Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun çerçevelediği üzere, ‘İnsanı iktisâdî faaliyet gayesine göre açıklama yerine, iktisâdî faaliyeti insana göre açıklama’ gerekir. O hâlde önce insanı açıklamalı ki iktisadî faaliyet de değer kazansın. Ayrıca her sistem bir inanç ve düşüncenin ürünüdür. Bu bakımdan, Batı’nın dayandığı ve dayattığı ekonomik sistemin kurumlarından önce, dayandığı varsayımları ve tezi, inanç ve düşüncelerini bilmek gerekir.
Batı’daki muhtelif iktisadî ekoller birbirinden farklı gözükse de hepsinin ortak yanı, tek dünyalı, seküler olmalarıdır. Misâlen, komünizm ve kapitalizm karşıtlığı: Servetin kime ait olduğu hususunda çatışıyor gibi gözükseler de, temelde servete bakışları aynıdır. Her iki ekole göre de servet, mülkiyettir. Yani birisinde servet fertlere, diğerinde ise devlete, topluma aittir; dilediği şekilde tasarruf eder üzerinde. Bizim anlayışımızda ise servet emanettir.
Çağımızda global çapta hâkim olan iktisadî öğreti, neo-klasik ekolünkidir. Lâkin, neo-klasik veya daha genel tanımıyla ortodoks ekonomistlerin kurguladığı dünya ile gerçek arasında uçurumlar vardır. Gerçeklikten fersah fersah uzak varsayımların, önyargıların üzerine kurulacak teoriler, önbilgiye dayalı teorilerin aksine, dünyayı açıklamak şöyle dursun, farklı bir gezegeni -ki bu gezegen sadece talî, sahte bir gerçeklik olarak teorisyenlerin muhayyilesinde mevcuttur- açıklamış olacak ve bu da yeryüzündekilerin derdine derman olamayacaktır. İşte bugün gerek siyasîlerin, gerekse işadamlarının başvurdukları iktisadî öğreti, en ufak sallantıda çökmeye meyyal, böylesine çürük bir temele sahibtir.
Her ne kadar neo-klasik ekole karşı olanlar çıksa da, hemen hepsinde ortak bir nokta vardır ki, o global küfür ‘uygarlığı’nın da temelini oluşturmaktadır: Faiz. Bediüzzaman’ın da ifadesiyle, ‘Şu riba (faiz) taşını altından çeksek, şu zalim medeniyet kasrı çökecektir.’ Evet, Batı uygarlığı ‘faiz’ taşı üzerine kurulmuş çarpık bir yapıdır. Ve bu çarpık yapılaşma, dünya şehrini yaşanmaz bir duruma getirmektedir. İş arayan milyonlarca işsizin, aç ve sefil durumda çoluk-çocuğun, kuruyan nehirlerin, pislenen hava ve suyun ve hattâ sıkışık trafiğin bile arkasındaki suçlu, bir avuç azınlığın hevâ ve hevesine uygun bir hayat sürmelerini sağlayan faiz temelli mevcut iktisadî düzen ile bu düzeni kitabına uydurmalarına sağlayan, ekonomiyi yönetme sorumluluğu olanlara dayatılan mevcut ders kitablarıdır. Bu bakımdan, insanın ve iktisadın yeniden tanımlanması ve devletleri, şirketleri yönetenlerin başvurabileceği ders kitablarının yazılması şarttır ve öncelikli gayemizdir.
Mevcut iktisadî öğreti, enflasyona yol açar gerekçesiyle devletin para basma hakkını elinden almış, bu hakkı ‘bağımsız’ olduğunu iddia eden Merkez Bankasına vermiştir. Onlara göre, devlet, borçlanma yoluyla faaliyetlerini finanse etmeli, Merkez Bankası da faiz oranlarını aşağı yukarı çekerek enflasyonu kontrol altına almalıdır. Esasına baktığımızda, paranın basım hakkının Merkez Bankasına geçmesi, bu hakkın özel bankalara geçmesidir. Özel bankalar ise, para basımı ve kredi sağlamada tekel oluşturarak, yeryüzünün inşasında karar verici, yönlendirici makama ermişlerdir.
Merkez Bankası Sistemi, modern şekliyle ilk defa 1692 yılında İngiltere’de doğmuştur. İngiltere’deki zengin ailelerin devlete borç vermek için kurduğu ilk merkez bankasının sahibleri de elbette devlet değil, sermayeyi sağlayan azınlık bir zümredir. Ondokuzuncu yüzyıldan itibaren kurulan her ‘ulus-devlet’ bir şekilde global merkez bankası sistemine bağlanmış, sistem bir kanser gibi insanlığın her hücresine yayılmıştır. Ve sermayedarlar, kredi hortumunu açıp kapatmak suretiyle devletleri diledikleri istikamette güdebilmişlerdir. Sistem bir örümcek ağı gibidir. ‘Uluslar’ ise ağa düşen ve devamlı kurtulmak için çırpınan, fakat çırpındıkça ağın fizikî özelliği sayesinde daha da tutuklanan sinekler. O hâlde bu sistemden ve sisteme bağlı yapıdan hicretin yolları aranmalı ve bu uğurda ‘gerekirse öküz, at ve eşek taşımacılığına bile kıymet verici bir anlayışa ermelidir’. Veya bir başka ifadeyle; firavunun zulmünden kurtulup hürriyete ermenin yolu, çölde kalıp iki çeşit yiyeceğe razı olmaktan geçmektedir.
Her ne kadar Batı’da sistem karşıtı bir takım argümanlar veya hareketler varsa da, ‘Mutlak Fikir’den yoksun olduklarından ‘vasat’ yolu bulamamakta, parçayı bütünden koparmaları sebebiyle herbiri kendi elindeki parçayı bütün zannederek oyalanmaktadırlar. Kimileri neo-klasik ekonominin insan davranışını veya fıtratını doğru anlamadığından dem vururken, kimileri mevcut doktrinin tabiata kayıtsız kalışından şikayet etmekte fakat bu sefer de para yerine tabiatı ilahlaştırmakta, diğer başkaları ise faizci sisteme karşı çıkayım derken parayı şeytanlaştırararak ifrattan tefrite kaymaktadır. Yine bazıları mevcut doktrinin ahlâkî temelinin olmadığını, metafizikten mahrum olduğunu öne sürerek, uzakdoğu mistik fantazileri ile, sahte ruhçu materyalist öğretileri ile bu eksikliği beyhude kapamaya çalışmakta, ancak hiçbiri gerçek çarenin İslâm ahlâkında olduğunu farkedememektedir.
İşte mevcut durum budur.
Çözüm noktasında bizim metod ve misyonumuz ise, ‘İslâma muhatab anlayış’ çerçevesinde üstün bir diyalektik kullanarak meseleleri ele almak ve iktisadî bir çözüm teklif etmektir ki, bunu yaparken ne zıt görüşleri diyalog yoluyla kabullenecek, ne de basit cedel metodu uygulayarak o görüşleri tamamen reddedecektir. Metodumuz, zıt kutubların iyi taraflarını alıp eksik ve yanlışlarını dışarıda bırakmak olacak; ‘İslâma muhatab anlayış’ın iktisadî alana yönelik çözüm yollarını sunmaya çalışmak ve insanlarla İslâm arasındaki engelleri bertaraf etmek de başlıca misyonumuz olacaktır.