Konya’da, Üstad Necib Fazıl’ın tabiriyle, bir “Mevlâna Rezaleti” daha yaşandı. 1-17 Aralık tarihleri arasında gerçekleştirilen Şeb-i Aruz törenleri, Tasavvuf Musikisi konseri, Sema gösterileri, çeşitli etkinlikler eşliğinde gerçekleştirildi. Bu etkinlikler “İnanç Turizmi” gibi abes bir başlık altında gerçekleştiriledursun, devlet erkânı da bu abesliğe iştirakte geri kalmadı. Hazret-i Mevlânâ’ya ait olmayan “ne olursan ol gel” ifadeleri, onun hayatı ve düşüncesine aykırı bir sürü ritüel, hümanizm saçmalıkları vesaire… Ancak bu yıl, devlet erkânının katıldığı “resmî” törenden önce, 16 Aralık’ta gerçekleştirilen “Sema Töreni”nde Ömer Tuğrul İnançer yüreğimize bir nebze su serpti. Hazret-i Mevlânâ’nın bir şov malzemesi yapılmasından, fikirlerinin çarpıtılmasından rahatsızlığını dile getirerek, sert bir konuşma yaptı. Konuşmasının ardından, her biri devlet memuru olan semazenlerin sahtelikler panayırı başladı ki, baş dönmesi ve mide bulantısı eşliğinde salonu terk ettik.
İşin garib tarafı, bu şov, tekke ve zaviyeleri kapatan Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından yapılıyor. Bakınız olay nasıl gerçekleşiyor:
“Mevlevi dergâhı ve Mevlevilik pratiği, diğer bütün tarikat, tekke, dergâh ve zaviyelerle birlikte 1925’te kapatıldı. Üstelik kanunu hazırlayanların başındaki kişi, yani Konya mebusu Abdülhalîm Çelebi, Mevlevi tarikatının da başındaki kişiydi. O sırada Meclis Başkanvekili olacak kadar devrimlerin içindeydi. “Bu kanunu çıkarırken ayrıcalık yapamazdık” diyecek kadar da hukuk teorisine bağlı bir milletvekiliydi. Mevlana’nın 22 kuşaktan torunu Esin Çelebi’den öğreniyoruz ki, Abdülhalîm Çelebi, Konya Mevlânâ Dergâhı’nın son postnişini idi. Makam çelebiliğinin getirdiği görevlerin yanı sıra millî mücadeleye destek vermişti, en önemlisi, Tekke ve Zaviye Kanunu çıkmadan, Gazi Mustafa Kemal Paşa ile konuşmalar yapmış ve onun da onayını alarak, oğlu Mehmed Bakır Çelebi’yi, Halep Mevlevîhanesi’ne şeyh olarak tayin etmişti. Kanundan iki yıl sonra Atatürk’ün özel bir izniyle Konya’daki Mevlana türbesi, müze olarak tekrar açıldı. Yine de Mevlevi semaları yapılamıyordu. Mevlevilik, merkezini Suriye’nin Halep şehrine taşıdı. Ancak Suriye’deki Mevlevilerin Türkiye yanlısı hisleri önce Fransızları, sonra da Suriye devletini rahatsız etti. Halep’teki Mevlevi merkezi kapatıldı. Mevlevi şeyhleri de ülkemize döndü. Türkiye’de ilga kanunundan sonraki ilk Mevlevi seması 1953’te yine özel bir izinle gerçekleşti. Konya’da bir sinemada, bir müzisyen ve üzerlerinde Mevlevi kıyafetleri olmayan iki semazenden oluşan bir grup tarafından.”(1)
Daha sonra 1970’li yıllarda Mesnevî tercümeleriyle Hazret-i Mevlânâ’dan haberdar olmaya başlayan yabancı turistlerin Hazret-i Mevlânâ’ya ve türbesine olan ilgisi Turizm yatırımı olarak dikkat çekiyor ve şov başlıyor. Hazret-i Mevlânâ’nın ruhaniyeti huzurunda bir sürü gürültü ve patırtı kopartılıyor ve birkaç cılız ses dışında hiç kimse bu saçmalığa dur demiyor. Üstelik, Hazret-i Mevlânâ’nın düşünceleri, İBDA Mimarı’nın, “kadavra mistisizmi” olarak tabir ettiği çeşitli Uzakdoğu mistik görüşleri ile çorba edilip çarpıtılıyor. Tahrif, Hazret-i Mevlânâ’yı “Dinler Arası Diyalog” sapkınlığının mimarı olarak takdim etmeye kadar vardırılıyor.
Diğer taraftan, Hazret-i Mevlânâ’nın eserleri yabancı dillere tercüme edilirken de tahrifata uğramış. Nitekim, ABD’li Psikolog İbrahim Gamard, “Mevlana’nın Rubaileri” isimli kitabıyla ilgili olarak şöyle diyor:
“Son olarak da bu rubaileri bir kitapta toplama ve okuyuculara sunma ihtiyacı hissettik. Çünkü Mevlana’nın rubaileri, bilim adamları tarafından orijinal halleriyle İngilizceye çevrilmemişti. Mevlana’nın rubaileri ABD’de pek çok şair tarafından değiştirilerek, içindeki ‘namaz, secde, rüku ve Allah’ gibi bölümleri çıkarılarak yayımlandı. İslam’a ABD’de biraz şüpheyle bakıldığı için, Mevlana ile ilgili yazılan kitaplarda, Mevlana’nın din ile ilgili sözleri değiştiriliyor. (…) Bu kitabı yazmamdaki temel amacım Mevlana’nın Hazret-i M……..’e övgü dolu sözlerini, aşkını ve bağlılığını göstermekti, çünkü, ABD’de Mevlana’yı bir Müslüman’dan ziyade bir düşünür gibi görme eğilimindeler. Bu yüzden daha önce yazdığım kitaba ‘İslam ve Mevlana’ ismini verdim. Çünkü Mevlana’nın Hazreti M…….’in gerçek bir takipçisi olduğunu göstermek istedim”.(2)
Yine Fransız Profesör Eric Geoffroy, Mevlânâ’nın son yıllarda Batı dünyasında büyük bir tanınırlık kazandığını; ancak Batılı eserlerde çoğunlukla Mevlânâ’nın İslam’la ilişkisinin koparıldığını, Mevlânâ’nın Kur’an-ı Kerim’den bağımsız düşünülemeyeceğini söylüyor. ABD ve Avrupa’da Tasavvufu İslam’dan soyutlayarak yeni bir “new age din” çıkarma çabası olduğunu savunuyor. “Günümüzde Mevlânâ, İslami köklerinden koparılarak yeni bir ruhani lider gibi sunuluyor. Bugün birçok kişi Mevlânâ’nın ön adının Muhammed olduğunu bilmez. Zira, Batılı çalışmalarda kimse onun gerçek adını kullanmaya cesaret edemiyor.” diyor. Mevlânâ’nın feyz aldığı dostu Şems-i Tebrizi’nin Batılı eserlerde “gezgin ve hippi bir kişilik” gibi yansıtıldığını anlatıyor.
İşte Konya’daki Şeb-i Aruz törenleri de, Batılılarca çizilmiş İslâm’la alâkasız Mevlânâ portresinin, Türkiye Cumhuriyeti tarafından onaylanmış “resmî” çerçevesini tamamlıyor.
Üstad Necib Fazıl’ın “Mevlâna Rezaleti” ve “Turist Terliği” başlıklı yazılarını, o günlerden bugüne hiçbir şeyin değişmediğinin vesikası olarak aynen veriyoruz:
MEVLÂNA REZALETİ
Ne korkunç bir başlık değil mi?.. Birden bire insana gelen his şu: Mevlânâ’yı korumak için mi, batırmak için mi kullanılıyor bu başlık?..
Bakın niçin?..
Mevlânâ gibi, İslâmın iç dünyasına ait ilâhi ışıkları feza çapı gönül fânusunda ışıldatan bir veli etrafında yaptıkları törenler ve gösterdikleri alâka, hele yarı resmî devlet ifadesi olarak o büyük zatı anlamak ve anlatmak bakımından gerçek mânaya o kadar uzaktır ki, «rezâlet» kelimesinden başka hiçbir türlü belirtilemez.
Biricik vasfı İslâm, biricik hakikati tasavvuf ve biricik gayesi ilâhî visâl olan koca velîyi, döndüre dolaştıra nihayet turist terliğine benzettiler. Şişli dönme muhitleri, Zekeriya sofraları veya ispritizma masaları mutekitlerinin hakikat ve güzellik ölçüsü çemberi içine almaya yeltendiler Mevlânâ’yı…
Yukarıdaki vasıflar dururken Mevlânâ’nın ne Türklüğü, ne şairliği, ne düşünürlüğü hayal edilebilir.
«Ben Kur’ân’ın kölesiyim; ben Ahmed-i Muhtar’ın yolunda O’nun ayak toprağıyım!» diyen bir ermişi, bağlı olduğu aşk ve iman kutuplarından ayırıp rejimin ve günün keyfine göre şekil ve mânalara büründürmek, Kur’ân’ın kölesi ve O’nun ayak toprağı olmayı kabul etmeyenlerin mânevi cinayetleri arasında en sefil olanıdır.
Allah ve Resûlüne bağlı olmayanların Mevlâna’ya bağlılık iddia etmeye ve onun mübarek adını mini etekten «Gelin Gecesi» tuvaletine, turist kokona tecessüsünden favorili züppeler cümbüşüne kadar istismar vesilesi kılmaya hakkı yoktur.
Kim bu şekilde oynamalar, zıplamalar, hırlamalar, dümbelek çalmaların dinde ve Mevlânâ’da olmadığını biliyor ve «Ben Kur’ân’ın kölesiyim» diyorsa o buyursun Mevlânâ törenine!..(3)
TURİST TERLİĞİ
Mevlâna Hazretlerini nihayet bir turist terliği veya Hacı Bekir lokumu halinde yabancılara dil şapırdatacak yerli bir mamul haline getirdiler. Artık o büyük velî, içine kapanık derin müminler müstesna, içeride (vizon) kürklü sosyete hanımlarının, dışarıda da, elindeki saplı gözlükle garip şeyleri seyretmeye bayılan Amerikan kokonalarının mevzuu…
Koca Mevlâna; bu hale mi getirilecektin? Mevlevî âyinlerindeki ney çığlıklariyle, deveranla, eteklerin handiyse altından çıplak bacak çıkacağı hissini veren dalgalanışlariyle bir (defile) zevkine mi alet edilecektin?
Sen bu sefil zevkten münezzehsin; ve Mevleviliğin ilk tatbikatında bunların olmadığı muhakkak.
Mevlâna Hazretleri, Allah ve Resûl aşkı ve onlara bağlı olarak şeriat riayetiyle yanan bir velî bilinmek; ve Allah, Resûl ve şeriat aşkına yabancı olanların da onu sevmeye ve benimsemeye hakları olmadığını kabul etmek lâzımdır. Yoksa bugünkü benimsenmiş şekliyle Mevlâna, bir (lâik), bir (ate), bir maddeci, bir komünist tarafından da yüceltilebilir ve bu yüceltiş, o münezzeh Velî’yi yerin dibine indirmek olur.
Vâkıâ Mevlevîlik, Nakşîlikte olduğu gibi, emanet kevserini tek damlasına kıymadan avuçtan avuca aktaran bir inzibat çizgisi üzerinde yürüyememiş, arada bir sürü «Bid’at-uydurma yenilik» oyunlarına gelmiş ve Üçüncü Selim Devrinde son sesini ve şiirini Dede’ler ve Şeyh Galip’lerde bularak sönüp gitmiştir. İşte bu hâl de nihayet Mevlâna’nın bu şekilde istismarına kadar varmakta…
20’nci Milâdî ve 14’üncü Hicrî Asrın büyük kutbu Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri şöyle buyurur:
– Bektaşî’nin küfrü ve Mevlevî’nin gururu olmasaydı.
Allah, aslında münezzeh olan Bektaşîliğin bu mânada hortlatılmasından bizi korusun!.. Onu da yapabilirler… Bedestende ahmak turistlere sahte tarihî eşya imal eden kalpazanlarla elele, politika düzenbazları ve İslâm tahrifçileri bunu da yapabilirler.(4)
Dipnotlar
1- Özcan Yüksek, “Anma Gösterileri Mevlana Ruhuna Uygun Düştü mü?”, Referans Gazetesi, 06.10.2007.
2- www.cnnturk.com
3- Salih Mirzabeyoğlu, Kavgam –Necip Fazıl-, c. 2, İBDA Yayınları, İstanbul 1987, s. 230-231.
4- NFK, Rapor 7/8, 6. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2015, s. 35-36.
Haftalık Baran Dergisi, Sayı 102, 24 Aralık 2008