İktisat ve Gerçeklik

“… ilmî teorilerin içinde geliştirildiği lisanın gerçeklikle alâkası önemli değildir, yeter ki bu lisan içinde, teoriye veya bunun modellerine göre yapılan hesaplar gözlem sonuçlarıyla ‘sağlanıyor’ olsun.” [1]

“(Fizikçiler) şunu iyice anladılar ki, esas mesele bir teoriyi beğenmek veya beğenmemek değildir. Önemli olan teorinin deneylerle uygun öngörüler yapmamızı sağlayıp sağlamadığıdır.” [2]

“Hakikaten önemli ve anlamlı hipotezlerde bile, gerçeğin çok yanlış tasvirî temsilleri olan varsayımların varolduğu tesbit edilebilir ve (bu bakımdan) teori ne kadar anlamlıysa, gerçekçi olmayan varsayımlar da o kadar çoktur.” [3]

İktisatta, teori ile pratik arasındaki uyumsuzluk, özellikle son krizden sonra akademik çevrelerde tartışılmaya başlandı. Buna örnek olarak post-otistik iktisat akımını gösterebiliriz. Post-otistik iktisatçılar, iktisat teorilerinin rasyonalite gibi temel varsayımlarını eleştiriyor ve bu varsayımların gerçekliği yanlış resmettiği için yeniden tanımlanmaları gerektiğini söylüyorlar. Öte yandan diğer iktisatçılar, teorinin başarısının, varsayımların gerçeklikle uyumlu olmasında değil, tahminlerin başarısında aranmasını savunuyorlar. Esasen burada tartışma şu soru(n)da kilitlenmektedir: İktisat biliminin amacı nedir? Gerçekliği olduğu gibi resmetmek, açıklamak mı, yoksa sadece doğru tahminlerde bulunmak mı?

İktisat biliminin amacı nedir sorusu üzerine tartışmalar özellikle Friedman’ın ‘The Methodology of Positive Economics’ başlıklı makalesinden sonra alevlenmiştir. Bu makalesinde Friedman, iktisadın amacının “gerçekçi varsayımlar üzerine kurulan açıklayıcı modeller sunmak yerine, henüz gözlenmemiş olgularla ilgili geçerli ve anlamlı tahminler yapmaya yarayan bir teori veya hipotez geliştirmek olduğunu savunmaktadır.” [4] Esasen bu tavır yâni gerçeklikten ziyade teorilerin faydaları, tahminlerin başarısını önemsemek, özellikle Batı’da yeni bir tavır değildir. Ibn Rüşd’ün Ptoleme’nin teorisini eleştirirken kullandığı ‘zevahiri kurtarmak’ sözü, Batı felsefecileri arasında uzun süre yankılanmıştır. Zira Ptoleme, gezegenlerin hareketlerinin gerçekliğe uygun bir tasvirini yapmak yerine, episaykıl ve eksantrik adında eğriler ekleyerek teorinin öngörüde bulunma kabiliyetini arttırmak istemiştir. Lâkin gerçekte gezegenlerin yörüngeleri bu tip hareketler yapmamaktadır. Buna rağmen eklenen bu eğriler, teorinin tahmin başarısını arttırmaktadır. İşte müslüman ilim adamları, başta İbn Heysem, İbn Tufeyl ve İbn Rüşd, buna karşı çıkarak teorinin gerçeklikle uyum sağlaması gerektiğini savunmuş ve yeni bir astronomi teorisinin geliştirilmesi gerektiğine dikkat çekmişlerdir. İşte gerçekliği önemsemeyen, onu ya yok sayan ateist, naturalist veyahut da mutlak mânâda bilinemez gören agnostik bilim anlayışı, iktisatta da kendisini göstermektedir.

Gerçeklikle apaçık şekilde çelişen varsayımlar üzerine kurulu iktisadı Friedman savunmuş ve hattâ daha da ileri giderek bunun değerli birşey olduğunu ileri sürmüştür. Yâni gerçekçi olmayan varsayımlar teoriyi zayıflatmaktan ziyade teoriyi güçlendirmektedir. Friedman’ın varsayımların gerçeklikle uyumundan ziyade tahminlerin doğruluğunun bir teorinin sağlamlılığı hususunda bilgi verdiği argümanı, ‘F-Saptırması’ olarak anılır. Meselâ, Friedman’da bu varsayım türlerinden bir tanesi, ihmal edilebilirlik varsayımıdır. Buna göre, mevcut duruma ciddi bir etkide bulunmayacak birçok olay vardır ve bunların teorinin dışarısında bırakılması gerekir. Misâlen, “bir iktisatçının araştırdığı fenomenlerde devletin varlığının ihmal edilebilir etkisi olduğunu iddia etmek için ‘devletin olmadığını varsaydığını farzedelim.’ Onun bu varsayımına, ‘gerçekçi’ değil, çünkü aslında devlet vardır diye itiraz etmek çok saçma olurdu.” [5] Burada Friedman’ın haklılık payı var gibi gözüküyor. Lâkin şu suali sormak gerekiyor: Ya ihmal edilebilirmiş gibi gözüken bir varsayım esasen oldukça etkili ise ve bu etki deneylerde algılanmıyor ise? Meselâ, Tanrı’nın varlığı. Ateist düşüncede Tanrı’nın yokluğu varsayılır, agnostikte ise Tanrı vardır ama oluşa karışmadığından dolayı yokmuş gibi farzedilebilir. Yâni agnostiklerde Tanrı ihmal edilebilir bir varsayımdır, zira var olmasına rağmen oluşa karışmamaktadır. Peki bu gerçekten böyle midir? Meselâ, İslâmî görüşte her ân yaratan, yaradılışa her ân müdahil olan bir ilâh tasavvuru vardır. (Rahman 55:29) Hâsılı, etkide bulunduğu farkedilmemesine, yâni tecrübe ve müşahede sırasında duyularla algılanmamasına rağmen sürekli etkide bulunan faktörler, ‘Tanrı’ ve ‘Melekler’ gibi varlık kategorileri de varolabilir. Veya eskatolojik bir kategori olarak ‘cennet ve cehennemin’ varlığı ihmal edilebilir mi? Yeryüzünde birçok insan vardır ki iktisadî davranışları bu kategoriye göre şekillenmektedir. Şimdi insan davranışına dair bir teoride, bu varsayım ihmal edilse, hattâ tam tersi ‘sonsuz bir kainat veya ölümden sonra yokluğun olduğu bir hayat’ varsayımı dahil edilse, bu teorinin pratik hayata dair öngörüleri ne kadar doğru olabilir? Belki o teori ölümden sonra yokluğa inananların davranışlarını açıklar ama bunun tersine ahiret hayatına inananların davranışlarını aynı ölçüde öngörebilir mi? Tabiî burada ‘bilimin evrenselliği’ sorunu da gündeme gelmektedir. Özetle, ‘ihmal edilmemesi gereken varsayımlar’ da vardır. Ve bunlar ‘yanlışlıkla’ ‘ihmal edilebilir varsayımlar’ kategorisine alınmış olduğunda, teori ile pratik arasında uyumsuzluklar meydana gelebilir. Elbette pozitivistler buna karşı çıkarak, deneyler ve gözlemler yoluyla algılanmayan, ölçülemeyen olguları bilim-dışı sayarak dışlayacaklardır. Bu durumda ise, bilim nedir, ne değildir? Gerçeklik sadece olgulardan mı ibarettir? İlmî bilgi ile ilmî olmayan bilgiyi ayıran kriterler nelerdir? gibi sorular gündeme gelecektir.

Peki sorun nasıl çözülebilir? Yâni teorik ile pratik arasındaki uyumsuzluk eğer teorilerdeki gerçeğe uymayan varsayımlardan dolayı değilse ve hattâ bu varsayımlar teorisyene avantaj bile sağlıyorsa, teorilerle pratik arasındaki uyumsuzluk nasıl aşılacaktır? Yine, Ptoleme’nin eğrileri gibi geometrik veya matematikî ‘üç kâğıt oyunuyla’ [6] mı? Yoksa iktisatçılar ‘niyetlerini’ mi tazelemeli veya Kuhn’un kavramlaştırmasıyla yeni bir ‘paradigma’ arayışına mı girmeliler?

İktisadın bu sorunları çözmesi için, gerçekçi olmayan yeni varsayımlar eklemek yerine, yeni bir paradigmaya geçmesi daha uygun gözükmektedir ve İslâmî dünya görüşü bu konuda yol gösterici olacaktır. Bu dünya görüşüne göre, gerek doğru tahminlerde bulunmak, gerekse gerçekliği açıklamak, ilmî çalışmaların gayesidir ve değerlidir. İslâma göre insan, yeryüzünü inşa etmekle yükümlüdür. Yeryüzünü imar etmekle görevli insan, teorilere başvurma ve doğru tahminlerde bulunmak suretiyle güçlü yapılar inşa edecek, yeryüzünde medeniyetler yükseltecektir. Ayrıca insan gerçekliği araştıracak ve bu vesileyle Yaradan’ı tanıyacak, sevecek ve O’na yakınlaşmaktır. “Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı. Şübhe yok ki bunda imân edenler için (O’nun kemâl-i kudretine) mutlak bir delâlet vardır.” (Ankebut 29:44) İbn Heysem, bilimle ilgilenme sebebini şu şekilde açıklamıştır: “Ben sürekli bilgi ve gerçeğin peşinde koştum ve Allah’ın ihtişamına ve yakınlığına erişebilmek için gerçek ile bilgiyi aramaktan daha iyi bir yol olmadığına inandım.” [7] Böylelikle, İslâm’da bilim çalışmalarında esas hedef, O’nu tanımak ve tanıtmaktır. Gerçekliği açıklamak O’nu tanımayı; gerçekliğe uygun teoriler, modeller geliştirip doğru tahminlerde bulunmak ise O’nu güzel isimleriyle tanıtacak eserlerin, kurumların, yapıların, araçların, tekniğin oluşturulmasını sağlayacaktır.

İslâm ayrıca ne pozitivist gelenek gibi gerçekliği sadece vakıalara-olgulara irca eder ve gerçekliği sadece vakıalardan ibaret sayar, ne kimi mistik, ruhçu akımlar gibi vakıaları görmezden gelir, ne de ütopik hayâllerle olması gerekenle vakıanın arasındaki mesafeyi yok sayarak tüm vakıaları olması gerekene zorla da olsa uydurmaya çalışır. O, olması gerekeni, “fiilleşmemiş potansiyel gerçekliği” [8] hedef göstererek insanı, toplumu, daha iyi, daha olgun olma yoluna davet eder ve böylece vakıaları kutsayan pozitivist gelenek gibi, vakıaları statükoyu sağlamlaştırma aracı kılmaz ve böylece insanın gelişim, olgunlaşma, tekamül sürecini dondurmaz. Tam tersi, insanı başıboşluğa, durgunluğa mahkûm etmeyerek, her gün yeniden doğmaya davet eder ve ona cevvaliyet kazandırır. “Modern iktisat biliminin getirdiği açıklamalar, modern insana ilişkin varsayımlar ile modern toplum örgütlenmesini esas almakta; olması gerekeni değil, olanı açıklama espirisiyle mevcut yapıya meşruluk kazandırmaktadır.” [9] Ayrıca, olguları inceleyip tahminlerde bulunup dünyayı inşa etmeyi bir amaç değil, ana hedefi olan Allah’ı tanıyıp bilmeye bir araç kılar ve bu uğurda Ptoleme ve Friedman örneğindeki gibi gerçekliği feda etmez.

Vakıa-değer ayırımına gelirsek, İslâm’da her ikisi de değerlidir ve bir bütündür. Değersiz vakıalar anlamsız; vakıasız değerler ise kıymetsizdir. Belki de bu yüzden olsa gerek, ‘imân etmek’ ile ‘salih amel’ işlemek, Kur’an’da birçok yerde birlikte geçer. Bu ise gerçekliğe, hakikate uygun bilgi, inanç ve değerler sistemi ile bununla uyumlu eylemlerin önemine, birlikteliğine işaret eder bizce. Ve hattâ iman etmeyi öne koymak suretiyle, ilmî çalışmalarda ‘inanç’ ve ‘değerlerin’ temelde olduğuna dikkatimizi çekerek, yüzde yüz objektif, nesnel bir ilmî çalışmanın da imkansızlığına işaret eder. “… olmuş olanın diğer insanlar tarafından da bilinmesinin gerekliliği, onun diğer insanları ne seviyede ilgilendirdiğine bağlıdır. Buna da normatif değer yargılarına başvurmadan karar verilemez.” [10]

İşte İslâm, ilmî çalışmayı bu şartta rasyonel bir şekilde temellendirir ve ilim adamına yol gösterir. Kanımca iktisat bilimi, teori ile pratik arasındaki uyumsuzluğu ancak böyle bir “ontolojik, epistemolojik, aksiyolojik ve metodolojik” [11] bakış açısı, paradigma ile – yüzde yüz ortadan kaldıramasa bile- azaltabilir; zira gaybı ve istikbali, eksiksiz, kusursuz, tam olarak yalnızca Allah bilebilir.


1  Şakir Kocabaş, Fizik ve Gerçeklik, Küre Yay., İstanbul 2013, s. 23

2  Richard Feynman (1990), QED: The strange theory of light and matter, İçinde Şakir Kocabaş (2013) Fizik ve Gerçeklik, Küre Yayınları, s. 10

3  Alan Musgrave (1981) İktisadi Teoride ‘Gerçekçi Olmayan Varsayımlar’: Saptırılmayan F-Saptırması, İçinde Ömer Demir, (1996), İktisatta Yöntem Tartışmaları, Vadi Yayınları, s. 377-378

4  Ömer Demir (1996) Gelenekselden Moderne Paradigmal Bir Geçiş: Rönesans Dönüşümü, İçinde Ömer Demir, (1996), İktisatta Yöntem Tartışmaları, Vadi Yayınları, s. 25

5  Alan Musgrave, a.g.e., s. 377-378

6  Şakir Kocabaş, a.g.e., s. 30

7  Taslaman, Enis Doko, Kur’ân ve Bilimsel Zihnin İnşası, İstanbul Yayınevi, İstanbul 2015, s. 68

8  Ahmet Kara (1987), Neoklasik İktisatta Pozitivist Metodoloji, İçinde Ömer Demir, (1996), İktisatta Yöntem Tartışmaları, Vadi Yayınları, s. 26-36

9  Ömer Demir, a.g.e., s. 97-107

10  Ömer Demir, a.g.e., s. 97-107

11  Ömer Demir, a.g.e.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!