BAŞYÜCELİK DEVLETİ
“Yeni Dünya Düzeni”
– I –
Üstad Necib Fazıl’ın temelini attığı, Salih Mirzabeyoğlu‘nun geliştirdiği İslâmî devlet modeli… “İslâm’da idare şekli yoktur, idare ruhu vardır” anlayışına dayanarak idealize edilmiş… Bugüne kadar en çok sözde İslâmcıları rahatsız etmiş. Neden? Çünkü sorumluluk yüklüyor. Onlar sorumluluk istemiyorlar, ihale istiyorlar. Onlar zor karşısında dik durmak nedir bilmiyorlar; sıvışmaktan hoşlanıyorlar. (…)
İslâmî bir devlet modeli olmak bakımından, iki temel kurguya dayanıyor:
- Türk devlet geleneği,
- Eflatun’un devlet ideali,
Bunlar belki ilk bakışta kaba sınıflandırmalar, ama içi doldurulunca öyle olmadığı görülüyor: Eski Türk devlet geleneği, hattâ ordusunun adı bile “Altun Ordu”, ama günümüz Türkçülerinin anladığı anlamda faşist bir devlet değil; federatif bir devlet…
Eflatun, bilindiği gibi, demokrasiyi ve tiranlığı reddeder; aristokrasiyi över. Ve şöyle der: “Devleti en iyiler yönetmelidir”. Ama kendi devlet kitabında bu anlayışı alıp geliştirmez, başka yönlerde gezinir. İdeali orada kalır.
Üstad Necib Fazıl, Eflatun‘un bu idealini alarak “Aydınlar Aristokrasisi” şeklinde formüle eder. Aristokrasi; ama kan aristokrasisi değil, fikir aristokrasisi… Yâni, toplumda babadan oğula bir aristokrasi sınıfı yoktur; fikir soyluları sınıfı vardır. Kim idrak bakımından en üstünse, fikir bakımından en ileriyse, o bu sınıftandır. Babası isterse keçi çobanı olsun… Kan kardeşliği değil, fikir kardeşliği; fikir soyluluğu… Hâkimiyetin kendisine istinad edeceği ideal sınıf!
Başyücelik Devleti’nin bel kemiğini “Başyücelik Akademyası” oluşturur. Bu akademya üç şubelidir: Fen ve Keşifler kolu, Edebiyat ve Güzel Sanatlar kolu, İlim ve Tefekkür kolu… Bu üç koldan yetişen ve eser veren aydınlar, Başyücelik Akademyası‘na dahil olur.
Yasama meclisi “Yüceler Kurultayı”dır. Bu kurultay, 101 üyeden oluşan bir tür parlamentodur. Ama halk seçimiyle kurulmaz. Ya? Başyücelik Akademyası ve sair kadrolardan yetişmiş üstün devlet adamlarından oluşur. Başyücelik Devleti herkese yönetimi belirleme hakkı tanımaz; sadece aydınlara bu inkılâbın esasını verir. Bu da İslâmın başlangıcındaki devlet anlayışıdır.
Yüceler Kurultayı, “Başyücelik Hükümeti”ni ve “Başyüce”yi seçer. “Başyüce”, yetkileri çok geniş, sorumlulukları çok ağır, tam bir “sultan” portresidir. Ama, Yüceler Kurultayı tarafından sıkı bir denetim altında tutulduğundan, tam bir sultan olamaz. İktidarı oğluna, akrabasına vesaireye de bırakamaz. “Kurultay”a bırakır, Kurultay seçer, Kurultay seçileni azleder.
Burada “Yüce Din Dairesi” adında bir kurum vardır. Yapılan işlerin, çıkarılan kanunların İslâma uygunluğunu denetler, bir tür anayasa mahkemesidir.
(…)
3 Mayıs 2011
– II –
Üstad Necib Fazıl‘ın teklifi hâlinde şöyle özetlenebilir:
Başyücelik Devleti’nin en tepesinde, ulu bir kişi, “Başyüce” bulunur. Onun yanındaki kurumlar, “Yüceler Kurultayı” ve “Yüce Din Dairesi”dir. Her ikisi de “Başyüce”ye bağlı olmakla beraber, onun emrinde değildirler. Hele “Yüce Din Dairesi”, tam özerk bir kurumdur ve gerektiğinde “Başyüce”ye karşı “Yüceler Kurultayı”nı hakem olarak göreve çağırabilir.
Bir başka denetleyici kurum da, “Halk Divanı”dır. “Halk Divanı”, Başyücelik halkına, hükümete ve devlete karşı hakkını arama ve hesab sorma hakkını verir. İlk İslâm devletinde “Vefd” adı verilen bu tür halk divanları vardı. Her şehirde toplanır, halkın şikâyetlerini Halife’ye iletmek ve gerektiğinde yakasına yapışmak üzere birer heyet çıkarırlardı. Hazret-i Ömer, halkın “vefd” hakkını elinden bırakmaması için sıkı sıkı tenbihlerde bulunurdu. Fakat zaman içinde halk, sultanlar ve yöneticilere karşı denetim hakkını kaybetti. İşte “Halk Divanı”, halka bu hakkını iade ediyor.
Demokrasilerde denetim, 5 yılda bir sandıkta olur. Bunun dışında, halkın protesto ve gösteri hakkı prensibte vardır. Ama tüm bu haklar, “Halk Divanı”nın belirttiği hak ölçüsü yanında zayıf kalır. Çünkü asıl sorun, gösteri ve protesto yapabilenler değil, yapamayanlardır. Devlete karşı yürüyüşe geçemeyen zayıflar, sorunlarını nasıl dile getirecek? Ve devlet, bir protesto ve şikâyeti kaale almadığında ne yapılacak? Oysa “Halk Divanı”na şikâyeti olan herkes katılabilir. Bütün devlet erkânı, her sene belli bir dönemde, halkın karşısına çıkıp, yargılanırcasına hesab vermek durumundadır.
Bir başka tam özerk kurum, “Başyücelik Akademyası”dır. Bu kurum “aydınlar aristokrasisi”nin temel direğidir. Hiç kimse bir aydına emir veremez, baskı uygulayamaz. Üstad Necib Fazıl, “Başyücelik Akademyası”nın bir tür “kültür genelkurmaylığı” olduğunu söyler.
Başyücelik hükümeti, “vekâlet” adı verilen 1 başvekil ve 11 bakanlık ile her bakanlığa bağlı 3’er (toplam 33) müsteşarlıktan oluşur. Bunlar:
- Maarif Vekâleti: İlim ve Güzel Sanatlar, Halk Terbiyesi ve Evleri, Umumî Öğretim müsteşarlıkları…
- Savaş Vekâleti: Kara, Deniz, Hava müsteşarlıkları…
- İktisat Vekâleti: Sanayi, Ticaret, Ziraat müsteşarlıkları
- Maliye Vekâleti: Bütçe ve Umumî Denge, Vergiler ve Resimler, Bankalar ve Tekeller müsteşarlıkları…
- Sağlık ve Bakım Vekâleti: İyileştirme, Güzelleştirme, Çoğaltma müsteşarlıkları…
- Adliye Vekâleti: Mahkemeler, Islahhâneler, Kanunlar müsteşarlıkları…
- Matbuat ve Propaganda Vekâleti: Matbuat, Propaganda, Turizm müsteşarlıkları…
- Dahiliye Vekâleti: Mülkî Teşkilât, Belediyeler, Umumî İnzibat müsteşarlıkları…
- Nafia (Bayındırlık) Vekâleti: Tesisler, Yollar, Ulaşım Vasıtaları müsteşarlıkları…
- Düzenleme Vekâleti: Teşkilat Düzeni, İş Düzeni, Sigorta ve Emekli Sandığı müsteşarlıkları…
- Hariciye Vekâleti: Doğu, Batı ve Haber Alma müsteşarlıkları…
10 Haziran 2011
– III –
Aydınlar Aristokrasisi… Üstad Necib Fazıl‘ın idealize ettiği ve Salih Mirzabeyoğlu’nun sistemleştirdiği yönetim biçimi…
Üstad, totalitarizme olduğu gibi, demokrasiye de inanmaz. Ona göre, bir Sokrat ile bir kahvehâne müdaviminin oyu birbirine eşit olamaz. Yakın dönemde kemalistler tarafından benzer biçimiyle çok kullanılan bu tesbit, temel olarak Üstad‘a aittir ve doğrudur. Necib Fazıl demokrasiyi bir “Amerikan dayatması” olarak görür; hattâ ona “zorla gelen hürriyet”, “San Fransisco diktesi ile gelen hürriyet” gibi ironik buudunu gösteren adlar verir. Üstad Necib Fazıl, demokrasinin, Batı emperyalizminin bir dejenerasyon aracı olduğunu düşünür. Tabiri caizse, “ayakların baş olması” diye niteler.
Marx‘ın şu sözünü ele alır:
– “Kapitalist düzenlerde edilen hata ve biriken yanlış, emeği ödenmemiş işçinin gasbedilmiş haklarından yığılmadır.”
Onu şöyle düzeltir:
– “Başıboş düzenlerde edilen hatâ ve biriken yanlış, hakkı verilmemiş aydının yol açılmamış faaliyetlerinden yığılmadır.“
Üstad için, ileri sınıf, aydınlar sınıfıdır. O, proleteryaya da, burjuvaziye de, faşizme de inanmaz. Ancak aydınlardan oluşmuş bir aristokrasinin, halkın mutluluğunu sağlayabileceğine ve halka ideal olanı gösterebileceğine inanır. Bunun, İslâmın özüne ve ilk İslâm devletine en uygun rejim biçimi olduğunu savunur. Bu rejim içinde aydınlara, sadece eser vermek şartıyla, sınırsız haklar tanır.
Demokratik parlamentarizme karşı aydınlar arsistokrasisi, postmodern epistemolojinin yanında fenomenolojinin belirttiği farkı belirtir. Çünkü bu düzende halkın seçtikleri değil, Hakk’ın seçtikleri hâkimdir. Aydınlar, insanlar arasında Hakk’ın seçtiği asiller sınıfı olarak kabul edilir. Bunun dışında hiçbir zümre ve kişiye maddî ve manevî bir imtiyaz tanınmaz. “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” mukaddes ölçüsü, bu anlayışın temel esprisini yansıtır.
11 Mayıs 2011
– IV –
Aydınlar Aristokrasisi… Demokrasi ve saltanat idaresini üçgenin alt köşeleri kabul edersek, ikisine de aynı açı ve aynı uzaklıkta, üçgenin tepe noktası olarak, aydınlar aristokrasisini elde ederiz… Saltanat idaresinin, babadan oğula geçen yönetim biçiminin taban tabana zıddıdır; çünkü bu tarz bir yönetim anlayışının tarihte yeri olmakla birlikte, ne günümüzde, ne de ideal alanda bir geçerliliği yoktur.
Aynı sebebten klâsik aristokrasinin de zıddıdır. Çünkü babadan oğula geçen bir ayrıcalığa ve yönetim ve mülkiyet hakkına inanmamaktan doğar. Zaten kan aristokrasisi, Doğuda çok geçerli olmamış, Batıda da tarihe gömülmüş bir yönetim biçimidir. Buna karşılık, aydınlar aristokrasisi, yine de bir çeşit soyluluktur; fikir ve idrak soyluluğu… Yine de bir çeşit ayrıcalıktır; fikir ve idrak ayrıcalığı…
Bu ayrıcalık, demokratik ayrıcalığın da taban tabana zıddıdır. Demokratik ayrıcalık nedir? Bir tür gizli plütokrasi (zenginler idaresi) ayrıcalığıdır. Demokraside bütün amaç zengin olmaktır, parayı bulmaktır. Zenginler ayrıcalıklıdır, zenginler soyludur, zenginler belirleyicidir. Geri kalanının kuru bir oy hakkı varsa da o da kuru bir palavradan ibarettir. Çünkü oy hakkı “yapmak ve yönetmek” değil, yapma ve yönetmenin istismarıdır. Tıpkı kendi yapan adamın mutluluğuyla, başkasının yaptığını seyrederek keyiflenen adamın mutluluğu arasındaki fark…
Demokrasi, kapitalizmin yardakçısı, emperyalizmin ayakçısıdır. Kapitalizmin yardakçısıdır, çünkü demokrasi özünde bir yozlaşma ve soysuzlaşma rejimidir, kapitalizm bu soysuzlaşmadan beslenir. Soysuzlaşma ne kadar ileri buuda varırsa, demokrasi o kadar ileri seviyede uygulanır. Burada soysuzlaşmadan kasıt, insanî görevlerden istifâdır. Topluma ilişkin duyguların terkidir. İnsanı insan yapan ve insan topluluklarını yükselten ahlâk duygusunun terkidir.
Demokraside iki şeyin değeri yoktur: Fikir ve emek… Demokraside sadece yozlaşmanın ve eğlendirmenin değeri vardır. Gerçek fikir ve sanat adamları, demokratik idarede değer görmezler. Zirâ en adî bir katille, bir ayyaşla, bir sapıkla eşitlenirler. Hakikat bu eşitlenmeyi kabul etmez. Hakikat ile hakikat olmayanın eşitliği yoktur. İyi ile kötü arasında eşitlik olursa, iyi daima kaybeder. Demokrasi işte bu prensibe dayanır. Ve, “eğlence kitlelerin afyonudur.”
Demokraside değerleri tayin eden burjuvazi olduğuna göre, bir pavyon şarkcısının, bir mankenin, bir futbolcunun bir günde, bir gecede kazandığının (aldığı değer), bir kol işçisinin bir yılda kazandığına eşit olması mubahtır. Aydınlar aristokrasisi, işte bu yozlaşmayı yıkar. Orada öncelikle fikirciler ve sanatçılar, onların ardından da emekçiler değer görür. Dansözlerin, fahişelerin, pezevenklerin orada değeri yoktur. İnsan türünü alçaltan, fikir ve hakikat kavgasından, kardeşlik ve hürriyet yolundan koparan bağımlılıkların orada değeri yoktur.
Emperyalizmin, çağımızda öncelikle “kültür emperyalizmi” olması, demokratik yozlaşmanın onun en önemli ayakçısı olmasındandır. Çünkü kültür emperyalizminin girdiği, zevkleri ve ilişkileri onun tayin ettiği ülkeleri, ancak demokratik yozlaşma bu çizgide tutabilir. Orada cinayetler, tecavüzler, vurgunlar, haksızlıklar sonu gelmez bir biçimde devam eder. Bunlarla mücadele yalandan yapılır; bunlar üretilir… Travestileri üreten sebeb, onların çizgi dışı (vesikasız) eylemleriyle göstermelik mücadeleyi de yanına kor. Ve bunların insanın tabiatının parçası olduğuna inandırır.
Aydınlar aristokrasisi, gerçek fikir hürriyetidir. Orada insanlar, fikirlerinde ve kanaatlerinde, bunları ifade etmede, bunlarla muhalefet etmede hürdür. Ama orada yozlaşma ve soysuzlaşma hürriyeti yoktur. Orada kavga, hakikat içindir.
22 Nisan 2012
– V –
Salih Mirzabeyoğlu‘nun 1995 yılında yayınlanmış olan eseri… Ancak bu dönemde, içinde yer alan bazı ifadelerin TCK’ya göre suç teşkil etmesi gerekçesiyle eser yasaklanmış ve toplatılmıştı. Bundan sonra ikinci baskısı, toplatma gerekçesi olan ibareler çıkarılarak, 2004 yılında yapılabildi. Bu tarihten sonra kitabın İngilizce tercümesi ve Arabça tercümesi yayınlandı.
Başyücelik Devleti, bilindiği gibi, ilk defa Üstad Necib Fazıl‘ın Büyük Doğu İdeolocyası’nda ele aldığı, işlediği ve ölçülendirdiği bir mevzudur. İsmin, eski literatürdeki “Devlet-i Âliyye” (Yücelik Devleti, Yüce Devlet) ve “Devlet-i Ebedmüddet” (Sonsuz Devlet) kavramlarıyla akrabâ olduğu açık… Zaten İslâm devleti sözkonusu olduğunda, onda “ulus-devlet”lerde olduğu gibi bir kavmin ismi öne çıkmaz; tüm ideolojik devletlerde olduğu gibi, davanın ve temel varoluş biçiminin isimlendirmesi ön plândadır…
Salih Mirzabeyoğlu‘nun ele aldığı biçimiyle Başyücelik Devleti‘ni bir “İslâm birliği projesi” olarak görmek mümkün… Çünkü bu klâsik “üniter devlet” anlayışı içinde görülmemiştir. Onun için, alt başlığı -eserin ikinci ismi- “Yeni Dünya Düzeni”dir. Bu, Amerikan emperyalizminin ortaya attığı “yeni dünya düzeni”nin tam karşısında, onunla tam bir çatışma ve hesablaşma durumundadır. Özellikle eser boyunca işlenen BM, AB ve emperyalizm eleştirilerinden de bu anlaşılır.
Başyücelik Devleti, bir giriş ve beş ayrı levhadan (ana bölüm) oluşur. Bu levhalar şunlardır:
– Devlet Şekilleri
– Dünya Kamu Düzeni
– Batı Dünyası ve Demokrasi
– Başyücelik Devleti
– Peygamber’in Kitabından
Eser, kamu hukuku, uluslararası ilişkiler, siyaset sosyolojisi gibi alanlarda bir ders kitabı niteliğini de taşımaktadır. Şübhesiz tarih ve din alanında da… Kitabın ilk sayfalarında, İbda ressamlarından Aydın Alkan‘ın bir çizimi tam sayfa olarak yer almaktadır: Bu, “dünya yuvarlağını pençelerine almış olan çift başlı Selçuk kartalı”dır. Önemli bir figürdür… Eserin son bölümünde ise, devlet ve mücadele ölçülerini ihtivâ eden “kırk hadis” yer alır… Birkaç seçme yapalım:
– «Ümmetimin zalime, “sen zalimsin!” demekten korktuğunu görürsen, onlardan ayrılabilirsin.»
– «Kıyamet gününde en şiddetli azabı görecek olanlar, kendilerinde hayır olmadığı hâlde halkın hayır gördüğü (hayırlı sandığı) kimselerdir.»
– «Kıyamet gününde en şiddetli azabı görecek olanlar, zalim hükümdarlardır.»
– «Âlim’i Sultan ile çok sıkı ihtilâtta (haşır neşir) görürsen, bil ki o hırsızdır.»
– «Hıyanetin en büyüğü, bir valinin kendi raiyesinde (mesuliyet bölgesinde) ticaret yapmasıdır. (Mevkiini kazanç vesilesi yapması.)»
– «Eğer üzerinize, Allah’ın Kitabıyla idare eden, siyah bir köle de (bile de) Emir olsa, onu dinleyin ve ona itaat edin.»
– «Yakında bazı Emirler gelecek. Siz onların bazı işlerini beğenecek, bazılarından ise hoşlanmayacaksınız. Kim onlarla mücadele ederse necat bulur. Kim onlardan ayrılırsa selamet bulur. Kim de onlara karışırsa helâk olur.»
– «Allah’a masiyetle emretmedikçe, Emir’e itaat etmek Müslüman kişiye haktır. Allah’a isyanla emredene itaat yoktur.»
– «Hiç şüphe yok ki, iman küfür üzerine galip gelecek ve küfrü inine sokacaktır.»
1 Mayıs 2013
– VI –
1990’ların ortasında emperyalizmin “demokrasi dayatması”nı ve onun yukarıdan aşağıya manzarasını anlatıyor. Tıpkı bugün. Ne tesadüf, bir maden ocağı örneği de var. Diyor ki, sen evinde vatandaşına arslan kesilirsen, mahallede sana arslan kesildiklerinde de ağlamaya hakkın olmaz. Şöyle:
– «Netice şudur: Batı’nın demokrasiyi dayatması, herkesin eşit olarak haklardan istifade edeceği bir dünya bütünlüğü için değil, George Orwell’ın ünlü eseri “Domuzlar Diktatoryası”nda geçtiği gibi, “hepimiz eşitiz ama, bazılarımız biraz daha eşit” anlayışı çerçevesinde bir düzene boyun eğdirme zorbalığıdır. İşi biraz daha açmak istersek, bizdeki anayasa ve kanunların herkes için geçerli hükümleri önünde, sayısız “adamına göre muamele” örneklerini hatırlatmak yeter. Düşününüz ki, Genelkurmay -eski- Başkanı Doğan Güreş’in oğlu asker kaçağı, Savunma Bakanı Mehmet Gölhan’ın oğlu asker kaçağı; ama “boğazına kıl kaçtı” hesabı uyduruk bir raporla askerlik mükellefiyetinden kaytaran bu çocuklar, bunu dünya âlem bilirken, hukuku da kendilerine uyduran babaları sayesinde halk çocukları ile “kanun önünde eşit” oluyorlar. Başbakan Tansu Çiller’in oğlu, annesinin yalısının karşısında asker; yani biraz daha asker!.. Şu ân Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel’in, kardeşi, yeğeni, kayınbiraderi, velhasıl sülâlesi, 30 yıl binbir türlü para yolsuzluğuna bulaştı, Demirel’in kendi adı yolsuzluk olaylarına karıştı, ama alayı tertemiz!.. Eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın oğulları, kızı, karısı ve sayısız maiyeti sayısız dalaverelere karışarak menfaat temin ettiler; küçük oğlunun arabasını kullanan ve şantaj yoluyla para sızdırmak için giden ekipte bulunan bir polis, aldıkları ihbarı değerlendiren ve kimin önünü kestiklerini bilmeyen bir polis ekibini taradı, bir komiser öldü, üç polis yaralandı… Ama herhangi bir olayda alâkalı alâkasız herkesin anasını ağlatan polis, ortada üstelik bir polis cesedi varken, arabanın sahibi küçük Özal’a soru dahi sormadı: O zamanın İstanbul Emniyet Müdürü Mehmet Ağar, şimdi Emniyet Genel Müdürü olarak “şerefle” kanunsuzluğa karşı mücadele etmektedir!..
Sanırız anlaşıldı: Balkondakiler, kendi koydukları kurallara kendileri uymasalar bile, altta kalanların hukukî vecibelere uygun davranmalarını ve kanun ve nizâm hâkimiyetinin sağlanmasını isterler, çünkü bu türlü bir kanun ve nizâm hâkimiyetinde kendi çıkarları sözkonusudur. Bu tıpkı, bir maden ocağında patronun ve muhafızların, orada çalışan kölelerin “huzur ve güvenlerini” bozucu davranışlarına müsamaha ile bakamayacakları bir durumdur. Demek oluyor ki, yurt içindeki kendi uygulamasını dışarıda kendine karşı yapılan bir uygulama olarak gören hain zümrenin, dış uygulamalar karşısında “çifte standart uyguluyorlar” diye ağlamaya bir hakkı olmadığı gibi, kendileri de o anlayışın ülkemizdeki temsilcileridir!..» [*]
* Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti – Yeni Dünya Düzeni, 2. Basım, İbda Yayınları, İstanbul 2004, s. 101-102.
16 Mayıs 2014
Kaynak: S.G. “İBDA Külliyatı / Salih Mirzabeyoğlu’nun Eserlerine Giriş Mahiyetinde Denemeler” ismiyle 2015 yılında Akademya tarafından basılmış ve bir süre sonra tükenmiş bir eserden kamuoyunun istifâdesi amacıyla yapılmış iktibaslardır. Eser, Türkiye’nin en çok takib edilen forum sitesinde İBDA Külliyatını tanıtma gâyesiyle 2011-2014 yılları arasında kaleme alınmış denemelerden oluşmaktadır.