İBDA Külliyatı’nda Simya

Eğitim sistemimizin aktardığına göre simya, değersiz addedilen madenleri en değerli, en soylu olduğu kabul edilen altına dönüştürme sanatıdır. Bu tanımın yanlış olduğunu izah etmek gerekir. Zira simya, okült bir sanattır. Yani sadece belli kimseler tarafından yapılan ve sırları halka açıklanmayan, sembolik bir dile sahip olan bir sanattır. Simyasal çalışmaların temelinde,  eğer yeteri kadar beklenirse yüzyıllar sürse bile topraktaki her madenin altına dönüşeceğine olan bir inanç yatmaktadır. Simyacılara göre her maden altın olma istidadına sahiptir ve simyacının işi bu süreyi yaptığı birtakım işlemlerle kısaltmaktır. Bu konuda Mircea Eliade Asya Simyası adlı eserinde şöyle yazar:

– “…Ateş sayesinde metalurjistler, “çocuk” maden filizlerini “yetişkin” madenlere dönüştürürler, bu düşüncenin ardında, zamana bırakıldığında maden filizlerinin, annelerinin, yani Toprağın bağrında “saf” madenlere dönüşecekleri düşüncesi vardır. Dahası “gerçek” madenler bir yahut iki bin yıl rahatsız edilmeden “yetişmeleri” için bırakıldıklarında altına dönüşürler. Bu inanç pek çok toplumda yaygındır ve Avrupa’da sanayi devrimine kadar varlığını sürdürmüştür.” [1]

Simya “tedahül” dediğimiz “her şeyin her şeyde olduğu” prensibine dayanır ve bu yüzden simyacılar maddelerin cevherlerinin değiştirilebileceğine, birbirlerine dönüştürülebileceğine inanırlar.  Şu ân birçok insan tarafından hatalı bir şekilde kabul edilen bir diğer nokta ise şudur; simya, kimyanın ilkel hâlidir ve “bilim” olarak kabul edilemez. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu ise Esatir ve Mitoloji isimli eserinde meâlen şöyle söyler; kimya simyadan’dır ancak bu, simyanın, kimyanın ibtidâî şekli olduğunu göstermez. Tıpkı astrolojinin, astronominin iptidâî şekli zannedilmemesi gerektiği gibi. Bu türlü yaklaşımlar belli hakikatleri olan işlere, hurafe görüntüsü verir. [2]  Bu minvalde simya, kimyanın ilkel hâli değildir ancak bununla beraber modern kimya, simyasal çalışmalardan doğmuştur.

Hermes Trismegistus –üç kere yüce Hermes-, simya geleneğinin kurucusu olarak kabul edilen efsanevî bir kişiliktir. Efsanevî bir kişilik dememizin sebebi ise her kültürde ve inançta farklı bir kişiye karşılık geldiğinden ötürüdür. Meselâ, Hermes bir yanda Mısır’da Tanrı Toth’a karşılık gelirken; diğer yanda Hz. İdris-Hz. İlyas veya Hz. Hızır olarak kabul edilir. Nitekim İbda külliyatında geçtiği şekilde; Hz. İlyas, Nuh (a.s)’dan önce Nebî olan İdris Aleyhisselâm’dır.  İdris Aleyhisselam, ruhâniyeti cismaniyetine galib gelerek, miraca zuhur etmiş, mekânların en yücesi Güneş feleğine yerleşmiştir. (…) Amel’le mekân yüceliğine eren İdris Aleyhisselâm, İlyas Aleyhisselâm görünümünde, beşerî ve melekî suretleri kemâl mertebesinde mezcetmiş bir Nebî olarak, bu iki âlem arasında berzah olmuştur. [3] Yani İlyas Aleyhisselâm ile İdris Aleyhisselâm aslında birdir, İdris Aleyhisselâm mekân yüceliğine ermiş, Güneş feleğine yükselmiş, daha sonra İlyas Aleyhisselâm’ın görünümüne gelmiştir. Hermes tarafından yazıldığı kabul edilen ve hermetik felsefenin oluşmasına temel teşkil eden, simyacıların da asıl kaynakları olarak kullandıkları “zümrüt levhalar” mahiyeti tam olarak bilinmemekle birlikte, “yukarıda olan aşağıdaki gibidir, aşağıda olan yukarıdaki gibidir”, “her şey Bir’den oluşur, dolayısıyla her şey Bir’in tezahürüdür” gibi ifadeler içermekte ve bu yüzden simyanın bâtınî bir yönü olduğu gerçeğini gözönüne sermektedir.

Madenleri altına dönüştürme sanatı olarak kabul edilen simya hem zahirî hem de batınî birtakım anlamlara sahiptir ve birçok yerde zahirî anlamlar, batınî anlamlar için kullanılan birer sembolden ibarettir. Simya, her gelenekte birbirlerine çok benzese de, farklı anlamlar kazanmış ve çeşitli amaçlar için uygulanmıştır. Bu konuda ilk olarak Asya Simyası’na değinmek yerinde gözüküyor.

Asya Simyası

Çinli simyacılar zincifreyi (kırmızı renkli civa, sülfür) altına dönüştürmeden evvel yani simyasal işlemlere başlamadan önce, mutlaka dinî törenler düzenlerlerdi.  Zincifre “maddenin ruhu” kabul edilen civa’yı içerdiği için kutsal kabul edilirdi. Elde ettikleri altını yenilebilecek ve yendiğinde uzun ömür sağlayacak şey olarak kabul ederlerdi ve ayrıca bu altını yediklerinde kutsal bir yaşama kavuşacaklarına inanırlardı. Çin’in ünlü simyacısı Ko-Hung, “eğer bu simya altınıyla kap-kacak yapar ve bunlardan yer-içersen uzun yıllar yaşarsın” demiştir. Bunlarla beraber “Çinli simyacılar altunu maddi fayda sağlayan bir şey olarak istemezlerdi, istedikleri bedeni manevileştiren altundu.”[4] Çin inançlarında mevcut olan iki temel unsur, Yin ve Yang unsuru, onların simya geleneklerine de sirayet etmiştir. Yin, dişil bir unsur ve Yang, eril bir unsur olarak kabul edilir ve Yin ve Yang’ın mikrokozmos ve makrokozmosdaki her varlıkta bulunduğuna inanılırdı. Yin ve Yang Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Esatir ve Mitoloji isimli eserinde şöyle geçer:

–  “(…) iki temel kavram YİN ve YANG

-dişi ve erkek nitelik-

yeryüzündeki bütün maddelerde

yaşayan her şeyde- bu unsurlar

az veya çok bulunur

kimilerinde YANG baskın

kimilerinde YİN…” [5]

 

“YANG bulunan bütün maddeler

az veya çok

kozmik ilkelerin faziletine sahib

biyolojik hayatında

YANG nisbeti yüksek madenleri alan

bu ilkenin bütün faziletlerini de…

*

YİN ihtiva eden maddeler

toprak ilkesinin- madenlerin

ve bitkilerin rahmi olan

verimli toprağın sembolü

YANG açısından zengin

altun-YEŞİM taşı

bunları taşıyanlara

-sindirim yoluyla özümseyenlere-

Uzun ömür ve mükemmel sağlık

İNSAN bu maddelerle

bunların temsil ettiği semavî sıralamada

yerini almakta – çünkü bu maddeler

sihirli faziletlerin yanı sıra

GÖK ve GÜNEŞ ilkelerinin remzi…” [6]

 Çinli simyacılar madenleri altuna dönüştürme işlemleriyle Yin yani dişil unsuru azalttıklarına ve Yang yani eril unsuru arttırdıklarına inanırlardı. Sun’i altın, Yin’in izlerinden arındırıldığı için doğadaki altından üstün kabul edilirdi.

Hint simyasına geldiğimizde ise kısaca söyleyebileceklerimiz şunlardır: Ünlü seyyah Marco Polo Hindistandaki yogiler hakkında şöyle der:

“Çok ilginç bir içecek içiyorlar; bu içeceği bir kaşık kükürt ve cıvayı karıştırarak elde ediyorlar ve bunu ayda iki kez içiyorlar. Bu içeceğin onlara uzun bir ömür verdiğini ve bunu çocukluklarından beri içtiklerini söylüyorlar.”

Montpellier Fakültesi’nde tıp doktoru olan François Bernier ise Hintli simyacılar hakkında şunları yazar:

“Ayrıca ülkenin her yanını gezen çok tuhaf gezginler de vardı; bunlar her şeye boş vermiş kişilerdi ve kimse bunlara dokunamıyordu; bu ağzı sıkı insanlar, halkın dediğine bakılırsa, altın elde etmeyi biliyorlardı ve cıvayı o kadar iyi hazırlıyorlardı ki, bu cıvadan her sabah bir iki yudum alan mükemmel bir bedene sahip oluyordu ve mide o kadar güçleniyordu ki, her şeyi sindirebilir hâle geliyordu…” [7]

El Biruni de Hindistan’a birçok kez seyahat etmiş ve Hint simyası ile ilgili birtakım şeyler yazmıştır. el-Biruni şöyle der:

“Simyaya benzer bir bilimleri vardır ve kendilerine özgü bir bilimdir bu. Adı rasayana’dır, rasa’dan yani altın’dan türetilen bir sözcüktür. Belirli işlemlerle, çoğunlukla bitkisel kökenli belirli ilaçlarla ve geleneksel ilaçlarla sınırlı bir sanattır söz konusu olan. Amaçları iyileşme umudu olmayan hastaları sağlıklarına kavuşturmak, ihtiyarları ergin olduktan hemen sonraki gençlik dönemlerine döndürmekti: beyaz saçları siyahlaşacak, duyuları eski keskinliklerini kazanacak, erkeklik gücü –cinsel açıdan da – geri gelecek ve insanların yaşamları çok uzayacak. Neden olmasın?..” [8]

“Hindistan’da erginleşme, olgunlaşma ritüeli diyebileceğimiz bir ritüel vardır ve bu Hint simyasına da yansımış bir ritüeldir. Regressus ad uterum yani ana rahmine geri dönüş ritüeli denen bu ritüelde biri ana rahmini temsil eden bir çadıra kapatılır ve oradan embriyon olarak çıktığına inanılır. Çadırdan çıktığında “tanrıların dünyasına doğan canlı” olarak kabul edilir. Hint tıbbının en büyük uzmanı Caraka’nın da hastaları iyileştirmek ve yaşlıları gençleştirmek için buna benzer bir tedaviyi salık vermesi kayda değer bir unsurdur… “Hasta karanlık bir odaya kapatılır ve burada bir regressus ad uterum yaşar. (Örneğin bu tedavi 1938 yılının Ocak-Şubat aylarında Brahman bilge ve din adamı Mandan Mohan Mahaniya’ya uygulanır. Hint basını bilgenin odadan çıktığında altmış yaşında göründüğünü aktarır.)” [9]

Ana rahmine geri dönüş ritüeline benzer bir ritüel Çin Simyası’nda da “embriyon soluğu tekniği” adıyla mevcuttur.

Babil Simyası

Babil Kozmolojisinde  “Gök ile Yeryüzünün Tam Benzeşimi” temel tasavvuru bulunur. Bu minvalde, yeryüzündeki herhangi bir şeyi göktekinin bir modeli olarak kabul ederler. Gökyüzünde meydana gelen her şeyin bir şekilde yeryüzündeki hayatı da etkisi altına alacağına inanırlar ve onlara göre her gezegeni bir tanrı yönetir ve her maden için bir gezegen vardır. Madenlerin bu göksel kökenlerinin onlara birtakım büyüsel güçler verdiğine inanırlar, bununla birlikte topraktan vaktinden evvel çıkartılmış madenlerin de büyüsel güçleri başıboş bırakacağını düşünürlerdi. Gök-yeryüzü benzeşimi kuramının yanı sıra Babiller her şeyin canlı olduğuna ve bir cinsiyete sahip olduğuna inanırlar; bu yüzden topraktan vaktinden evvel çıkartılmış bir madenle cenini bir tutarlardı. Babiller, şeytanî güçlerin başıboş bırakıldığını düşündüklerinden dolayı metalürji ritüellerini yalnızca olgunlaşmış, arınmış ve bu sanatın sırlarına vakıf olmuş kişilerin yapabileceğine inanırlardı.

Asya simyasına ve Babil simyasına baktığımızda dahî simyanın madenleri altına dönüştürmekten çok daha fazla bir şeyi amaçladığını görebiliyoruz. Şimdi simyanın batınî yönlerinden anladığımızı anlatmaya çalışacağız.

Simya ve Tasavvuf

Hazreti Ali, “ilim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı” buyurur. Bu çerçevede söyleyebiliriz ki, İslâm birleştirici, bütünleştirici bir bakışa sahiptir ve bu yüzden de denilebilir ki, ilimlerin, bilgilerin birbirlerinden bağımsız, apayrı uçlarda ele alınması, ilimlere böyle bir bakış açısıyla bakılması İslâm perspektifi açısından doğru bir yaklaşım değildir. Nitekim Allah-u Teâlâ, mealen, “Ben kulumu eşya ve hâdiseleri feth ve teshir etmesi için kendime halife olarak yarattım!” buyuruyor ve Allah böyle buyurduğu için İslâm âlimleri eşya ve hadiseleri feth ve teshir vazifelerini “her şeyin her şeyle alakası içinde” denilecek bir bakışla yerine getirmeye çalışırlar. Bu noktada geleneksel bir ilim olan “simya” için de aynı bakış açısına sahip olduklarını söyleyebiliriz. Simya maddelerin cevherlerini dönüştürme çabası adı altında aslında bizatihi öznenin kendisinin yani insanın ruhî değişimini sağlayan, maddeyi zaptürapt altına alırken aslında nefsini olgunlaştırmaya vesile olan gizlenmiş bir ilimdir. “Gizlenmiş” bir ilim, çünkü simyayı bir batın ilmi kabul edersek eğer, ehliyetsiz ellerde kullanılmasına mâni olmak için… ”Jung’a göre simyacıların asıl amacı, benliklerinde ruhî bir dönüşüm meydana getirerek, altun gibi saf ve değerli, yüce bir kişi olabilmekti. Böylece kurşunu altuna dönüştürmek, ham ruhun olgunlaşması sürecini temsil ediyordu. Simyacıların yüzyıllar boyu aradıkları ve kurşuna dokunduğunda onu altuna dönüştürmesi beklenen “filozof taşı” da, yine ruhun dönüşümünü sağlayacak bir semboldü.” [10]

Simyayı, insanın iç dünyasını dönüştürmesi, yakma, kül etme, tekrar oluşturma vs. madenlere uyguladığı işlemlerle aslında insanı yakması, kül etmesi ve Zümrüdü Anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğmasına vesile olması bakımından tasavvufla ilişkilendirebiliriz.

Tasavvufun içinde olmayan birinin onun ne olduğu hakkında elbette bir düşünceye sahip olması imkânsızdır. Lakin mahiyetleri bakımından simya ve tasavvuf arasında birbirlerinden kopmaz bir bağ olduğu kanaatindeyiz. Simyanın Tasavvufla olan bağı hakkında Seyyid Hüseyin Nasr şöyle der:

“Tasavvuf, bir dalı simya olan ilksel bir ağaç veya çeşitli çiçeklerin bulunduğu bir bahçedir; bu bahçede simya, kokusu bahçedeki tüm çiçeklerden yalnızca birine ait olmasına rağmen bütün bahçeyi kaplayan bir rayiha şeklinde yayılmaktadır.”

Nitekim Mevlana Hazretleri’nin Konya’ya yerleşmeleri ile ilgili söylediği cümleler arasında şöyle bir şey vardır:

“Allah, hoş bir lütufta bulundu, sebepsizlik âleminden bir sebep yaratarak bizi Horasan ülkesinden Anadolu vilayetine çekip getirdi. Haleflerimize de bu temiz toprakta konacak yer verdik, ledünni (Allah bilgisine ve sırlarına ait) iksirimizden (altın yapma hassamızdan) onların bakır gibi vücutlarına saçalım da onlar tamamıyla kimya (bakışıyla, baktığı kimseyi manen yücelten olgun insan); irfan âleminin mahremi ve dünya ariflerinin hem demi olsunlar.”

Burada Mevlana hazretlerinin buyurduğu şekilde geçen “iksirimizden” yani altın yapma hassamızdan ayrıca “kimya”, bakışıyla baktığı kimseyi manen yücelten olgun insan gibi ifadeler kimyanın, asli mânâsıyla tasavvufla ilişkisi olduğu inancını biraz daha güçlendirir diyebiliriz. Burada dikkati çekmesi gereken nokta; “bakışıyla baktığı kimseyi manen yücelten olgun insan kimdir?” sorusudur! Nitekim maddelerin cevherini değiştiren dönüştüren, onlara uygulanan birtakım simyasal işlemlerden ziyade; adeta “derviş”i olduğu bir işte, simyacının ruhunda meydana gelen tekâmüllerin, maddeye sirayet etmesidir. “Akıl, ruha bağlı bir keyfiyettir; ve ruhçuluğun hakikati de, “İslâm kalbin yoludur” ölçüsünün belirttiği üzere İslâm’da. Büyük Doğu-İbda fikir mihrakının bizlere gösterdiği bu hakikat vesilesiyle söyleyebiliriz ki; simyanın aslında gözünü diktiği yer, ruhen olgunlaşmış ve bir bakışıyla dahî olgunlaştıran, kemâle erdiren bir yer… Bu böyle olunca ruhîlikle alâkası nisbetinde söyleyebiliriz ki, nasıl ki ruhçuluğun bir hakikisi bir de batılları var ve hakikisi İslâm’da, bu şekilde simya sanatının da hakikatini İslâm’da ve dolayısıyla İslâm âlimlerinde bulabiliriz.

Bununla beraber şu belirtilmelidir ki; “İnsanın ideali, her gün biraz daha kendini aşması için, hür ve kuvvetli olmaktır” diyen Goethe’ye İbda fikir mihrakının yönelttiği soru şudur; “Goethe, her gün varlığını biraz daha aşmak, biraz daha hür ve kuvvetli olmak istiyor. Hâlbuki kendini aşıp nereye gidecek? Onun için bütün kapılar kapalıdır. Elde edeceği hürriyeti ve kuvveti ne yapacak?” [11] Yani kendini her gün biraz daha aşsan da gideceğin yer neresi? Sana kapıları ardına kadar açacak bir nisbet noktan var mı? Biz bunu İslâm dışındaki simya ve simyacılar için de söyleyebiliriz; evet simyada gaye, ruhî uruc ama kapılar sana kapalıysa –ki İslâm dışı olduğuna göre kapalıdır- nereye kadar olacak bu yükselme, kemâle erme?

El-Hut Vesilesiyle Simya’nın Amacı

Kur’an-ı Kerim’de “el-Huruf-ul mukattaa”, “kesik kesik okunan harfler” olarak bilinen ve İslâm büyükleri tarafından “sevenle sevilen arasındaki şifreler” olarak nitelenen harflerden birisi olan nûn… Nûn harfi ilk dönem tefsirlerinin bazılarında “el-Hut (balık)” bazılarında ise “ed-Devat (hokka)” olarak mânâlandırılan sırların içinde bir sır…[12] Biz mevzuumuz üzerinde bazı tedailer uyandırdığı için şu an “el-Hut-balık” bahsi üzerindeyiz. Kehf Sûresi’nden mealen:

“Hani Musa genç yardımcısına demişti: “İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim ya da uzun zamanlar geçireceğim. İkisi, iki denizin birleştiği yere varınca, balıklarını unuttular, (balık) sıyrılıp denizde yolunu tuttu.”

Balık ulaşılması istenilen gaye için bir vesile… Bilindiği üzere Hazreti Musa, Allah’ın rahmet ettiği ve kendisine “özel bir ilim” verilmiş olan “bir kul”a ulaşmak istemiş ve bu yüzden yollara düşmüştü. İki denizin birleştiği yerde el-Hut (balık)  vesilesiyle o kulla buluştu, O kul Hazreti Hızır’dır. İbda fikir mihrakının dikkatleri topladığı nokta şudur ki; bu hadisede balık, daha üstün, faziletli bilgilerin elde edilmesi yolunda, bu mükemmelliğe ulaşma yolunda onlara tevafuklar sunan bir vesiledir. Hazreti Hızır ve Hazreti Musa’nın el-Hut vesilesiyle olan karşılaşmalarında, bu mükemmellik yolunda, kusursuz bir insanlık düzeni kurma yolunda farklı iki bilgi buudunun karşılaşması sözkonusudur. Bu farklı iki bilgi buudunun karşılaşmasının tedai ettirdiği mânâlardan biri şu: Hazreti Hızır –Allah’ın izniyle- eşya ve hadiselerin iç yüzünü, hikmetlerini sırlarını görebilmekte, sezebilmekte, anlayabilmektedir. Hazreti Musa ve Hazreti Hızır’ın karşılaşmasında bâtın ve zahir olan iki bilgi kutbunun karşılaşması ve birlikte mükemmelliğe giden yolda vesile bağı kurmaları söz konusudur. Mevzuumuz “İbda Külliyatı’nda Simya” olduğuna göre bu hadisenin mevzuumuz gereği tedai ettirdiği ise şu: Fizikî ve metafizikî olan iki farklı bilgi buudunun “kusursuz bir insanlık düzeni”  için mutlaka karşılaşmaları ve birbirlerinden koparılmamaları gerekir.[13]

Simyanın değersiz addedilen metalleri en değerli maden olan altına dönüştürme davasında olduğu kabul edilir. Lakin bilinen de şudur ki, bu yalnızca bir vesiledir. Birtakım simya safhalarıyla altını elde etmek isteyen bir simyacı, aslında yalnızca maddi bir netice elde etme gayesinde değildir. Bu safhalarda kullandığı maddelerle arasında kurulan fiziki temasların yanısıra, o aslında bunların vesilesiyle ruhî bir bağ elde etmek gayesindedir. Yani az önce Hz. Musa ve Hz. Hızır (a.s) kıssasının vesilesiyle söylediğimiz gibi, eğer bir simyacı yalnızca altın elde etmekle yetiniyorsa, yani yalnızca fizikî olan bilgi buuduyla uğraşıyorsa onun elde edeceği şey yalnızca maddi plandadır. Lakin bir simyacı altını bir vesile olarak görüyorsa ve asıl gayesi değersiz metalleri altına dönüştürmeye çalışırken aslında ruhunu dönüştürmekse, kemâle ermekse, burada fizikî ve metafizikî, zahirî ve bâtınî olan iki farklı bilgi buudu işin içindedir. Neticede ferdi planda “kusursuz bir insanlık düzeni” oluşur, yani o simyacı altınla kıyaslanamayacak kadar değerli olan şeylere erişir.

El-Hut dediğimizde akla gelen diğer bir mevzu da Yunus Peygamber’in mevzusudur. Balığın karnındaki Yunus Peygamber hâdisesini Şeyhül Ekber İbn-i Arâbî Hazretlerinden dinleyelim:

– “(…) Yunus, “öfkelenerek gittiğinde” Allah’ın kendisine rahmetinin genişliği hakkındaki taahhüdü nedeniyle darlık vermeyeceğini zannetmişti. Rahman isminden kaynaklanan bu ilâhî genişliğin başkası hakkında olup söz konusu kişinin ümmetinin o genişliğe ulaşacağını düşünmemiş, onu kendisine sınırlamıştı. Öfke, kalbin karanlığıdır. Bu karanlık, mertebesinin yüceliği nedeniyle, dışına da etki etmiştir. Bu nedenle Yunus, Allah’ın dilediği süre balığın karnının karanlığında bırakılmış, Allah onun dikkatini, anasının karnında bir cenin iken kendisini kimin yönettiğine çekmek istemiştir. Ayrıca dikkatini şuna da çekti: O mekânda onun kızması veya ona kızılması düşünülebilir mi? Böyle bir şey olamaz, çünkü orada Allah’ın korumasındaydı ve Rabbinden başkasını bilmiyordu. Böylece kendisine söz ile değil, fiil vasıtasıyla öğretmek için Yunus’u balığın karnında bu hâle döndürdü. “Karanlıklar içerisinde ‘senden başka ilâh yoktur’ diye nida etti.” Bu ifade bu tevhidde ümmeti adına mazeret belirtmektir. Yani, Allah’ım sen, dilediğini yapar ve rahmetini dilediğine yayarsın. “Seni tenzih ederim. Ben zalimlerden oldum.” Zalim, zaleme (karanlık oldu) kelimesinden türemiştir. Yani, benim karanlığım kendime dönmüştür, yoksa Sen, beni karanlığa atmış değilsin. İçimde olan şey, dışıma nüfûz etmiş, ışık içime geçmiş ve derûnum aydınlanmış, öfkenin karanlığı kaybolmuş, tevhidin nuru ona yayılmış ve rahmet nüfûz etmiştir. Böylece bu nur, öfkenin karanlığı gibi onun dışına nüfûz etmiştir. “Rabbi duasını kabul etti ve onu sıkıntıdan kurtardı.” Balık, “selim fıtrat üzere doğmuş olarak” onu karnından çıkarttı. Yunus’un dışında Âdemoğullarından hiç kimse, iki kez doğmadı. (…)”  [14]

Yunus Peygamber fiilî olarak ikinci kez doğan tek insandır. Ancak insanoğlu, “ölmeden önce nefsini hesaba çekmek” mükellefiyetindedir. O hâlde insan, günahlarını farketmesi ve onlardan arınmaya çalışarak kendinde ikinci bir doğumu yaşaması gereken bir varlıktır. Dolayısıyla insan, Yunus Peygamberde tecelli eden ikinci doğum hadisesini ruhunda yaşatmak için çeşitli yollara başvurur. Simya da bu yollardan biridir. Simyacı, ruhunu saf ve pak olduğu şekline geri döndürmek gayesindedir, yeniden dirilmek aslında simyacının nihaî amacıdır. Ancak ikinci kez doğmak, ölümü de tatmak gerekeceği hakikatini de beraberinde getirir. Bu mevzuu hakkında çeşitli tedailer uyandıran bir iktibas verelim, Tilki Günlüğü’nden:

“(…) Yunus Peygamber, Kur’ân’da “Zûnnûn-Balık Arkadaşı” diye isimlendirilmektedir. Bu, pek tabiî olarak genel balık sembolizmi ve daha özel olarak da, ister Hindu geleneğinin Matsya-avatâra’sı yahut ilk Hristiyanların Ichthus’u olsun, “Kurtarıcı balık” sembolizmi ile münasebet içinde bulunmaktadır. Bu bakımdan balina, başka yerde Yunus balığı tarafından oynanan rolü oynar; ve beriki gibi o da, “yukarıya doğru yükselen yol”a imkân veren gün dönencesi kapısı olarak, Oğlak Burcu’nun işaretine uygun düşer. (…)”[15]

 “Arapça alfabesinde nûn harfi, başlıca mânâları arasında “el mevtu-ölüm” anlamı da bulunan, hemen hemen katıksız bir potansiyel güce irca edilmiş ve ibadetle alâkalı olarak da secde hâlinin kendisine tam uygun düştüğü ve tamamıyla kendisi üzerine katlanmış varlığı sembolize eden “mim” harfinin hemen peşinden gelmektedir; ama geçici bir yokluk olarak görülen bu potansiyel güç hâli çok geçmeden, varlığın bütün temel imkânlarının aynı ve dağılmayan tek bir noktada yoğunlaşmasıyla, daha üst seviyedeki bütün gelişmelerin kendisinden neş’et edeceği bir tohum hâline gelir.” [16]

“Nûn harfi… Şu da dikkati çekmektedir ki, aşağıya doğru dönük olan “muhaddep-dış kavis”liliğiyle bu yarım çember, bir su kupasının basit benzerlerinden birisidir; beriki gibi o da, herhangi bir biçimde, içinde henüz gelişmemiş olan bu tohumun saklı olduğu ve müteakiben de göreceğimiz gibi “Kâinat Yuvarlağı”nın alt veya “toprak-olan” yarısıyla aynılaşan bir “döl yatağı-rahim” mânâsını kapsamaktadır… İlginç bir yakınlıkla bu “döl yatağı” Sanskritçe’de “yoni” mânâsı, aynı zamanda Yunus balığının da adı olan Grekçe “delphus” kelimesinde de zımnen bulunmaktadır. Ruhî sıçrama ve değişimin bu “pasif” elemanı görünümü altındaki el-Hût da, muayyen bir biçimde, sembolik olarak kalb gibi tasvir edilen kendi merkezinde “ölümsüzlük tohumu”nu taşıyor olması itibariyle, ferdiyetin bütününün ifadesidir. Bu münasebetle, daha önce açıkladığımız kalbin “kupa sembolü” ve “Kâinat Yuvarlağı” sembolüyle olan alâkasını hatırlayabiliriz. Ruhî tohumun gelişmesi zımnen, tıpkı Yûnus Peygâmberin büyük balığın karnından çıkarak “dirilmesi” gibi, varlığın ferdî durumundan ve ona has kozmik ortamdan çıkmasını da kapsamaktadır. Bu çıkış işini, iç kavisliliği nûn harfinin yarım dairesiyle sembolize edilen “eriş-erişkinlik” mağarasıyla aynı şey olduğu kolayca anlaşılacaktır. İster bir fert veya bir dünya sözkonusu olsun, bu “yeni doğum” zorunlu olarak eski durumda ölmeyi gerektirmektedir. Ölüm ve doğum veya dirilme… İşte bunlar, biri diğerinden ayrılamayan iki görünümdürler; çünkü bunlar, gerçekte aynı durum değişikliğinin birbirine zıt iki vechesidir.”[17]

“Ruh, neyle ilgilenirse onu canlı kılar” hakikatine nisbetle, simyacı benliğini adadığı altın elde etme sanatında, elindeki madeni canlandırma, yani onu soylu bir hâle getirme istidadındadır. Dolayısıyla, gayretinin neticesini, kendi ruhunun da canlı kılınması şeklinde görür.

Kimya… Bakışıyla baktığı kimseyi manen yücelten olgun insan… Yani tasavvufta kimya mürşid,  masiva’ya sırtını dönmüş,  ulvîlerin en ulvîsi olan bir mânânın aksettiricisidir.  Kibrit-i Ahmer: Cisimleri altun hâle koyacak kadar tesirli olduğu söylenen metalimsi “şey”, iksirdir. Tasavvufta ise mürşid, kıymeti çok yüksek olan şey, nadir bulunan kıymetli şeye karşılık gelir Kibrit-i Ahmer. Yani Kibrit-i Ahmer marifet sultanıdır. Nitekim biz Şeyhi Ekber Muhyiddin-i Arâbî Hazretlerine de “Kibriti Ahmer” dendiğini biliyoruz. Bir rivayete göre Süleyman Peygamber’in yüzüğü Kibrit-i Ahmer’den idi. Bu yüzük önceden Âdem peygamberin elindeydi. Süleyman Peygamber zamanında yüzüğü Cebrail (a.s) getirip Süleyman Peygamberin parmağına taktı. Üzerinde İsm-i Azam yazılı bu yüzük ile Süleyman Peygamber insanlara, hayvanlara, cinlere ve rüzgârlara hükmediyordu. Yani bu rivayete göre Kibrit-i Ahmer’in mevcudiyeti Âdem Peygambere kadar uzanır.

Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri şöyle buyuruyor:

– “Bedahetlere güven!.. Onlar ruhumuza gökten şimşek gibi düşen gerçekler… Şu gerçeği, bir üçgenin dört çizgili olamayacağı tarzında kafana mıhla ki, neye ve nasıl olursa olsun, insanoğlu, inanmadan, bir gölgedir, su üstünde bir kırışık, bir aksırık, bir hiç… Evvelâ inanmaya inan!”[18]

Ve yine bir simyacının şu sözü:

“Umut… Simyada umut, bir amaç bulunduğu güvenine dayanır. Eğer bana bu amacın varlığını ve şu hayatta ona erişebilme imkânı bulunduğunu açıkça ispatlamamış olsalardı, bu işe hiç girişmezdim.”

Simya “inanmadan”, “umut etmeden” başarıya ulaşamayacak bir sanat… Aslî mânâsıyla simyada amaç ise “kendinden beklenen oluşu gerçekleştirmek”. Kendinden beklenen oluş ise; bilindiği üzere insanın Allah’ın halifesi olması hasebiyle eşya ve hadiseleri zapt etmek. Ve elbette simyada esas olan sabır… Zira bir simyacı simyanın balık avlamayla da ortak bir yönü olduğunu söyler ve biz biliyoruz ki, balık avlamak sabır gerektirir, gözünü kırpmadan pür dikkat, tam bir vecd ve iştiyakla balığın oltaya takılmasını beklemek, yani bedahetlerin gökten şimşek gibi ruhuna düşmesi için yıllarca beklemek, “aradıkça bulmak, buldukça aramak”… Daha evvel de işaretlediğimiz gibi Hazreti Hızır – Hazreti Musa kıssasında balık daha üst bilgiye ulaşmada bir vesile… Ve simyacının yaptığı da bu vesileye sımsıkı tutunmak… Yıllarca beklenilen altından kasıt belki de düşmesi beklenilen bu bedahetler, hakikatlerdir.

Saf Fıtrata Geri Dönüş

Geleneksel bir ilim olan simya, kâinattaki her şeyi mükemmelliğe ulaştırmak gayesindedir. Bu yüzden söyleyebiliriz ki; simyanın insanı hakiki yüksekliğine ulaştırdığı noktaya “Ars Magna” yani “Büyük-Yüce Sanat” adı verilir ve bu noktada elde edilen, nitelikleri değiştirerek her şeyi altına çevirebilen “Felsefe Taşı”dır. Tasavvufta Mürşid’in “bakışıyla baktığı kimseyi manen yücelten olgun insan”, “bir bakışıyla yolun tozunu altına çeviren” gibi anlamlara geldiğini daha önce belirtmiştik. “Bir nazarda tozu altına çevirenler, gözlerinin ucuyla bize bir nazar eyleseler”… Bu açıdan bakıldığında Ars Magna ve Felsefe Taşı’nın Tasavvufta irşad makamı ve Mürşid gibi anlamlara tekabül ettiğini söyleyebiliriz.

Simya’nın en önemli ve belki de en temel terimlerinden biri, Latince kelimelerin baş harfleriyle “VITRIOL” şeklinde kısaltılan şu cümledir: “Dünyanın derinliklerini ziyaret et, gizli taşı bulacaksın.” Bu cümlede belirtilen dünyanın derinlikleri’nin aslında insanın bizatihi kendisi olduğunu yani kendi iç âlemi olduğunu söyleyen ve orada bulacağı şeyin ise akıl, hikmet, marifet olduğunu söyleyen düşünceler mevcuttur. Heykeltraş Auguste Rodin’e “bir heykeli nasıl yapıyorsunuz?” diye sorulduğunda, “taşın fazlasını atıyorum, geriye heykel kalıyor” şeklinde verdiği cevapta olduğu gibi, vitriol kelimesinin ifade ettiği mânâ da, insanın maddi dünyaya olan “fazlalık”, “külfet” diyebileceğimiz şeylerden benliğini yontarak kurtulması ve böylece “derinliklerindeki, ruhundaki gizli taşı, bilgiyi hikmeti ilâhî marifeti bulması” olabilir belki de… Nitekim Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Ben kimim? diye sormak, ölüm nedir? diye sormakla birdir!” sözü vitriol kelimesinin ifade etmek istediği mânâyı belirtir gibidir ve neredeyse bütün âlimler bu sözü en başa almışlardır.

İbda Külliyatı’nda geçtiği şekilde mealen söyleyebiliriz ki;  Ruh, Vacib-ül Vücud yani Zorunlu Varlık âlemiyle, imkân âlemi arasında bir berzahtır. Bu bakımdan ruh, iki mânâ arzediyor. Renk, şekil ve benzerlikler âlemine göre ruh onlardan üstün ve münezzeh; mutlak şekilsizlik ve benzersizlik âlemine göre de renk, şekil ve benzerliğin ta kendisi. Ruh’un iki âlem arasında berzah, perde oluşu, yaratılışındaki asliyetten ötürüdür. Ama o, bedene ilişince, berzah âleminden çıkmış ve madde âlemine inmiştir. Bu yüzden ruhtaki şekilsizlik ve benzersizlik örtülmüştür. Allah’ın inayeti yetişip ruh seferini tamamlar yani ruhî uruc-yükselme- gerçekleşirse, menzilleri aşar ve bedene ilişmesindeki gayeye erişmiş olur ve aslî vatanına döner; berzah olma makamını bulur. ‘Kişi mevzuunu bulamaz ki ben desin!’ makamı… Bu minvalde söyleyebiliriz ki, simyacının asıl gözünü diktiği yer maddi planda olmadığına göre ve aslında beklediği kemâlâta ermek olduğuna göre, simyacı da aslında bu ruhî urucunu gerçekleştirmek yani aslî vatanına geri dönmek gayesindedir… Nitekim biz biliyoruz ki, ruh Halk âleminden değil; Emr âlemindendir. Yani ruh Allah tarafından hiçbir mertebe ve tavrın vasıtası olmaksızın, ancak ‘Kün-ol’ emriyle meydana gelmiştir.  Bu yüzden ruhta iyiliklere yönelme temayülü vardır. Ancak Halk âleminde ‘nefs’le birleşince onda kötü istekler doğmuştur. Bu minvalde simyanın tasavvufla olan bağı söz konusu olduğunda simyacının gayesi, nefsindeki bu kötü istekleri dizginleyebildiği makama ermektir.

İbn-i Arâbî’ye göre Allah’ın insanı yarattığı saf ve temiz fıtratı saf altındır ancak daha sonra insanın bu temiz yaratılışından uzaklaşarak kötüye yönelmesi saf olmayan diğer madenlerdir. Ve bu yüzden insan yaratılışındaki saf altına ulaşmalıdır. Simyacının ulaşmak istediği de yaratılışındaki o saf altındır diyebiliriz.

Allah-u Teâlâ insanı ilk yarattığında ve “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorduğunda “evet” diyerek tasdik eden ve ilk muhatabı olan insandır. Ve yine Allah; “Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik. Onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar ondan korktular da onu insan yüklendi”, “biz insana kendi ruhumuzdan üfledik” buyuruyor mealen. Bu minvalde Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arâbî Hazretleri buyuruyor ki:

“İlâhî surete benzer bir yapıda yaratılmış yegâne varlık insandır yani kâmil insandır.”

Bu sebepten insanlık kâmil insan olmaya doğru sürekli bir özlem içindedir. Nasıl ki kadim simya ilmi, maddedeki altın olma özlemini tahrik ederek değersiz metalleri altına dönüştürebileceğini ifade ediyorsa ki, asıl gaye bu değildir. İşte bütün insanlık da bu şekilde ister mü’min olsun ister kâfir, dile getirsin veya getirmesin, farkında olsun veya olmasın insan-ı kâmil’e doğru sürekli bir özlem içindedir. İnsan-ı Kâmil’den murad, “Gaye-İnsan ve Ufuk-Peygamber” Peygamber Efendimiz (s.a.v)’dir. Çünkü Allah (c.c), bir Kudsi Hadis’te “Levlake levlak lema halaktul eflak” buyuruyor, mealen, “Sen olmasaydın, Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım.” O âlemler ki, başta O yaşayacak diye var olmuş ve O yaşadı diye var olmaya devam etmiş ve etmekte. İnsanlık, farkında olsun veya olmasın, Hakikati Ferdiyye’ye, Allah’ın O’nunla bildirdiklerine, bildirdikleriyle yaşayıp insan-ı kâmil olmaya doğru derin bir özlem içindedir.

Astrofizikçi John Wheeler’in öne sürdüğü Antropik Kozmoloji prensibine göre, İnsan, evrenin merkezidir. Kâinatın yaratılışında meydana gelen her durum/olay, asıl misafiri olan İnsan’a hayat verebilecek şekilde gerçekleşmiştir. Bütün bir kâinat O’nun için, O’nu ağırlamaya müsait olacak şekilde yaratılmıştır. İnsanoğlu ise, O Nur’a nisbeti derecesinde kıymetli ve böylece yine evrenin merkezinde… O Nur’a nisbet ise, ruhunun yeniden doğması için, nefsini ölmeden önce öldürmekle mümkün olabilmektedir. Hakikî anlamda Simyacı’nın “hayatının anlamı” da budur.

Simya Vesilesiyle Zamanın Gâyesi

Simya, hem maddede hem de mânâda-ruhta en iyiye, en doğruya, en güzele inkılâb etmenin vasıta-sistemi gibidir. Bu minvalde, en büyük simyacılar peygamberler ve o simyacıların öğrencileri –nura veraset davasından- veliler, âlimlerdir. Buna nisbetle her ferdin işine yarayabilecek bir şey söyleyelim: Bugün Büyük Doğu-İBDA, hem maddede hem mânâda-ruhta, hem ferdi hem de toplumu en iyiye tekâmül ettirmeye talip tek vasıta-sistemdir. Dönüştüren asıl unsur ise İslâm’dır…  Bundan sonra iş, basit madenlerin yani bizlerin kendini bu mihraka teslim edip, altına dönüşmesine kapı açmaktan ibarettir. Nitekim daire tamamlanmak üzere… Daire sırrına muhatap olanlar, ZAMANIN GÂYE’sine muhatap olanlar beri gelsin…

“An’anevî farklı dillerin alfabeleri arasında bulunan münasebetler açısından önemli bir açıklama yapma imkânı sağlayan “nûn” harfinin biçimine dönelim: Sanskrit alfabesindeki uygun harf olan “na”, temel geometrik unsurlarına irca edildiğinde, bir yarım daire ile bir noktaya uygun düşmektedir… Ama buradaki kavislilik yukarıya doğru olduğundan, bu, çemberin üst yarısı olup, Arapça “nûn” harfinde olduğu gibi alt yarısı değildir. Öyleyse, ters istikamette yerleştirilmiş aynı figürdür; veya, tam söylemek gerekirse, bunlar sıkı sıkıya biri diğerini tamamlayan iki figürdür. Gerçekte, şayet onlar birleştirilirse, merkezî iki nokta tabiî olarak çakışacağından, aynı zamanda yıldız falcılığında güneşin ve simya disiplininde de altının sembolü olan, merkezinde nokta bulunan daire, yani tam bir çember figürü elde edilir… Burada Hindu geleneğindeki “Ruhanî güneş” ve “Altın çekirdek” sembolizmi hatırlanabilecektir; dahası, bazı uygunluklara göre “nûn” harfi, gezegenle alâkalı kılındığında, Güneş harfidir. Devam edersek: Nasıl ki alt yarım çember gemi figürü ise, bunun gibi üst yarım çember de kelimenin en dar anlamında, yani “zıt anlam” uygulamasıyla onun benzeri olan gökkuşağı figürüdür. Bunlar aynı zamanda “Kâinat Yuvarlağı”nın iki yarısıdır; birisi “alt sular”daki “yere ait olan”, diğeri de “üst sular”daki “göğe ait olan”… Bu iki yarımın ayrılmasından önce çemberin başlangıcında bütün olan bu dairevî figürün, aynı çemberin sonunda yeniden teşekkül etmesi gerekmektedir… Öyleyse denilebilir ki, özellikle güneş sembolizmine aktarıldıklarında Sanskritçe “na” figürü doğan güneşe, Arapça “nûn” figürü de batan güneşe uygun düştüğü için, söz konusu iki figürün birleşmesi, başlangıcının sonuyla bitişmesi suretiyle çemberin tamamlanmasını ifâde etmektedir. Diğer yandan; tamamlanmış çember figürü, merkezi (1) ve çemberi de (9) olan 10 sayısının sembolüdür… Ama burada iki “nûn”un birleşmesinden elde edilen 10’un değeri, “nûn”un sayı değerinin 50 olmasına nisbetle, 50 ile 2’nin çarpımı 100, yani 10’un karesidir… Bu da gösterir ki, birleşme “ara, orta âlemde” icrâ edilmektedir; bitişmenin “bölünme” ve “ayrılık” sahası olan alt âlemde gerçekleşmesi, hakikaten imkânsızdır. Aksine o, içinde, esas bakımından “ebedî ân”da devamlı ve değişmez bir tarzda gerçekleştiği üstün dünyada daima mevcuttur.” [19]

Sonun sonunda Baş’a dönüldüğü gerçeğiyle birlikte, son söz şudur: Hakiki anlamda simyacı, zamanın gayesini idrâk edebilmiş, dairenin tamamlanmak üzere olduğunu ve iç içe geçmiş dairelerin her birinin yolunun tek kapıya çıktığını ve hepsinin de tersinden, düzünden varlık ve oluş gâyesini haykırdığını sezebilmiş ve topyekûn âlemde bir şeylerin kımıldadığını hissedip, ruhunu kımıldatmaya ve altun gibi saf aslî fıtratına geri döndürmeye çabalayan “derviş” mizaçlı kimsedir.


1- Mircea Eliade, Asya Simyası, Trc: Lale Arslan, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2002, s.79.

2- Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji -Güneş ve Ay-, İbda Yayınları, İstanbul 2010, s.311.

3- Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B-Yedi -Giriş-, İbda Yayınları, İstanbul 2012, s.501.

4- Mircea Eliade, Asya Simyası, s.13.

5- Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji -Güneş ve Ay-, s.313.

6- Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji -Güneş ve Ay-, s.314.

7- Mircea Eliade, Asya Simyası, s.40, 41.

8- Mircea Eliade, Asya Simyası, s.44, 45.

9- Mircea Eliade, Asya Simyası, s.77.

10- Salih Mirzabeyoğlu, Yağmurcu, İbda Yayınları, İstanbul 1996, s.154.

11- Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muzdaripler-Düşünce Tarihine Bakış, İbda Yayınları, İstanbul 1998, c.1, s.107.

12- Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muzdaripler, c.1, s.41.

13- Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muzdaripler, c.1, s.42.

14- İbnî Arâbî Hazretleri, Allah Adamları ve Kutuplar, Trc: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2015, s.81,82.

15- Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü, İbda Yayınları, İstanbul 1994, c.4, s.322

16- Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü, c.4, s.326

17- Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü, c.4, s.325,326.

18- Salih Mirzabeyoğlu, Hakikat-i Ferdiyye-Çöle İnen Nur, İbda Yay., İstanbul 1994, s. 36

19- Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü, c.4, s.327, 328, 329.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!