Emin Cindaroğlu, Tahkim dergisinde (2013) yayımlanan makalesinde, “Işık Rahibleri”nin köklerinin, “İran’daki Bahaîlik” olduğunu işaretlemiş; “köklerin köklerinin ise yahudiler, masonlar, illuminati örgütü” olduğuna dair gayet mâkul bir tesbitte bulunuyor… Bilvesile:
Bu ebedî “yasadışı” örgütün bir kısım ilke ve prensibleri, gayesi, hedefe giden yolda usûl ve kaideleri, bazı iddia ve argümanları, velhâsıl “hak” yaftası altında birçok bâtıl bulaşığı kaziyelerin bugün İslâm dünyasında kimlerle ve hangi zümrelerle ortak noktaları olduğu dikkatimizi celbetti.
Hâsılı, okuduğumuz bu makale, mazlum İslâm Ümmetinin ecdâdından tevârüs eden 1400 küsur yıllık geleneklerini topyekûn “bid’at ve hurafe” yaftası altında tahkir eden, anlı-şanlı tarihini, “kara tarih” diye tezyif (aşağılama) eden, dört hak mezhebin hududunu “Kur’ânı tezvir (yalan) tuzağı” yaparak; “Kur’ân İslâmı” yaftası altında inkâr eden bir kısım zümrenin bu ebedî yasadışı örgütün “dalları” olabileceği hakkındaki araştırmalarımıza daha bir anlam kazandırdı.
Aslında bu mevzuyla derinden ilgilenen ehl-i iman ve irfan tarafından, bizzat, hem bunların satılık kalemlerinden kustukları kaziyelerden hareketle ve hem de tarihî belge ve bulgulardan hareketle yapılan tahlil neticesinde; bu zümrelerin kalbur üstü tayfasının yahudi ve mason locaları tarafından ayartıldığı, ekserisinin müsteşrik mukallidi birer müstağrib olduğu ısrarla vurgulanıyordu. Fakat bu bağlantı ve işbirliğinde, “Işık Rahibleri” adlı esrarlı ve lânetli örgüt hep atlanılmış; bir kısım istisna hâricinde neredeyse hiç mevzu edilmemişti.
Hâlbuki, Işık Rahibleri bu denen örgüt, kendilerine “ilkel yerli” veya “üçüncü dünya” denilen ülkelerin insanlarına, bir taraftan ecdaddan tevârüs eden irfan hazinesini ve mahallî ne varsa kaldırıp atmalarını teklif ediyor, fakat diğer taraftan da kendine mahsus olan hemen bütün değerleri topyekûn “globallik-evrensellik, kültürlerin arıtılması, diyalog, hoşgörü, sevgi ve kardeşlik, barış vb.” yaftası altında takdim ediyordu.
Aslında bu ebedî yasadışı örgütün birçok dalları ve kendilerinin “karanlık rahibleri” olarak tâbir edilmesinde hiçbir mahzur olmayan sözkonusu esrarlı şûbesi, bir taraftan “çok seslilik” diyor, diğer taraftan da hizaya (!) getiremediği kendi dışındaki “ses”lerin tamamına “ilkellik-barbarlık” yaftası basıyor, bunları ne pahasına olursa olsun boğup atıyordu.
Bunu da gerek imha ederek, gerek iftira atarak ve gerekse başkalaştırarak yapıyor, bu vahşi ve ahlâksız metodla istediği neticeye ulaşamadığı zaman ise, şimdiye kadar misli-benzeri görülmemiş olan ölüm kusan silahlarını devreye sokuyordu.
Ne var ki, bunları yaparken, hiçbir zaman gerçek kimliğiyle sahnede rol almıyor, istiare ve telkin metoduyle, trajedi ve komedi sanatıyla, müzik ile, sahne ve sinema sanatları ile, roman ve ilmî (!) eserlerle ve sair tüm araç ve imkânlarla insanların kalb ve zihinlerini iğfâl etmeyi tercih ediyor; kendilerini ve sapık itikadlarını kalabalıklara hayvanî bir zevkle seyrettiriyor; fakat “yerli-ilkel” tâbir ettiği cemiyetle kesinlikle kaynaşmıyordu. Avladıkları bir kısım ahmak ve satın aldıkları bir kısım şan-şöhret-şehvet düşkünü maddeperestler hâriç…
Kısacası, bu sapık ekol mensupları, bütün çirkin ve ahlâksız işlerini icra ederken -çok sınırlı istisnalar hâriç- gerçek kimliğini saklamayı tercih ediyor, bütün icraatlarını daha ziyade ya perde arkasından veya “örtük” bir şekilde yürütüyor, yahut bir kısım kuklalar vâsıtasıyle yürütüyordu.
Uzun hikâye…
Bu hikâyeyi, Yahudi tarikatlarından felsefî ekollere, Ihvan-ı Safâ’dan bir kısım telfikçi mukallidlere kadar mümkün mertebe takdim edeceğiz.
İNSANLIK TARİHİ HAK VE BÂTILIN SAVAŞIDIR
İslâm dininin bildirdiği üzere, “İlk İnsan-Âdem, ilk Peygamberdi”. Ve insan cemiyetleri, meâlen, “Hanginizin ameli daha iyi olacak, sınanasınız, bilesiniz” diye, Cennet’ten çıkartılarak dünyada belli bir müddet ikâmet etmek zorunda bırakılan bu ilk insan-Âdem ve eşi-Havva’dan meydana gelmekle birlikte, on yıllarca aile hayatı yaşadılar, yüzyıllar sonra ise kabile, derken cemiyet, millet, devlet ve nihayet medeniyeti inşa ettiler. Gidenler gitti, kalanlar, gidecekleri vakti bekliyor. İslâm inancının bir rüknuna göre, bir gün kıyamet kopacak, “Adl-i İlâhî” bütün bu hâdiselerin hesabını görecek; “İlâhî Kanun”a isyan eden kâfirleri ebedî olarak cezalandıracak, itaat eden mü’minleri ise ebedî olarak mükâfatlandıracaktır.
İnsanlık tarihi, Batı güdümünde bir “evrensellik” hikâyesi etrafında değil, aksine, hak ve bâtılın kapışması çerçevesinde cereyan etmektedir. Bu mücadele tarihi, mâlûm olduğu üzere, “Hak” kutbu temsil eden Hâbil ile, “Bâtıl” kutbu temsil eden Kâbil arasında cereyan eden “kavga” ile başlamıştır. Neticede şeytana uyan ve nefsine mağlûb olan Kâbil, Allah’a itaat eden mazlum kardeşi Hâbil’in kanını dökmüştür. Hâsılı bu kavgada ilk zaferi (!) bâtıl kutbu temsil eden Kâbil kazanmıştır.
İnsanlar arasında ferdî olarak başlayan bu “kavga”, daha sonra Bâbil’de cemiyet çapında cereyan etmiştir. Kısaca şöyle ki: Eski Ahit-Tevrat’da (tahrif edilmiş muhtevasında) Âdem Aleyhisselâm’ın oğullarının bir kısmının “Kudsî Yasa” ve Resûl babalarına başkaldırmasından bahsedilir. Bâbil’de (bâbil; karışıklık demek) cereyan eden bu hâdisede isyankâr Âdemoğulları, Peygamber olan babalarını ve O’na taraf olan imanlıları öldürmek istemişler, ancak, her biri ortak lisanlarını unutmuş; ayrı bir lisan ile konuşmaya başlamış, dolayısıyla anlaşamamışlar ve bu katl girişimleri neticesiz kalmıştır.
Burada durmayan bu “kavga” Nuh Aleyhisselâm’a kadar devam etmiş, bu arada nice toplumlar helâk edilmiştir. Nuh Aleyhisselâm devrinde “tendur” kaynamış, gök sağanak hâlinde boşalmış ve büyük bir “tufan” meydana gelmiş, meâlen; “yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan kimse” kalmamıştır. Her ne kadar “Cudi dağı”nda kapılarını arza açan gemide az sayıda başka inananların olduğu mâlûm olsa da insanlığın soyunun Nuh Aleyhisselâm’ın oğulları olan “Ham, Sam ve Yafet”ten türediği varsayılmış ve Yafet, Yafetik; Avrupa-Asya kökenli ırkların atası, Sam, Sâmi; Arab ve bazı Ortadoğu kökenli ırkların atası, Ham, Hami; Afrika kökenli ırkların atası olarak kabul edilmiştir. Neticede yüzyıllar sonra çeşitli milletler meydana gelmiş, çeşitli kültürler inkişaf etmiştir. Bugün itibarıyla dünya, bu milletlerin; din, dil, gelenek, siyaset vb. sahalarda kapışmasına sahne olmaktadır… Amerika’daki Kızılderililer ve Avustralya’daki Aborjinlerin ise Nuh Aleyhisselâm’ın hangi çocuğundan zuhur ettiği hakkında henüz kesin bir kaziye yoktur. Kimileri bu ırkların Sâmi, kimileri ise Yafetik ırkının bir kolu olduğunu iddia etmektedir. Vesaire.
Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm ile Nemrut ve Putperestler arasında, Hazret-i Musa Aleyhisselâm ile Firavun, Haman ve Samiri arasında, Hazret-i İsa Aleyhisselâm ile Roma ve Yahudiler arasında, Peygamber Efendimiz ile de önce müşrikler arasında, daha sonra Hıristiyan Bizans ve Mecûsi Fars ile bu “Hak ve Bâtıl” mücadelesi cereyan etmiştir. O tarihten bu tarihe kadar “Hak ile Bâtıl” mücadelesi devam etmektedir, kıyamet kopana kadar da devam edecektir.
Bununla birlikte, insanlık tarihi bir taraftan Bâtıl kutubların birbirleriyle mücadelesine sahne olurken, diğer taraftan da hem bir zamanlar “Hak” olan fakat bir zaman sonra tahrif edilen dinlerle hak din-İslâm arasında ve hem de Hak kutbunu temsil iddiasında olan bâtıl fırkalar arasında mücadeleye sahne olmuştur. Birinciye; Mecûsi Fars ve Putperest Yunan arasında cereyan eden mücadele, ikinciye ise; Müslümanlar ile Hıristiyan ve Yahudilerle ve; Selçuklu ile Bâtınîler arasında cereyan eden mücadele, misâl olarak verilebilir.
Bu hak ve bâtıl kavgasına bir kısım zümrelerin görünmez veya herkes tarafından bilinmez silahlarla iştirak ettiği de hem müslümanların hem de bir kısım tahribçi ve tahrifçi kâfirlerin mâlûmudur. Bu silahların bâtıl kısmında “istidraç-büyü-hipnoz” silahı ve “cinlerle işbirliği” mühim bir yer işgal eder. Bu iki silahtan birisi olan “büyü-sihir”, Kur’an-ı Kerim’de açıkça zikredilir. Şöyle ki (meâlen):
– “Tuttular Süleyman’ın mülküne dair şeytanların uydurup söyledikleri şeylerin ardına düştüler. Hâlbuki Süleyman inkâr etmedi fakat o şeytanlar inkâr etti. Onlar insanlara sihir ve Bâbildeki iki meleğe Harut ve Marut’a indirilmiş olan şeyleri öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek; “Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın sihir yapmayı câiz görüp de kâfir olma” demedikçe hiç kimseye onu öğretmezlerdi. İşte bir takım kimseler bu iki melekten kişi ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Fakat Allah’ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar verebilecek değillerdi. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bilselerdi! (Bakara 102’den)
Ve yine insanların cinlerle işbirliği de Kur’an’da zikredilir. Meâlen:
– “Allah onların hepsini topladığı gün, cinlere; “Ey cin (şeytanlar) topluluğu! İnsanlardan çoğunu yoldan çıkardınız” der. İnsanlardan cinlerin dostu olanlar da şöyle derler: “Rabbimiz, biz birbirimizden faydalandık ve bize takdir ettiğin ecele ulaştık. Allah, “Ateş ikâmet yeriniz, Allah’ın dilediği zamandan başka hepiniz ebedî olarak kalacaksınız” buyurur. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir, her şeyi bilir. (En’âm: 128)
– “Ve doğrusu insanlardan bazı erkekler cinlerden bazı erkeklere sığınıyorlardı da bunlar, onların şımarıklık ve sefahetlerini artırıyorlardı.” (Cin Sûresi: 6)
Burada kısa bir tefsiri zarurî kabul ediniz. Şu:
– “Özetle, insanlardan bir takım erkekler, cinlerden bir takım erkeklere her ne şekilde olursa olsun sığınıyorlardı da o sığınan insanlar cinlerin kibir ve taşkınlıklarını artırıyorlardı.
REHAK, asıl mânâsında örtmek, sarıp bürümek demek olduğu gibi, bir adamın arkasından yaklaşıp çakmak mânâsına ve sefahet yâni, hafiflik ve ahmaklık mânâsına, kötülük ve kargaşa, zulüm ve ahlâksızlık yapmak, haram ve yasak işleri yapmaya koyulup onlarla uğraşmak mânâlarına geldiğinden tefsirciler; günah, cüret ve taşkınlık, hafiflik, geçimsizlik, kibir ve büyüklenme mânâlarına yorumlamışlardır. Yâni o adamlar cinlere sığınmakla cinleri şımartıyor, onların hafiflik ve taşkınlığa cesaretlerini artırıyor; bu şekilde azgın cinler de Allah hakkında bile yalanlar uydurarak cinlere ve insanlara zulüm ve sataşmalarını artırıyorlardı. İnsanlar onlara sığınarak kurtulmak isterlerken, böyle yapmakla onlara yüz verip daha çok tuzaklarına düşüyorlardı. Demek ki insanlara fenâlığı cinlerden çok asıl kendileri yapmış oluyor. Cinler insanlara yine insanlar vâsıtasıyla zarar veriyorlar. Onları âlet ediniyorlar, onların sığınmasından kuvvet alarak sataşma ve otoritelerini artırıyorlar. Şu hâlde insanlar yalnız Allah’a sığınsınlar da cinlere hiç önem vermeselerdi cinler onları saramazlardı.” (Elmalılı Hamdi Yazır, HAK DİNİ KUR’AN DİLİ, Zehraveyn Yayınları, Cilt 8, s. 377)
Bu tür tehlikelere karşı Kur’an-ı Kerim’de bazı sûrelerde Allah’a sığınma yolları bizzat târif edilir. Meselâ, Nas Sûresinde meâlen: “De ki: “Sığınırım insanların Rabbine. İnsanların hükümdarına. İnsanların ilâhına. O sinsi vesvesecinin (şeytanın) şerrinden. Ki, insanların kâlblerine vesvese verir. Ki, o gerek cinlerden, gerek insanlardan olur.” lâfz-ı celili buna dair bir hüccettir. Kezâ, Kur’an-ı Kerim’de “Cin Sûresi” vardır. Bunların kısaca tefsirini vermek bir tarafa, âyetlerin meâlini nakletmek dahi burada uzun olur. Hâsılı, ne “sihir-büyü”yü, ne de “cinlerle insanların işbirliği”ni inkâr etmek, bir Müslüman için kesinlikle mevzubahis olamaz. Ancak, bunların şerrinden sığınma yollarını Müslümanların nazarından esirgemek isteyen bir kısım zümre bunu inkâra tevessül eder. Dikkat!..
İslâm dini “sâhirliği ve büyücülüğü” kesinlikle yasaklamıştır. Hattâ bu işle uğraşan kâhin ve sâhirler neticede tevbe etmeye dâvet edildiği hâlde bu şen’i işlerini icra etmekte ısrar ederlerse, bunların katline dahi ferman vardır…
Cinlere dair bir başka misâle gelince.
Kur’an-ı Kerim’de Süleyman Aleyhisselâm’ın -hâşâ- “cinlerle işbirliği” yaptığı değil de, cinlere hükmettiğinden bahsolunur. Şöyle ki (meâlen):
– “Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan kurulu ordular Süleyman’ın hizmetinde toplandı. Hepsi bir arada düzenli olarak idare olunuyorlardı.” (Neml; 17)
“Vakta ki Süleyman’a ölümü hükmettik, onlara onun ölümünü sezdiren olmadı. Yalnız bir güve böceği yere dayandığı asâsını yiyordu. Bu sebepten Süleyman yere yıkılınca ortaya çıktı ki, eğer cinler gaybı bilselerdi o zilletli azab içinde bekleyip durmazlardı. (Sebe; 14)
Bugün, bir kısım “cinci hocalar”, şunlar-bunlar burada mevzumuz değildir. Yalnız, meselâ “cinlere Kur’an okutan” bir kısım âlimlerin mevzubahis edildiğine inanıp-inanmamak da herkesin tercihine kalmış. (Kur’an’da bazı cinlerin “Kur’anı dinledikleri”ne dair âyetler vardır.) Ve daha neler ki, siyasi hâkimiyeti ve cihad ve zaferi mevzu eden bir âyet-i kerimede bir şeyi dikkat çekerek bütün bunları burada tâdil edelim. Şöyle ki (meâlen):
– “Peygamber onlara: “Allah, size hükümdar (Melik) olmak üzere Talut’u gönderdi.” demişti. Onlar: “Ona bizim üzerimize hükümdar olmak nereden geldi? Oysa hükümdarlığa biz ondan daha lâyıkız, ona maldan bir genişlik, bir bolluk da verilmemiştir.” dediler. Peygamberleri de “Onu sizin başınıza Allah seçmiş ve ona bilgi ve vücut bakımından bir güç, bir genişlik vermiştir.” dedi. Hem Allah, mülkünü dilediğine verir. Allah’ın rahmeti geniştir, O, her şeyi bilir. Peygamberleri onlara şunu da söylemişti: “Haberiniz olsun. Onun melikliğinin alâmeti size o tabut’un gelmesi olacaktır ki, onda Rabbinizden bir sekinet, Musa ile Harun’un ailelerinin bıraktıklarından bir bakiyye vardır. Onu Melekler getirecektir. Eğer iman etmiş kimseler iseniz, elbette bunda size kati bir alâmet vardır. (Bakara: 247-248)
Âyet-i Kerime’nin devamında mânâ olarak; “Melekler tarafından getirilen Musa ile Harun Aleyhisselâm’a aid olan bakiyye ile sefere çıkan Talut’un ordusunun bir nehirle imtihan edileceği; nehirden kana kana su içilmemesi gerektiği; nehri geçenlerin sayıca az olduğu, Calut’un ordusunun ise kalabalık olduğu, fakat nice az topluluğun çok topluluğa gâlip geldiği” ihtar edildikten sonra, “Davut’un, Kral Calut’u öldürdüğü, böylece İsrailoğullarının zafer kazandığı” mevzubahis edilir. Bu peygamberin Yuşa Aleyhisselâm olduğu, savaşın kahramanı Peygamber Davut Aleyhisselâm’ın ise bir müddet sonra “Hükümdar” olduğu, daha sonra evlâdı Süleyman Aleyhisselâm’ın Peygamberliği ve kendisine babasından intikâl eden bu hükümdarlığın cihana şâmil olduğu tefsirlerde tafsilâtlı bir şekilde anlatılır. Dahası, Süleyman Aleyhisselâm vefat ettikten sonra bazı mühim hâdiseler mevzu edilir. Meselâ, Süleyman Aleyhisselâm’ın tahtının altında Musa ve Harun Aleyhisselâm’ın sandukası olduğu, bir kısım yahudilerin Süleyman Aleyhisselâm’a “büyücü” dediği, O’nun saltanatına sahib olmak için tahtın altını oydukları fakat tahtın da, bu fiili yapanların da helâk oldukları, yâni yahudilerin “Musa ve Harun Aleyhisselâm’ın bakiyyesi olan sanduka”yı bulamadıkları, neticede birbirlerine girerek on iki krallığa ayrıldıkları, kezâ akabinde İsrailoğullarının Başkenti Yeruşalim’i fetheden Bâbil Kralı Nabukadnessar tarafından her krallığa son verildiği; ileri gelenleri Bâbil’e götürdüğü mevzubahis edilir. Tevrat’ta bu hâdise, yetmiş yıllık “Bâbil Sürgünü” olarak tavsif edilir.
Süleyman Peygamber’in davasına ihanet eden Yahudilerin “ideali”, malûm olduğu üzere, Siyonizm’dir. Yeruşalim’de (bugünkü Kudüs’te) bir tepenin adı olan “Siyon”, mecazî anlamda “Tanrı’nın meskeni, Tanrı’nın halkı” demektir, Kutsal Şehir, Ariel diye de tâbir edilir. Siyonizm; “Arz-ı Mev’ud” yâni vaad edilmiş topraklarda, iki nehir (Fırat ve Dicle) arası Mezopotamya’da bütün Yahudileri bir araya getirerek, “Siyon Dağı” üzerine meşhur “Süleyman Mâbedi”ni yeniden inşa ettikten sonra “Davud’un Krallığı”nı ilân ederek buradan bütün milletleri tahakküm altında alma gayesi güder. Kısaca Siyonizm; Yahudi Cihan Hâkimiyeti idealinin ifade edildiği bir kavramdır. Bu idealin gerçekleşmesi için “Musa ve Harun Aleyhisselâm’ın bakiyyeleri olan sanduka”nın bulunması gerekmektedir. Bugün siyonistler Kudüs’ün altında bu sandukayı aramaktadır. Bunu buldukları vakit, Yeruşalim’de Siyon Mâbedi’nde Davud’un krallığını dünyaya ilân edeceklerdir. Bundan sonra da Mesih’in gelmesi ve dünyaya hükmetmesi yakındır.
(Tevrat’ta önceleri İsraillilerin Tapınma Çadırının en kutsal yerinde bulunan ve içerisinde on buyruk ve çeşitli kutsal eşyaların korunduğu sandığa “Antlaşma Sandığı” adı verilir.)
Yine buna dair bir tesbit olarak şu noktanın altını çizmekte fayda addediyoruz:
“Işık Rahibleri”nin köklerinin köklerinde yahudiler, masonlar, İLLUMİNATİ örgütü vardır… Bunların “.ç çember” üyelerinin ortak özelliği, Dış İlişkiler Konseyi, Bilderberg, Trilateral Komisyon, Mason Tarikatı, Kafatası ve Kemik Tarikatı, Aspen Enstitüsü, Malta Şövalyeleri, Opus Dei, Roma Kulübü, Bohemian Grove, Dünya Ekonomik Forumu, Dünya Federaller Üyesi olmaları. İlluminati Komplosu’nun hedefi de başşehri Kudüs olan bir dünya devleti kurmak…
Biz kaldığımız yerden devam edelim:
Bu “Mesih’in dünya hükümdarlığı” idealine hıristiyan fırkaların bir kısmı da iştirak eder. Bunlardan en meşhuru Dokuzuncu Haçlı Ordusu Kralı Buch’un mensub olduğu “Evanjelizm” mezhebidir. Bunun yanı sıra, Roma Katolik Kilisesi, üçüncü “milenyum” arefesinde hedefini şu şekilde açıklar:
– “Birinci bin yılda Avrupa’nın tamamı, ikinci bin yılda Amerika ve Afrika’nın bir kısmı hıristiyan oldu. Üçüncü bin yılda dünyanın tamamı hıristiyan olacak”.
Hulâsa: İnsanlık tarihi, “esas”ta Hizbullah; Allah’ın hizbi-fırkası ile Hizbu’ş-şeytan; şeytanın taraftarları arasında cereyan eden “kavga”dan ibarettir. Müşrik ve ateist kâfirler bir tarafa, “Hakk” olanı tahrif ve tahrib ederek şeytanın fırkasını temsil kürsüsüne oturan Katolik Kilisesinin hedefi ve Evanjelist mezhebine mensub Hristiyanlar ile “Arz-ı Mev’ud”a yerleşip “Davud’un Krallığı” ile dünyaya hükmetmek isteyen siyonistlerin hedefleri bir noktada çakışmaktadır. Bu bakımdan, “sihir-büyü”, “cinlerle işbirliği”, “Musa ve Harun Aleyhisselâm’ın bakiyyeleri olan sanduka” başlığı altındaki mevzular, “Işık Rahibleri”nin köklerinin köklerinin Yahudiler olduğuna dair çok muhkem argümanlardır. Bu mânâdan mülhem olmak üzere, birçok Yahudi ve Hristiyan fırkalar ve felsefî ekoller zuhur etmiştir.
‘EVRENSELCİ’ SAPIKLAR İTTİFAKI
Şimdi dilerseniz bunların bir kısmının bazı bâtıl itikadlarını ve gayelerini kısaca mevzubahis edelim.
Kabalizm: Bu esrarengiz Yahudi fırkasının, “Tevrat ve Zebur’un zâhiri mânâsı ile yetinmeyip, mukaddes kitab’ın harflerinden gizli mânâlar çıkarmaya çalışması ve ona istediği mânâları serbestçe vermesi”, ayrıca bu fırkanın “sihir ve büyü” ile uğraştıkları nazar-ı itibara alındığında; medyum nezâretinde spiritüalizm; ruh çağırma, eşyayı hareket ettirme, şekil değiştirme vesair mârifetleri (!) olan “Işık Rahibleri”nin köklerini neredeyse tesbit etmiş oluruz. Kabalistlerin; “Dinler gâfil halkı avlamak veya zabt-ü rabt altına almak için birer âletten ibarettir. Felsefe, dinden yüksektir” şeklindeki ana ilkesini de mevzumuzla alâkalandırırsak, bu tesbit daha bir anlam kazanır. Bu Yahudi fırkasının birçok itikad ve uygulamalarının ise, “Hâkim Tirmizi zamanında İslâm dünyasına girmesi ve esas olarak Bâtınîler tarafından benimsenerek geliştirilmesi” nazarı itibara alındığında da, Gulat-ı Şia, Nusayrilik, Hulûliye vesair bâtıl fırkaların bu lânetli örgütün köklerinin birer “dalları” olduğunu veya bu köklerden beslendiğini iddia etmek abes olmasa gerektir. Bunların bir kısmı aşağıda kısaca mevzuu edilecektir.
Bir nevî “kabalist” tesiri olan “İskenderiye Okulu” da bu meselede mühim bir yer işgal eder. Bu okulun kurucusu, Hazret-i İsa’nın çağdaşı ve Yahudi ailesinin çocuğu olan Filon-Philon’dur (M.Ö. 25-M.S. 50). Philon’un eserlerinin çoğu, “Eski Ahid (Tevrat) tefsirlerinden ibarettir. Mukaddes metinleri çağının felsefesi ile uzlaştırmak için “istiare”yi kullanmıştır. Bu tefsirler daha çok bâtınî (ezoterik) bir nitelik taşır. Hıristiyanlığın ortaya çıktığı sırada yetişmiş olan bu filozof, Stoa felsefesinden sonra yetişen en orijinal filozof olarak kabul edilir. Philon’un eserlerinde yaptığı şey, Tevrat’ı Eflatun Felsefesi bakımından yorumlamak ve Eflatun Felsefesi ile Yahudi dinini uzlaştırmaktan ibarettir”.
(Bu ekolün İhvanü’s-Safâ ve Bâtınîler üzerinde derin bir tesiri olduğu inkâr edilemez…)
Hıristiyan fırkasından olan “Tapınak Şövalyeleri” ve “Kafatası ve Kemik Tarikatı” vesair üyelerinin “büyü ve sihir” gibi şeylerle uğraştıkları; “Papaz Büyüsü” vesair şeyler de mâlûm. Bununla birlikte 1209’da Kuzeyden Avrupayı istila eden Catharlar’ın “dualist” oldukları (statüleri tartışılan iki tanrı inancı) ve; “reenkarnasyon inancı ve dinde kadın hakları; feminizm” gibi şeyleri ön plâna çıkarmaları, dahası, Hristiyanlık iddia etmelerine rağmen “Katolik Kiliseyi reddetmeleri ve hiçbir dinî hiyerarşiye inanmamaları, şefaati reddetmeleri”, hattâ “tekrar yaratılışı; âhireti inkâr etmeleri” vesair şeyler, bu fırkalarda bir nevî yahudi izleri olduğuna dair birer işaret olsa gerektir.
Neticede, tâ Samirî’den Bâbil’de iki Meleğe indirilen şeylere, Kabalistlerden Moonculara, Orfik Dininden Gnostisizme kadar bâtıl kutbu temsil eden ekollerle, İslâm dünyasında İhvanü’s-Safâ’dan Bâtınîlere; Nusayri ve Durzilere kadar, eklektik Kâbir ve Ekber Şah’tan Bahailik ve Kadıyaniliğe kadar, hattâ bir kısım “telfikçi” ve “mezhebsiz familya”nın bir çok bâtıl akîdede müşterekliği olduğu gibi, birçok gayede ortaklıkları vardır.
Meselâ, Kabalistler ve Gnostikler felsefeyi dinden üstün tutarken, ayrıca Tevrat ve Zebur’u bâtınî bir şekilde yorumlarken, aynı şekilde İhvanü’s-Safâ felsefeyi baştâcı eder; Bâtınîler ise Mecûsilerden Hinduizme, Yahudilerden Hristiyanlara kadar her dinde ne tür sapıklıklar varsa hepsini terkib etme sevdâsıyle kavrulur…
İskenderiye Okulu’nun biricik hedefi “felsefe ve Yahudi dinini uzlaştırmak” gayesine mâtufken; Moon’un hedefi “Hristiyanların kutsal kitabını yeniden yorumlayarak bütün dinleri birleştirmek” gayesine mâtuftur. Eklektik Kâbir ve Ekber Şah’ın gayesi aynıdır. Abduh gibileri de “üç dinin müşterekliği”nden dem vurmayı ihmâl etmezler.
Orfik dini ve Hinduizmde reenkarnasyon inancı vazgeçilemeyecek itikadî bir ilke olarak kabul edilirken, Yaşar Nuri gibi zevat bu inancın inkâr edilemeyeceğinden dem vurur…
Hıristiyanlardaki “teslis-üçleme” inancıyla tatmin olmayan Nusayriler ise on iki imamı ilâhlaştırır…
Bahailer dünya devleti derken, Kadıyaniler bütün dünyanın İngilizlerin vesâyetinde idare edilmesini taleb eder. Bu mânâdan mülhem olmak üzere Sir Thomas Arnold, Nicholson, Taggart vesair müsteşriklerin mukallidi bir müstağrib olan Cambridge icâzetli İkbâl, İngiltere’yi ulular; “dünyada en büyük Muhammedî imparatorluk yapan ruhun demokrasi olduğu”nu iddia eder…
Bu fırkaların hepsi “evrensellik” diye nâra atarken, mezhebten geleneğe, tefsir ve hadis külliyatından ilm-i kelâm ve hak tasavvufa kadar İslâm irfan hazinesini inkâr eden familya da “evrensellik” nârası atar.
Ve daha neler ki bütün bunları hulâsalandırmak dahi bunlarla sınırlı değildir. Hani bunları tek tek karşılaştırmak dahi birkaç sayfada ancak mümkün olabilir. Bunların özetine buradaki meselemize binâen; “Biz kendi MUMUMUZU söndürür, Tanrı’nın MUMUNU yakarız” diyen İsmail Emre çizgisinde faaliyet gösteren Anadolu Aydınlanma Vakfı’nın kendisini nasıl tanıttığına bakmak zannederiz kifâyet eder. Şu:
– “Vakfın amacı, dil, din, ırk, cinsiyet, uyruk ayırımı yapmaksızın aydınlanma amaçlı “Sürekli Bilgi Topluluğu” oluşturmak, aydınlanmayı, “Evrensel İnsan Toplumu Ülküsü” doğrultusunda farklı kültürler ile insanlık uygarlığı bağlamında ve tarih sürecinde ele almak, incelemek, eleştirmek ve yorumlamak, Anadolu kültür yapısı içinde oluşan ve değişen düşünce ve kavramların bütün boyutlarıyla anlaşılmasını, diğer kültürlerde yer alan kavramlarla olan ilişkilerinin kurulmasını ve böylece düşünce yönetiminin ve düşünce aletlerinin tanımlı ve işlevsel kullanılmasını sağlayarak, bireyin ve toplumun kendisini yeniden üretebilme ve gerçekleştirebilmesine katkıda bulunmak.”
İstidraç’tan (Hak’tan uzak olan düşmanda, düşmanın isteği üzerine, sapıklığını ve azgınlığını arttırmak için Allahü Tealânın yarattığı olağanüstü hâldir.) cinlerle işbirliğine, sihirden büyüye, reenkarnasyondan ruh çağırma seanslarına kadar bir hayli uğraşları olan bu bâtıl fırka mensublarının ekserisinin, mesele İslâm’a has olan değerlere gelince, yâni mûcizeden keramete, irsahâttan mâunete kadar hakikatlere gelince bunları inkâr yoluna gitmesi de dikkate değer bir nokta olsa gerektir.
(İrsahât: Peygamberlerin peygamberliklerini tebliğden önce Allahü Tealâ’nın onlarda yarattığı olağanüstü şeyler olup peygamber olacağına alâmet olur.
Mûcize: Şuna denir ki, Allahü Tealâ onu peygamberlerde, peygamberlik davası ettikleri zaman yaratır. Peygamberleri davalarında doğrulamak içindir. İrsâhatla mûcize peygamberlere mahsustur.
Keramet: Allahü Tealâ’nın evliya kullarında yarattığı olağanüstü hâldir. Onlara ikram için, derecelerinin yüksek olduğuna işaret için, ilimde ve amelde kuvvetleri ve metânetleri artması içindir.
Maûnet: Salih amelleri çok olan mü’minlerde Allahü Tealâ’nın onları mihnetten kurtarmak için yarattığı olağanüstü hâldir.)
Ve Spiritüalizm… Bilineceği üzere, “modern ruhçuluk” olarak târif edilen “Spiritüalizm”de “medyum” vâsıtasıyla ruh çağırma seansları olmazsa olmaz bir faaliyet olarak işaretleniyor ve “bedensiz varlıkların medyum transa geçtiği zaman içine girmesi, ses değişikliği, hattâ cismanî değişiklik, cisimlerin hareket ettirilmesi, hattâ duvar gibi yerleri delip geçmesi, cisimlerin hareket etmesi ve darbe indirmesi gibi seansların düzenlendiği salonda yerini alması, halüsinasyon vesair şeylerin vukuu” mevzuu ediliyor.
Buna dair bir misâlle makalemizi bitirelim:
“Boğazdaki Aşiret” adlı eseriyle Türkiye’de üç bin ailenin öz geçmişini araştıran ve bu ailelerin siyasetten kültüre, iktisattan sosyal hâdiselere kadar tahakkümünü anlatan Mahmut Çetin, “X İlişkiler” adlı eserinde Kozanoğlu, Yurdatapan, Çetin, Karacan, Birgen ve Demirağ ailelerini mevzu edinmekte ve bu aileleri; “sosyete, mutlu azınlık, bürokratik zihniyet, süper dejenereler, üst zenginler… Adına ne dersek diyelim, bu toplum kesiminin ileri derecede bir yabancılaşmanın içinde olduğunu ve bu azınlığın, elindeki iletişim imkânlarıyla topluma kendi yabancılaşmasını tek model olarak dayattığını” ısrarla vurgulamaktadır. Ve daha neler ki, “ruh çağırma seansları” ile ilgili olarak adı geçen eserden bir argüman takdim edelim. Kısaca:
Nuri Demirağ’ın Mason oğlu Kayaalp Demirağ ve Naci Demirağ’ın torunu komünist Melike Demirağ önemli isimlerdir.
Dünya Sevgi Birliği muhabbetine ve reenkarnasyona inandığını söyleyen Melike Demirağ’ın annesi Rüçhan Çamay’la ilgili bir anekdot:
Arda Uskan:
Gerçek bir fantastik olaydı yaşadığımız. Hayâlle gerçeğin birbirine karıştığı bir olay. Yıllar, yıllar önce, sevgili Rüçhan Çamay’ın evindeyiz. Ben çiçeği burnunda bir gazeteciyim. Ama kimler yok ki o evde. Fikret Hakan, Füsun Önal, Atilla Özdemiroğlu, Seyyal Taner, Şanar Yurdatapan, Leyla Sayar, Doğan Şener, Osman Diper… O yıllarda Dünya Sevgi Birliği’ne katılmak modası almış yürümüştü. Dünya Sevgi Birliği, adı konulmamış bir dernek. Liderleri Dr. Rafet Kayserioğlu isimli bir kişi. Ruh çağırma seansları, öbür dünya ile ilişkiye girme çabaları almış başını gidiyor. Reenkarnasyonu savunuyorlar. Daha doğrusu, inanmışlar, inandırmak istiyorlar…
Ferhan Bey, hipnotizma yöntemiyle Füsun’u kolayca uyuttu. Sonra olay başladı… Doğumdan önceki zamanlarından “Ruhsar Hanım” diye bir isim sayıklamasına kadar. Ve Füsun ayılır.
Bu hâdisenin “Füsun Önal ve Ferhan Bey vâsıtasıyle bir cinin hâkim olması durumu” olduğunu vurgulayan Çetin, bunu aynı zamanda, “reenkarnasyon geyiğine iman edenlerin sıradan numaraları” olarak yorumlar:
– “Türkiye’nin mutlu azınlığı; bütün pozitivist tafralarına rağmen uzak doğu inançlarına, Bektaşilik ve Mevlevilik gibi yozlaşan tarikatlara, cincilik, falcılık, büyücülük ve reenkarnasyon dahil her türlü sapkın fizikötesi yoruma açıktır. Bunlar sâdece ve sâdece Sünni İslâm’a karşıdırlar. Bu yüzden bunların iflah olması sosyolojik olarak mümkün değildir.”
Eserinde, “kokain âlemlerinden cinsel takasa” kadar birçok gayr-i ahlâkî fiillerin bunlar tarafından icra edildiğini bizzat belge ve bulgularla bir bir takdim eden Sayın Çetin’in; “Bunlar sâdece ve sâdece Sünni İslâm’a karşıdırlar” şeklindeki yorumuna tamamen katılıyoruz. Bütün bunların ekseriyetinin ise “Yahudi, Mason ve İlluminati” örgütü ile –fırkaya nisbeten- bazen doğrudan bazen de dolaylı alâkalarının da anlaşıldığı kanaatindeyiz.
Bu mesele hakikaten “kitablık çapta” bir mesele. “Işık Rahibleri” adlı makalenin yazarı M. Emin Cindaroğlu’nun sabırlı bir araştırma neticesinde bu vazifeyi îfâ etmesi temennimizdir.