İslâm Hukukunda Mülkiyet

Hakikatte mal, şanı yüce Allah’a aittir. O mutlak maliktir. “El’Melik”tir. “Malik-ül Mülk-Bütün sahipliklerin sahibi”dir. Kur’an-ı Kerim’de meâlen buyurulmuştur ki:

“Göklerin ve yerin mülkü ve onların içindekiler yalnız Allah’ındır!” (Maide-20)

İnsanların şeyler üzerindeki mülkiyeti mecazidir. Şeyler üzerinde bir emanetçidirler. İnsan, eşya ve hadiselere tesirle mükellef Allah’ın halifesidir.

Mülkiyet kimindir? Allah’ın mı, insanın mı?

“İslâma muhatap anlayış”ın dünya görüşü BD-İBDA mevzuya şöyle açıklık getirir:

“Seninki senin, benimki benim”; bu şeriattır…

“Seninki senin, benimki de senin”; bu tarikattır…

“Ne seninki senin, ne benimki benim; hepsi Allah’ın”; bu da Hakikattir…

Birinci ilke özel mülkiyet hakkını ifade eder ve bu hakkın kaynağını, meşruiyet temelini ve mahiyetini Şeriatta gösterir. İkinci ilke kendine ait olanı bir başkasına ve umumun hayır işine sadece Allah rızası için gönüllü olarak vermeyi ifade eder. Mesela, bir seferinde Hz. Ebubekir (r.a.) malının tamamını, Hz. Ömer (r.a.) ise yarısını getirip verdi. Hz. Osman (r.a.) da “Zorluk Savaşı Ordusu” diye bilinen Tebûk Ordusu’nu bütün ihtiyaçlarıyla donatmıştı. Yine meşhur bir hadisedir ki, Muhyiddini İbni Arabî Hz.leri, Allah rızası için bir şey isteyen bir ihtiyaç sahibine tek serveti olan evini verir. Vakıflar da bu çerçevede değerlendirilmeli… Üçüncü ilke her Müslümanın, gerek mülkiyeti kazanırken, gerekse tasarruf ederken hakiki malikin Allah ve fakat kendisinin sadece emanetçi olduğuna itikat etmesini ifade eder. Böyle bir itikâta sahip insanın elindeki mülkiyet, başkalarını sömürme ve köleleştirmek için değil aksine başkalarına faydalı olmak için bir vasıtadır.

A- Mülkiyetin Konusu:

Mülkiyetin konusu mal ve mülktür. Hanefî mezhebi esas alınarak hazırlanan Mecelle’ye göre mal insan tabiatının meylettiği ve ihtiyaç zamanı için toplanıp biriktirilebilen şeydir. (Mecelle, md. 126). Toplanıp biriktirilebilmesi o şeyin ayn yani muayyen ve muşahhas varlığı olmasını gerektirir ki, buna göre mücerret haklar ve menfaatler mal değildir… Mülk ise gerek ayn olsun gerek menfaat olsun, insanın malik olduğu şeydir. (Mecelle, md. 125). Görüldüğü gibi Hanefîlerde menfaat ve mücerret haklar mal olarak kabul edilmemesine karşın mülk sayılmaktadır. Mülk maldan daha genel bir ifadedir. Bununla birlikte Osmanlı Usul-i Muhâkemâtı Hukuk Kanunu; malı, “gerek ayn gerek menfaatler gerekse haklar olsun halk arasında tedavül edilegelen şeyler” (Md. 64) şeklinde tarif ederek bu hususta Mecelle’yi tadil eder. “Asla mutabık kalarak” malın kapsamına ayn’la birlikte menfaat ve hakların da alınması, hayatın doğurduğu yeni şartlarla değişen insan ihtiyaçlarına daha uygun görülebilir. Dört hak mezhepten diğer üçü de menfaatleri mal sayar. İmam Şafi’î Hz. der ki: “Mal dediğimiz, ihtiyaçlarımızı karşılayan şeylerdir. Menfaatler (de) ihtiyaçlarımızı karşılamaktadır.”

Tariflere göre ev, hayvanlar, arazi, eşyalar gibi müşahhas ve muayyen bir varlığı olan şeyler ile intifa hakkı, telif ve icat hakkı gibi menfaatler ve irtifak hakkı gibi mücerret haklar maldır.

İslâm hukukçuları gerek malların mahiyeti, gerekse hukuk bakımından malları ayırıma tabi tutmuşlardır. Burada mülkiyet mevzuu ile daha ziyade ilgili ayırımlara değineceğiz.

Birinci Ayırım: Mütekavvim Mal – Gayrımütekavvim Mal:

Mecelle, faydalanılması helâl ve serbest olan şeyleri mütekavvim mal olarak tarif eder. (Md. 127). Şeriatça faydalanılması helal olmayan domuz, şarap, uyuşturucu maddeler, kumar aletleri gibi şeylerin haricindeki bütün mallar mütekavvim-sağlamlaştırılmış maldır. Ayrıca Mecelle’ye göre tabiatta serbest olarak bulunan ve herkesin faydalanmasına açık bulunan serbest mallardan (mübah mallar) ihraz edilen (ele geçirilen) kısmı da mütekavvim maldır. (Md. 127). Meselâ, denizdeki balık mütekavvim değildir, ama avlandığı takdirde avlanan balık mütekavvim sayılır. Gayrımütekavvim mal ise Şeriat’ta yasaklanan bütün mallar ile tabiatta serbest olarak bulunan mallardır.

Malların bu şekilde ayırımı mülkiyet açısından bazı sonuçlar doğurur. Mütekavvim malın mülkiyeti kabul edilir ve Şeriat tarafından korunur. Buna karşılık gayrı mütekavvim mallardan Şeriatça yasaklananları (put, leş, şarap gibi), sadece müslümanların mülkiyetine konu olamaz ama buna rağmen mülk edinilirse de korunmaz. Örneğin bir müslüman bir miktar şaraba sahip olsa, bir başkası da onu yere dökse, hak iddia edemez; tazmin gerekmez. Buna mukabil “darûl İslâm”da bir müslüman bir gayrımüslimin meselâ şarabını dökse veya putunu telef etse İmam-ı Âzam’a göre tazmin gerekir, İmam-ı Şafii’ye göre ise gerekmez. Serbest mallar ise ihraz edilmedikçe ne müslümanların ne de gayrı müslimlerin mülkiyetine konu olabilir. Örneğin bir kimse denizdeki balığı, vahşi hayvanları, sahipsiz yerlerdeki sahipsiz ağaçları ve meyvaları ihraz etmedikçe bir başkasına satamaz, mülk edinemez. Çünkü bu mallar mütekavvim değildirler. Ancak bir kimse çaba ve emek sarfederek balık tutar, meyva toplar, hayvan avlar, ağaç keser ise elde ettikleri (ihraz) onun mülküdür, çünkü artık o mallar mütekavvimdir.

İkinci Ayırım: Menkul Mal – Gayrımenkul Mal:

Bir yerden diğer bir yere taşınması mümkün olan şeylere menkul mal denilir. (Mecelle, md. 128). Her türlü para, hayvanlar, yiyecek ve giyecekler, araç ve gereçler gibi. Gayrımenkul mal ise bir yerden başka bir yere taşınması mümkün olmayan şeylerdir. Arazi, binalar ve ağaçlar gibi. Hanefilere göre özel arazi üzerindeki binalar ve ağaçlar gayrımenkulken miri arazi ve vakıf arsaların üzerindeki şahsî binalar, ağaçlar ile bağ-bahçeler menkul mal hükmündedir. Çünkü o bina ve ağaçlar üzerinde bulundukları araziye -hukuken- tabi değildirler. Maliki mezhebi ise bina ve ağaçları nerede bulunurlarsa bulunsunlar, arazi gibi gayrımenkul sayar.

Bir malın menkul veya gayrımenkul olarak nitelendirilmesi mülkiyet hakkının kazanımı ve kullanımı açısından önemli sonuçlar doğurur.

Menkul malın elde edilişi, el değiştirmesi, seyyaliyeti ve mübadelesi daha kolayken gayrımenkulün gerek kazanırken, gerek elde bulundururken ve gerekse elden çıkarırken bir takım tabiî ve hukukî kayıtlarla sınırlandırılması, menkul ve gayrımenkul mülkiyetlerinin mahiyetlerini değiştirir. Ayrıca birçok mülkiyet sisteminde ve tabiî İslam Hukuku’nda gayrımenkul mülkiyetine yüklenen sosyal mükellefiyet, menkul mülkiyete nispeten daha fazladır.

Üçüncü Ayırım: Kamu Malları – Özel Mallar:

Toplumun ihtiyaç ve yararına tahsis edilen mallara kamu malları denir. Darûl İslâm’ın sınırları içinde yer alan denizler, büyük nehirler, işlenmemiş sahipsiz topraklar ve ormanlar, madenler, umumî yollar-köprüler-kütüphaneler-hastahaneler-bahçe ve parklar-mezarlıklar, camiler, demiryolları ve ihtiyaca binaen tesis edilmiş devlet sistemleri kamu mallarıdır. Toplum, kamu malının mahiyetine göre onun sadece menfaatinden faydalanabileceği (örneğin yollar, köprüler, kütüphaneler gibi), bizzat ayn’ından da, (örneğin toplanmış odun, avlanmış hayvan, bir testiye doldurulmuş su gibi) faydalanabilir. Yine malın mahiyetine ve umumun maslahatına binaen kamu malları bedelli veya bedelsiz kamu menfaatine tahsis edilebilir.

Kamu malları ile vakfedilmiş mallar haricindeki bütün mallar özel mülkiyetin konusu olabilirler. Bununla birlikte kamu malının niteliği değiştiğinde, mesela umumi bir yol artık kullanılmaz ve ihtiyaç kalmazsa, devlet başkanının izniyle orası özel mülk olabilir. Yine vakıf malı yıkılır ve masrafları gelirinden fazla olursa mahkeme onun değiştirilmesine izin verebilir ki, bu durumda o vakıf malı da özel mülk olabilir. Zira, Hanefi fukahası ihtiyaç ve maslahat sebebiyle vakıf arazinin değiştirilmesini caiz görür… Kamu malı niteliğindeki Beytülmale ait mülkler de ancak zaruret yahut tercih edilmesi gereken bir maslahata istinaden özel mülke konu olabilir. Devlet başkanının keyfî davranması ise caiz değildir. Zira devletin malları onun yanında vasinin yanındaki yetimin malları gibidir.

Toprağın Mülkiyeti:

Mülkiyete konu olan şeylerden toprak ve madenlerin ayrıcalıklı bir yeri vardır. Çünkü, üretim faktörlerinden gerek emek, gerekse sermayenin zaman içinde artması mümkünken toprağın ve ona bağlı olarak madenlerin genişlemesi – çoğalması sözkonusu değildir. İşte bu vasfı sebebiyle toprak ve madenlerin üzerinde İslâm hukukçuları önemle durmuşlardır.

Toprağın mülkiyeti belirlenirken, onun ele geçiriliş şekli birinci derecede rol oynar. Toprak, İslam ordusu tarafından silah zoruyla fethedilmiş ise Hanefilere göre inisiyatif devlet başkanındadır. Dilerse gazilere özel mülk olarak dağıtır ki, Allah Resûlü Hayber arazisini gazilere dağıtmıştır; dilerse dağıtmaz ve eski sahiplerine haraç mukabilinde işlemeleri için bırakır ki, Hz. Ömer Şam ve Mısır gibi memleketlerin arazilerini gelecekteki müslümanlara da irad kaynağı olması için taksim etmemiş ve vergiye (haraca) bağlamıştı. Dağıtılmayıp da eski sahiplerine bırakılan toprakların rekabe (çıplak) mülkiyetinin kime ait olduğu müphemdir. Prof. Vehbi Zuhayli, Hanefîlere istinaden, “toprağın menfaatinin mülkiyeti, üzerinde yaşayanlara, rekabesi ise devlete aittir; İslam cemaatinin mülküdür.” der.

İmam Şafiî’ye göre, devlet başkanı silah zoruyla fethedilen ülkenin amir arazilerini gazilere dağıtmak zorundadır. Şayet gaziler haklarından devlet için gönüllü olarak feragat ederlerse arazinin mülkiyeti devletin mülkü, bütün müslümanlar için feragat ederlerse kamunun mülkü olur.

İmam Malik’e göre de dağıtılmaz; bütün müslümanların menfaatine vakfedilir. Elde edilen gelir (haraç) ordu ve kamu işlerine sarfedilir. Bununla birlikte devlet başkanı bazen dağıtmayı müslümanların hayrına görürse gazilere dağıtabilir.

İmam Hanbel’in görüşü Hanifelerin görüşüne yakındır. Devlet başkanı müslümanların hayrını ve menfaatini gözetmek şartıyla dilerse tamamını, dilerse bir kısmını dağıtır veya müslümanlar namına vakfeder. Nitekim Allah Resûlü her üçünü de yapmıştır.

Hanefilere göre fethedilen ülkenin yönetici kadrosuna ait topraklar ile sapihsiz arazilerin mülkiyeti devletindir. Savaşta kaçan düşmanların, öldürülenlerin, devlet yöneticilerinin ve akrabalarının, hudut muhafızlarının arazileri ile su çıkan yerlerin etrafındaki araziler ve savaş atlarının yayılması için ayrılan otlaklar devlete aittir. Devlet başkanı bu arazileri müstehak olanlara ikta yoluyla temlik edebilir.

İmam Ebu Yusuf’a göre mürtedler, bulundukları yerde İslâm Şeriatı’nın tatbik edilmesine mâni olurlar ve müslümanlara karşı savaşırlarsa, savaş sonrası mürted ve putperestlerin arazileri (ve diğer malları) gazilere taksim edilir. Ancak bu muamele zaruri değildir, iniyisatif devlet başkanındadır.

Halkının korkudan dolayı üzerinden çekilip gittiği arazilerin mülkiyeti devlete aittir. Fakihler bu arazilere “fey” derler. Devlet başkanı dilerse onu bütün müslümanlar lehine vakfeder, dilerse ikta eder; muhayyerdir.

Kendiliğinden müslüman olan ve İslâm ülkesine iltihak edenlerin arazilerine dokunulmaz. Ellerindeki topraklar kendi özel mülkleridir. Öşür arazisi sayılırlar…

Kafirlerle arazinin mülkiyeti müslümanlara ait olması şartıyla barış antlaşması yapılır ve İslâm ülkesine dahil olurlarsa, bu araziler silah zoruyla alınmış arazilerin hükmüne tâbidir. Ancak arazilerin eski sahiplerinde kalması şartıyla barış antlaşması yapılırsa önceki mülkiyetine dokunulmaz, haraca bağlanır.

Silah zoruyla veya barışla veya başka bir yolla İslâm ülkesine dahil olan topraklarda, bina ve ziraat emâreleri yoksa, yakın köyler için harman yeri, hayvanların toplanma sahası, mezarlık, odunluk, otlak değilse ve hiç kimsenin mülkü olmadığı gibi zilyedinde de bulunmuyorsa bu topraklar “ölü-mevat arazi” dir. Son tahlilde ölü arazi devlet mülkü olarak görülebilir. Şahıs mülkü olmasının şartı ise ihya’dır. Bu mevzuyu ihya kısmında tekrar ele alacağız.

İmam Ebu Yusuf arazileri “öşür arazisi” ve “haraç arazisi” olarak ikiye ayırır. Allah Resulü tarafından fethedilen Hicaz, Mekke, Medine, Yemen ve diğer Arap toprakları (Arabistan) öşür arazisidir, bu ebediyyen böyledir. Halife onların statüsünü değiştiremez. Halkları üzerinde kendiliğinden müslüman olan araziler ile silah zoruyla alınan ve gazilere taksim edilen araziler de öşür arazisidir. Ayrıca ihya ve imar edilen ölü arazi, öşüre tabi bölgede ise öşür arazisi, haraca tâbi bölgede ise haraç arazisi sayılır. Silah zoruyla alınıp sahiplerine bırakılan araziler ile barış yoluyla alınan ve ahalisi zımmi olan araziler de haraç arazisidir.

Öşür arazisinin verimliliğine göre mahsule, Halife yarım öşür (% 5), 1 öşür (% 10), 1,5 öşür (% 15), 2 öşür (% 20) veya daha fazla öşür koyabilir. Haraç arazisinin mahsulüne de aynı şekilde % 5’ten % 50’ye kadar vergi-haraç koyabilir. Oranların verime göre yükseltilmesinden maksat rantın toprak sahibine veya kiracıya gitmesine engel olmak ve umumun menfaatine tahsis etmektir. Şöyle ki:

İktisat ilmine “rant teorisi”ni kazandıran Ricardo’ya göre toprak, arzı sabit bir üretim faktörüdür. Nüfus artışıyla birlikte tarım ürünlerine talep artarken daha verimsiz topraklar da üretime açılır ve böylece rant doğar. Örneğin 1 no’lu toprakta bir birim emek ve kapitalle 100 kg ürün, tabiî verimi daha düşük 2 no’lu toprak ihtiyaca binaen tarıma açıldığında, aynı emek ve kapitalle ancak 90 kg. ürün; 3 no’lu daha az verimli toprakta ise 80 kg. ürün elde edilmişse 1 no’lu toprağın 20, 2 no’lu toprağın ise 10 kg. rantı (artı değer-fazlalık) vardır. Bu fazlalık toprağın tabiî durumundan kaynaklanmakta ve haksız bir kazanç olmaktadır. Ricardo’nun toprak sahiplerine karşı çıkış sebebi buydu ve ağır bir şekilde vergilendirilmeleri gerektiğini savunuyordu. T. Spence, W. Ogilue ve T. Paine gibi kimi düşünürler de devletin fazlalığa el koymasını öngörüyorlardı.

Kapitalist Batı dünyasının yüzyıllar sonra farkına varmasına, ancak bir çözüm de getirememesine karşılık ranta el koyan İslamî devletler, onu umumun menfaatine tahsis ediyorlardı. Ayrıca onda ihtiyaç sahiplerinin hakları vardı.

İmam Ebu Yusuf’un vergi hukukuna göre arazileri, öşür ve haraç arazileri şeklinde sınıflandırmasına karşılık yine onun “Kitabul Haraç”taki görüşlerine nisbetle, mülkiyet açısından da bir tasnif yapılabilir ve toprağın hem özel, hem kamu ve hem de devlet mülkiyetinden sözedilebilir:

Özel mülkiyet: Toprakta özel mülkiyet, ihya yoluyla, silah zoruyla fethedilen toprakların gazilere taksimiyle, arazilerin eski sahiplerine (zımmilere) bırakılmasıyla, halkı kendiliğinden müslüman olan arazilerdeki özel mülkiyet hakkına dokunulmamasıyla ve devlete ait toprağın temliken iktasıyla mümkündür. Kamuya (bütün müslümanlara) ait arazilerden fertlere satılmasıyla da özel mülkiyet sözkonusudur ki, buna ancak müslümanların, Allah korusun, çok zor duruma düştükleri şartlarda maslahaten cevaz verilir.

Devlet mülkiyeti: Savaşsız fethedilen toprakların, silah zoruyla ele geçirilen ülkenin yönetici kadro ve yakınlarına ait topraklar ile sahipsiz mamur toprakların mülkiyeti devlete aittir.

Kamu mülkiyeti: Silah zoruyla fethedilip de gazilere dağıtılmayan topraklar ile rekabesi müslümanlara ait olmak üzere barış antlaşması yapılan zımmilere ait toprak ise kamu mülkiyetindedir.

Maden Mülkiyeti:

Malikilere göre bütün madenlerin mülkiyeti müslümanlar adına devlete aittir. Madenin özel arazide bulunması, toprağın yüzeyinde veya derinliklerinde olması durumu değiştirmez. Devlet, madenleri dilerse kendi işletir, dilerse rekabesi kendisine ait bulunmak şartıyla özel şahıslara bir bedel karşılığında işletme imtiyazını verir. İhraz ve işgal, madenin ocağı ve kaynağını öze mülk edinmek için sebep değildir. Ancak bazı madenlerde sadece ele geçirilen (ihraz) maden özel mülkiyete konu olabilir. Kaynağından maden getiren sadece getirdiklerine sahiptir, ocağa değil. Maden, mahiyetine ve ele geçirilişine göre de 40’ta 1 veya 5’te 1 vergiye tabidir.

Hanbeliler madenleri katı ve sıvı olarak tasnif ederler. Maden sahipsiz yerdeyse mülkiyeti devlete aittir. Eğer maden özel arazide ise katı ve sıvı olmasına göre mülkiyeti de değişir. Maden sıvı ise Hanbeli fakihlerinden bazıları, o madenin, toprağın sahibine ait olduğu, bazıları ise her hâlukârda devlete ait olduğu görüşündedir. Katı madenlerin mülkiyeti ise toprağın mülkiyetine bağlıdır, toprak kiminse maden de onundur. Devletin hakkı 5’te 1’dir.

Şafiîlere göre işgal ve ihraz ile madenler özel mülkiyete konu olabilir. Ancak bu görüşün üretilen-ele geçirilen madene mi yoksa onunla birlikte madenin kaynağına da mı delalet ettiği müphemdir.

Hanefîler ise maden mülkiyetini, toprak mülkiyetine bağlı olarak ele alırlar. Maden devlet-kamu arazisinde çıkmış ise mülkiyeti devletindir. Ölü arazide ve sahipsiz yerlerde ise bulan-çıkaranındır, devletin hakkı 5’te 1 (hums)dur. Özel arazide çıkan maden arazi sahibine aittir. Bununla birlikte Dr. Fahri Demir, Hanefi fukahasından Serahsî’ye istinaden madenlerin rekabesinin (kaynağı-filizi) özel mülkiyete konu olamayacağı belirtilir. Gerçekten de Serahsî, kaynağındaki madenin, hadis’te bildirilen “su-ot-ateş” gibi ortak mübahlardan olduğunu savunur.

B – Özel Mülkiyetin Tarifi

Hem fıkıhçıların, hem de usûlcülerin tariflerini birleştiren Bedâyi sahibi Kâsânî’ye göre:

“Mülkiyet, tasarrufa konu olan şey üzerinde sırf sahibine ait olmak üzere tasarruf yetki ve iktidarıdır; veya Mülkiyet, tasarrufa konu olan şey üzerinde tasarrufta bulunabilmek üzere hukuk düzenince bahşedilen bir yetki ve iktidardır.”

Tarifin tahlili:

“Tasarrufa konu olan şey”, mülkiyetin konusudur. Daha önce gördüğümüz gibi gerek ayn, gerekse menfaatler ve haklar, mülkiyete konu olabilmektedir.

“Sırf sahibine ait olmak üzere”den maksat, mülkiyet konusu olan şeyi kendine mahsus kılmaktır ki, bu aynı zamanda başkalarını ondan uzaklaştırmak mânâsına da gelir.

“Tasarruf”, kullanma-yararlanma-sarfetmedir.

“Yetki ve iktidar”, hem bir işi yapabilme halini, hem de bir işi yapabilme hakkını ifade eder.

Nihayet “hukuk düzenince bahşedilen” ifadesi, mülkiyet hakkının hukuk-şeriat tarafından bahşedildiğini (tanındığını) gösterir…

Şey’ler üzerindeki tasarruf tam ise yani hem “kullanılıyor”, hem “faydalanılabiliyor” ve hem de “sarfedilebiliyorsa” (hibe, miras, vasiyet, mübadele gibi), “tam mülkiyet” sözkonusudur; ama herhangi biri eksikse “nakıs-eksik mülkiyet”dir.

“Tam mülkiyet”, şey’in hem rekabesine hem de menfaatlerine sahip olmaktır. Malikin o şey üzerindeki yetki ve iktidarı tamdır. Kanun dairesinde dilediği gibi tasarruf edebilir. Kullanabilir, semerelerinden faydalanabilir, nemalandırabilir, hibe edebilir, vakfedebilir. Sadece yok edemez; zira şey’in fizikî-iktisadî ömrü bitmedikçe telef edilmesi haramdır.

Tam mülkiyetin her hangi bir unsuru bulunmaz ise “eksik mülkiyet” olur. Buna göre:

  1. a) “Sadece ayn’ın mülkiyeti”, sahibinin onun menfaatini bir başkasına devretmesiyle olur. Evin, arazinin, arabanın kiraya verilmesi gibi. Menfaati ikta edilen devlet ve kamu mülkleri de eksik mülkiyettir.
  2. b) “Sadece menfaatin mülkiyeti” ki, “intifa hakkı” olarak bilinir. İare (ödünç), icare (kira), vakıf, ibaha ve vasiyet bu haklardandır… Hanefîlere göre, “iare” menfaatin bir başkasına temlik edilmesi; “icare”, menfaatin bir başkasına bedel karşılığında devredilmesi; “vakıf”, sadece menfaatin devredilmesi; “ibaha”, bir şeyin menfaatinden başkasının karşılıksız kullanımına izin verilmesi; ve “vasiyet”, bir ayn’ın menfaatinden yararlanılması için bir başkasına vasiyet edilmesidir…
  3. c) “Sadece mücerret hakların mülkiyeti” ki, buna da “irtifak hakkı” denir. Bir akar (taşınmaz-gayrımenkul) lehine, başkasının akarı üzerinde kurulmuş bir yararlanma hakkıdır. Bu haklardan, “şirb hakkı”, arazi ve hayvanları sulamak için sudan istifade edebilmesini; “şefeh hakkı”, insanın ve hayvanın sudan faydalanabilmesini; “mecra hakkı”, suyun kaynağından uzak arazi sahibinin kendi arazisini sulamak için komşusunun arazisinden su getirebilmesini; “mesil hakkı”, atık suların bir başkasının arazisinden akıtılabilmesini; “murûr hakkı”, içteki arazi sahibinin arazisine ulaşabilmesi için diğer arazilerin içinden geçen bir yoldan geçmesini; ve “ta’allî hakkı”, hem alt-üst komşuların, hem yan komşuların karşılıklı haklarını ifade eder…

C – Özel Tam Mülkiyetin Kazanılışı:

İşgal, emek, ikta, ganimet, miras, hibe, vasiyet, nafaka, zekat ve sadaka belli başlı mülkiyeti iktisap sebepleridir. Sırasıyla:

a – İşgal ve ihraz

Bir kimse devlet başkanının izniyle ölü bir araziyi işgal eder ve en geç 3 yıl içerisinde orayı ihya ederse kendisinindir. Ancak devlet başkanı, sadece menfaatinden faydalanması için izin vermiş ise özel mülkiyet sözkonusu olmaz. Tohum ekmek, fidan dikmek, nadas eylemek, sulamak ve ark açmak ihyadır. (Mecelle, md. 1275). Etrafı taşla çevrilir ve 3 sene içinde o ölü arazi ihya edilmezse işgal hakkı da biter. Bu durumda orası başka taliplilere verilebilir. (Mecelle, md. 1279). Görüldüğü gibi işgal tek başına mülkiyet hakkına sebep olamıyor; onunla birlikte emek (ihya) şartı getiriliyor.

Tabiattaki serbest (mübah) malları ele geçirmek de işgal olarak nitelendirilebilir, ama ona özel olarak “ihraz” denir. Kaynağından testisine su dolduran testideki suyun; denizde balığı tutan, tuttuğu balıkların; vahşî hayvanları avlayan, avladıklarının; sahipsiz ağaçları aşılayan, aşıladığı ağaçların; odun, ot ve yabani meyva toplayan, topladıklarının sahibidir. İstediği gibi tasarrruf eder.

b – Emek

Meşruiyet temeli en sağlam mülkiyet, emeğe dayananıdır. Allah Resűlü, “Hiç biriniz eliniz emeğinden daha hayırlı bir yemek yememiştir.” buyurmuşlardır. Emekle mülkiyet arasındaki ilişkiye ilk değinen “emek teorisi”nin kurucusu J. Locke değil, ondan 3 asır önce yaşamış İbni Haldun’dur. Ona göre, insanlar ancak çalışarak, emek sarfederek kazanabilirler. Allah, halifesi olarak yarattığı insana varlıklardan istifade etmek kudretini verdi. İnsanların elleri bu varlıklara uzanmış haldedir, varlıklar, kişiler arasında müşterektir; herkes ondan kudreti nisbetinde istifade edecektir. Emekle ele geçirdiği şey insanın şahsi mülküdür ki, başkaları ancak karşılığını vererek ondan yararlanabilirler.

Ticarî, sınaî, ziraî veya başka bir alanda fizikî veya fikrî emeğiyle çalışan herkes emeğinin bazen ürünlerine, bazen de menfaatlerine sahiptir ve elde ettikleri onun özel mülkiyetidir. Kendisi için çalışan emeğinin ürünlerine, başkası için çalışan menfaatine (ücret), bedel karşılığı başkalarını kendi hesabına çalıştıran ise emeklerin bütün ürünlerine sahiptir; elverir ki hukuka uygun davransın ve toplumun hakkını (zekat) ödesin.

c – İkta

“İkta”, devlet başkanının devlet arazisinden yeteri kadarını layık gördüğüne veya Beytülmal’de istihkakı bulunan muhtaçlara vermesidir. Eğer rekabesiyle birlikte vermiş ise buna “temliken ikta” denir ki, bu tam özel mülkiyeti; sadece menfaatinden belli bir süre faydalanması için vermiş ise buna da “istiğlalen ikta” denir ki, bu da eksik mülkiyeti ifade eder… Gelirinden faydalanmak üzere madenlerin ikta edilmesi de caizdir, ancak rekabesi temlik edilemez. Mevat arazinin ikta edilmesi ittifak ile caizdir ki, buna işgal kısmında değindik.

d – Ganimet

Allah’ın dinini yeryüzüne hakim kılma mükellefiyetindeki müslümanların kafirlerden ve mürtedlerden savaşla ele geçirdikleri mallara ganimet denilir. İncil’de ‘savaş peygamberi” olarak geleceği müjdelenen Allah Resûlü buyurdular ki:

— “Bana ganimetler mübah kılındı. Benden önce hiçbir peygambere ganimet helâl kılınmamıştı.”

İmam Ebu Yusuf’a göre ganimetlerin 5’te 1’i yetimler, yoksullar ve yolcular için ayrılır, geri kalan 5’te 4 ise savaşçılara taksim edilir. Paylarına düşen onların özel mülkü olur. Ganimet mallarından toprağın nasıl taksim edileceğine önceden değinmiştik.

e – Miras – Vasiyet – Hibe

Birinin mirasçısı olan payına düşen malların; başkalarınca kendine vasiyet edilen kişi, vasiyet edilen malların; ve başkalarınca kendine hibe yapılan kişi, hibe edilen malların sahibi olur.

f – Zekat – Sadaka – Nafaka

Kendisine zekat, sadaka ve nafaka düşen kişi aldıklarının sahibidir. Zekat, sadaka ve nafakayı, veren açısından ileride ele alacağız.

g – Diğer İktisab Yolları

Kefaret, diyet, tazminat, buluntu, mehir, hâl (kadın boşanmak ister ve erkek kabul ederse, erkeğin kadından isteyebileceği maldır ki, mehirin zıttıdır) ve meşrû mükafaatlar (başarılı birine verilen ödül gibi)…

D – Özel Mülkiyetin Korunması:

Özel mülkiyet hakkını tanıyan İslam onun korunmasını da tekeffül eder. Başkalarının mülkiyetine yönelik hırsızlık, gasp, sebepsiz iktisap ve her türlü gayrı meşru tecavüz menedilmiş, aksine davrananlara ağır cezalar öngörülmüştür.

E – Özel Mülkiyetin Sınırlandırılması:

Gerek konusu, gerek elde edilişi, gerek kullanılışı ve gerekse sarfedilişi bakımından mülkiyet hakkına birçok kayıt getirilmiştir:

a – Hangi malların özel mülkiyete konu olamayacağı “mülkiyetin konusu” bahsinde ele alındı. Bununla birlikte umumun menfaati gerektirdiği takdirde başka malların da mülkiyetine sınır getirilebilir. Hz. Ömer’in hilafeti zamanında et arzında düşme olunca, her ailenin haftada 2 gün et yemesi yasaklanmıştı ki, Halife Medine’de bu yasağı bizzat takip etmişti.

b – Malik, iktisadî ve fizikî ömrü bitmeden malını telef edemez. Örneğin fiyatlar yükselsin diye sebze ve meyvelerin bir kısmını yok edemez. Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl, “Hiç kimse çocuğunu “babası ben değil miyim?” diye öldüremez. Hiç kimse, evini “mal benim değil mi?” diye yakamaz” der ve şöyle devam eder: “Bütün bu şahsî aidiyetler ve mülkiyetler içinde Allah’a verilecek hesapla cemiyete verilecek olanı da vardır. İşte “âmme hakkı” dedikleri budur. Âmme hakkı, ferdin elini tutar ve cemiyetin zararına olan şeyi kendi aidiyet ve mülkiyeti üzerinde de yapmaktan onu men eder.”

c- Halkın ihtiyacı varken zarurî malların iddiharı-biriktirilmesi yasaktır. “İman ve İslam Atlası”nda Üstad der ki: “İstif edip darlık çıkaran ve sonra ona göre değerlendirenin ismini ve halini O (s.a.v.) bildirdi: Muhtekir melundur.”

d- Gayrı meşru alanlarda mülk edinilemez. Devlet başkanı umumun menfaatine binaen gerekli gördüğü alanlarda da faaliyet yürütülmesini kısıtlayabilir veya yasaklayabilir… Nitekim İslâm Hukuku’na göre umumun menfaatı gerektirdiği zaman bir mübahı yasaklamada devlet başkanı selahiyetlidir.

e- Her türlü çeşidiyle faiz yasaktır. Üstad: “Sermayenin işden üşendiği, rehavet uykusuna daldığı ve keyfine baktığı hâllerde, nefsine bir nevi terleme hakkı tanınması yolunda zehirli bir köpürüş demek olan faiz, servet hegemonyasının zulmüdür. Ferdi ve cemiyeti, olanca ruhu ve maddesiyle kemiren bir zulüm.” … Rant ile ölçüsüz-başıboş kâr da yasaklanmıştır.

f- Vasiyet hakkına kayıt getirilmiştir. Terekenin ancak 3’te 1’ini vasiyet edebilir. Daha fazlası mirasçıların rızasına bağlıdır.

g- Malını beyhude yere harcayan örneğin şarkıcı ve oyunculara para veren veya iyi uçan bir güvercine yüksek fiyatlar veren kişilerin malı, hakim tarafından hacr olunur. (Mecelle, md. 946). Küçüklük, akıl hastalığı, borçluluk veya iflas gibi sebeplerle de mülk sahibinin tasarrufu kısmen veya tamamen kısıtlanır. Ayrıca, cahil tabib gibi umuma zararı olan bazı kimseler de hacr olunur. Fakat bundan murad iş yapmaktan men demektir, yoksa sözlü tasarruflardan men manasına değildir. (Mecelle, md. 964)

h- Komşuluk haklarından doğan kayıtlar Mecelle’de belirtilir: “Herkes mülkinde dilediği gibi tasarruf edebilir. Fakat başkasının hakkı taalluk ederse maliki mülkünde dilediği gibi tasarrufdan men eder.” (Md. 1192). “Hiç kimse mülkine tasarruftan men olunamaz. Meğer ki başkasına zararı aşırı olmasın; o zaman men olunur.” (Md. 1197). “Binaya zarar veren yani binaya gevşeklik-kuvvetsizlik getiren ve yıkılmasına sebeb olabilecek yahut asıl ihtiyaçları yani oturma gibi binadan maksad olan asli menfaati men eden şeyler aşırı zarardır.” (Md. 1199). “Aşırı zarar ne surette olursa olsun men ettirilir.” (Md. 1200)… Demirci dükkanı yahut değirmen yapılıp da gürültüden, fırın yapılıp da tütün kesretinden veya bezirhanenin kokusundan çevreye zarar doğarsa o faaliyetler men edilirler.

i- “Zahirde dilediği gibi malına tahakküm etmek selâhiyetinde olan” malik, cemiyete zarar vermekten men edilir. İslâm’da mülkiyet hakkı dahil bütün haklar zararın önlenmesi kaydı ile sınırlıdır. Eğer zarar yoksa başkalarına faydalı olunmalıdır… Mecelle’nin mukaddimesinde yer alan 100 maddelik “fıkhî kaide”lerden konumuzla ilgili bazı maddeler:

– “Zarar ve mukabele bizzarar (zarara zararla karşılık verme) yoktur.” (Md. 19)

– “Zarar izale olunur.” (Md. 20)

– “Umumun zararını defetmek için şahsî zarar tercih olunur.” (Md. 26) (Kamulaştırmada bu fıkhî kaide esas alınır.)

– “En ağır zarar en hafif zarar ile izâle olunur.” (Md. 27)

– “İki şerrin en zararsızı tercih edilir.” (Md. 29)

– “Zararı defetmek fayda sağlamaktan evladır.” (Md. 30)

– “Zarar imkan dahilinde defolunur.” (Md. 31)

Bu bölümü Endülüslü hukukçu İbrahim Şatıbî’nin görüşleriyle noktalayalım:

1- Bir fiil hukuken caiz ise ve o fiili işlemek başkasına bir zarar doğurmuyorsa bu fiil hukukun müsaade ettiği gibi caizdir. Bunun için ayrıca cevaz delili aranmaz.

2- Bir fiil hukuken caiz ve fakat onu işlemek başkalarına zarar verecekse, bu fiili işleyen bu fiili işlerken başkalarına zarar verme niyeti taşımıyorsa bakılır: Eğer doğacak zarar umumi ise, o takdirde niyeti ne olursa olsun, “umumi zarar yerine hususi zarar tercih edilir” ve fiile müsaade edilmez. Şayet doğacak zarar kamu zararı değil de ferdî bir zarar ise ve bu fiili terketmek ona bir zarar getirmiyorsa, bu takdirde doğacak zarar kat’î ise fiil yine caiz olmaktan çıkar.

3- Hukuken meşru fiili işlemekten maksadı sırf başkasına zarar vermekse bu fiil hiç bir suretle caiz olmaz.

4- Şayet hem zarar verme kasdı hem kendisine yarar sağlama kasdı varsa, meselâ kendisine yarar olsun diye malı ucuzlatarak satıyor ve bir an önce paraya çevirmek isterken bir taraftan da başkalarını zarara sokmak istiyorsa, bu takdirde bakılır: Şayet o işten menedilirse oradan sağlayacağı yararı başka yoldan sağlayabilecekse men edilir. Çünkü, “zarar ve mukabele bizzarar yoktur.” Eğer başka yolla bu menfaati sağlama imkanına sahip değilse kasd ve niyetinin cezası kendisine ait olmak üzere mâni olunmaz. (İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, Dr. Fahri Demir, sh. 258, 259).

F- Özel Mülkiyetin Mükellefiyeti

Alabildiğine serbest fert mülkiyetine karşı ferdi ve mülkiyeti varabildiğine içtimaîleştiren ve bu mefkurevî kıvamı kıyamete kadar temin kudretinde olan İslâm, özel mülkiyeti sınırlandırmakla kalmaz, ona önemli mükellefiyetler de yükler ki, buna toplumun hakları denir. Belli başlıları:

a- Zekat

İslâm’ın beş şartının üçüncüsü, Kur’an’ın 32 yerinde namaz emriyle birarada geçen zekât, topyekûn muhtaç kullara bağışlanmış Allah hakkı…

Hanefilere göre zekât, bir malın belli bir miktarını, belli bir zaman sonra hak sahibi olan bir kısım müslümanlara Yüce Allah’ın rızası için tamamen temlik etmektir. Hak sahipleri: Fakirler (malı nisab miktarından az olanlar), miskinler (hiçbir malı olmayanlar), borçlular, yolda kalmışlar, (azat edilmeleri için) köle ve cariyeler, mücahidler (kalem ve kılıç ehli) ve zekat memurları…

Kendisine zekatı düşen mal gerçekten veya hükmen namî (artıcı, işleyen, gelişen) özellikte olmalıdır. Altın, gümüş ve para hükmen namidir. Gayrınamî (duran, sabit kalan) malların zekatı yoktur. İş ve sanat aletleri, arsa, araba gibi gayrinamî mallar ticarete konu olmadıkça zekata tâbi değiller.

Beş türlü namî maldan zekat vermek farzdır. Bunların zekatını vermeyenin, zekata tâbi mallarının yarısı zorla elinden alınır ve ayrıca tazir edilir. Sırasıyla:

1- Altın, gümüş, mali değeri olan evrak ile tedavülde mal yerine geçebilen her türlü para, 1 yıl nisab haddini korursa yıl sonunda 40’ta 1’i zekat olarak verilir.

Altının nisabı, Hanefilere göre 96 gram, gümüşinki ise 650 gramdır. Cumhura göre ise nisab haddi 91,23 gram altın veya 642 gram gümüştür. Nisab miktarına kıymetlerin toplanmasıyla ulaşılır. Altın ve gümüş dışındaki paraların nisabı altın veya gümüşe endekslenerek hesaplanır.

2- Hanefîlere göre az veya çok katı madenlerden elde edilen kıymetlerin hepsinde 5’te 1 vardır; sıvı madenlerden sadece civa bu gruptadır. 1 yılın dolması şart değildir. Denizden çıkarılan şeyler ile sıvı madenler ticari amaç olmadıkça zekâta tabi değil.

3- Ticarî, sınaî mallar yıl sonunda cari fiyatlar üzerinden altın veya gümüşe göre hesap edilir ve 40’ta 1’i verilir. Hanefilere göre o malların üzerinden 1 yıl geçmiş olması lazımdır ki, burada hem yılın başında hem de sonunda nisab miktarı olmalıdır; yıl içindeki durumu dikkate alınmaz, yıl sonundaki mevcutlar dikkate alınır. Zekat aynî veya nakdî olabilir… Ticari veya sınaî ortaklıklarda şirkete değil ortakların payına, nisab haddine ulaşıp ulaşmadıklarına bakılır. Üstad’ın verdiği misâlin rakamlarını güncelleştirerek denilebilir ki, 10 bin fakirin 10’ar milyon lirayla kurdukları 100 milyar lira sermayeli bir anonim şirket kendi öz varlıkları yekûnu noktasından zekata tabi değildir. Tâbilik hisseleri nispetinde fertleredir.

4- Tarla sürmek, araba çekmek, yük taşımak süt sağmak gibi yalnız sahiplerinin işlerinde kullanılan ve yılın çoğu günlerinde evlerde beslenen hayvanlar, ticarete konu olmadıkça zekata tâbi değiller. Yılın çoğunluğunda kırlarda-otlaklarda beslenen hayvanlara gelince: Nisab, develerde 5, sığırlarda 30, koyun-keçilerde 40’tır… 5 deve için bir yaşını doldurmuş 1 koyun, 30 sığır için bir yaşını doldurmuş 1 buzağı, 40 koyun için 1 koyun zekat verilir. Hayvanların zekatı, sayıları arttıkça değişik durumlara tâbidir.

5- Hanefîlere göre ziraî ürünlerde zekat vermek için o toprağın öşür arazisi olması lazım. Haraç arazisinin ürünlerinden ayrıca öşür alınmaz, zira o araziler zaten haraca tâbidir; bir araziden hem öşür hem de haraç toplanamaz… Öşür arazisinde elde edilen her türlü üründen 10’da 1 vermek gerekir. Ebu Hanefî’ye göre ziraî ürünlerde nisab şartı aranmaz; azından da çoğundan da öşür vermek gerekir. İmameyne göre nisap, takriben 650 kg üründür. Öşür aynî veya nakdî verilebilir.

Ömer Nasuhî Bilmen Hoca’ya göre zahirî (açıkta bulunan) malların zekatını devlet toplar ve hakkı olanlara tahsis eder. Evde bulunan nakit veya ziynet eşyası gibi batınî (kapalı-gizli) malların zekatını toplamak devletin vazifesi değildir. O malların zekatını malik, dilediği muhtaç ve fakire vermekte muhayyerdir.

b- Vergi

Zekat başka vergi başkadır. Gerçi toprak mahsullerinde ve madenlerde alınan öşür ve hums vergileri zekat hükmündedir ama diğerlerinde sözkonusu değildir. Devlet zekat gelirlerini ancak bildirilmiş 8 sınıfa tahsis edebilir. Oysa devletin iç ve dış güvenlik, adalet, eğitim, sağlık, bayındırlık gibi zaruri alanlarda kaynağa ihtiyacı vardır ki, öşür ve hums gelirleri her zaman yeterli gelmeyebilir ve bu durumda örfî vergilere ihtiyaç duyulabilir. İslâm ülkesinin savunulması ve savaş ihtiyaçlarını gidermek için yeterli imkan yoksa devletin “mesalih-i mürsele” kaidesi gereğince vergi koyabileceğini İmam-ı Gazali, Karafî, Şatibi, Kurtubî, İbn Hazm el-İzz b. Abdusselam ve İbn Abidin açıkça beyan ederler… Rahmetli Üstad ise şöyle der: “Terakki eden cemiyet ihtiyaçlarına göre yeni vergiler tarh edilmesi hakkı devlet idaresine tanınmıştır.”

c- Fıtır Sadakası

Zekat nisabına sahip bulunan her aile reisinin, bakmakla mükellef bulunduğu aile efradının senede bir kez fıtır sadakasını ihtiyaç sahiplerine vermesi vaciptir. Üstad, nisap haddinde zengin olmayan ama orta derecede imkan sahiplerinin de fıtır sadakasını ihmal etmelerinin caiz olmadığını belirtir.

d- Kurban

Nisab haddi üzerindeki her zenginin senede bir kez kurban kesmesi Hanefîlere göre vaciptir.

e- Halkın fiziki ihtiyaçlarının giderilmesi tehlikeye düşerse gerekli alanlarda faaliyet göstermeleri için veya işlerini kamilen yapmaları için devlet mülk sahiplerini zorlayabilir. Örneğin bir beldede fırın yoksa devlet zenginleri fırın açmaları hususunda zorlayabilir. Yine, toprağından bin batman mahsul çıkacak bir insan, eğer ihmal ve isteksizlik yüzünden dokuz yüz batman mal elde edecek olsa ve aradaki yüz batman fark insanların istifadesinden uzak kalırsa, devlet o yüz batmanın hesabını sorma durumundadır. Bu hükmü veren İBDA devamen der ki: “İnsanların faydasına sarfedecek bir vaziyeti bulunduğu halde bundan kaçan, yeryüzünün umranından pay sahibi olmak istemeyen ve üstelik bunun ismini, dünyayı terk, zühd ve takva koyan insan, şeytandan başka kimseye tâbi değildir.”

f- Giyecek, yiyecek, barınacak ve benzeri temel ihtiyaçları başka yerde bulma ve karşılama imkanından mahrum olanlar, bunları fazlasıyla elinde bulunduranlara vermek mecburiyetindedir. Bu konuda ihtilaf yoktur. İhtilaf yalnızca bedel ile olup-olmayacağı konusundadır. Hanbeli İbn Kudâme “el-Muğni”de der ki: “Bir kimse yiyecek bulamasa, komşusu veya herhangi bir insandan yiyecek istese, o kimse, kendi ihtiyacından fazla yiyeceğe sahip olduğu halde vermese, ihtiyaç içindeki adamın bu kişiden, muhtaç olduğu yiyeceği zorla alma hakkı vardır. Bu zor kullanma ölüme yol açarsa, muhtaç kişinin ölümü halinde mani olan katil muamelesi görür ve ölenin diyetini öder. Şayet mâni olan ölürse, kanı hederdir.”…

g- İnfak

Hanefîlere göre zenginin yakınlarına nafaka vermesi farzdır. Zenginlik alameti nisab miktarıdır ki, çoğalmayan mal bile olsa nisab hesaplanırken dahil edilir. Zenginin yakınları: Usûl (anne, baba, nine ve dedeler), furû (çocuklar ve çocukların çocukları) ve mahrem olan akrabalar (amcalar, kardeşler ve oğulları, hala-teyze ve dayılar)… Hanefîlere göre nafakanın 3 şartı vardır: 1- Akraba kazanma gücünde olmayacak derecede hasta, yaşlı, deli veya büluğ çağına ermemiş olmalı ve aynı zamanda malları da bulunmamalıdır. Anne ve baba istisnadır, kazanma gücünde olsalar bile onlara nafaka gerekir… 2- Nafaka verecek kişinin kazancı-malı kendi ihtiyacından fazla olmalı. Ancak kazanma iktidarında bulunanın yoksul yakınına bakabilmeyi ve bunun için çalışmayı istemesi gerekir. Nafakası kendi ihtiyacına yetmese bile ana-babasına bakmak zorundadır… 3- Akraba mahrem ve ondan miras almaya müstehak olmalıdır.

Nafaka, ihtiyaç kadar yiyecek, giyecek ve barınaktır. Hanefîlere göre imkanı olan nafakadan kaçınırsa hapsedilir, tâ ki verene kadar… Zengin yakını olmayanların nafakası devlete aittir… Hayvanların susuz ve yemsiz bırakılmaması onların nafakasıdır ki, vaciptir… Ekin ve ağaçların susuz ve bakımsız, evlerin ve arazilerin tamirsiz, bakımsız bırakılmaması da onların nafakasıdır ki, aksine hareketi Cumhur kerih görmüştür.

h-Miras

Malik ölmeden önce mâlının en fazla 3’te birini vasiyet (tasarruf) edebilir. Geri kalan malların kimlere hangi ölçüde dağıtılacağını Şeriat belirler… Evlilik dolayısıyla kadın-erkek, birbirlerinin varisidirler. Akrabalık sebebiyle miras ölenin furûuna, usûlüne ve usûlünün furûuna düşer. Bunlar: 1- Kız ve erkek çocuklar ile bunların çocukları, 2- Baba ve anne, dede ve nine, 3- Kız ve erkek kardeşler, 4- Amcalar ve onların erkek evlatları… Ölenin varisi yoksa Şafii ve Malikilere göre varis devlettir. Ölenin malı yoksa ve ama borcu da varsa, o borcun muhatabı varisleri değil devlettir.

İslam miras müessesesi servetin belli ellerde toplanmasını engelleyen, zekat ve infak gibi mülkiyetin topluma yaygınlaştırılmasını sağlayan önemli bir amildir.

G- Malikin Vicdanî ve Ahlâkî Mükellefiyeti

“Özel mülkiyetin sınırlandırması” ve “özel mülkiyetin mükellefiyetleri” başlıkları altında belirttiğimiz yapılması gerekenler ile yapılmaması gerekenleri Şeriat, insanların inisiyatifine bırakmamış, yaptırımlar öngörmüştür. Buna, içtimaî adalet mevzuunda insanın İslâm tarafından dıştan kelepçelenmesi denilebilir. Bir de insanın içten kelepçelenmesi vardır ki, bunun müeyyidesi Allah rızası ve Allah korkusudur. Büyükler neleri var, neleri yok, Allah yolunda infak ve hibe etmişlerdir.

Malikin mülkiyet ilişkilerinde Allah’ın rızasını gözetmesi, bu çerçevede mülkiyetini, halkın hayrına amade kılması ve ona bir ibadet şuuruyla yaklaşması İslâm toplumundaki fertlerin şiarıdır. Vakıf müessesesi bu şiarın en güzel sonuçlarından birisidir.

Vakıf… Müminlerin mal ve mülklerinden Allah yolunda ayırıp vermeleri… Doğrudan doğruya İslâm’a bağlı ve tamamiyle orijinal… Medine hurmalıklarının, geliri muhtaçlara dağıtılmak üzere bir idare eline teslim ve tetrikiyle başlar, büyür, serpilir, genişler ve tarih boyunca, zengin ve hayır sever müslümanların himmetiyle, vergi almak yerine vergi veren bir devlet çapında abideleşir.

İmam Âzam Ebû Hanife’ye göre vakıf, vakıfın mülkü hükmünde kalmak üzere ayn’ı hapsetmek ve menfaatini bir hayır yoluna tasadduk etmektir.

Fetvaya esas alınan İmameyn’in görüşüne göre, vakıf, kendisi ile yararlanmak mümkün olan bir malın ayn’ında (rekabe-çıplak mülkiyeti), hem onu vakfedenin hem de başkasının tasarrufuna son vermek ve ayn’ı bâki kaldığı halde Allah’a yakınlık maksadıyla menfaatini-gelirini mübah ve varolan bir harcama yerine devretmektir… Artık o malların rekabesi (çıplak mülkiyeti) Allah’a aittir. Ne vakfeden, ne vakıf heyeti, ne devlet, ne de bir başkası o malların rekabesini tasarruf edebilir. Satılamaz, hibe edilemez. Ancak yıkılır veya masrafları gelirinden fazla olursa, mahkemenin izni ile sadece değiştirilebilir; başka bir işlem yapılamaz.

Vakfın konusu, arazi ve ev gibi akar cinsinden yahut kitap-elbise-eşya-hayvan ve silah gibi menkul şeylerdir. Hanefîler menkul vakfın akara tâbi olmasını şart koşar.

Vakıflar inceleniş amacına göre çeşitli sınıflamalara tâbi tutulabilirler. Biz burada vakfediliş alanlarına – amaçlarına göre vakıfların bazı çeşitlerini belirteceğiz. Referansımız Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendi:

1- Allah Tealâya kulluk arz edilen yüksek mâbedler ki, İslâm yurdunun bir İslâm diyarı olduğunu dost ve düşmana daima ispat etmektedirler: Camiler, mescidler, namazgâhlar ve kırlarda yapılan musallalar…

2- Birer ilim ve irfan yurdu, birer ibadet ve tâat bucağı olmak üzere vücuda getirilmiş mekanlar: Medreseler, okullar, kütüphaneler, zaviyeler, ribatlar, dergâhlar…

3- Âmmenin önemli ihtiyaçlarını karşılayan çeşmeler, sebiller, sarnıçlar, havzlar, kuyular, göller, yolların tamirleri-tesviyeleri, kervansaraylar, hastahaneler, mezarlıklar, meralar, çayırlar…

4- Ramazan-ı Şerifte ve sair mübarek günlerde akşamleyin camilerde cemaate hurma-zeytin-su tevzii için yapılmış vakıflar…

5- Fakirlere belli aralıklarla para ve erzak dağıtmak, fakir kızlara çeyiz tedarik etmek, fakir cenazelerini kaldırmak, fakirlere-yetimlere-dul kadınlara bayramlarda elbise temin etmek ve saire için yapılmış vakıflar…

6- Yolculara yardım etmek, esirleri azad etmek ve azad edilmiş köle ve cariyelere yardımda bulunmak için yapılmış vakıflar…

Vakıf müessesesinin kemale erdiği geçmiş asırlarda vakfın önemi bir örnekle özetlenebilir:

İhtiyaç sahibi bir kimse vakıf hastahanesinde dünyaya gelir, vakıf kuruluşlarında eğitimini yapar, ihtiyaçları giderilir, hastalanırsa yine vakıf hastahanesine gider, tedavi olur, yatması lazım gelirse yatar, ilacı-yiyeceği-giyeceği temin edilir ve taburcu olurken de bir miktar harçlık verilir. Vakfın sürekli bakımını yaptığı yollardan gidip gelir, vakıf çeşmesinde suyunu içer, vakıftan aldığı elbiseleri giyer, vakıftan aldığı erzaklarla beslenir, bazen harçlık bile alır ve bir gün rahmetli olursa vakıf tarafından cenazesi kaldırılır ve vakıf mezarlığına defnolunur… Eğer o ihtiyaç sahibinin herhangi bir ihtiyacı vakıflar tarafından ihmal edilmiş ise biliriz ki o boşluğu da devlet doldurmuştur.

H- Devlet Mülkiyeti

“Devlet mülkiyeti”nin bir tarifi verilmiş değil; onu “hukuk-Şeriat tarafından devlete verilmiş bir yetki ve iktidardır” şeklinde tarif edebiliriz.

Özel mülkiyet gibi devlet mülkiyetinin de bir takım sınırları ve mükellefiyetleri vardır.

  1. a) Devlet Mülkiyetinin Sınırlandırılması

1- Devlet keyfi hareket edemez. Örneğin kiraya verdiği arazi, kiracı tarafından şartlarına uygun bir şekilde işletiliyorsa kira sözleşmesini tek taraflı bozamaz.

2- Daha önce mahiyetlerini açıkladığımız devlet ve kamu malları, sonuçta müslümanların malıdır ve onlara tasarrufta devlet “yetimin mallarını tasarruf eden vasi” gibidir, ihmalkar ve sorumsuz davranamaz. Örneğin devlet arazisi boş ve bakımsız, ihtiyaç olduğu halde madenler atıl bırakılamaz, göller-denizler-ırmaklar ve ormanların pislenmesine, yokedilmesine göz yumamaz… İşte Hz. Ömer; İslam devlet başkanlığının remz şahsiyeti… Sıcaklığın hararetinden kumların kaynadığı sıcak bir yaz gününde Hz. Osman ve azatlısı gölgelikte otururlarken karşıdan iki deveyle gelen birini gördüler de şöyle dediler: “Bu adamın aklından zoru mu var? Hiç olmazsa hava serinleyinceye kadar bekleseydi.” Kendilerine yaklaştığında o adamın Halife Hz. Ömer olduğunu gördüler. Hz. Osman onu bu sıcakta develerle ne işi olduğunu sordu. Müminlerin emiri cevap verdi: “Bu iki zekat devesi geride kalmışlar. Diğer zekat develerini otlağa göndermiştim, bunlar arkada kalmışlar, onlara yetiştireyim istedim. Çünkü korktum; kaybolurlarsa Allah benden bunun hesabını sorar.” Hz. Osman’ın gölgelikte biraz dinlenmesi teklifini ve su ikramını reddeden Halife, alelacele develerle oradan uzaklaştı. Bu manzara karşısında Hz. Osman dedi ki: İşte adam buna derler…

3- Kamu malları esasında kamu mülkiyetindedir; ancak onun üzerinde tasarruf yetkisi devlete ait olduğu için sonuçta onlar da devlet mülkiyeti olarak telakki edilebilir. Şu farkla ki, bir zaruret ve kamu maslahatı gerekmedikçe devlet kamu mallarını özelleştiremez yani özel kişilere bedelli veya bedelsiz temlik edemez.

4- Devlet (başkanı ve amirleri) devlet mallarının mutlak maliki değil aksine sorumlusu ve koruyucusu olduğundan ancak müslümanların faydası-kamu gerekleri yönünde mutasarrıftır. Bu yüzden devlet keyfi olarak devlet mülkiyetinin alanını genişletip daraltamaz, her şey hukuka nisbetledir.

b- Devlet Mülkiyetinin Mükellefiyetleri

Devlet, müslümanlar adına bazı şeylere sahip olmanın karşılığında müslümanlar için bazı hizmetleri yerine getirmekle mükelleftir:

1- Müslümanların can ve mal güvenliğini sağlamak,

2- İslâm vatanının korunması ve savunulması,

3- Devlet müesseselerinin işletilmesi,

4- Kamu hizmetlerinin yerine getirilmesi… Fonksiyonlarına göre bu kamu hizmetleri şunlardır.

a- İbadet hizmeti: Cami ve mescitler…

b- Eğitim hizmeti: Medrese ve muallimhaneler…

c- Ulaştırma: Yol, köprü ve kervansaraylar…

d- Toprak açmak ve güvenlik hizmeti: Zaviye ve tekkeler…

e- Sağlık hizmeti: Bimarhane, hastahane ve hamamlar…

f- İçtimaî dayanışma hizmetleri: İmarethaneler…

g- Su ve sulama hizmeti: Çeşme ve su yolları…

h- Ticaret hizmeti: Çarşı, han ve bedestenler…

l- Sanayi hizmeti: Maden işletmeleri, tersâneler ve diğer sanayi kuruluşları

(Örneğin Orhan Gazi İzniği fethedince bir medrese açtı ve başına Davud-i Kayserî’yi atadı; yaptırdığı imarethanede ilk yemeği bizzat kendisi halka dağıttı; Bursa’da da bir bedesten inşa ettirdi.)

5- İhtiyaç sahibi fakirlerin, hastaların, yaşlıların ve kimsesizlerin asgari hayat seviyesinde yaşayabilmelerinin teminat altına alınması,

6- Çalışma iktidarında olan herkese iş imkanının sağlanması…

Devlet mülkiyetinin asgarî ve azamî kapsamı ve konuları şartlara bağlıdır. Zamanla değişen şartlara göre bazen devlet mülkiyetinin kapsamı asgariye inerken bazen de kapsamı oldukça genişleyebilir; bu durum özellikle devlet işletmelerinde söz konusudur. Yeni şartların doğurduğu yeni ihtiyaçlara göre devlet mülkiyetine konu olan malların mahiyetinde de değişiklikler olur. Örneğin ticaret hizmetlerinin yerine getirilmesi için çarşı-han bedestenin yerine yeni şartlara uyum sağlamak kaygısıyla borsalar, dış pazarlar, bankalar ikame edilebilir.

İ- Zekat ve Faiz

İslâm’ın öngördüğü mülkiyet sisteminin nasıl işlediğini, servetin belli ellerde toplanmasını nasıl önlediğini ve özel mülkiyeti nasıl içtimaîleştirdiğini sadece faiz ve zekatı gözönünde tutarak mukayeseli olarak gösterelim:

Varsayımlar:

a- Faizin bulunduğu kapitalist bir ülkeye karşılık faizin yasak ve bununla birlikte zekatın sözkonusu olduğu bir İslâm ülkesi olsun.

b- Her iki ülkede de özel mülkiyet var.

c- Her iki ülkede de enflasyon yok.

d- Zekat oranı yüzde 2,5’tur. Faiz oranı da aynı oranda (% 2,5) olsun.

e- Başlangıçta 1 milyar lira nakit sermaye bulunsun.

f- Ticaret sözkonusu olmasın ve bu anapara İslâm ülkesinde faizsiz bankaya veya yastık altına konulsun, kapitalist ülkede ise faizli bankaya yatırılsın.

14 yıllık süreçte her iki ülkede sermayenin seyrini gösteren tablo şöyle olacaktır:

İslâm ülkesinde 1. yılın sonunda 25 milyon lirası zekat olarak verildikten sonra anapara 975 milyona düşüyor. 2. yılda 24,4 milyon lira zekat verildikten sonra anapara 950,6 milyon liraya düşüyor… 10. yıl sonunda anapara 776,2 milyon liraya düşüyor. Başlangıçtaki 1 milyar lira ile 10. yıl sonunda eldeki 776,2 milyon lira arasındaki fark (223,8 milyon lira) zekat olarak ihtiyaç sahiplerine tahsis edilmiştir.

Kapitalist ülkede ise 1. yıl sonunda 25 milyon lira faiz getirisiyle anapara 1 milyar 25 milyona, 2. yılın sonunda 25,6 milyon lira faiz getirisiyle 1 milyar 50,6 milyon liraya, (…) 10. yılın sonunda 31.4 milyon lira faiz getirisiyle anapara 1 milyar 287,3 milyon liraya ulaşıyor. 10 yıllık süreçte toplam 287,3 milyon liralık fazlalık doğmuş ki, bu fazlalık çeşitli metodlarla halkın cebinden, cemiyetten araklanan meblağı ifade ediyor.

10 yıllık süreç sonunda 1 milyar liralık anapara İslam ülkesinde 776,2 milyon liraya inerken, kapitalist ülkede 1 milyar 287,3 milyon liraya çıkmış ve arada 511,1 milyon liralık fark oluşmuştur. Bu süreç uzatıldığında fark daha da artmakta, örneğin 14. yıl sonunda İslâm ülkesinde 701,5 milyona inerken, kapitalist ülkede 1 milyar 421 milyon liraya çıkmakta; fark 2 katına ulaşmaktadır.

Son varsayımı (f), “her iki ülkede de anaparanın yıllık % 10 kâr getiren bir ticaret alanında çalışıyor olması” şeklinde değiştirsek de durum değişmez ve 14 yıl sonra anapara İslâm ülkesinde 2 milyar 663 milyon liraya, kapitalist ülkede ise 5 milyar 200 milyon liraya ulaşır; fark yine 2 kat oluyor.

İslâm ülkesinde faizin sözkonusu olmadığı bankalara, para ya atıl durması şartıyla yahut da kâr-zarar ortaklığı şeklinde yatırılır. Kapitalist ülkede ise sadece faiz geliri sağlamak amacıyla bankaya para yatırılır ki, yatıranın faiz kazancı yukarıdaki tabloda görülebilir. Bir de işin öbür tarafına, banka tarafına bakalım:

Kapitalist ülkelerde ödemeler genellikle çek, havale ve takas mekanizmalarından faydalanılarak gerçekeştirilir, banknot kullanımı ise cüz’idir. Şimdi ödemelerin % 20’sinin nakit parayla yapıldığı kapitalist bir ülkede bankaya yatırılan 1 milyar liralık bir mevduatla, bankanın iş adamlarına ne kadar kredi verebileceğini görelim. Bankanın mevduata karşılık tuttuğu oran (yasal oran) % 10 olsun. Bu durumda banka elinde 3,3 milyar lira varmış gibi hareket eder. (Bu miktar mevduat çoğaltanı formülüyle hesaplanmıştır.) Diyelim ki banka bu 3,3 milyarın tamamını % 4 faizle işadamlarına kredi olarak verdi: Yıl sonunda bankanın 132 milyar lira kredi faiz geliri olacaktır. Banka bunun 25 milyonunu bankaya 1 milyar yatıran tasarrufçuya ödeyecek, kalan 107 milyon lira ise kendisinin net kazancı olacaktır. Bu faizlerin tamamı ise sonuçta, işadamlarınca topluma ödettirilecektir.

Görüldüğü gibi faiz, mülkiyet dağılımını toplum aleyhine ve ama belli kişiler (kapitalistler) lehine değiştirmektedir. Bu mânâda Proudhon haksız değildir: “Mülkiyet hırsızlıktır!”… Oysa İslâm ülkesinde, başıboş sermayenin faizin yasaklanmasıyla belli ellerde toplanması önlenmiştir ve ayrıca zekat zorunluluğuyla mülkiyetin topluma yaygınlaştırılması sağlanmıştır.

Mülkiyetin diğer tahditleri ve mükellefiyetleri bir yana görüldüğü gibi sadece faizin haram-yasak ve zekâtın farz-zorunluluk oluşu bile, İbda’nın tesbitiyle, “iktisadî ve içtimaî ilimlerden anlayanlarca haddinden fazla yüklü kafasını yarasalar gibi duvardan duvara çarpan 20. asır dünyasının en dolambaçlı meselelerini bir anda düzeltmeye ve elinden kaçırdığı iktisadî ve içtimaî saadetin düzenini temelleştirmeye yeter./ Bitişiğindeki evde aç varken sofrasına ilişebilmiş insanı kendisinden saymayan İslâm ruhu, sermayenin oturduğu yerde ter ve yelpazelenme hakkı diye kullandığı faize red çekici ve bellibaşlı bir haddin üstündeki her 40 vahidden birini içtimaî tasarruf yoluyla bir taraftan muhtaçlara dağıtıcı ve bir taraftan sermayeyi budayıcı ve mala temizlik ve ibadet teklif edici iki şartiyle, kör ve sağır 20. asır dünyasının muhtaç olduğu yegâne kurtarıcı ve erdirici sistemdir.”

NETİCE:

İslâm esas olarak özel mülkiyeti benimser. Bununla birlikte kamu (toplum) mülkiyeti ve devlet mülkiyetini de tanır.

Normal şartlarda özel mülkiyet hakkına dokunulmaz. Ancak arızî durumlarda, örneğin zengin-fakir kutuplaşmasının tehlikeli boyutlara vardığı hallerde veya kıtlık ve savaş zamanlarında özel mülkiyete müdahale edilebileceğine dair görüşler de var. Meşhur bir hadisedir ki, böyle arızî bir durumda, büyük sahabilerden Ebű Zer Gıffarî Hazretleri zenginden alınıp fakire verilmesi görüşünü savunmuştu.. Prof. Vehbi Zuhayli de Hz. Ömer’in, “Eğer geride bıraktığım durumlar (kıtlık) gelecekte önüme çıkacak olsaydı zenginlerin mallarının ihtiyaç fazlasını alır, onları fakirlere geri verirdim.” dediğini nakleder.

Kamu-toplum mülkiyeti alanının oldukça sınırlı olmasına mukabil devlet mülkiyetinin azamî veya asgarî sınırı yoktur. İslâm Hukuku devlet mülkiyeti hususunda oldukça elastikîdir. İslâm devleti, zamanın şartlarına göre dilerse devlet mülkiyeti alanını kısıtlayabilir, dilerse genişletebilir; bu hususta devlet başkanı muhayyerdir. Nitekim Abbasilerde devlet mülkiyeti yok denecek kadar azken ve devletin piyasaya müdahalesi sözkonusu değilken Selçuklu ve Osmanlılarda devlet mülkiyeti birçok şeyi kapsıyordu ve piyasaya da müdahale ediliyordu.

İslâm’da ne özel mülkiyet (hakkı) liberal kapitalizmdeki gibi, ne kamu-toplum mülkiyeti kollektivizmdeki gibi, ne de devlet mülkiyeti faşist devletteki gibi mutlaktır. Mülkiyet hem fert hem toplum hem de devlet için mukayyet bir haktır. Herbirinin hak ve ödevleri şeriat tarafından belirtilmiştir.

Özel mülkiyetten dolayı İslâm’ı liberal kapitalizme, devlet ve kamu mülkiyetinden dolayı ise İslâmı kollektivizme ve sosyalizme benzetmek doğru değildir. Çünkü şeyler sadece adları aynı olduğu için nitelik bakımından da benzer olmazlar. Kendisi bir tecritten biraz öte olan mülkiyet ile ne kastedildiği ve onun çeşitli müşahhas kapsamları arasındaki farklılık ve ayırımlar göz önünde tutularak mukayeseye tâbi tutulursa görülür ki İslâm’ın vaz’ettiği mülkiyet ile zıtlarımızın öngördüğü mülkiyet arasında esasa dair bir benzerlik yoktur. İslâm’ın mülkiyet sistemi tamamen orijinaldir.

İbda’nın tarifiyle, “İslâm, zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamıdır.” Her bakımdan bütün zıt kutuplar arasındaki iyilikleri nefsinde toplayan, kötülükleri tasfiye edici ulvî ve ilahî ahenk ve terkiptir… Mülkiyet mevzuu, “zıt kutuplar arası muvazene” hikmetinin tecelli ettiği alanlardan birisidir. Mutlak fert mülkiyetinin cemiyet hakkını, ortakçı mülkiyet ve devlet mülkiyetinin ise fert hakkını çalmasına mukabil İslâm, ifrat ve tefrit halindeki bu zıt kutupların zararlı tesirlerini tâ ezelden tasfiye ederek ve ama faydalı yönlerini de tâ ezelden bünyesine alarak, fert ve cemiyet hakkı, fert ve cemiyet menfaati, fert ve cemiyet faydası gibi zıtlıkları ilahî bir ahenk ve terkiple muvazenelendirmiştir… Mutlak Fikir’e nispeti olmayan hiçbir görüş ve düşünüş bu zıtlıkları ahenkleştiremedi ve ahenkleştiremeyecektir de.

Mülkiyet bir insan-eşya ilişkisi midir, yoksa insan-toplum ilişkisi midir?.. Makine eskiçağ hukuku ile modern Batı hukukunu karşılaştırırken, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen kanunlarla (Medeni Hukuk), mülkiyet kanunları (Eşya Hukuku) arasındaki ayrımın ortaya çıkışını da ele alır. Ona göre eskiçağda böyle bir ayrıma rastlamak sözkonusu değildi. Eski Roma hukuku, sivil-medeni hukukla tabiî-eşya hukukunu birbirinden ayırırken, insanlarla ilgili kanunlarla eşyayla ilgili kanunlar arasında bazı ayrımlar getirmiştir. Pratik kolaylıklar sağlama açısından çok olumlu yönleri olan bu ayrım, Maine’e göre bütünüyle sunidir ve fakat hukuk tarihi çalışmalarını yanlış bir biçimde yönlendirmekte etkili olmuştur. Çünkü bu ayrımları kendi kavramları çerçevesinde değerlendiren modern hukukçular, bunun, ortaya çıktığı Roma toplumu içinde kesinlikle aynı anlamı taşımadığını, iki alanı düzenleyen ilkelerin ayrılmaz bir biçimde içiçe geçmiş olduğunu görememişlerdir. Oysa gerek Doğu toplumlarında ve gerekse feodalizmin son dönemlerine kadar batı toplumlarında, insan-eşya ilişkilerini yani mülkiyeti düzenleyen kanunlar, insanlar arası ilişkilerle ilgili kanunlardı. 18. yy’la kapitalizmin yükseliş dönemine kadar, mülkiyet haklarının ferdî haklar olarak görülmesi sözkonusu değildi. Aksine mülkiyet haklarını belirleyen, insanlar arasındaki ilişkilerdi.

Roma Hukuku’nun “insanlar arası ilişkileri düzenleyen kanunlar” ile “insan-eşya ilişkilerini düzenleyen kanunlar” şeklindeki ayrımının sunî olup olmadığı tartışılabilir. Ancak Maine’in de belirttiği gibi Batılı hukukçular bu ayrımı tabiî bir ayrım olarak kabul etmişlerdi ki, bu kabul ediş önemli sonuçlar doğurur:

Mülkiyetin insan-eşya ilişkisi olarak kabulü, insanın şey’leri tasarruf ederken diğer insanlardan (toplumdan) bağımsız hareket etmesini haklı kılar. Malik malından dilediği gibi faydalanır, dilediği gibi kullanır ve hatta imha edebilir. Devlet dahil hiç kimse ondan hesap soramaz; zira “şey” hususunda malik ile diğer insanlar arasında bir hukuk yoktur.

İslâmda ise mülkiyeti düzenleyen kanunlar ile insanlar arası ilişkileri düzenleyen kanunlar arasında bir ayrım yapılmaz. Mülkiyet ilişkileri, iktisadî ilişkiler, siyasî ilişkiler gibi hayatın farklı yönlerine ait ilişkiler, içtimaî ilişkiler bütünü içinde yer alır.

Madem ki elde edilirken, elde bulundurulurken ve elden çıkarılırken mülkiyetin toplumdan soyutlanması sözkonusu değil ve mülkiyet ilişkisi esasında bir insan-toplum ilişkisidir, şu halde, onun içtimaî mükellefiyetleri, Duguit’in tabiriyle bir “sosyal fonksiyonu” olmalıdır. Özel mülkiyet hakkını bahşeden Şeriat, onun içtimaî mükellefiyetlerini de belirtmiştir…

Etimoloji-kelimenin kök bilgisi, mülkiyeti anlamamız hususunda bize önemli bilgiler verir.

Grekçe’de mülkiyete karşılık gelen, “kyriotés” kelimesi “kyrios” kelimesinden türetilmiştir. “Kyrios” ise efendi, hakim, ev sahibi gibi hakimiyet ifade eden anlamlara gelir.

Latincede ise “dominium” mülkiyet anlamını ifade etmektedir. Bu kelime, efendi, sahip, yöneten anlamındaki “dominus”tan gelir. Aynı kökten türetilmiş “dominori” fiili, hakimiyet kurmak, idare etmek, hükümdarlık etmek anlamlarında kullanılır.

Dilimize “bütün dillerin anası” Arapçadan geçen “mülkiyet” (doğrusu milkiyettir) kelimesinin kökü “m-l-k”dir.

“M-l-k”: Mal, yer, bina… Hüküm ile bir şeyin zapt ve tasarrufu… İzzet, azamet, şevket… Bir şeyin dış yüzü… İnsanın sahip ve malik olduğu şey… Akıl sahiplerini tasarruf etmek… Malik olmak… Mülk… Memleket, ülke… Sahip, malik… Malı elinde bulunduran… Herşeyin sahibi olan Allah… Melik… Hakim-i Mutlak.. Hükümdar. Sultan. Padişah… Kadir… Kudret, kuvvet, iktidar… Şiddet…

İbranicede, “m-l-k” kökü kral mânâsınadır. Melek, melik ve molek gibi aynı kökten türeyen birçok kelime dolaylı ve dolaysız olarak hakimiyet anlamını taşır. Molek (molech-moloch) kelimesi günümüz Batı dillerinde de kullanılagelmektedir. Bu kelime Batı siyaset literatüründe “totaliter devlet”i sembolize eder…

Görüldüğü gibi çok eski geçmişe sahip bu dillerde mülkiyet ve hakimiyet arasında yakın bir alaka vardır. Bu alakadan hareketle, genel anlamda mülkiyet, “şeyler üzerinde hakimiyet kurmaktır” şeklinde tarif edilebilir.

İslam hukukçuları mülkiyeti “şey üzerinde malikin tasarruf yetki ve iktidarıdır” şeklinde tarif ederler. Bu yetki ve iktidarın ise kişilere hukuk-şeriat tarafından bahşedildiğini belirtirler. Buna göre, mülkiyetin kaynağı Şeriat’tır.

“Hakimiyet Allah’ındır” demek aynı zamanda “mülkiyet Allah’ındır” demektir. O Mutlak Hakim’dir. Mutlak Mâlik’tir.

Mutlak Mâlik (Allah) Kur’an’ında insanı eşya ve hadiseleri teshire memur halife olarak yarattığı beyan eder. (Teshir: Zaptetme, hâkim olma, zorla ele geçirme, itaat ettirme…)

İnsanın (halifenin) şeyler üzerinde hakimiyeti-mülkiyeti mecizidir. İnsanı, memuriyeti yerine getirebilme imkan ve istidadıyla yaratan Allah, ona eşya (şeyler) ve hadiseleri teshir edebilme yetki ve iktidarını da vermiştir.

Mülkiyetin doğuşunu ilk insan-ilk halife Hz. Adem’e dayandırabiliriz; ama o mülkiyetin mahiyetini bilme durumunda değiliz… İdealist felsefenin kurucusu Hegel’e göre Hz. Adem, hayvanlar üzerindeki ilk hakimiyetini onlara birer ad takarak kurmuştur. İbda, Hegel’in buluşunu kaynağından gösterir: “Allah Kur’an’da ‘Adem’e bütün isimleri öğrettiğini’ buyurmuştur. İnsanın eşya ve hadiseleri tanıması ve tahakkümü böyle, dil ile başlar.”… İbni Haldun ise Hz. Adem’in ilk çiftçi olduğunu rivayet eder…

“Adalet mülkün temelidir” demek aynı zamanda “adalet mülkiyetin de temeli” demektir. Adalet ise mülkiyetin meşruiyeti, elde edilişi ve dağılımı ile ilgilidir…

Mülkiyetin niçin’ini (kaynağını) kendinde gösteren İslâm, nasıl’ını (meşruiyetini) de bildirmiştir. Mutlak Fikir’e uygun elde edilen mülkiyet meşru ve adildir.

Her medeniyetin, kendisini temin eden değerler sisteminin biçimlendirdiği bir mülkiyet müessesesi vardır. Şeyler üzerinde ferdin mi, ailenin mi, toplumun mu, devletin mi hakimiyet kuracağını belirleyen; o toplumun moral, inanç, gelenek ve ahlakî kurallarıdır. Bir başka deyişle mülkiyet müessesesini doğuran ve şekillendiren o toplumun benimsediği hayat tarzıdır.

İyi-doğru-güzel olan, hangi hayat tarzına ait mülkiyettir? Elbetteki İslâm! Çünkü İslâm “Mutlak Fikir”dir.

FAYDALANILAN ESERLER

1 – Necip Fazıl Kısakürek, İman ve İslâm Atlası, Büyük Doğu Yay., İstanbul 1985.

2 – Salih Mirzabeyoğlu, İktisat ve Ahlâk, İbda Yay., İstanbul 1987.

3 – Felicien Challaye, Mülkiyetin Tarihi, (Çev. Arif Kızgıntuğ), Düşünen Adam Yay., İstanbul 1994.

4 – P.J. Proudhon, Mülkiyet Nedir?, (Çev. Gülşen Üretürk), Ararat Yay., İstanbul 1969.

5 – Eflatun, Devlet, (Çev. Türkan Uzel), M. Eğ. Basımevi, Ankara 1942-1946.

6 – F. Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, (Çev. Kenan Somer), Sol Yay., Ankara 1977.

7 – K. Marx, F. Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, (Çev. Mihri Belli), Sol Yay., Ankara 1977.

8 – Karl Marx, Kapital, Sol Yay., Ankara 1977.

9 – A. Smith, Milletlerin Zenginliği, (Çev. Haldun Derin), M. Eğ. Basımevi, İstanbul 1948.

10 – Şahin Yenişehirlioğlu, Hegel Felsefesinde Birey, Toplum, Devlet İlişkileri, Birey ve Toplum Yay., Ankara 1985.

11 – Thomas More, Ütopya, (Çev. M. Urgan, U. Günyol), Gün Basımevi, İstanbul 1964.

12 – Tommaso Campanella, Güneş Ülkesi, (Çev. U. Günyol, H. Kazgan), Sosyal Yay., İstanbul 1985.

13 – Grotius, Savaş ve Barış Hukuku, (Çev. Seha Meroy), Ank. Ünv. Siyasal Bilg. Fak. Yay., Ankara 1967.

14 – Kropotkin, Anarşizm, (Çev. N. Sel), Habora Kitabevi, İstanbul 1967.

15 – Aristo, Politika, (Çev. Niyazi Berkes), Maarif Basımevi, İstanbul 1944.

16 – Jhering, Hukuk Uğrunda Savaş, (Çev. Rasim Yeğengil), Sinan Mat., İstanbul 1964.

17 – Ayşe Buğra, İktisatçılar ve İnsanlar, İletişim Yay., İstanbul 1995.

18 – Gülten Kazgan, İktisadi Düşünce, Remzi Kitabevi, İstanbul 1991.

19 – G. Bourgin, P. Rimbert, Sosyalizm, (Çev. Ahmet Angın), Kitapçılık Yay., İstanbul 1966.

20 – Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, İlmî Yay., 1981.

21 – İmam Ebû Yusuf, Kitabu’l-Haraç, (Çev. Ali Özek), Hisar Yay., İstanbul 1973.

22 – Ö. Lütfi Barkan, İslam – Türk Mülkiyet Hukuku, Huk. Fak. Mecmuası ayrı basım, İstanbul 1941.

23 – Ali Şafak, İslam Arazi Hukuku ve Tatbikatı, TÜRDAV Basım, İstanbul 1977.

24 – Ö. Nasuhi Bilmen, Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, Bilmen Yayınevi. İstanbul.

25 – Vehbi Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, Risale Yayıncılık.

26 – Ali Hikmet Berki, Mecelle, Hikmet Yay., İstanbul 1982.

27 – Adnan Güriz, Teorik Açıdan Mülkiyet Sorunu, Ank. Ünv. Huk. Fak. Yay., Ankara 1969.

28 – Adnan Güriz, Modern Mülkiyet Kavramı ve Toprak Reformu, (Seminer), Ankara 1968.

Kaynak: S.D., Akademya I. Dönem 4. Sayı, Ekim 1996. (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!