini gösterir.
Bir sistem, fikir, sanat, hareket, dernek ve parti etrafındaki faaliyetlerin yoğurduğu “siyasî şuur” ve “hareket” oranında sosyal hayata hakim kılınabilir… Kısaca siyaset, bağlı olunan sistemin hayata geçirilebilmesi için gereken aksiyon dehasıdır.» [*]
* Salih Mirzabeyoğlu, Bütün Fikrin Gerekliliği – İktidar, Siyaset, Hareket, İBDA Yayınları, 2. Basım, İstanbul 1990, s. 44-46; “Yanlış Düzen – Siyasî Şuur – Buhran” başlığı…
21 Nisan 2014
IV
Bir Mao Zedong eleştirisinin de yer aldığı eser:
– «Anlaşılacağı üzere, teori, doğru olan değil, doğru veya yanlışlığı pratiğin neticeleriyle ortaya çıkacak olandır. Mao, “pratik, teori, tekrar pratik, tekrar teori… Bu, sonsuz daireler içinde kendini tekrarlar ve her daire ile pratiğin ve teorinin muhtevası daha yüksek bir seviyeye erişir. Diyalektik materyalist bilgi teorisi, bilme ve uygulamanın birliğidir; diyalektik materyalist teorisi budur.” diyor. Doğru düşüncenin nereden geldiği mevzuunda da, “doğru bilgi ancak maddeden şuura, sonra şuurdan maddeye; yani pratikten teoriye, sonra tekrar pratiğe giden sürecin birçok tekrarından sonra kazanılabilir.” diyor.
Oysa, “doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti” olmaması, doğru düşünce faaliyeti olmadan doğru faaliyet olmamasıyla ilişkili. Bu ilişki, pratiğin sayısız tekrarlarından “ilk” bilginin doğumunu kabul etmiyor, çünkü, ilk düşünce gibi ilk düşüncenin doğurucusu pratikleri de bağlıyor; “doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olamaz” gerçeği de “doğru düşünce” olmasaydı bilinmeyecekti. Dikkat edilirse, kurulan teori, doğru düşüncenin kendisi değil, doğru ve yanlışlığı “doğru” ile muhakeme edilecek teoridir. Pratiğin sayısız tekrarlarıyla elde edilecek “ilk doğru”dan bahsetmeyi, pratik anlamındaki felsefenin faydacılık anlayışı olarak kabul edebiliriz. Ancak, fayda yahut zarar, doğru veya yanlış muhasebesi de, “düşünceyi ve düşünmeyi bilen varlık” için sözkonusudur. Düşünce olmadı mı, ne fayda vardır ne zarar, ne doğru vardır ne yanlış, ne iyi vardır ne kötü. Düşünme ise “konuşabilme–dil” özelliğiyle ilgili…» [*]
Hatırlayan var mıdır bilmem: Ben burada Salih Mirzabeyoğlu‘ndan bahsettiğim ilk dönemlerde kâh şunu ilave ediyordum: Türkiye gibi düşünce geleneği olmayan bir ülkede, onun fikriyatının anlaşılması için yüzyıllar gerekebilir!
Maalesef… Ben yukarıdaki türden bir alıntı yapmasam, meramı hayata b..unu bırakıp gitmek olan tipler, onun tek sayfasını bile açma zahmetine katlanmadan, onu “piyasadaki alelâde tiplerden biri” diye sallayıp atacaklar… Yukarıdaki türden bir alıntı yaptığımda ise, kaval çaldığımın farkındayım; bir fikri başından sonuna takib edebilecek kaç kişiyiz şunun şurasında?
Neyse ki aramızda hâlâ fikrin fedailerinden bir zümre yaşıyor:
– “İlk doğru ilk insanla vardı ve ilk insan ilk Peygamberdi!”
İşte “bütün fikrin gerekliliği” davası… Öyle düşünün, böyle düşünün, ister Doğu’dan gelin, ister Batı’dan gelin, sonunda tam bu noktada, yol denetimi yapan trafikçi gibi karşınıza çıkar, size “sağa çek” işmarını çakar, açığınızı yakalarsam cezâ makbuzunuzu elinize veririm!
* Salih Mirzabeyoğlu, Bütün Fikrin Gerekliliği -İktidar, Siyaset, Hareket-, İBDA Yayınları, 2. Basım, İstanbul 1990, s. 54-55
24 Nisan 2014
V
Haydi bunu da yazayım da işime gücüme öyle bakayım:
– «Maddeci diyalektik kanunlarının “tabiat”a yöneltilmemesini isteyen Sartre’ın böylece marksizmi zımnen iptal etmekte oluşunu dikkate almaksızın yaptığı bir açıkoturum konuşmasının doğruları, tezimizi zıddından delillendirmektedir:
Tabiat diyalektiği olabilmesi için, Tabiat’ın bir bütün olması gerekir… Gerçekten Marks, tarihin diyalektik oluşumunu tanımlarken, üretim ilişkilerinin bir bütün teşkil ettiği fikrinden hareket ediyor. Önemli olan budur… Diyalektik kanunlarının kolayca anlaşılması, kısaca şuradan geliyor; bu kanunlar her zaman durumunu muhafaza eden ve toplumu tüm olarak ortaya çıkaran bütünleme hareketinin açık ifadeleridir. Toplum, hep bütünden başlamak suretiyle bir örgütlenme oluşumuna girer. Bir gerçek seviyesi diyalektik olunca, bütün türler tüme bağlanır. Oysa tabiat içinde özel bir fiziko-şimik vakıayı, tabiat bütününün ifadesi olarak düşünebilir miyiz? Tabiat, en modern fizikçilerce, haklı olarak, bir sonsuzluk ve hattâ sonsuz derecede bir sonsuzluk sayılmaktadır… Fakat, birçok seviye varsa, tabiat her seviyede sonsuzdur ve bir seviyeler sonsuzluğu vardır. İnkâr etmeyi düşünemediğimiz bu sonsuzluk bir gerçektir; her yanda rastladığımız ve dokunduğumuz bir gerçek. Böyle bir gerçek ise, her türlü bütünü ortadan kaldırıp dururken, diyalektik olabilir mi? Tabiat sonsuz olursa, sonsuzluğun “vahid–birim”i olmadığından, bütünlüğü her defa bozacak şekilde birbirinin üzerine binecek olan “sistem sistemleri” ve “vaka sistemleri” geçecek elimize… Rastlantıyı en büyük güç olarak tasarlamamız gerekecektir ki, bunun sebebi şudur: Sonsuzluğun bütünleme yapılmadan ele alınması, bazı mekanik filozofların gösterdiği dağınıklığa düşmek olur. Tabiatın sonsuz derecede sonsuz olduğunu -ki, öyledir zaten- düşünürsek ve diyalektik kanunları da bu sonsuzluktan başlayarak gözönüne alırsak, bu kanunlar, serilerin ve çatışmalarının sonsuzluğu ile dağılır gider.
Meselâ, sonsuzluğunda bütünlük olmayan bir tabiat içinde “olumsuzluğun olumsuzlanması” [nefyin nefyi – diyalektiğin kanunlarından biri], kesin olmayan bir netice verir. Bir sistem gelişir, bir süre sonra olumsuz sayılır; fakat bir başka oluşum gelerek hem olumsuzluğu ortadan kaldırır, hem de sistemi… Bu olumsuzluk olumsuzluğu, olumlu bir şey getirmez. Basit bir yok oluştur o. Demek ki, diyalektiği tabiat’a taşımak ileri sürülürse, ortadan kaybolan şey diyalektiğin ta kendisi olur.» [*]
Burada söylenmemiş ama, şunu da ilâve edelim, ki atıf oraya zaten: Einstein ve haleflerinden sonra, Engels ve Newton‘un “tabiat”ı yıkılmıştır!
* Salih Mirzabeyoğlu, Bütün Fikrin Gerekliliği-İktidar, Siyaset, Hareket, İBDA Yayınları, 2. Basım, İstanbul 1990, s. 51-52
26 Nisan 2014
Kaynak: S.G. “İBDA Külliyatı / Salih Mirzabeyoğlu’nun Eserlerine Giriş Mahiyetinde Denemeler” ismiyle 2015 yılında Akademya tarafından basılmış ve bir süre sonra tükenmiş bir eserden kamuoyunun istifâdesi amacıyla yapılmış iktibaslardır. Eser, Türkiye’nin en çok takib edilen forum sitesinde İBDA Külliyatını tanıtma gâyesiyle 2011-2014 yılları arasında kaleme alınmış denemelerden oluşmaktadır.
Salih Mirzabeyoğlu’nun “Bütün Fikrin Gerekliliği” isimli eserinin 4. baskısı çıktı!