İslâm’ın bütün yönleriyle çerçevelediği ve şiddetle yasakladığı faiz, şu an bilinen faizden, Cahiliyye Arapları’nın bildiği faizden ve geçen bölümde ele aldığımız İslâm dışı görüşlerin anladığı faizden daha kapsamlıdır. Onların anladığı faiz “borç faizi”dir ki, faizin en meşhur şekli de budur. Bununla birlikte İslâm, alış-verişte de faizin sözkonusu olabileceğini göstermiştir. Borç faizi son derece sarih olduğundan İslâm Hukukçuları onu müstakil ve teferruatlı olarak anlatmamışlar ama buna karşılık insanların yeni muhatab oldukları alış-veriş faizini bütün yönleriyle çerçevelemişlerdir.
I- Borç Faizi
Cahiliyye Arapları’nın anladığı ve bildiği faiz buydu. Tâbiînden müfessir Mücahid, müfessir İbn Cerir et-Taberî, İbn Rüşd el-Hafîd, müfessir Fahr-i Râzî ve İslâm tarihçisi İbn Hişam’dan öğrendiğimize göre İslâm’ın doğuşundan önce faizcilik Araplar arasında çok yaygındı ve şöyle cereyan etmekteydi:
1- Bir müddet sonra ödenmesi şartıyla para veya mal borç-ödünç olarak veriliyor, bunun karşılığı olarak da bir fazlalık isteniyordu. Süre dolduğunda borçlu borcuyla (anapara) birlikte istenen fazlalığı da ödüyordu ki, bu fazlalığa onlar riba-faiz diyorlardı.
2- Yukarıdaki şekilde ödünç alınır ve ama müddet dolduğunda borçlu ödeyecek durumda bulunmaz ise ya kendisi alacaklıya veya alacaklı kendisine teklifte bulunur ve birikmiş faiz anaparaya eklenerek elde edilen toplam miktar yeni bir faiz oranı ile yeni bir müddete bağlanırdı. Yine ödenmezse yine aynı şekilde uzatılır ve bu süreç muazzam meblağlara ulaşan borç ödeninceye dek sürebilirdi.
3- Eğer borç ödünçten değil de veresiye bir mal satımında doğmuş ve ama veresiye süresi dolduğu halde borçlu borcunu ödemeyememiş ise birinci maddede bahsedilen yöntemle faiz uygulanırdı. Onun da süresi gelip yine ödenemediğinde bu sefer ikinci maddede belirtilen yönteme başvurulurdu.
Görüldüğü gibi Cahiliyye dönemindeki faiz uygulaması şu an bilinen faiz uygulamasına benzemektedir. Bizim şimdi basit faiz dediğimiz uygulama birinci maddedekine, bileşik faiz dediğimiz uygulama ise ikinci maddedekine tekabül etmektedir.
Borç faizi ister ödünçten ister veresiye satımdan doğsun, ister az olsun ister çok, ister basit faiz olsun ister bileşik, ister tüketim ödüncünden alınsın ister üretim ödüncünden, İslâm onun her şekil ve çeşidini aralarında fark gözetmeksizin yasaklamıştır. Din tahripçisi reformistlerin, bazı borç faizi çeşitlerine İslâm’ın cevaz verdiği yollu iddiaları Hıristiyan reformistlerinin iddialarıyla uyuşmaktadır. Bu iddiaların bir kısmına geçen bölümde cevap verilmişti. Bazı iddialara ise aşağıda cevap verilecek.
Borç Faizinin Tarifi
Borç faizi, bir süre sonra iade edilmek üzere ödünç verilen para veya mala mukabil şart koşulan karşılıksız fazlalıktır.
Tarifin Tahlili
“Bir süre sonra”… Bundan maksat borcun belli bir vadeye bağlanmasıdır. Üç ay veya bir yıl sonra veya falan tarihte gibi.
“İade edilmek üzere”… Süre dolunca borcun iade edilmesi gerektiğidir.
“Ödünç verilen”… Bu ifadeyle borcun ödünçten doğduğu kastedilmektedir. Diğer borç türlerinin, örneğin veresiye satıştan doğan borcun burada yeri yoktur. Ama vadesi gelip de ödenmeyen diğer borç türleri için faizli ödünç sözleşmesi yapılır ise o borçlar da aynı kategoride değerlendirilir.
“Para veya mal”… Ödünç verilen şeydir ki, buna anapara veya anamal denilir.
“Şart koşulan”… Ödünç akdi yapılırken ödünç veren veya üçüncü bir şahıs lehine bir fazlalığın – faizin – menfaatin şart koşulmasıdır. Şayet fazlalık şart koşulmaz ama borçlu fazladan bir ödeme yaparsa durum değişir. Buna “karz-ı hasen”de değineceğiz.
“Karşılıksız”… Şart koşulan fazlalığa tekabül edecek bir karşılığın olmamasıdır. Örneğin 1000 lira üç ay sonra 1100 lira ödenmesi şartıyla ödünce verilse buradaki 100 liranın bir karşılığı yoktur.
“Fazlalık”… İşte faiz budur. Bu fazlalığın anapara-anamal ile aynı cinsten olup olmaması önemli değildir. Kaide olarak ödünç verenin, verdiği borç mukabili elde ettiği her menfaat faizdir.
Güzel Ödünç (Karz-ı Hasen)
Faizsiz ve bir menfaat beklemeksizin, Allah rızası için verilen ödünçtür.
Hanefilere göre karz-ı hasen bir menfaat karşılığı olmamalıdır. Eğer menfaat önceden şart koşulmaz ve bu hususta örf de bulunmaz ise borçlunun ödünç verene hediye vermesi veya aldığından fazlasını iade etmesi veya onun bir işini görmesinde sakınca yoktur. Komşusundan birkaç kilo pirinç ödünç alanın bir süre sonra bir çuval pirinç iade etmesi gibi. Ama ödünç verenin, şart koşulmaksızın menfaat temin etmesi o beldede örfleşmiş ise bu aynen faizdir.
Karz-ı hasende faize düşmemek için diğer bir husus vadenin şart koşulmamasıdır. Ama vade konulmuş ise, buna ahlaken uymak gerekse de bu vade ne taraflar açısından ne de hukuk bakımından bağlayıcıdır. Çünkü vade “hükmen fazlalık” sayılır ki, bu hükmî fazlalık faizdir.
II- Alım-Satım (Takas) Faizi
Alım-satım faizi İslâm öncesi Araplarca bilinmiyordu; daha doğrusu öteden beri yapageldikleri kimi alış-verişte bulunan bu faizin faiz olduğunu bilmiyorlardı. Allah Resûlü’nün birçok hadîsinde değindiği alışveriş faizinin ne olup ne olmadığı İslam hukukçularınca gösterilmiştir.
Hanefilere Göre Alım-Satım Faizinin Tarifi
Serahsî’ye göre “alım-satımda şart kılınan karşılıksız fazlalıktır.”
Fetâvayi Hindiyye’de faiz, “Şer’an, iki malın birbirleri ile mübâdelesinde taraflardan birinin, karşılıksız olarak verdiği fazlalık demektir.”
Mültekâ’nın musannifi İbrahimi Halebî’ye göre, “karşılığı bulunmayan fazlalıktır. O fazlalık öyle bir fazlalıktır ki, bir malı diğer bir aynı malın karşılığında alıcı ve satıcıdan biri için şart kılınan şeydir.”
Ö. Nasuhi Bilmen’e göre, “iki malın birbiriyle mübadelesinde bir taraftan karşılığı olmaksızın verilen fazla miktar bir faizdir.”
Dürri’l-Muhtar’a göre ise “herhangi bir bedelli akitte alan ve satanlardan biri için (Şer’î ölçülerde), fazla olan ve karşılığı olmayan fazlalıktır.”
Bu tariflerden hareketle alım-satım faizi şöyle tarif edilebilir:
“İllette ortak malların mübadelesinde taraflardan biri lehine şart koşulan karşılıksız fazlalık faizdir.”
Tarifin Tahlili
“İllet”… Bir hükmün kıyas yoluyla benzerlerine de uygulanması için lazım gelen ortak niteliğe illet denir. Mesela “sarhoşluk verici bütün içecekler yasaktır” hükmünde illet “sarhoş etme” özelliğidir; adı, cinsi, şekli ne olursa olsun eğer bir içecek “sarhoş etme” illetini taşıyorsa, biliriz ki hükmün kapsamına girer. Mezheplere göre faiz yasağının illetini aşağıda ele alacağız…
“İllette ortak mallar”… Bundan maksat, alım-satımda faizin cereyan etmesi için alım-satıma mevzu malların aynı illeti taşıması gerekliliğidir. Aynı illeti taşıyan mallara “ribevî mallar” denir.
“Mübadele”… Ribevî iki malın takasıdır; ister peşin ister veresiye olsun.
“Taraflar”… Alan ve satan kişi veya kişiler.
“Biri lehine”… Şart koşulan fazlalığın taraflardan biri lehine olması durumudur. Eğer fazlalık üçüncü bir şahıs lehine şart koşulmuş ise bu alım-satım akdi fasit olur.
“Şart koşulan”… Fazlalığın alım-satım akdi yapılırken şart koşulmasıdır. Eğer şart koşulmamış ise durum değişir.
“Karşılıksız”… Mübadelede taraflardan birinin verdiği fazlalığa-faize tekabül edecek bir şeyin olmamasıdır; yani “fazlalık” karşılıktan hâli-boştur.
“Fazlalık”… Mübadelede eşitliği bozucu fazla miktar ki, faiz denilen bu fazlalık hükmen de olabilir.
Alım-Satım Faizinin Çeşitleri ve Mahiyetleri
Mübadelenin peşin veya veresiye olmasına göre İslâm hukukçuları alım-satım faizini ikiye ayırmışlardır: Birincisi “fazlalık faizi” (ribe’l fadl), ikincisi “veresiye faizi” (ribe’n nesîe)dir. Şâfiî mezhebi bunlara bir de “ribe’l yed”i eklemiştir… Burada sırasıyla dört hak mezhebin görüşlerini ele alacağız. Ancak ondan önce İslâm hukukçularının faizin illetini belirlerken dayandıkları “altı eşya hadîsi” ile, konuyla alâkasından dolayı “mislî malın” tarifi verilecektir.
Altı Eşya Hadîsi
Allah Resûlü buyurdular ki: “Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla ve tuz tuzla misli misline, birbirine eşit olarak peşin satılırlar. Bu maddeler farklı cinsten olduğu zaman, peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi satın.”
Mislî Mal-Kıyemî Mal
Aralarında önemsenecek derecede bir kıymet (değer) farkı olmaksızın çarşı ve pazarda misli bulunan mallara “mislî mal” denilir. “Ağırlık ölçüsüyle tartılabilen” ve “hacim ölçüsüyle ölçülebilen” bütün mallar mislî mal kapsamına girer. “Sayı ile sayılabilen” mallardan ise sadece yumurta ve ceviz gibi birimleri arasında önemsenecek bir fark bulunmayanları mislî mal sayılır. Kumaş, kereste gibi “uzunluk ölçüsüyle ölçülebilen” bazı standart mallar da mislîdir…
Çarşı ve pazarda misli bulunmayan, yahut bulunsa da fiatça birbirinden farklı olan mallar ise “kıyemî mal”dır. Hayvanlar, kullanılmış eşyalar, birimleri arasında fark bulunan “sayı ile sayılabilen” mallar, sanat eserleri, gayrı menkuller gibi standart olmayan mallar kıyemîdir…
1- Fazlalık Faizi
a) Hanefîlere Göre
“Fazlalık faizi” peşin alım-satımda sözkonusudur. Hanefîler yukarıdaki hadîsi şerife istinaden “fazlalık faizi”nin illetini “cins” ile birlikte “tartı” veya “cins” ile birlikte “hacim ölçüsü” olarak belirlemişlerdir. Çünkü hadîsteki altı maddeden ikisi yani altun ve gümüş ağırlık, diğerleri hacim ölçüsüne tâbidir. Dolayısıyla “tartılabilen” ve “hacim ile ölçülebilen” bütün mallar ribevî (faiz cereyan eden) mallardır. Zikredilen altı madde ve demir, bakır, odun, zeytinyağı, süt, petrol gibi maddeler…
Bu ribevî mallardan birisi yine kendi cinsiyle takas edilir de biri diğerinden fazla olursa işte buna “fazlalık faizi” denir. Örneğin 10 gr. altun bilezik, 11 gr. altun zincirle veya 100 gr. gümüş, 110 gr. ağırlığındaki gümüş tabakla takas edilirse aradaki 1 gr. altun ile 10 gr. gümüş faizdir. Yine 300 ölçek buğday, 310 ölçek başka bir buğdayla takas edilecek olursa 10 ölçek buğday faiz olur. Bu örneklerde 1 gr. altunun, 10 gr. gümüşün veya 10 ölçek buğdayın hiçbir karşılığı yoktur.
Ribevî mallar cinsi cinsine, yani altun altunla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, demir demirle takas edilirken “fazlalık faizi”ne düşmemek için değişimin mutlak surette eşit olması gerekir. Burada birinin kaliteli diğerinin kalitesiz, birinin iyi diğerinin adi olması durumu değiştirmez. Örneğin 300 ölçek iyi kalite buğday, kalitesi düşük bir buğdayla takas edilecekse kaliteye bakılmaksızın veya 100 gr. külçe altun, bilezikle takas edilecekse işçilik hesaba katılmaksızın değişim eşit olmalıdır. Eşitlikten maksat, o mal tartılabilen vasıfta ise ağırlıktaki, ölçülebilen vasıfta ise hacimde-ölçekteki matematiksel eşitliktir.
Hadîste altun ve gümüşün tartılabilir (veznî), diğer dördünün (buğday, arpa, hurma, tuz) ise hacimle ölçülebilir (keylî) vasıfta oldukları belirtildiği için bu altı maddenin veznî ve keylî olma vasıfları ebediyyen değişmez. Bu İmamı Azam ve İmam Ebu Muhammed’in görüşüdür. Onlara göre bu altı maddenin dışındaki malların veznî mi, keylî mi olduğunun tesbitinde örfe itibar edilir. İmam Ebu Yusuf’a göre ise altı madde dahil bütün malların veznî veya keylî vasfını belirlemede içinde bulunulan zamanın örfüne bakılır. Buna göre geçmişte ölçülebilir olan buğday bugün tartıyla işlem görüyorsa artık o tartılabilen bir maldır… İmamı Azam ve İmam Ebu Muhammed’in görüşünde dikkat edilecek önemli bir husus var ki, o da mezkur altı maddenin tartılabilir veya ölçülebilir olma vasıflarındaki ebediyyen değişmezlik kuralına, sadece cinsi cinsine değişim yapılırken uyulması gerektiğidir. Yani buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla, tuz tuzla değiştirilirken ölçüye, altun altunla ve gümüş gümüşle değiştirilirken tartıya riayet edilir. Eğer değişim cinsi cinsine değilse buna riayet şart değildir. Örneğin buğday arpayla takas edilirken her ikisi kiloyla veya hacimle veya biri hacim diğeri kiloyla istenildiği şekilde mübadele edilebilir.
Ribevî malların birbirleriyle mübadelesinde eğer cins birliği yoksa burada faizin yeri yoktur. Mübadele tarafların karşılıklı rızasıyla istenilen nisbetle yapılabilir. Örneğin 10 gr. altun 100 gr. veya 200 gr. veya 300 gr. gümüşle, veya 10 gr. altun 300 ölçek veya 2 ton buğdayla değiştirilebilir.
Cinsi cinsine olmadığı takdirde ribevî mallar birbirleriyle, cins birliği olsun veya olmasın diğer bütün mallar birbirleriyle ve ribevî mallar diğer mallarla istenilen şekil ve nisbetle değiştirilebilirler. Buna göre 10 gr. altun 2 koyunla, 2 koyun 5 koyunla, 5 koyun 5 ton buğdayla, 5 ton buğday 100 m. kumaşla, 100 m. kumaş 200 m. kumaşla takas edilebilir.
b) Şafiîlere Göre
Şafiîlere göre altı maddeden altun ve gümüşte faizin illeti “para olma”, diğer dördünde ise “yiyecek maddesi” olma vasıflarıdır.
“Para olma” vasfının maddenin kendisinden kaynaklanması gerekir ki, onlara göre bu özellik sadece altun ve gümüşte vardır. İster basılı, ister külçe, ister süs eşyası veya başka bir şekilde olsun, altun ve gümüşün her şekli “para olma” vasfını korur. Dolayısıyla ne şekilde olursa olsun altun ve gümüş “ribevî mal”dır. Altun ve gümüşten başka “yiyecek maddesi” olma özelliğini taşıyan bütün mallar da ribevî maldır.
Ribevî malların cinsi cinsine mübadelesinde eşitliği bozan her fazlalık faizdir. Altun altunla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, elma elmayla, süt sütle eşit değiştirilmelidir. Kalite farkı dikkate alınmaz. Ancak altun ve gümüşte işçilik bedeli ödenebilir.
Şafiîlerin bir başka görüşüne nisbetle yiyecek maddelerinden sadece tartılabilen ve hacimle ölçülebilenlerde faiz cereyan eder.
Ribevî mallar haricindeki malların cinsi cinsine takasında eşitliğe riayet edilmese de faiz sözkonusu olmaz… İster ribevî mal olsun isterse olmasın, mübadele cinsi cinsine değilse her türlü takas meşrudur.
Bir malın tartıyla mı yoksa hacim ölçüsüyle mi işlem göreceği, Allah Resûlü’nün devrindeki Hicaz halkının yaygın adetine göre tesbit edilir. Şayet böyle bir tespit yapılamazsa takasın yapıldığı bölgenin örfüne riayet edilir.
c) Malikîlere Göre
Malikîlerin altun ve gümüşteki faiz illetleri aynen Şafiîlerdeki gibidir. Hadîsteki diğer dört maddenin illetine gelince sadece temel gıda maddesi olup da “depolanıp saklanabilme” veya “gıda maddelerini lezzetlendirme” vasıflarıdır. Bu vasıfları taşıyan yiyecek maddeleri (buğday, mercimek, nohut, mısır ve baharatlar gibi) ile altun ve gümüş ribevî maldır.
Ribevî malların cinsi cinsine takasında eşitlik bir taraf lehine bozulursa faiz olur… Ribevî mallar haricindeki mallar cinsi cinsine istenilen nisbetle değiştirilebilir… Eğer cins birliği yoksa ister ribevî olsun ister olmasın bütün malların istenilen şekilde takası meşrudur.
d) Hanbelîlere Göre
Ahmed b. Hanbel’in görüşü hakkında üç rivayet bulunmaktadır. En meşhur olanı ve kabul edileni, onun Hanefîlerle aynı görüşte olduğudur. Görüş birliği hem “fazlalık faizi” hem de “veresiye faiz”de olduğu için, Hanbelî mezhebine aşağıda ele alacağımız veresiye faizinde değinilmeyecektir.
2- Veresiye Faizi
Veresiyeden maksat takasa mevzu iki maldan birinin peşin diğerinin veresiye olmasıdır. Her ikisinin veresiye olması ise mutlak surette yasaklanmıştır.
a) Hanefîlere Göre
Veresiye mübadelede faizin illeti peşin mübadeledeki ile aynıdır. Fakat peşin takasta bileşik olan illet (yani cins ile birlikte tartı veya cins ile birlikte hacim ölçüsü) veresiye takasta ayrıştırılmıştır. Neticede ortaya birbirinden bağımsız üç illet çıkmıştır. Birincisi “cins”, ikincisi “tartı”, üçüncüsü de “ölçek”tir. Mübadelede bu üç illetten sadece birisinin olması “veresiye faizi”nin gerçekleşmesi için yeter sebebtir.
Cins illeti… Buna göre akla gelebilecek bütün mallar “ribevî mal”dır. Cinsi cinsine mübadelenin her durumu faizdir. Altunun altunla, buğdayın buğdayla, demirin demirle, kumaşın kumaşla, cevizin cevizle, yağın yağla veresiye takasında olduğu gibi. Burada eşitliğin olup olmaması faize düşmeye engel değildir. 100 ölçek peşin buğdayın 110 ölçekle veya 90 ölçek buğdayla 3 ay sonrasına mübadele edilmesinde hem aradaki 10 ölçek buğday faizdir hem de 3 ay vade faizdir. Çünkü mübadele eşit de olsa şart koşulan 3 aylık vade “hükmen fazlalık” hükmündedir. Vadenin hükmen fazlalık sayılması hususunda denilir ki, “elde olan mal olmayandan” ve “bugünkü mal yarınki maldan” kıymetlidir. Cinsi cinsine eşit ama veresiye mübadelede faize düşmemek için vade şart koşulmamalıdır.
Tartı illeti… Bu illete göre ağırlık ölçüsüyle tartılabilen malların birbirleriyle veresiye mübadelesi faizdir. Örneğin tartılabilen demir ile bakırın biri peşin diğeri veresiye satışında durum böyledir. Altun ve gümüşün birbirleriyle veresiye takası da faizdir. Yalnız altun ve gümüş her ne kadar tartılabilen vasıfta ise de bu ikisiyle diğer tartılabilen malların veresiye satışı istisna tutulmuştur. Tartılabilen mallardan altun ve gümüşün niçin istisna tutulduğuna “Para ve Faiz” başlığında değineceğiz.
Ölçek illeti… Ölçülebilme vasfındaki malların birbirleriyle veresiye mübadelesi faizdir. Buğdayın arpayla veya sütle veya zeytinyağıyla veresiye takasında olduğu gibi…
Bu üç illet de yok ise, yani veresiye mübadele edilecek iki mal arasında cins birliği veya tartı birliği veya ölçek birliği bulunmaz ise veresiye değişiminin her türlüsü meşrudur; elverirki başka bir sebepten alım-satım akdi batıl veya fasit olmasın… Eğer iki maldan biri para ise mübadele mutlak surette meşrudur. İster para peşin mal veresiye, ister mal peşin para veresiye olsun.
b) Şafiîlerin Görüşü
“Para olma” illetinden dolayı altun ve gümüşten birinin peşin diğerinin veresiye mübadelesi faizdir. 10 gr. peşin altunun 400 gr. veresiye gümüşle alım-satımı gibi.
“Yiyecek maddesi olma” illetinden dolayı yiyecek maddelerinin cinsi cinsine veya karşılıklı birbirleriyle veresiye mübadelesi de faizdir. 100 ölçek buğdayın 110 ölçek buğdayla veya 20 ölçek mercimekle trampasında olduğu gibi.
Şafiîlerin bir de “ribe’l yed” dedikleri faiz türü vardır ki, bu da her türlü malın cinsi cinsine veresiye satışında sözkonusudur; eşitliğe ister riayet edilsin ister edilmesin.
c) Malikîlere Göre
Her çeşit malın kendi cinsi mukabilinde veresiye mübadelesi faizdir.
“Para olma” illetinden dolayı altun ve gümüşün birbirleriyle veresiye takası da faizdir.
Yiyecek maddelerinde “veresiye faizi”nin illeti ise “fazlalık faizi”ndeki illetten daha kapsamlıdır. Burada illet mücerret olarak bütün gıda maddeleridir; ister temel gıda maddesi olup olmasın, ister depolanıp depolanamasın. Buna göre herhangi bir yiyecek maddesinin başka bir yiyecek maddesiyle veresiye mübadelesi faizdir.
Alım-Satım Faizi Hakkında Genel Bir Değerlendirme
Bu değerlendirme Hanefî mezhebinin alım-satım faizine dair görüşüne istinadendir.
Tartılabilme ve hacimle ölçülebilme vasfındaki malların cinsi cinsine peşin takasında eşitliğin zaruri kılınması o malların mislî mal olma özelliğinden dolayıdır. Bu mallardan her cins kendi cinsinin hukuken muadili – eşdeğeri’dir. Bütün buğdayların birer ölçeği birbirlerine eş değerdedir. Aynı ağırlıktaki altunlar birbirlerinin, aynı ağırlıktaki gümüşler birbirlerinin, aynı ağırlıktaki demirler birbirlerinin, aynı hacimdeki sütler birbirlerinin, aynı hacimdeki zeytinyağları birbirlerinin muadilidir. Dolayısıyla bu malların cinsi cinsine değişiminde ölçekse ölçekte, tartıysa tartıda eşitlik gerekir. 10 gr. altunun eş değeri ne 9 ne 11, sadece 10 gramdır; 2 ton demirinki 2 ton , 10 lt. sütünki 10 litredir… Ama şu da bir gerçektir ki bu mallar iktisadî bakımdan birbirinin her zaman eş değeri olmayabilir. Bazı buğdaylar arasında kalite farkının olması gibi. Buna rağmen hukuk onları eş değer saymıştır. Bunun bir sebebi insanların aldanmasını önlemektir. Hiç kimse, en basit selim akıl sahibi, elinde 100 ölçek pirinç varken faizciye toka edip yerine 90 ölçek alamayacağına göre böyle bir değişim ancak taraflardan birinin diğerini kandırma ve aldatmasıyla mümkündür… Bir diğer sebep ise “cinsler eşdeğerdir” kaidesine kalite ve benzeri farklardan dolayı istisna koymanın pratikte mümkün olmayışıdır. Yani hukuken şu buğdaylar eş değerdir, bunun istisnası falan, filan buğdaylardır denilemeyeceği gibi. Buna rağmen böyle bir duruma hukukta yer verilseydi, bu defa da hangi cinsi cinsine mübadelede faiz olacağı, hangisinde olmayacağı ayırdedilemeyecekti… Şu halde cinsleri eş değer saymakla hukuk hem insanların aldanmasını hem de faize düşmelerini önlemektedir… Her ne kadar hukuk cinslerin birbirinin muadili olduğunu varsaysa da onların bazen iktisadî bakımdan eş değer olmadığını da kabul ediyor ve ille de cinsi cinsine mübadele yapılacak ve birinin kaliteli olmasından dolayı eşitliğe riayet edilmeyecekse, bu durumda faize düşülmemesi için araya üçüncü bir malın konulmasını öneriyor.
Şöyleki, kaliteli buğday ile kalitesiz buğday değiştirilecek ve kaliteli buğdayı satan lehine bir fazlalık verilecekse bunlardan birisi önce paraya veya başka bir mala tahvil edilir, örneğin 100 ölçek kalitesiz buğday 90 ölçek kaliteli buğdayla değiştirilmek isteniyorsa bunlardan biri paraya çevrilir ve sonra diğeri alınır. Böylece hukuk cinsi cinsine takasta eşitliği şart kılmakla aldanma ve faize düşmeyi önlemekte, kalite farkını nazara alarak önerdiği yöntemle de tarafların hakkını korumaktadır. Bu sebepten dolayı, cinslerden birini diğerinden fazlaya doğrudan satmakla dolaylı yoldan değiştirmek arasında bir fark olmadığı şeklinde ileri sürülecek bir iddianın kıymeti kalmamaktadır. Bu iddianın tutarsızlığına “Alım-Satım Faizi ve Kâr” başlıklı bölümde bir başka açıdan değineceğiz…
Teknik imkanlarla standartize edilmiş tornavida, sigara, kitap, cam, halat, bardak, kumaş gibi “sayılabilen” ve “metreyle ölçülebilen” kimi mislî mallar (ki bunlar, tartılabilen ve hacimle ölçülebilen diğer mislî mallarla birlikte mislî malların tamamını oluştururlar) birbirlerinin hem hukuken hem de iktisaden eş değeri olduklarından aklî olarak birbirleriyle zaten takas edilmezler. 1 paket Samsun sigarasıyla yine 1 paket Samsun sigarasını değiştirmenin saçma olması gibi; veya elinizdeki kitabın bu nüshasını yine bu nüshasıyla takas etmek gibi. Bu türden muameleler insanların âdetlerinden değildir, şayet bir taraf diğer tarafı aldatma niyetinde değilse. Aynı vasıftaki 4 pili karşı tarafı kandırarak 5 pil ile değiştirmek gibi. Böyle bir durumda faiz değil sahtekârlık ve hırsızlık sözkonusudur… Bunlardan dolayı denilebilir ki tartılabilen ve hacimle ölçülebilen mallar haricindeki mislî mallarda faiz cereyan etmez, daha doğrusu faiz cereyan etmesinin imkanı yoktur. Şu halde hukukun, mezkur mislî malları ribevî mal kapsamına almaması eksiklik değildir.
Hukuk bakımından mislî malların haricindeki bütün diğer mallar kıyemî maldır. Kıyemî mallardan hiçbiri diğerinin eş değeri olmadığı için hukuk onları da ribevî mal kapsamına almamıştır. Dolayısıyla kıyemî malların cinsi cinsine takasında faiz cereyan etmez. Herhangi bir koyuna eş değer koyun yoktur. Bir koyun diğer bir koyunla değiştirildiğinde taraflardan biri lehine bir fazlalıktan bahsedilemez. Daha doğrusu tartı ve ölçekte olduğu gibi burada fazlalığı belirleyecek bir kıstas yoktur. Biri sütü veya eti, diğeri yaşı veya yünü veya cinsi bakımından birbirlerine üstün olabilirler ki, zaten değişimin sebebi de bu farklılıklardır. Diğer kıyemî mallar da bu koyun örneğindeki gibidir.
Cinsi cinsine fazlalıklı veresiye mübadelede “fazlalığın” faiz olduğu gayet sarihtir. Cinsi cinsine takasın eşit olduğu veresiye takasta ise şart koşulan vade “hükmen fazlalık” sayılmıştır. Çünkü insanların nazarında bugünün malı altı ay sonrasındaki aynı maldan kıymetlidir. Cinsi cinsine eşit ama veresiye takasın “karz-ı hasen”den farkı birincisinin ticaret akdi ikincisinin ise ödünç akdi olmasıdır. Bir diğer önemli fark da birincisinde vade şartı bulunması, ikincisinde bulunmamasıdır.
Tartılabilir mallar bir sınıf, hacimle ölçülebilir mallar ayrı bir sınıf sayılıp her sınıftaki malların karşılıklı (çapraz) veresiye takasına izin verilmemesi ve faiz sayılması faize yol vermemek içindir. Şöyle ki: 100 gr. altunun 120 gr. (veya başka miktarda) altuna veya 4 kilo gümüşün 4.8 kilo gümüşe vadeli olarak satılmasının faiz sayılıp yasaklandığını gören ribahorlar mesleklerini sürdürebilmek için peşin 4 kilo gümüş kıymetindeki 100 gr. altunu vadeli olarak 4.8 kilo gümüşe satar, vade dolduğunda elde edilen 4.8 kilo gümüşü 110 gr. altuna çevirebilirler ve neticede faiz (10 gr. altunu) yiyebilirler. Zatî özelliklerinden dolayı tartılabilen ve ölçülebilen malların bazılarında aynı usulle faiz alıp-vermek mümkündür. Demek ki böyle bir tedbir alınmasa ve mezkûr mallarda vadeli çapraz takasa izin verilseydi tefeciler faizli muameleyi sürdürebileceklerdi.
Alım-satım faizi esasında malla malın mübadelesi demek olan takasdan doğduğu için buna “takas faizi” de denilebilir. Geçmiş yüzyıllarda özellikle kırsal bölgelerde nakit kıtlığından dolayı insanlar genellikle malları takas ederlerdi. Günümüzde ise artık takas tamamen bırakılmış, yerini paralı mübadele almıştır. Paralı mübadelede yani alım satıma mevzu iki şeyden birinin para olduğu durumlarda, ister peşin ister veresiye mübadele olsun, bütün mezheplere göre burada kesinlikle faizin yeri yoktur. Kaide olarak denilebilir ki “paralı mübadelede alım-satım faizi cereyan etmez.” Buradan çıkarılacak sonuç paralı mübadelenin cari olduğu günümüzde alım-satım faizine düşme tehlikesi takasın yaygın olduğu geçmiş yüzyıllara nisbetle yok denecek derecede azdır. Zaten bunun için İslâm takası sınırlandırıp paralı mübadeleyi teşvik etmiştir…
Para ve Faiz
Para insanlar tarafından genel kabul gören ortak değer ölçüsüdür.
Hanefîler parayı ikiye ayırırlar. “Halkî-tabiî para” ve “ıstılahî-örfî para”… Altun ve gümüş halkî paradır; ister basılı olsun, ister külçe, ister eşya şeklinde. Onların kıymet-değeri itibarî değil bizzat kendi zatlarındadır. Istılahî para ise zatı itibariyle para olmayan ama insanlar tarafından para yerine kullanılagelen paralardır. O zamanların bakır ve tunç gibi madenlerinden basılan ve nominal-itibarî değeri, içerdiği madenin değerinden çok yüksek olan “fels”leri ile günümüzün kağıt paraları gibi.
Yukarıda altun ve gümüşün Hanefîlere göre “tartılabilme”, Şafiîler ve Malikîlere göre ise “para olmama” vasıflarından dolayı ribevî mal kapsamına dahil edildiklerini ve hangi durumlarda faiz cereyan edeceğini belirtmiştik. Istılahî paralara gelince bunlarda ilk bakışta faiz illeti bulunmamakta (örneğin kağıt para sayı ile sayılabilme vasfını taşımakta ve bu da Hanefîlere göre illet sayılmamakta) ve buradan hareketle kimi reformistler kağıt parada faiz cereyan etmeyeceğini, kimi mezhep düşmanları ise mezheplerin faiz illetini belirlemede başarısız kaldığını iddia etmektedir… Burada fels örneğinden hareketle ıstılahî paralarda mezheplere göre faiz cereyan edip etmeyeceğini anlamaya çalışacağız.
Geçmiş yüzyıllarda alım-satımda paha olarak altun ve gümüşün yanında yardımcı para olarak kullanılan bakır, nikel veya tunçtan basılmış, itibarî (nominal) değeri içerdiği madenin kıymetinden yüksek olan paraya “fels” deniliyordu. Fels basımı hükümdarlık hukukundan sayılmadığı için valiler ile mahallî yöneticiler bu hususta tamamiyle serbest idiler. Bu yüzden felsin kıymeti ile ağırlığı ve tipi basıldığı şehre göre değişir, tabiî para sayılan altun ve gümüş gibi her yerde tedavül etmezdi. Dolayısıyla çeşitli felslerin aynı şehir ve beldeler arasında farklı satın alma güçlerine sahip oldukları görülmekteydi.
Felsler sayı ile işlem görmekteydi. Hanefîlere göre “sayı ile sayılabilen” mallar ribevî olmadığından İmamı Azam ve İmam Ebu Yusuf, 1 felsin 2 felse peşin takasını caiz saymışlardır. Ancak burada önemli bir şart koşulmuştur ki, o da bunların belirli felsler olması gerekir. Şu 1 felsi bu 2 felsle değiştirmek gibi. Bu işlem günümüzdeki döviz mübadelesine benzetilebilir. 1 Amerikan parasının 2 Alman parasıyla değiştirilmesi gibi. İmam Muhammed ise 1 felsin 2 felse mübadelesini caiz görmez. Bu ihtilafın sebebi Reddül-Muhtar’da şöyle açıklanmakta:
“Revaçta olan altun ve gümüş dışındaki madeni paralar (felsler), altun ve gümüş mesabesinde para mıdır, değil midir? Semen (para) olan altun ve gümüşün belirlemekle belirlenmemesi ittifakla kabul edilen bir durumdur. İmam Muhammed’e göre bunlar revaçta oldukları müddetçe altun ve gümüşün görevini yapıyorlar demektir. Buna göre bir felsin iki felse satılması, bir dirhemin iki dirheme (gümüş para) satılmasına benzemektedir. Bir dirhemin iki dirheme satılması ise ittifakla caiz değildir. Burada durum ne ise para olarak kabul edilen felslerin durumu da aynıdır. Ebu Hanîfe ile Ebu Yusuf’a göre ise altun ve gümüş dışındaki paraların, para olarak kabul edilmeleri, hilkat itibariyle değil, insanlar arasında örf ve ıstılah sebebiyledir. Eğer bir felsi iki felse değiştirenler, bunların para olduklarını kabul etmezler ise o takdirde, burada adetle (sayı ile) satılan iki maden karşı karşıya gelmiş, dolayısıyla belirlemekle belirlenen mallar durumuna düşmüş olurlar. Diğer adedî olarak satılanlardan farkı yoktur.”
Bu izahâtı verdikten sonra Osmanlı Şeyhülislâmı İbn Abidin, “bilhassa bugün paranın altun ve gümüş dışında olması, altun ve gümüş yerinde para olarak kullanılmalarının ilzamî olması dolayısıyla, ıstılahla alıp satanların para vasfını düşürmeleri mümkün olmamaktadır” der ve kendi çağına İmam Muhammed’in görüşünü daha uygun bulur.
Açıkça görüldüğü üzere İmamı Azam ve Ebu Yusuf ile İmam Muhammed arasındaki ihtilafın istinat noktası, felslerin herkes tarafından genel kabul görüp-görmemesi ve tarafların “bu para değildir” demeleriyle “paralık vasfı”nın gidip-gitmemesi ikilemidir. Bu ikilem İmamlarımızın zamanında sözkonusu iken sonraki yüzyıllarda itibarî paralar herkes tarafından genel kabul görüp onlar da altun ve gümüş gibi “para olma” vasfını kazanınca Şeyhülislâm İbn Abidin İmam Muhammed’in görüşünü tercih etmiştir. Buna göre tabiî paranın (altun ve gümüş) fonksiyonlarını tam olarak yerine getiren her türlü itibarî para (felsler ve günümüzdeki kağıt paralar) tabiî para gibidir. Faiz ve sarf konusunda altun ve gümüşün tâbi olduğu kurallara tâbidir. Dolayısıyla itibarî para kendi cinsiyle değiştirilecekse peşinlik ve eşitlik şarttır. (5 milyon liralık banknotun 5 tane 1 milyon liralık banknotla takası-bozulmasında olduğu gibi). Cinsi cinsine takasta peşin olur ama eşitlik olmazsa (5 milyon liranın 4 milyon 500 bin lirayla değiştirilmesi gibi) burada “fazlalık faizi” sözkonusu olur. Peşin olmak kaydıyla itibarî paraların karşılıklı, tabiî paraların karşılıklı ve bu iki grubun da karşılıklı birbirleriyle takasında faiz cereyan etmez. Örneğin 10 milyon lira 100 mark, 100 mark 50 dolar, 50 dolar 10 gr. altun, 10 gr. altun 400 gr. gümüş, 400 gr. gümüş 10 milyon lira ile takas edilebilir. Ama ister aynı cinsteki paraların, ister farklı cinsteki paraların takasında biri peşin diğeri veresiye olursa eşitlik olsun-olmasın “veresiye faizi” sözkonusudur.
Netice olarak görüşünü İmam Muhammed’e dayandıran İbn Abidin’e istinaden “para olma” vasfını ayrı bir faiz illeti olarak kabul edebiliriz. Zaten altun ve gümüşte faiz illeti her ne kadar tartılabilme vasfı olarak belirlenmiş ise de hemen bütün Hanefî metinlerde altun ve gümüş diğer tartılabilen mallardan ayrı tutulmuştur. Şöyle ki, altun ve gümüş tartı aletlerinin faklılığından dolayı diğer tartılabilen mallardan ayrılmaktadır. Diğer bir fark da altun ve gümüşün belirlemekle belirlenmeyen bir mal olmasıdır. Reddül-Muhtar’da, “tartı, bunları tam olarak birleştirmemekte ve ikisinin bir noktada birleşmeleri tam olarak gerçekleşmemektedir” denilmektedir. Tartılabilen malların birbirleriyle veresiye takası faizken, mezkur sebeblerden dolayı altun ve gümüş bu kaideden istisna tutulmuştur. Bu istisna da “para olma” vasfının ayrı bir faiz illeti olarak kabul edilmesini teyid eder… “Para olma” vasfı illet olarak kabul edildiğinde ise ister hilkaten ister örfen olsun bütün paralar ribevî mal kapsamına girer. Ö. Nasuhi Bilmen kağıt paraların nukud (altun ve gümüş) hükmüne tâbi olduklarını söyler.
Hanbelîlere göre felse alış-veriş ve sarf akitlerinde altun ve gümüşün hükümleri uygulanır. Çünkü fels insanlar tarafından altun ve gümüş yerine para olarak kullanılmaktadır. Şu halde kağıt para dahil bütün ıstılahî paralar altun ve gümüş gibi ribevî maldır.
Malikîlerin, altun ve gümüşte faizin illetini “para olma” vasfı olarak belirlediklerini daha önce belirtmiştik. Burada para olma vasfı sadece altun ve gümüşe hastır; felsler bu kapsama alınmaz. Buna göre ıstılahî paralarda faiz cereyan etmez. Ancak Malikîlerin pek meşhur olmayan bir başka görüşlerine göre altun ve gümüşün fonksiyonunu yerine getiren her para ribevîdir. Bu illete “mutlak semeniyyet” denilir. Mübadelenin itibarî paralarla yapıldığı günümüzde ikinci görüşün faize imkan tanımayacağı açıktır.
Şafiîlere gelince onların görüşü Malikîlerin ilk görüşü gibidir. Faizin illeti “para olma” vasfıdır. Bu ise sadece altun ve gümüştür. Çünkü, “galib olarak semenlik-para olma”, sadece altun ve gümüşe hastır. Felste ise böyle bir durum görülmediğinden, paralık vasfı galip olmadığından ribevî mal sayılmazlar… Ya belirli bir fels veya başka bir itibarî para “para olma” vasfına tam olarak sahip olursa?.. Örneğin günümüzdeki kağıt para gibi… Ahmed el-Hasenî, Celâlüddin el-Mahallî’ye istinaden felste (ve kağıt parada) faiz cereyan edeceğini belirtir.
Alım-Satım Faizi ve Kâr
Sermayenin geliri müşterekliğinde kâr, kira ve borç faizini aynı kategoride değerlendirerek faizi meşrulaştırmanın aslında bir yanılsamadan ibaret olduğunu ve bunların mahiyet itibariyle birbirlerinden farklı olduklarını ilk bölümde göstermiştik. Burada alım-satım faizi ile kâr arasındaki farkı ele alacağız.
Alım-satımdan doğan faiz ile kâr arasındaki fark, faiz denilen fazlalığın karşılıktan hâli-boş olmasıdır. Yukarıda belirtildiği üzere ribevî malların cinsi cinsine peşin değişiminde taraflardan biri lehine ortaya çıkan fazlalığın bir karşılığı yoktur. 100 ölçek buğdayla 110 ölçek buğdayın değişiminde 10 ölçek fazlalığın karşılığı olmadığı gibi. Oysa 100 ölçek buğdayın 1000 lirayla peşin değişiminde hangisinin diğerinden fazla olduğu tesbit edilemez. Daha doğrusu böyle bir tesbite girişmek 6 lt. sütle 5 kg. şekeri birbirleriyle toplamaya veya çıkarmaya veya matematik olarak hangisinin büyük olduğunu tesbite kalkmak derecesinde saçmadır. Çünkü matematik olarak bir şeyin diğerinden büyük-çok-fazla olup olmadığını tesbit için o iki şeyin aynı cins ve vasıfta olması gerekir. Buna göre 6 lt. süt 5 lt. sütten, 4 kg. şeker 2 kg. şekerden, 100 ölçek buğday 90 ölçek buğdaydan çoktur. Gayet açıktır ki, bunların trampasında 1 lt. süt, 2 kg. şeker, 10 ölçek buğday mutlak fazlalıktır ve bu fazlalığa karşı tarafta denk gelen bir kıymet yoktur. İşte bundan dolayı faiz denilen ve karşılıktan hâli olan bu mutlak fazlalık hak edilmemiş bir gelirdir… Cinsleri aynı olmayan veya aynı olsa da aralarında fark bulunan malların birbirleriyle takasında “cins ve vasıf” farklılığından dolayı hangisinin daha fazla veya hangisinin daha kıymetli olduğu da matematik olarak tesbit edilemez. 1 koyun 2 koyunla, 1 ev 2 evle, 100 kg. buğday 150 lt. zeytinyağı ile, 1000 lira 5 kitapla takas edildiğinde hangisinin diğerinden fazla veya kıymetli olduğunun tesbit edilememesi gibi. Bu örneklerde cinsi cinsine takas edilen koyun ve ev kıyemî mallardandır ve kıyemî mallar da tarif edildiği üzere birbirlerinin eş değeri değildirler. Diğerlerinde ise cins farklıdır. 1 koyunla 2 koyunun veya 1 evle 2 evin veya 110 kg. buğdayla 150 lt. zeytinyağının takasında fazlalığın hangi taraf lehine oluştuğunu mutlak olarak ölçmek mümkün değildir. Çünkü burada izafîlik sözkonusudur. Taraflardan her ikisinin de kâr elde etmesi veya zarara maruz kalması veya ikisinden birinin kâr diğerinin zarar etmesi ancak başka alım satımlarla kıyas edilerek hesaplanabilir. 1000 liraya aldığım 100 kg. buğdayı başka birine 1100 liraya satarsam aradaki 100 lira benim kârım, 100 kg. buğdayı bana 1000 liraya satan bu parayla başka birinden 100 kg. buğday alırsa aradaki 10 kg. buğday onun kârıdır. Tersi durumda ikimizin de zararı söz konusu olabilir. Oysa 1000 lira 1100 liraya veya 100 kg. buğday 110 kg. buğdaya doğrudan satılsaydı, satan taraf karşılığı olmayan mutlak fazlalığa yani 100 liraya veya 10 kg. buğdaya, riske girmeksizin her halukârda sahip olacaktı.
Yukarıdaki değerlendirmeler hem peşin alım satıma hem de veresiye alım satıma dairdir. Veresiye satışın peşinden fazlaya olması hükmü değiştirmez; yani veresiyeden kaynaklanan ve “vade farkı” denilen fazlalık ile faizli muameleden doğan fazlalık arasındaki mahiyet farklılığı aynen kâr ve faiz arasındaki fark gibidir… Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi, Tefsirinde bu farkı sarâhaten şöyle belirtmektedir:
“Alım-satımdaki veresiye-peşin farkına gelince, eğer alınan-verilen bedeller bir cinsten değil iseler bunlar herhangi bir akidde yekdiğerine tekâbül ettirildikleri ve yalnız birbirleriyle ölçüldükleri zaman aralarında tefâdul farkına (fazlalığa) imkân yoktur. O tefâdul-fazlalık bu mübadelede değil akidden hariç olan üçüncü bir mikyasa nazaran sâbit olur. Bunun için yalnız bir alım-satım akdi hiçbir zaman kâr ifâde etmez. Alım-satımdaki kâr, birşey üzerine tevâli-i ukudun (süregiden akidlerin) neticesidir. Tüccar da böyle ukud-i mütevâliye (süregiden akidler) ile iştiğal edendir. Meselâ on kuruş şu anda ve şu akidde bir okka buğdaya tam mukabil olabildiği gibi diğer bir gün ve diğer bir akidde on okka buğdaya tekabül eder ve kuruş ile buğday arasında cinslerinin ve menfaatlerinin tehalüfünden (birbirine zıt olmalarından) dolayı taraflar her zaman için seve seve hakikî bir mübâdele yapabilir ve hiçbiri maksadına nazaran bir şey zayi’ etmiş olmaz. Bu, bunlardan birisine bir kâr te’min etmiş olursa o kâr yalnız bundan değil, bununla daha evvelki bir akdin mukayesesindendir. Yani on okkayı on kuruşa satan ihtimal ki önceden unu beş kuruşa almıştır. Bilakis bir okka unu on kuruşa satan da yirmi kuruşa almış olabilir. Ve alım-satım suretiyle ticari muamelelerde kâr ve zarar hep böyledir. Yoksa muhtelif eşyalar arasında bir mübâdele re’sen ve bizzat düşünüldüğü zaman ne kâr, ne zarar tasavvur edilemez, ancak bir teâdül (eş değer olma) düşünülebilir ve öyledir.”
Bütün bunlardan hareketle faizin karşılıktan hâli-boş olması sebebiyle kârdan, faizli muamelelerin ise zarar riskini içermediğinden dolayı ticaretten farklı olduklarını ve mahiyet itibariyle birbirlerine benzemediklerini söyleyebiliriz.
Reformistlere Reddiye
Merhum Ahmed Davudoğlu Hocanın “din tahripçileri” olarak yaftaladığı mezhepsizler ve reformistler, tıpkı Hıristiyan reformistler gibi İslâm’ın, faizin mahiyet ve çerçevesine dair görüşünü bulandırarak faize kapı aralamaya teşebbüs etmişler ve etmektedirler… Abduh, Reşid Rıza, Mahmut Şaltut, Abdulvehap el-Hallaf, Bedevî, Fazlurrahman, Devâlibî, Abdulcelil İsa, İsmail Hakkı İzmirli, Süleyman Uludağ ve Sabri Ülgener gibi reformistlerin bir kısmına göre İslâm’ın yasakladığı faiz “bileşik faiz”, diğerlerine göre ise ödünçten alınan faizdir. Dolayısıyla birinci gruba göre “basit faiz”, ikinci gruba göre üretim için verilen ödünçten alınan faiz, İslâm’ın yasakladığı faiz değildir ve tabiî ki meşrudur… Bu saçmalıklara kısaca değinelim:
Basit faizle bileşik faizin aynı olduğunu anlamak için derin İslamî bilgiye sahip olmak gereksiz. Çünkü bir parça zekadan yoksun olmayan herkes bu ikisinin aynı şey olduğunu anlayıverir. Şöyle ki, her yıl sonunda elde edilen faizin anaparaya eklenmesi şartıyla 5 yıllığına % 10 faiz oranıyla ödünç verilen 1 milyon lira, 1. yıl sonunda 1 milyon 100 bin lira, 2. yıl sonunda 1 milyon 210 bin lira (….) 5. yıl sonunda 1 milyon 610 bin lira olmaktadır. Bu “bileşik faiz” muamelesi yasaklanıp da basit faiz meşrulaştırıldığında bu sefer ribahorlar her yıl sonunda yeni bir ödünç akdi yaparak veya her yıl bir başkasına ödünç vermek suretiyle 5. yıl sonunda anaparasının yine 1 milyon 610 bin liraya çıkmasını sağlayabilirler. Bu basit hesabı yapamamak reformistlerin zeka değil iman özrünün sonucudur…
Üretim için verilen ödünçten alınacak faizi meşru sayanlara gelince, onlar artık şartların değiştiğini, ödünç alanın artık fakirler değil müteşebbisler olduğunu, müteşebbislerin ödünç sayesinde büyük menfaatler elde ettiklerini ve bundan dolayı kazancın bir kısmını ödünç verenlere vermelerinin hakkaniyete uygun olduğunu iddia etmektedirler. Bu iddialara Hıristiyan reformistler vesilesiyle yine ilk bölümde cevap vermiştik. Burada kısaca şunları söyleyebiliriz: Ödünç, tüketim için verildiğinde ödüncü alanın, ödünç aldığı şeyin menfaatinden öte fazladan bir menfaatlenmesi olmamakta. Bu yüzden ödünç verenin verdiğinden fazlasını istemesi hakkaniyete uymamaktadır. Buradaki fazlalığın karşılıktan hâli-boş olduğu gayet açık olduğundan reformistler de bu faizin gayrı meşru olduğunu kabul ederler… Reformistlerin meşru saydığı üretim için verilen ödünçten alınan faizin ödünç veren açısından aslında tüketim için verilen ödünçten alınan faizden farkı yoktur. Tüketim ödüncü de verse, üretim ödüncü de verse o her halukârda belirlenen nisbette faizini almaktadır. Ödünç alanlar açısından ise durum biraz farklıdır. Tüketim için alanlar sadece belirlenen faizi öder ve başka bir zarara maruz kalmazken müteşebbislerin, ödedikleri faizden fazla kazanması veya aynı nisbette kazanması veya zarar etmesi muhtemeldir. İşte reformistler üretim için verilen faizi meşru kılmak için üç ihtimalden sadece “müteşebbisin kazanacağı” ihtimaline dayanmaktadırlar. Ya kazanamaz ve hatta anaparanın tamamını da kaybederse? Onların buna verebilecek cevapları yoktur. Halbuki bu ihtimal üretim için verilen ödünçten istenen faizi gayrı meşru kılmaya yeter. (Burada sermaye sahibi ile müteşebbis arasında hakkaniyeti gerçekleştirici tek sistem olan mudarebe şirketi hatırlanmalı)…
Farz-ı muhâl, üretim için verilen ödünçten alınan faizi meşru sayalım. Tüketim ödüncüne ihtiyaç duyanlar ihtiyaç duydukları krediyi üretim ödüncü adı altında alsalar, ribahorlar da tüketim ödüncünü üretim için verdik deseler bu durumda faiz yasağının hiçbir anlamı kalmaz. Zaten din tahripçilerinin asıl amacı da bu değil mi?..
Faizin Yasaklanmasının Hikmeti
Fahreddin Er-Râzî “Tefsîr-i Kebir”inde faizin haram oluş hikmetlerini şöyle belirtmektedir:
1- Faiz, insanın malını, bir karşılık vermeden almak demektir. Çünkü bir dirhemi iki dirhem karşılığında alıp-satan, fazladan karşılıksız bir dirhem almış olur. İnsanların, mallarına ihtiyaçları vardır. Dolayısıyla malın, bu bakımdan büyük bir saygınlığı (hürmeti) vardır. Nitekim Hz. Peygamber “İnsanın malının haramlığı kanın-canın haramlığı gibidir” buyurmuştur. Binaenaleyh, bir insanın malını karşılıksız almanın haram olması gerekir… İmdi şayet, “Anaparanın, o kimsenin elinde uzun müddet kalmasının, fazladan alınacak paraya bir karşılık sayılması niçin câiz olmasın? Çünkü anapara, şayet bu müddet içerisinde esas sahibinin elinde olsaydı, onun bu parayla ticaret yaparak kazanç elde etmesi mümkün olurdu. Parayı borçluya verdiğine, borçlu da bu paradan istifade ettiğine göre, borçlunun alacaklıya, o paradan ettiği istifadeye karşılık fazladan bir para vermesi yadırganmamalıdır” denilir ise biz de deriz ki: Sizin bahsettiğiniz istifâde, olması da olmaması da muhtemel mevhum (varsayılan) bir şeydir. Halbuki anaparadan fazlasını almak, kesin bir iştir. Binaenaleyh kesin olanı, varsayılan zannî bir şeyden dolayı elden çıkarmak, her halukârda zarardır… (Bu madde, tüketim faizi üretim faizi ayırımını yapıp üretim için verilen ödünçten alınan faizi meşru sayan reformistlere armağan olsun. S.D.)
2- Bazı alimler şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ, faizi, insanları çalışmaktan alıkoyacağı için haram kılmıştır. Çünkü parası olan kimseler, ister vâdeli, ister peşin olsun, yapacakları faiz akdi vasıtasıyla kâr elde etme imkânı bulduklarında, geçimlerini kolayca sağlarlar ve çalışma, ticaret ile güç sanatların meşakkatlerine girmezler. Bu da, insanların menfaatlerinin zedelenmesi neticesine götürür. Halbuki âlemin menfaatinin, ancak ticaret, sanat ve elsanatları ile, imar ile nizam ve düzene girdiği malumdur… (Bu hükmü 28.08.1997 tarihli Sabah Gazetesi’ndeki, “Üretimde Kazanan Yok” başlıklı haberle delillendirebiliriz: “İSO’nun 500 büyük firma araştırmasına göre en büyük şirketler yine kamuda. Ancak hem kamu hem de özel sektörde gelirler faize dayanıyor. (…) Şirketlerin kârlarının yarısından fazlası faiz gelirlerinden oluşan faaliyet dışı gelirlerden kaynaklandı.”… Bunun sebebi hiç şüphesiz üretimdeki kâr haddinin faiz haddinin altında olmasıdır. Firmalar üretime yatırmaktansa paralarını faize vermeyi daha kârlı bulmaktalar. Bu ise netice itibariyle hem milli gelirin-üretimin düşmesine hem de yatırım ve üretim olmadığı için işsizliğin artmasına yol açmaktadır… S.D.)
3- Şu izah da yapılmıştır: Faiz muamelesinin haramlığındaki hikmet, bunun insanlar arasında bilinen ve yaygın olan karzın (borçlanmanın) sona ermesine sebeb olmasıdır. Çünkü faiz haram kılındığında, insanlar borç para vermekten ve bu yaygın borç vermeyi sürdürmekten hoşlanırlar. Eğer faiz helâl olsaydı, ihtiyaç sahiplerinin içinde bulunduğu zaruret, bu ihtiyaç sahibini, aldığı bir dirheme mukabil iki dirhem ödemeye mecbur ederdi. Bu da, eşitliğin, ma’ruf ve ihsanın sona ermesi neticesine götürür… (Bu maddeyle aşağıdaki maddeden çıkarılacak sonuç, faizin mülkiyet dağılımını sürekli zenginler lehine bozacağıdır. Faizi müesseseleştiren Kapitalist dünyada olduğu gibi. Örneğin Amerika’da nüfusun % 20’si yoksulluk sınırının altında yaşarken küçük bir azınlık muazzam servetlere sahiptir… S.D.)
4- Genel olarak borç veren zengin, borç alan da fakirdir. Binaenaleyh faiz akdinin câiz olduğunu söylemek; zengine, fakir ve güçsüz kimseden fazladan para alma imkânı vermek olurdu. Bu ise rahîm olan Allah’ın rahmetinden dolayı câiz değildir… (Son yüzyıllarda artık zenginlerden ziyade zengin sayılamayacak halk yığınlarının borç verdiğini, borç alanların ise artık fakirler değil zengin müteşebbisler olduğunu bu yüzden “faizin fakir ve yoksulları ezdiği” yollu iddiaların geçerliliğini yitirdiğini söyleyenler ilk bakışta haklı görülebilirler. Ama gerçekte müteşebbislerin, ödedikleri faizi, ürettikleri mallar aracılığı ile tüketici halk kitlelerine misliyle yansıttıkları gözönünde tutulursa, faiz yüzünden sömürülenlerin yine fakirler ve yoksullar olduğu görülecektir… S.D.)
(Faizin yasaklanmasının hikmetine dair Fahri Râzî’nin yukarıdaki görüşleri, dikkat edilirse iktisadî yönü ağır basan görüşlerdir. Diğer tefsir ve fıkıh kitaplarında daha birçok hikmet işâret olunmuştur. Bu hikmetlerden bazıları:)
5- Faiz, münakaşanın meydana gelmesini tevlid edebilir ve içtimaî tesanüdü (karşılıklı yardımlaşmayı) ihlâl eder. Hiçbir faize tâbi borçlu yoktur ki, gönül hoşluğu ile borcunu getirip, Allah râzı olsun diyerek versin. İhtiyaçtan dolayı istemeyerek alınan faizli bir borcun minnet ve şükranla verilmeyeceği pek tabiîdir. Borç ödenmediği takdirde ise vaziyet daha müşküldür. Binâenaleyh bir milletin fertleri arasında faizciliğin umumîleşmesi ve intişarı neticesinde içtimaî tesânüd yok olur ve yıkılır… (Günümüzün faizi meşrulaştırıp müesseseleştirmiş her ülkesi istisnasız bu hükmü delillendirir… S.D.)
6- Faiz yoluyla zengin olanlara, bütün insanların nazarı dikkatleri yönelir. Ve böyle zenginlere düşmanlıkda bulunanlar çoğalır… (Batı dünyasında özel mülkiyet düşmanı anarşist, sosyalist ve komünist akımların doğmasında ve yayılmasındaki temel sebeblerden birisi burada belirtildiği üzere faizdir… S.D.)
(Yukarıdaki hikmetlere istinaden psikologlar, sosyologlar, ahlak bilimcileri ve iktisatçılar faizin niçin yasaklandığına dair daha teferruatlı sebebler ileri sürebilirler… S.D.)
7- Faizin haramlığı nass (âyet) ile sâbittir. Mükellefiyetlerin hepsinin hikmetinin, insanlarca bilinmesi şart değildir. Biz, faiz ile ilgili hikmetin ne olduğunu kesin olarak bilmesek bile, faiz akdinin haram olduğunu kesin bilmek (itikad etmek) gerekir.
Faizin Cezası
Allah Teâlâ faiz ile alış-veriş edenleri şeytan çarpmışa benzetir, Resûlü ise Kâbe astarı yanında anayla zina etmekten beter gösterir. Bir hadîste de faiz yiyen, yediren, onlara aracı olan ve faizi helal sayanların topu lanetlenir. Bu lanetlilere bu dünyada verilecek ceza hukukta belirtilmeyip devlet başkanının (kanun koyucunun) inisiyatifine bırakılmıştır. Devlet başkanı şartlara göre ribahorlara ölüm cezası dahil her türlü cezayı verebilir. Örneğin Halife Hz. Ömer faizle iştigalde ısrar eden bazı Yahudi kabilelerini sürgün etmiştir…
Dâr-ül Harb’te Faiz
İbrahimi Halebî “Mültekâ”sında şöyle yazar: “Ve Dâr-i Harb’de (kâfirlerin memleketinde) olan müslüman ile ehli harbin (kâfirlerin) arasında faiz yoktur. Zira ehli harb olan kâfirlerin memleketinde müslüman için mübahtır. Binâenaleyh mülteci ve orada bulunan müslüman kimse, o kâfirlerin mallarını çeşitli sebeb ve hileli bir yol ile alması mübahtır. Bu sebeble de faiz haram olmaz, orada onların arasında faiz diye bir şey yoktur.”… Bu görüş İmam Ebu Hanîfe ve İmam Muhammed’e istinadendir. İmam Ebû Yusuf ise “dâr-i harbde de bir müslüman ile bir harbî arasında faiz sâbit olur” buyurmuştur. Diğer üç mezhebin görüşü de böyledir… Hanefîlere ait metinlerde fetvanın Ebû Hanîfe’nin görüşüne nisbetle verildiği belirtilmiştir. Örneğin “Dürer Şerhi Gurer”de belirtildiğine göre F. Sultan Mehmed’in Şeyhülislâm’ı, “dâr-i harb olan kâfir memleketinde olan müslüman ile harbî arasında faiz haram olmaz” fetvasını vermiştir. Bununla birlikte İbnu’l-Hümam’da faizi (fazlalığı) müslümanın alması gerektiği kaydı düşülmüştür.
Dâr-ül Harb için İbn Âbidin’de şu hükümler beyan edilmektedir:
“İmam Ebû Yusuf ve Muhammed (r.a.) dediler ki: Dâr-i İslâm, ancak bir şartla dâr-i harb olur. O da, küfür hükmünün açıkça icra ve hakimiyetidir. Hindiyye’nin kıyası da budur… Bir memleketin dâr-i harb olması üzerine şu hükümler de şâmil olur: Hadler (zinanın, iftiranın, içki içmenin cezâları) ve kaved (yaralama, kıtal ve emsâli şeyler işlendiğinde gereken misilleme ve para cezaları) icra olunmayan ülkeler de dâr-i harbdir… Şayet dâr-i harb olan bir ülkede İslâm hükümleri icra olunur, Şer’i cezalar da tatbik edilirse orası da dâr-i İslâm olur. Dikkatle düşün.”
FAYDALANILAN ESERLER:
1- İbrahimi Halebî. Mültekâ. (Ter: Mustafa Uysal). C:3. Konya-1993.
2- İbn Abidin. Reddü’l-Muhtar ale’d-Dürr’il-Muhtar. (Ter: Mehmet Savaş). C: 11. Şamil Yay. İst.-1984.
3- Abdurrahman Cezerî. Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı. (Ter: Hasan Ege). C: 3. Bahar Yay. İst.
4- Fetâvayi Hindiyye. (Ter: Mustafa Efe). C: 5. Akçağ. Ank.-1985.
5- Fahruddin Râzî. Tefsir-i Kebir. (Ter: Suat Yıldırım, Lutfullah Cebeci). C: 6. Akçağ. Ank.-1989.
6- Ömer Nasuhi Bilmen. Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu. C: 6. Bilmen Yay. İst. – Büyük İslâm İlmihali. Bilmen Yay. İst.
7- Merginanî. Hidâye. (Ter: Hasan Ege). C: 2. Şelâle Yay. İst.-1984.
8- Prof. Anwar İqbal Qureshi. Faiz Nazariyesi ve İslâm. (Ter: Salih Tuğ). İrfan Yay. İst.-1972.
9- Prof. Hasan Zeme-Prof. Muhammed Faruk. Faiz Tarihi ve İslâm. (Ter: Osman Şekerci). Sinan Yay. İst.-1968.
10- Dr. İsmail Özsoy. Faiz ve Problemleri. Nil Yay. İzmir-1994.
11- Mecelle. (Metni ve Açıklamaları Kontrol Eden: Ali Himmet Berki). Hikmet Yay. İst.-1982.
12- Doç. Hamdi Döndüren. Ticaret ve İktisat İlmihali. Erkam Yay. İst-1993. – “Para, Kredi, Faiz ve Enflasyon İlişkileri.” (Makale). Para, Faiz ve İslâm. İSAV Yay. İst.-1987 – “İslâm Ekonomisi’nde Faiz ve Finans Kaynakları” (Mak.). İslâm Ekonomisi’nde Finansman Meselesi. Ensar Neş. İst.-1992.
13- Dr. Beşir Gözübenli. “Para Kavramı’na İslâmî Yaklaşım Üzerine Bazı Düşünceler”. (Mak.). Para, Faiz ve İslâm. – “İslâm’da Faiz Yasağı ve Paralı Ekonomi” (Mak.). İslâm Ekonomisi’nde Finansman Meselesi. Ensar Neş.
14- Doç. Ahmet Tabakoğlu. “İslâm’da Para Politikası Hakkında Bir Deneme.” (Mak.). Para, Faiz ve İslâm. İSAV Yay.
15- Dr. Abdulaziz Bayındır. “İslâm’da Faiz Mefhumu ve Unsurları” (Mak.) Para, Faiz ve İslâm. İSAV Yay.
16- Mehmet Erkal. “Madenî Para, Banknot ve Kağıt Para Mübadelesinde Faiz” (Mak.) Para, Faiz ve İslâm. İSAV Yay.
17- Prof. Ali Şafak – Doç. Hayreddin Karaman. İslâm Hukukuna Göre Alışverişte Vâde Farkı ve Kâr Haddi. İlmî Yay. İst.-1990.
18- Ahmed Hasenî. İslâm’da Para. (Ter: Adem Esen). İz Yay. İst.-1996.
19- Salih Mirzabeyoğlu. İktisat ve Ahlâk. İbda Yay. İst.-1987 – Parakutâ’. İbda Yay. İst.-1997.
20- Necip Fazıl Kısakürek. İdeolocya Örgüsü. Büyük Doğu Yay. İst. – İman ve İslâm Atlası. Büyük Doğu Yay. İst.-1985.
21- Prof. Avni Zarakoğlu. Para ve Kredi Bilgisi. Ank.-1989.
22- Prof. Feridun Ergin. Kredi Sistemi. İst.-1975.
23- Dr. Cihangir Akın. Faizsiz Bankacılık ve Kalkınma. Kayıhan Yay. İst.
24- Doç. İbrahim Kanyılmaz. “İslâmiyet ve Finansman Teorisi” (Mak.) A.g.e. Ensar Neş. İst.-1992.
25- Doç. Celal Yeniçeri. “İslâm’da Kredi Kaynakları ve Veriliş Biçimi” (Mak.) A.g.e. Ensar Neş. İst.
26- Mahmud Ahmet. İslâm İktisadı. (Ter: Y. Ziya Kavakçı). Cağaloğlu Yay. İst.-1975.
27- Doç. Nur Keyder. Para. Bizim Büro Yay. Ank.-1990
28- Dr. Osman Şekerci. İslâm Şirketler Hukuku. Marifet Yay. İst.-1981.
29- Ekonomi Ansiklopedisi. Paymaş Yay.
30- Milliyet Genel Ekonomi Ansiklopedisi. İst.-1988.
31- Mustafa Sabri Efendi. Meseleler Hakkında Cevaplar. Sebil Yay. İst.-1984.
32- Doç. Rona Turanlı. İktisadî Düşünce Tarihi. Beta Yay. İst. 1988
33- Doç. Tevfik Güran. İktisat Tarihi. İst. 1988
34- Prof. Mahmud Ahmed. İslâm İktisadı. (Ter: Y. Ziya Kavakçı). Cağaloğlu Yay. İst. 1975
35- Prof. Gülten Kazgan. İktisadî Düşünce ve Politik İktisadın Evrimi. Remzi Kit. İst. 1991
36- Mustafa Özel. Devlet ve Ekonomi. İz Yay. İst.
Kaynak: S.D., Akademya I. Dönem 8. Sayı, Ocak 1998. (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)