Bugün insanı, dolayısıyla benliğimizi tanımaktan uzak oluşumuz, hemen her ideolojinin en başa alıp, çözümünü kendinde göstermeye çalıştığı bir mesele. Ve, avam için ifade ettiği anlamın ötesinde bir “ben” kavramı. Ne kadar süre tutunabileceği bir yana, ideolojiye “ben” deki dinamik evren tablosu demek de mümkün. Şunu sormak gerek: “Ben” tanınmadan evren tanınabilir mi veya rastgele arayış, tarayış ve yığılışla, “ben” evrende ne mikyasta yakalanabilir? Her iki bakış açısı için geçerli bir ölçü verelim: “BEN” evrende, bildiğini arar, bildiğini bulur. Açıkçası, önce inanır -peşin fikir-, sonra bunu evrendeki görüntüler ve dinamizme tasdik ettirir. İnandığı “tüm” den gelir ve arar; bulduğu veya bulmak istediği verilerle tekrar “tüm”e varır.
İdeoloji; fert ve toplum arası meselelere çözüm ve izah getirme iddiasındaki “tüm” bina… Bu binayı kuransa mütefekkir, ideolog… İslâm mütefekkiriyse, toplumsal meseleler karşısında Muklak Fikir’den hareketle binasını örgüleştirmeye memur… Zaman akıyor, mekân değişiyor. Bâtın zâhirde tecellî ettiğine ve mânâ kendine uygun kalıpta tam ifadesini bulduğuna göre, tecelligâhın objektif yapısını tanımak, düzenlemek; nihayet, zamanın maksatlılığına nisbetle tecilli edecek ruha uygun bir yuva hazırlamak durumunda İslâm mütefekkiri… Mutlak Ölçülerimiz değişmiyor fakat, bu ölçülerin takbik edileceği zemin, sürekli ayağımızın altından kayıp değişiyor. Her an zâhire intibak edebilecek bir ruhî intikal mükellefiyeti… Değişmeyen tohumu, değişen tarlalara nasıl ekme problemi… Buysa, toprağın objektif yapısı, şartları, ihtiyaçları, kapasitesi vs. tanınmadan olmaz. Hastanın anatomisi, mikropların niteliği, hastalığın yayılış tarz ve biçimleri vs. bilinmeden, kuru kuruya “hazır” tıbbî ölçüleri öne sürmekle doktor da olunmaz… Bu arada, ideolojinin dinamik bir “tüm”; tümdengelim ve tümevarımınsa ideolojik tavrın iki yönü olduğunu ekleyelim.
İçinden ideolojinin fonksiyonunu da süzebileceğiniz bir ifadeyle, -farkında olsa da olmasa da- varoluş gayesinin hakikatini arayan, bulan veya bulduğunu sanan, sonrasında bunu davranışlarıyla bütünleştirmeye çalışan insanoğlunun, objektif veya subjektif bakış açılarından, içine ve dışına karşı takınacağı tavrı tayin eden “ideolojik” yön… Bu, kendi içinde tutarlı olabilmenin de biricik şartı halinde, daha en başta ideolojinin gerekliliğini ön plana çıkarıyor. Böyle bir tespit, ideoloji kavramını “yaşanılan” bir gerçeklik olarak kabul eden için de etmeyen için de, şöyle veya böyle bir hükme varışında, çerçevesi içine girmeye mahkûm olduğu ideolojik tavrı ispat etmekte… Burada, ideolojinin bütün olarak “âlet”; parçalara yönelim itibariyle “âletleri belirleyen” olduğunu söyleyebiliriz.
Meseleye bilimsellik maskesi ardında, teknokratik bir gözle yaklaşanlarca geniş ilgi ve kabul gören bir görüş olarak, kozmopolit ve konformist bir çağın eşiğinde ideolojilerin -aksiyon yönü itibariyle- tamamiyle ortadan kalkacağı iddiası, geçmiş ideolojiler gibi günümüz ideolojilerinin de dinamizmini yitirme akibetiyle karşı karşıya oluşunu işaretlerken, bir tarafıyla da doğruyu ifadei ediyor. Öbür taraftan ideolojilerin çökmekte oluşunu iddia etmenin de aynı zaman da ideolojik bir tavır olduğunu ve fosilleşen her ideolojinin, misyonunu bir diğerine devredeceği noktasını görmezlikten geliyor ve derin bir yanlışın savunucusu olmaktan kurtulamıyor.
Yukarıdaki ifadelere bakıp, inanıp bağlandığı veya pek farkında olmadan benliğinde barındırdığı bir orjine göre hareket eden her ferdi, “şuurlu” her tavrında “ideolojik” bir karakter sergilemesi yönünden değerlendirmek, meselenin bir yüzünü işaretlemek olur. Fikirden fikire fark olması gibi, alelâde insanların tabiî davranışlarının mânâsı olmaktan uzak bir bütünlüğün ifadesi olan ideoloji, insana “insanca”bir hayat tarzı temin etme iddiası gözönüne alındığında, bölgeselliğin üstünde “evrensel” bir nitelik kazanır. Zaten ideolojiden -genel itibariyle- anlaşılması gereken bu. Öbür türlü, inanılan herşeyin, ifadeye geçerken bir ideolojisi var.
Genel çizgileriyle, evrensel “ben” ve ideoloji serüvenini ele almaya devam edelim.
Bencillikten “malûm/geist” sırrına kadar binbir türlü ele alınabilen, anlaşılabilen “ben”… İçimizdeki coşkun varlık aşkını, nesneleşmiş ve nesnelere yansımış gölgeler halinde değerlendirebiliyoruz. Zira, sonun sonunda özümüzü -benliğimizi- de nesneleştirip avucumuzun içine almamız ve böylelikle benliğimizi iptal etmemiz söz konusu olamayacağına göre, “kendi”mizi aynalara yansıyan gölgelerimizde seyretmemiz kaçınılmaz. Biliyoruz ki, gölgenin mahiyeti kendinden değil, yansıyarak ifadeye geçmiş “hakiki” varlığın mahiyetinden ibaret… Bu safhada insanoğluna düşen, gölgenin asıl mahiyetle olan birliği içinde -ki, ayna karşısında duran insanla, aynadaki hayal aynı insandır- gölgeyle aslı ayırmak ve her birini kendi şartları içinde değerlendirmek… Halbuki yukarıda vurgulandığı üzere “ben”i son tecritte -soyutlamada- nesneleştiremeyişimiz, insan şuurunu, “ben”i yansıdığı alana başlıbaşına bağımlı olarak inceleme eğilimine kaydırmış; bu ise, insanın, şartların belirlediği bir sathîlik içinde ele alınması zorunluluğunu beraberinde getirmiştir denilebilir. Bunun içindir ki, “ben”i “ben” olarak değil, belli derecelerde pasif bir ayna rolü çerçevesinde değerlendirmeye daha bir yatkın bazıları. “Ben”i tanıma iddiasıyla yola çıkan birtakım disiplinler de, kendi zaman ve alanlarıyla kayıtlı olarak “ben”i bazı modellere ve elbiselere sığdırmaya çalışmakta; fakat “ben”, bu statik kalıplara sığmayarak, yeni dinamik tezahürler göstermektedir. Homo psikolojikus, homo sosyolojikus, homo ekonomikus tarzında yakıştırmalar insanın özünü, “kendi”ni, “ben”ini kuşatamamaktadır. Asıl tanımak, her varlığın varoluş gayesini işaretleyen Mutlak Fikir’le mümkündür. Ne derece tanınıp tanınamayacağı yine onunla bilinir. Kendini bilmek, Mutlak Fikir’ledir. Mutlak Fikir’den mahrum olanın, aklın izafîliğiyle tanıma çabasına girişi neye mi varır? Evet, bu yaklaşımla, neticeler içine gömülü şuurun, çağlarboyu süren serüvenindeki ilk hareket noktasını bulma çabası, meccanen kazandığı anlayış melekesi sayesinde, ev sahibinin silgisiyle ev sahibinin ismini silmeye yeltenmekten; kısacası, her arayış hamlesinde “kendi”sinden daha da uzaklaşmaktan başka nereye varabilir?
Yunus Emre ve “kendi”ni bilmek:
İlim, ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsen;
Ya nice okumaktır.
İlim okumadan murad,
Kişi hakkı bilmektir.
Çün okuyup bilmezsen,
Bu bir kuru emektir.
Okudum, bildim deme!
Çok taat kıldım deme!
Eğer hakkı bilmezsen!
Ettiğin lâf etmektir.
Yirmisekiz hece,
Okursun ucdan uca…
Sen elif dersen hoca!
Mâ’nâsı ne demektir?
Fert ve toplum alâkasına da demek gerek. İnsanı, derinliğine fert ve genişliğine toplum halinde değerlendiriyoruz. Bu ifadedeki ayrılık ve farklılık niçin? Sanırız şunu söylemek mümkün: İnsan, kendisini etkileyen ve etkileriyle besleyen; “ben”inin pasif bir ayna olmaması hasebiyle, kendisinden de aynı esnada etkilenen ve beslenen toplumun çağ ve mekân şartlarıyla sarmalanmış doğurgan toprağı üzerinde varoluşunun ifadecisi olma yetkinliğine varır. Burada insan “ben”ine başlıbaşına ayrıcalıklı bir konum tayin etmek durumundayız. Zira her fert, binbir kılık içinde “kendi”ni seyredebileceği bir aynalar âleminin merkezinde bulunmakla, görüntüsünden ayrılır gözükmekte… Merkezde olmanın halka halka açılışlar halinde “dairenin kendi” olması gerçeği, bize şaşırtıcı bir “aynı”lık kokusu getirse de; bunu, ruhun kendini nesneleştirerek bilmesiyle beraber, “ben” yönüyle daima üstte kalışını da çerçeveleyen bir realite olarak, şu ölçüye binaen halledebiliriz: “Birşeyin aynı, aynı olduğu şeyden farklıdır.” BÜYÜK DOĞU-İBDA’ya muhatap bir fert olarak, piramidin en üst noktasından hareketle örgüleştirilmiş sayısız “ifade-kabul”ün muhatap zihnindeki dalganışları seyrinde yakalanmış bu ifadeleri, kıvrıldığı yöndeki akışı içinde takip edelim:
İnsanı bellibaşlı iklimlerde şekillenen bir ruh olarak ifadelendirişimizin bizi getirdiği nokta itibariyle, onu, toplumun organik bir yapı halinde safha safha oluşturduğu bir varlık olarak değil, esrarlı bir hatırlayışın “kendi”nde ifade bulduğu esrarlı bir varlık tarzında nitelendirme durumundayız. Şöyle de diyebiliriz: İnsandaki bilme istidadının, toplum içinde bildirilebilmeyle açığa çıkışı; bir diğer ifadeyle, insanın doğumundan itibaren bilgilenme sürecinde geçirdiği her safhanın, onda mevcut “toplu” istidadın açılıp gelişmesini ve açılış seyrinin “toplu” olmayı delillendirici olması… Kısacası, ağacın tohumu ispat edişi… Bunu, sebepsiz netice olamayacağından hareketle, sebebin neticeyi veya neticenin sebebi kucaklayışı olarak görmek mümkün. Son tahlilde bu gidiş bizi, ilk insanın ilk peygamber oluşu hakikatine götürecektir ki, bu aynı zamanda, insanoğlunun yaratılış gayesinin ne olduğu sorusuna da cevap vericidir. İslâmî bir dünya ve kainat görüşü objektifinden işaretlemeye çalıştığımız bu hususları şuraya varmak için belirttik: İnsan olma yükümlülüğünün daha en başta kendini tanımayla anlam ve bütünlük kazandığını öne alırsak, olacağını “seçerek” olan insanın “ahlâkî-moral” temelini bütün bir dünya görüşü içinde temellendirememiş hiçbir anlayışın meşruluğundan ve tutunabilirliğinden bahsedilemez. Bundandır ki, sahteliklerinin tabiî neticesi olarak, hiçbirisi fosilleşmekten kurtulamamış ve kurtulamayacaktır. Bunu formüle etmek gerekirse, ideolojiler daima varolacak fakat, uzun ömürlü olamayacaktır.
Bir buzdağının görünen kısmını gerçek gövdeyle özdeşleştirip, üstelik bunu da sathî ve kısır dedikodularla baştanbaşa çarpıtarak gösterme eğilimi, varoluş ve onun gayesine dair aslî bir “tüm” anlayışa varışı engellemekte. Harita, pusula ve vasıta yokken, tanınmayan bir alanın fatihliğinden bahis, tek kelimeyle gülünç… Diğer yönden, varoluş gayesinin doğrusunu örtüp, eğrisini aşıladığı nisbette canavarlığın da ta kendisi… İdeolojilerin, yönelip kendilerinde bütünleştirmeye çalıştıkları alan ve yaklaşım tarzlarını bahsin tabiî akışı içinde işlerken, sanırız ideolojilerin niçin mahkûm ettiğimiz anlaşılıyor. İsmi şu veya bu, şu “izm” veya bu “izm”; açıkça dile getirilse de getirilmese de, dışımızdaki ideolojileri, toprağın olabilecek en elverişli mıntıkasına dayanıp, dosdoğru bir çizgi takip ederek göğün sonsuzluğuna uzanıyor oluşları, zorla yahut zorlamasız, açıkça yahut sinsice kitlelere benimsetilmeye çalışılan sayısız merdivene benzetebiliriz. Aynı cennete varma iddiasıyla, binbir yönü hedefleyen binbir sahte merdiven… Toprağa hangi noktada dayandığı, kendi içinde tutarlı veya tutarsız -farketmez- “mış”lı “miş”li masal motifleriyle temellendirilen(!) ve göğün hangi noktasına uzandığı, “yok”u resmetme yeltenişi halinde dedikodularla bütünleştirilen(!) bunca merdiven… Lâkin bu merdivenlerin -ideolojilerin-, olanca bakım, tamir ve makyaj gayretine rağmen, bir zaman sonra, dünkü meltemin estiği mekânı darmadağın eden günün kasırgası karşısında önce zerre zerre, sonra parça parça aşınıp ufalanması, gitgide çözülüp fosilleşmesi söz konusu!
Bugün, çağdan çağa ve mekândan mekâna atlarken, aktüalitesini yitirmeme savaşı veren belli sayıdaki ideolojinin, celladın cellatlığa savaş açması(!) gibi kendini hariç tutup dışına bakışını da çerçeveleyen yukarıdaki ifadeler, meselenin “neye göre” ve “niçin” yönleri bir sistem çapında açıklığa kavuşturulamadıktan sonra, kupkuru sloganlardan öteye geçemez. O halde, fosilleşmekten bahsederken neyi ölçü aldığımızı da belirtmek yine bize düşüyor.
Fosilleşmeyi iki yönde ele alıyoruz… Birincisi, sistemleştirilmesinde başlıca ölçü olarak insan aklını kabul eden ve bu yönüyle zaten fosilleşmeye mahkűm ideolojilerin, savunduklarının aksine geçerliliklerinin mihenk noktası durumundaki zamanın duraksız akışı karşısında fosilleşmesi… İkincisiyse, Mutlak Fikir’den hareket iddiasında olanın, zamanüstü hakikatine muhatap olduğu üstün anlayışı, şahsî anlayış aynasının kirliliği üzerine yansıtmasıyla, savunduğu tezi hayatın kendisiyle çatıştırması ve inancını -buraya dikkat- şahsında fosilleştirmesi…
BÜYÜK DOĞU-İBDA, fosilleşmiş anlayışları, layık oldukları yere, müzelik anlayışlar vitrinine kaldırıp damgalamıştır.
KAYNAK: Ak-Doğuş Dergisi, Mayıs 1990, s 7