İnsan Davranışına Yaklaşımda Nörobiyolojik Temeller

“İnsan bilmelidir ki neşe, hoşnutluk, gülme, sporlar, acı, üzüntü, karamsarlık ve matem yanlızca beyinden gelir. Ve bununla, özel bir tarzda, sezme ve bilgiyi elde eder; görür ve işitiriz. Ve aynı organla deli ve çılgın olunur; korkular ve dehşet bazen gece, bazen gündüz bizi etkisine alır….” Hipokrat

Hipokrat zamanından kalma bu gibi tek boyutlu teorileri insan davranışının yegane temeli olarak kabul etmekle duygu ve düşünceyi bir organ salgısı olarak görme hatasına düşen insanların sayısı bugün azımsanmayacak kadar fazla. Bu inanışa teslim olanların tesiri altına oldukları düşüncenin ilkelliğini resmeden bir cümleyi zikredip hemen mevzumuza girelim:

“Beyin ölümü gerçekleşmiş kişilerin, organ nakli yapıldığı sırada inanılmaz acılar çektikleri tesbit edildi…”

Fazla söze ne hacet!..

Davranışın temelleri mevzusunu, parçayı bütünmüş gibi görmekle tüm yaptığı yerde bulduğu küçük bir taşa hakikat payını biçmekle sevinmek olan adama nisbetle İBDA fikir işçisi adaylarının muhatap oldukları hakikatler ve hikmetler manzumesi vasıtasıyla insan, eşya ve hadiseleri parça-bütün ekseni planında değerlendirmeye tabi tutması gerekliliğinin bilinciyle ele almaya çalıştık. Ve yine “parça bütünün habercisidir” hikmetinin belirttiği ölçüyü de göz ardı etmeyerek önemli bazı ayrıntıları da atlamamaya gayret ettik. Tıbbi terminolojiye yabancı olanlar için okunması zahmet verici olsa da ayrıntı gibi görünen bazı noktaların işlenmesi bilimsel bir mevzuda konu bütünlüğünün korunması için gerekliydi de.

Makale başlığından kaynaklanabilecek bir yanlış anlaşılmaya muhal vermemek üzere hemen belirtelim ki, “insanın davranışını” bir organ salgısından ibaret olarak görmediğimiz gibi salt ruhsal bir tezahür olduğu düşüncesini de gerçeklikten uzak buluyoruz. Bize göre en doğru yaklaşım insan davranışının bu ikisinden müteşekkil bir kavram olarak ele alınması. Davranışın temellerine ışık tutacak esas mesele de bunlar arasındaki ilişkidir.

Mevzu gereği kullanmak durumunda olduğumuz tıbbi terimler okuyucunun gözünü korkutmasın, konuyu mümkün olduğunca kolaylaştırarak anlaşılması ve hatırda kalması mümkün bir formatta yazmaya gayret ettik. Bu makaleyi yazmakla esasen kitaplık çapta bilgilerden oluşan davranışın nörobiyolojik temelleri mevzusunu, en önemli noktalarının işlendiği süzme bilgilerle sunmayı amaçladık.

Nörobiyoloji Alanındaki Çalışmalar

Beynin anatomisinin 19. yüzyılda etraflıca incelenerek fonksiyonel yapısının kısmi de olsa ortaya konulmasından sonra bazı nörolojik hastalıklar da araştırılmaya ve tanımlanmaya başlandı. 20. yüzyıl başında sinirsel yapı ve nöron (sinir hücresi) fizyolojisi üzerine araştırmaların yoğunlaştığını görüyoruz. 20. yüzyıl ikinci yarısında nöron yapısı, fizyolojisi, fonksiyonları, nöronlar arası iletişim, nörotransmitterler ve receptörler konularındaki araştırmalar sonucunda yepyeni bilgilere ulaşıldı. 1980’lerde geliştirilen yüksek rezolusyonlu görüntüleme aygıtları kullanılarak beynin incelenmesinde büyük adımlar atıldı. Son yıllarda NMR (nükleer manyetik rezonans), PET (pozitron emisyon tomografisi) ve SPECT (tek foton emisyon tomografisi) tekniklerinin keşifleri sentral sinir sistemi alanındaki araştırmaları çok daha ileri noktalara götürdü. Beynin değişik alanlarının kendilerine özgü işlemlerinin anlaşılmasında bir diğer önemli metod da kaza sonucu beyninde zedelenme meydana gelmiş kişilerin incelenmesi ve hayvan deneyleri olmuştur. Hasar görmüş insan beyninin incelenmesi esasına dayalı araştırmaların her zaman kaza sonucu hasar görmüş beyinler üzerinde yapıldığını söylemek çok zor. Nörobiyoloji alanında bugün gelinen noktanın tarihinde bazı insanlık suçlarının da yatmakta olduğunu kestirmek hiç de zor değil. Avrupa’da beyin hakkında gerekli incelemelerin yapılabileceği teknolojilerin henüz geliştirilmemiş olduğu dönemlerde özellikle tutsaklar üzerinde en ileri işkence metodlarını aratmayacak bazı araştırmaların yapıldığı bugün bilgimiz dahilinde.

Sinir sisteminin önemli bazı morfolojik (yapısal) ve fonksiyonel (işlevsel) kısımları:

PREFRONTAL KORTEKS

Beynin bu bölgesini son zamanlarda artan populeritesine binaen hususi olarak başa aldık. Prefrontal korteksin (PFK) önemi keşfedilmeden evvel bazı beyin operasyonları esnasında bu bölgenin kazayla tahribatı sonrası kişinin sinir sisteminin öncekinden farksız şekilde işlediği gözlemlenmişti. Bu gözlemden yola çıkan bazı hekimlerin PFK’in beynin atıl, işe yaramaz kısmı olduğuna hükmetmeleri ile birlikte evrimci düşünceye de gün doğmuş oluyordu. Hayvanlarda ve bizde ortak bir işe yaramaz kortikal alan olması bu düşüncenin sahiplerince ortak atalarımız olması gerektiği şeklinde dayatılıyordu. Ancak rüya uzun sürmedi, beyin operasyonları sırasında prefrontal kortekslerine zarar verilmiş olan hastaların sistemli takibi sonucunda bu kişilerde inanılmaz davranış bozukluklarının oluştuğunu ortaya çıktı. Operasyonlar esnasında kazara olduğu gibi, gereksiz bir yapı olduğu düşüncesiyle yapılan dikkatsiz kesilerle de beyinlerinin bu alanları zarar görmüş bir çok kişi bulunmaktaydı. Kişiler tesbit edilip ziyaret edildiğinde, aşırı agresif, en ağza alınmayacak küfürleri sıralayıp elinde ne varsa suratlarına fırlatan, üzerlerine yürüyen ya da aşırı neşeli, sürekli hareket halinde olan kişilerle karşılaşmışlardı hatta karşılarında soyunmaya kalkan yaşlı hastalar dahi olmuştu. Çok nadir bir kısmı ise içine kapanmış, kimseyle konuşmayan kişilerdi. Ulaşamadıkları hastalar da akıl hastanelerinin veya psikiyatri servislerinin büyük bir kısmını işgal etmekteydi.

Beynin diğer alanları ile sürekli irtibat halinde olan Preforontal korteks, beyne gelen uyarıları tarayıp değerlendirmek, seçmek, ayıklamak, birlikte değerlendirmek, anlamlandırmak, yeni düşünceler tasarlamak gibi kompleks üst düzey işlevlerin hayata geçirildiği beyin alanıdır. Dikkat, algılama, hafıza, duygulanım işlevleri birbirleri ile ilişkili olarak bu alanda yürütülmektedir. Bu alanın zedelenmesiyle oluşan ve birbirine zıt gibi duran iki farklı klinik tabloya “frontal sendrom” adı verilmektedir:

I) Prefrontal korteksin orbital bölgesinin tahribi: Öfori (aşırı zindelik hali, haz), coşkulu davranışlar, aşırı hareketlilik, topluma aykırı davranışlar…

II) Prefrontal korteksin dorsolateral bölgesinin tahribi: Apati (ilgisizlik, kayıtsızlık), hareket ve eylem azlığı, duygu küntleşmesi, ilgisizlik…

LİMBİK ALAN

Hipokampus, amigdal, korpus mamillare, thalamus’un ön kısmı ile yüksek kortikal alanlar arasındaki Papez halkasından oluşur.

Duygulanımla ilgili kısımdır, duyguların yaşanması ve dışavurumu ile ilgili olaylarda önemlidir. Aynı zamanda iç organlardan gelen duyuları ve dış çevreden duyu organları ile alınanları da bütünleştirmektedir.

Amigdal ve hippokampus hafıza ile ilgili iki önemli yapıdır. Bunlar öğrenme ve öğrenileni hafızada saklama süreçlerinin ana merkezleridir. Bu merkezlerin iki taraflı tahribatının sonucu kişide “demans” adı verilen bunama durumu oluşmakta. Son yıllarda yapılan bazı çalışmalar, Alzheimer Hastalığındaki en belirgin hücre kayıplarının temporal lobun bu bölgelerinde olduğunu göstermektedir.

Bu alan için duygu, heyecan ve hafızanın maddeye ağızlaştığı bölgedir diyebiliriz. Sizin de mutlaka dikkatinizi çekmiştir, insan tanık olduğu korku-heyecan veren olayları örneğin yaşadığı bir yangın olayını hemen hiç unutmazken ve neredeyse tüm ayrıntıları ile hatırlarken, meselâ geçen yıl Mayıs ayının 18’inde ne yediğimizi sanırım hiçbirimiz hatırlamayız. Bizde duygu yoğunluğu yaşatmayan gündelik sıradan olayları hemen unuturken, duygularımızı harekete geçiren, üzerine dikkat kesilmemize neden olan veya bizi şaşırtan, hayrete düşüren olayların neredeyse tüm hayatımız boyunca hafızamızda saklanmasında rol oynayan işte bu limbik alandır.

Buradan çıkarmamız gereken en kayda değer sonuç; duyguların öğrenme üzerinde çok önemli rolü olduğudur. “Duygulanım merkezi” ile hafıza arasındaki bu ilişkinin ortaya koyduğu gerçeklerden en önemlisi okuduklarını kuru ezberle hafızalarında tutmaya çalışanlardansa okuduğu, duyduğu, öğrenmek istediği herşeyi aynı zamanda duygulara çevirmeye, çağrışımlar yapmaya ve sahip olduğu bilgiler arasında sürekli bağlantılar kurmaya çalışan insanların öğrenme faaliyetlerinde neden çok daha başarılı olduklarını gösterici olmasıdır. Altın kaide şu: “ne kadar yoğun hissedersen-duygulanırsan unutman o kadar güç olacaktır“…

“Maddeyi görüyor, kokluyor, tadıyor, sesini işitiyor ve temasını duyuyoruz. Madde mi gözümüze, kulağımıza, dilimize, derimize göre, bu hasseler mi maddeye göre. Madde içimizde mi, dışımızda mı? Daha nice var olan var ki, onlara mahsus aletimiz olmadığı için farkında değiliz. Ama o alet kalbimizde var..”(1)

Limbik bölgeye “sentral sinir sisteminin duygulanım merkezi” diyebiliriz ancak “duygularımızın merkezi” “kalb”dir. Esasen çok geniş çapta ele alınması gereken akıl-beyin-kalb ilişkisi mevzusuna kısaca değinmek gerekirse; dış ortamdan gelen stimulusların (uyarılar) beş hasse ve sinir ağları vasıtasıyla sentral sinir sistemine taşınmasına perception (algılama) diyoruz. Elektriksel iletilere çevrilerek taşınan bu uyarılar beynin çeşitli alanlarında yorumlanmakta ve ses, görüntü, koku gibi sensation‘lara (duyulara) çevrilmektedir, iskelet kaslarımızı beyinden gelen uyarılarla istemli olarak kontrol edebiliriz, bununla birlikte iç organlarımız istemsiz bir faaliyet içindedir. Ana hatları ile özetlenen olaylar esasen inanılmaz karmaşık faaliyetler zinciri halinde cereyan etmektedir. Tüm bunlar gerçekleşmekte iken müsbet (pozitif) ilimlerle inanç derecesinde, haddinden fazla sıkı fıkı olanların göz ardı ettikleri esasen kör gözlerine de meçhul olan başka faaliyetler de husüle gelmekte, tüm bu algılama, yorumlama, davranış, duygulanım, hafıza vs. faaliyetleri başka bir merkez tarafından kontrol altında tutulmaktadır. Bu merkez hem “cismani” anlamda hem de “letaif” anlamında “kalb”dir. Üstad‘ın aklın ona köle diye verildiğine işaret ettiği “bedahet duygusu” ve İBDA Mimarı’nın çokça üzerinde durduğu “tefekkür” bu merkezle bitişik faaliyetler olma özelliğini taşırlar, yani insanın merkezinde yer alan ve davranışında esas olan faaliyetlerdir. Daha önce de belirttiğimiz gibi ayrı bir başlık altında daha geniş çapta ele alınması gereken bu mevzuya kalbin cismanî anlamda da merkez (sultan) olması iddiamızı perçinleyen bir ilmi tesbitle şimdilik son verelim ve ardından İBDA Mimarına kulak verelim:

“Kalbin, beyin ölümü olduğunda dahi çalışabilecek olan kendine has ve bağımsız -autonomic- sinirsel düzeni vardır, vücudda başka hiçbir organda bulunmayan bu otonom sistem sayesinde kalb beyinden bağımsız olarak faaliyet gösterebildiği gibi, duygulanan, aşık olan, korku duyan insanda vücuddaki tüm organları denetim altında tutar, salgılarını, çalışma hızlarını vs. düzenler kısacası davranışı kontrol eder….

(…) Şu hâlde, metafiziğin görevi, ilmin maddî yaklaşımını aşmaktır. Sezgi metodunu kullanmakla anlayış alanımızı genişletebilir ve insanî ilerlemeler için sağlam bir temel hazırlayabiliriz. Sezgi, eşyaya bakışta zekânın görüşüne karşı çıkmaz; zekâdan faydalanır, ona sağlamlık verir ve yeni bir temel inşâ eder.

Sezgi, bilgimizi teslim almış, birleştirmiş ve derinleştirmiştir… Bu ifâdenin kökü, İmâm-ı Rabbanî Hazretlerinin şu sözü:

— “Tefekkür, şüpheye düşmeden ve kalbi başka şeylerle meşgul etmeden, elde edilmek istenen bir bilgi için iki ilmin arasını birleştirmektir. Şayet kalb, bu iki bilgiyi hazırlamak ve birleştirilen o iki ilimde hissetme niteliğini kaybedecek derecede son derece dikkat kesilir ve âdi şeyden kıymetliye intikâl ederse, buna TEFEKKÜR denir.”(2)

BASAL GANGLİONLAR

Caudate nucleus, putamen, globulus pallidus ve substantia nigra’nın hepsine birden “basal ganglionlar” diyoruz. İnsan hareketlerinde ve bunların koordinasyonunda çok önemli önemli bir role sahiptir.

Parkinson Hastalığı: Substantia nigra’daki nöronların ilerleyici kaybına ikincil ortaya çıkan bu hastalıkta basal ganglionlarda dopaminerjik aktivite azalmıştır. Hareket bozukluklarının ön planda olduğu bir hastalıktır.

Huntington Koresi: Basal ganglionların bir bölümünü oluşturan “caudate nucleus”daki atrofi (gerileme, küçülme) sonucu, hareket ve davranış bozuklukları, ağır bunama ile seyreder. Bu bölgedeki dopaminerjik aktivitenin, şizofreni etiopatogenezinde (oluşum mekanizmasında) rol oynadığı düşünülmekte.

SİNİR SİSTEMİNİN NÖROKİMYASAL YAPISI ve DAVRANIŞ

Son yıllarda nöronlar (sinir hücreleri) arası iletişimi sağlayan synaptik aralıktaki (iki sinir hücresinin arasındaki küçük boşluk) kimyasal olayların açıklanmasında çok büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Sinir sisteminde nöronlar arasındaki iletişim iki nöronun bağlantı noktasında yer alan ve synaps adı verilen bölgede cereyan eden bazı olaylar sonucunda gerçekleşmektedir. Nöronlarda sentez edilip, presynaptik (synaps öncesi) uçtan synaptik aralığa salınıverilen ve daha sonra postsynaptik (synaps sonrası) receptörlere (alıcılara) bağlanarak sinirsel iletiyi gerçekleştiren maddeler “nörotransmitter” (NT) olarak adlandırılmakta.

Sinir sistemindeki transmitterler ve reseptörleri ile ilgili çok yoğun araştırmalar halen tüm hızıyla sürmekte ve her geçen gün bu konudaki bilgilerimize bir yenisi eklenmekte. Son on yıldaki bilgiler ışığında sentral sinir sistemindeki iletim olayına bilinen klasik Nörotransmitterlere ek olarak bazı aminoasitlerin ve nörohormonların da etkin olarak katılmakta olduğunu görmekteyiz. Bunlar transmission (ileti) işlemi sürecini denkleştirme ve ayarlama görevini de üstlendiklerinden neuromodulater (nöro-ayarlayıcı) ismi ile anılmaktadırlar.(3, 4, 5)

Bir nörotransmitterin presynaptik bölgeden synaps aralığına ve oradan da diğer uçtaki nöronun üzerindeki reseptörüne bağlanması ile sinirsel ileti gerçekleşir, olay inanılmaz karmaşık reaksiyonlar dizisini içerse de en basit anlatımıyla bu şekilde gerçekleşmektedir.

Nöromediyatörler ve reseptörler ileri dercede farklılaşmış, özgül yapılar olsalar da birbirleri ile iletişim halindedirler ve pathway’ler ( yolaklar) arası dengenin vazgeçilmez unsurlarıdırlar.

Tıpta kullanılan, sinir sistemine etkili bir çok ilaç bu nörotransmitterlerin sentezi (yapımı), metabolizması, re-uptake’i (geri-alımı) ile ilgilidir. Çoğu ilacın etki mekanizması da receptor düzeyindeki etkileşimlerle ilgilidir.

Davranış üzerine etkileri son derece önemli bu düzenleyici ve transmitter etkili maddelere tek tek kısaca değinelim;

Dopamin

Esas olarak üç pathway (yolak) üzerinde etkilidir..

I) Nigrostriatal pathway: Nigra maddesinden caudate nucleusa ve putamene uzanır. Özellikle hareket üzerine etkilidir…

II) Mesolimbic ve Mesocortical pathway’ler: Limbik alanla, kortex arasında bağlantı kurar…

III) Hipothalamohipofizer pathway: Hipotalamusla hipofiz arasında bağlantı kurar…

Dopaminerjik nöronlar, hareketle ilgili işlevlerin başlatılmasında ve koordinasyonunda-eşgüdümünde, duygulanımda, cognitive (kognitif-bilişsel) proseslerde önemli rol oynamaktadır.

Psikozların, özellikle de “şizofreninin” oluş nedenleri etrafında yapılan çalışmalarda dopaminin rolü üzerinde özellikle durulmuştur. Hiperdopaminerjik bir etkinin şizofreninin temelinde yatan neden olduğu konusunda yoğun kuşkular bulunmakta. Bu kuşkuların en önemli sebebi Nöroleptik ilaçlarının şizofrenide bazı belirtileri geriletme etkisinin “mezokortikolimbik yolakta” Dopamine ait D2 reseptörlerini bloke etmelerine bağlanmasıdır. Ancak şizofrenideki “pozitif” belirtilerin duygulanımdan çok, kognitif (bilişsel) işlevlerle ilgili olması ve bu işlevlerin düzenlendiği prefrontal korteksle, hippocampusun D2 reseptorleri açısından oldukça fakir olması “hiperdopaminerjik” teoriyi zayıflatmaktadır.

Sentral sinir sisteminde dopaminerjik etkinin azalmasının sonucunda “Parkinson Disease” (Parkinson Hastalığı) oluşmaktadır. Bradykinesia (hareket azlığı), tremor ( titreme), rigidity (rijidite-sertlik, katılık), postür-duruş- bozukluğu, Poker Face (maske yüzü) gibi klinik sonuçları olan bu hastalıkta tedavi genellikle sinir sisteminde eksilen dopamini yerine koyma veya bir şekilde arttırma esasına dayanır.

Noradrenalin

Beynin hemen her bölgesinde bulunur. Birçok karmaşık olayda rol aldığı gibi depresyon etiyolojisinde de yer aldığı düşünülmekte, Trisiklik Antidepressan drogların (TCA) Noradrenalin reuptake (geri-alımı)’ini de inhibe etmesi ve depresyonda fayda sağlaması bu düşünceyi güçlendirmekte…

Seratonin

Uyku, iştah , vücut ısısı, ağrının iletimi, kan basıncının ayarlanması gibi önemli olaylarda rol oynar, Sentral sinir sisteminde seratonin miktarının azalması depresyona olan eğilimi arttırmaktadır. Antidepresan ilaçların birçoğunun da temel etkisi seratonin miktarını arttırmaktır. Seratonin ayrıca migren, obsessive-compulsive nevroz, uyku ve yeme bozukluklarının da etiyolojisinde anahtar rol oynamaktadır.

Bir hallüsinojen maddde olan LSD’ye benzemesi seratoninin hallusinojen durumlarda ve şizofreni gibi pskozlarda rol oynayabileceği görüşünün ortaya atılmasına neden oldu. Son yıllarda yayınlanan bazı makalelerde seratoninin ağır saldırgan davranışlarda ve intihar olaylarında rolü olabileceği konusu gündeme geldi. İntihar etmiş kişilerin beyinlerinde yapılan post-mortem (ölüm sonrası) incelemelerde bu kişilerin beyin sapında seratonin ve 5-HIAA düzeylerinin düşük, kortekste ise normal olduğu yayınlandı.(6,7) Ancak yine de beyin sapındaki seratonin azalmasının bu kişileri intihara sürükleyen etken olduğundan söz etmemiz mümkün görünmemekte, ölüm anında yaşanan yoğun fiziksel ve duygusal stresin buna sebep olabileceği de pekâlâ söylenebilir.

Asetilkolin

Kolinerjik nöronların çoğunun gövdeleri globus pallidusun ön ve orta bölgelerindeki Meytner’in basal çekirdeğinde (nucleus basalis) yer alırken, nöron uzantıları buradan çıkarak tüm kortekse yayılırlar. Diğer bir kolinerjik yol ise Broca’nın çapraz şeridi ve septal çekirdekten çıkarak hipokampus ve girus singularis’e ulaşır.

Asetilkolin hafıza fonksiyonlarında rol oynayan en önemli nörotransmitterdir. Alzheimer hastalığında (bunama ile sonuçlanan korteks atrofisi) korteks ve hippokampusdaki asetilkolin yollarında atrofi gelişmektedir.

GABA ve Glutamate

Gamma-amino-butyric-acid (GABA) ve Glutamat aminoasid yapılı nörotransmitterlerdir. GABA sentral sinir sisteminin esas inhibitör (önlemeci, durdurucu, baskılayıcı) mediyatörüdür. Glutamat ise eksitatör (uyarıcı)dır. GABA’erjik nöronlar kortekste ve limbik sistemde kısa devreli GABA’erjik yolakları, caudate nukleus-putamen ile globulus pallidus-substantia nigra arasındakiler uzun devreli yolakları oluştururlar.

Anksiyete (bunaltı-endişe) giderici ilaçların çoğu etkisini GABA üzerinden göstermektedir. GABA reseptörlerine agonist (aynı etkili) etki gösteren ya da GABA etkilerini kolaylaştıran Benzodiazepinler (ör: diazepam:diazem, oksazepam) bugün anksiyete, uyku bozuklukları gibi sorunların tedavisinde yoğun olarak kullanılmaktadır.

Dipnotlar:

(1) Kısakürek, N.F., (1998) Mümin-Kafir, Vecdimin Penceresinden, b.d Yayınları, 6.basım, İst., 85

(2) Mirzabeyoğlu, S., DAMLAYA DAMLAYA- Yılanlı Kuyudan Notlar, Takdim.. http://www.ibdakitabweb.cjb.net – İbda Kitab Sitesi-

(3) Andreasen, N.C., Black, D.W. (1991) Introductory Texbook of Psychiatry, Washington, D.C : American Psychiartic Press.

(4) Kayaalp, S.O. ( 1992) rasyonel tedavi yönünden Tıbbi Farmakoloji, C:2 Ankara: Kayaalp.

(5) Watson, S.J , Akil, H. (1989) Receptors, Monoamines and Aminoacids.

(6) Ball, W.A. Whybrow, P.C. (1993) Biology of depression and mania. Current Opinion in Psychiatry, 6:27-34.

(7) Mann, J.,J. Arango, V. (1992) İntegration of Neurobiology and Psychopathology in a Unified Model of Suicidal Behavior, J. Clinical Psychopharmacology, 12 (suppl. 2): 2-7

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İlginizi Çekebilir