Allah Resûlü’nün, “ferdin hakikati”ni temsil eden yüce ruhuna ait bir mucizedir: Biri ağır bastıkça diğeri gölgelenen güzel hasletlerin hiçbirinden taviz vermeden, hilm ve cesareti, tevekkül ve iradeyi, iktisat ve cömertliği, merhamet ve adaleti nefsinde dengeye kavuşturabilmek.
İnsanlar, mizaç aynalarını parlatarak, nefslerinde bu ruhun binbir tonundan bir kısmını yansıtabilir. Ashab dahi, Allah Resûlü’nden aldığı bu ışığın her tonundan pay sahibi olmakla birlikte, her biri şahsiyetlerinde beliren farklı hikmetlerle öne çıktı.
Fakat “İnsan”ın en kâmil örneği, baştan sona O’ydu; güzel ve üstün ahlâkın ölçüsü, O’nun getirdiğiydi. Güzel ahlâk sahipleri arasındaki ihtilaf, hep O’nun örnekliğinde, Allah’ın izniyle rahmete vesile oldu. Fıkıh böyle doğdu, sistemleşti, tasavvuf böyle olgunlaştı, müesseseleşti.
İnsanlar, O’nun ardından, “risaletin üç vazifesi”ni bir elde temsil edemedikleri için bu mukadderdi. Nitelik kaybının nicelik üstünlüğüne dönmesi kanununca, şeriatın “tebliğ”, “telkin” ve “tatbik” emirleri, fıkıh uleması, tekke şeyhleri ve devlet reisliği makamına dağıldı.
Fakat bu üç temsil ocağı da zaman içinde niteliğini kaybederek yozlaştı. İslâm’ın nitelikli temsili, sonunda nicelikten de oldu ve ne fetva makamı, ne tekke ocağı, ne de devlet, içtihad ve kararında Allah Resûlü’nün örnekliğini sürdüren fertler çıkarabildi.
Mezhepte, irşadta ve hukukta başgösteren, İslâm’ın uygulanışına ilişkin bu idrak çürümesi, O’nun örnekliğinin yeni zamanlara taşınamamasının başlıca sebebi olarak, nihayet İslâm aleminin bugünkü durumuyla sonuçlandı.
20. yüzyılın başından itibaren, İslâm âlimleri ve düşünürleri İslâm’ın “yeniden” anlaşılması gerektiğini söylemeye çalışırken, bir kısmı “modernist”, bir kısmı “selefi”, fakat hepsi “reformculuk”ta müşterek bir dağınıklığa daha sürüklendiler ve İslâm âlemi bir kez daha savruldu.
Ancak bu kez “rahmet”le değil, “fitne” ile… Necip Fazıl, evvelâ nefsinde yaşadığı hâliyle, İslâm’ın “tarih muhasebesi”ni bu şekilde ortaya koydu ve İslâm davasında ilk defa olarak “usûl”ü getirdi, ilk eşiği kurdu. Bir “İslâm devleti” ve yepyeni bir cemiyet idealiyle yola çıktı.
1943’ten 1983’e, tam 40 sene bu uğurda mücadele verdi ve günü geldiği zaman bayrağı kendi eliyle, “500 senedir beklenen mütefekkir” diyerek karşıladığı Salih Mirzabeyoğlu’na teslim etti. Salih Mirzabeyoğlu, el attığı her sahada, insanlığa “Ferdin Hakikati”ni anlattı.
Herkes, “asr-ı saadet”e dönme hezeyanıyla kitleleri yanlışta ısrara sürüklerken, Salih Mirzabeyoğlu, davanın adını “İslâma Muhatap Anlayış” koydu ve “asr-ı saadet”ten aldığı ışığı, fizikten biyolojiye, psikolojiden iktisada, 21. yüzyıl dili ve meseleleri içinde yeniden parlattı.
500 senedir davayı nefslerinde çürütenlere karşılık, o da hicrî 1400’den 1440’a, tam 40 sene, nefsinde davayı “ruhî kemâl”ine kavuşturdu. Sisteminde Doğu’yu ve Batı’yı birleştirdi, “kadîm” olanı da “modern” olanı da hikmetle yeniden yorumladı, İslâm’ın malı olarak ortaya koydu.
Yunan’da, Mısır’da, Hint’te, Avrupa’da ve “Çin’de de olsa”… İslâm’ın kayıp malı dediği hikmeti bulup çıkardı. O bütün ihtilafları rahmete vesile olacak anlayış ve kurtuluş yolunda birleştirmeye çalışırken, milleti onun tasavvuf, cihat ve düşünceyi beraber anmasını bile anlamadı.
Artık dava, en azından bizim için, Allah’ın izniyle, Salih Mirzabeyoğlu’nu yeniden anlamak, O’na muhatap anlayışa erebilmekte.
Kaynak: https://twitter.com/proentelekt/status/999416336299298818 (24 Mayıs 2018)