Röportaj ve İngilizceden Tercüme:
Hayreddin Soykan
Profesör James W. Morris, Boston College Üniversitesi İlâhiyat bölümünde akademik hayatını sürdüren, aslen Kızılderili ve 40 yıldır Müslüman olan Amerikalı bir profesördür. Boston College’den önce, İngiltere’deki Exeter Üniversitesi’nde İslâmî Araştırmalar Kürsü Başkanlığı yaptı, daha öncesinde Princeton Üniversitesi, Oberlin College, Temple Üniversitesi, Paris ve Londra’daki İsmailî Araştırmalar Enstitüsü’nde dersler verdi. Paris’teki Ecole Pratique des Hautes Etudes’de, Malezya’daki Malaya Üniversitesi’nde ve Bosna-Hersek’teki Saraybosna Üniversitesi’nde ziyaretçi profesör olarak görev yaptı. Sayısız ülkeye inceleme gezileri düzenledi ve hem Avrupa hem de İslâm Dünyasında hâlen çok çeşitli seminerler vermekte ve akademik çalışmalara iştirak etmektedir. Chicago Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları bölümünden 1971 yılında mezun olduktan sonra, Harvard Üniversitesi’nde Yakın Doğu Dilleri ve Medeniyetleri alanında 1980 yılında profesör oldu. Profesörlüğe kadarki akademik kariyeri boyunca, Fas Casablanca’da, Fransa Strasbourg Üniversitesi’nde, Mısır’daki Kahire Amerikan Üniversitesi’nde, İran’da Tahran İslâm Düşüncesi Akademisi’nde akademik eğitimini ikmâl etti. Profesör Morris, sayısız uluslararası akademik, yayıncı, araştırmacı kuruluşun seçkin mensublarından biridir. Başkanlığını yaptığı Uluslararası Rumî Enstitüsü İstişare Konseyi yanında, Muhyiddin İbni Arabî Cemiyeti, İngiltere’deki çok sayıda Ortadoğu ve İslâmî Araştırmalar Enstitüsü, yine Amerika, Fransa ve İran’daki çok sayıda seçkin akademik kuruluşun idare kadrolarında faaliyetlerini sürdürmektedir. Verdiği dersler arasında, Tasavvuf, Tasavvuf Şiiri, Tefsir, Hadis, Kelâm, İslâm Felsefesi ve Karşılaştırmalı Dinler başta gelmektedir. Çeşitli dillerde yayınlanmış sayısız akademik makalesi ve diğer yazarlara âit birçok esere yaptığı kısmî katkılar yanında, kendisine âit yayınlanmış bellibaşlı eserleri şunlardır: “Ahlâktan Ruhî Tahkîke Adanmaya” (2007), “Ruh İlmi” (2006), “Aksettirici Kalb: İbni Arabî’nin Futuhat-ı Mekkiyye’sinde Ruhî Zekâ” (2005), “Yönelişler: Bir Dünya Medeniyetinde İslâmî Tefekkür” (2004), “İbni Arabî: Futuhat-ı Mekkiyye” (2002), “Mürşid ve Mürid: Erken Tarihli Ruhî Bir Diyalog” (2002), “Sultanî Hikmet: Molla Sadra’nın Düşüncesine Giriş” (1981) ve “İbni Meserre” (1973). Bazı eserleri Türkçe, Arabça, Fransızca, Urduca, Endonezyaca, Boşnakça, Sırpça ve Hırvatça’ya tercüme edilmiştir. Kendisiyle 23-28 Mayıs 2008 tarihleri arasında İstanbul’da düzenlenen “Modern Çağ ve İbn Arabî Uluslararası Sempozyumu” sırasında görüştük.
***
Aylık: Ben ve arkadaşlarım, Aylık ve Baran dergileri için yazıyoruz. Sizinle Muhyiddin-i Arabî üzerine bir röportaj yapmak üzere karşınızdayız.
J. Morris: “Baran” dediniz, Türkçedeki anlamı nedir?
Aylık: Farsçadan geliyor aslında ve “yağmur” demek.
J. Morris: Tamam, Farsça’daki “Baran”! Ne güzel; hayatımda seyrettiğim en güzel filmlerden biri de İranlı yönetmen ve oyuncu Mecid Mecidî’nin “Baran” adlı filmiydi. Baran isminde bir Afgan mülteci kızın hikâyesiydi filmde anlatılan. Bu ayrıca çok hoş, çünkü kendi şeyhimin (Nur Ali Elahî, 1895-1974) geldiği yer ve benim bizzat ziyaret ettiğim yerlerden biri de İran Kürdistanı’dır. Kendisi vefat etti ve kızkardeşi de bir şeyh ve değerli bir muallimdi (Malek Jân Nematî, 1906-1993). Benim manevî hayatım bakımından çok değerli şahsiyetlerdir bunlar.
Aylık: Fikriyatımızın üç kurucu şahsiyetinden ikisi de Kürd bölgelerinde yetişmiş yahut doğmuştur. Üstad Necib Fazıl’ın şeyhi Abdülhakîm Arvasî Hazretleri en başta. Necib Fazıl’ı duymuş muydunuz?
J. Morris: Adını işittim ancak teferruatlı bir malûmatım yok maalesef.
Aylık: Türkçenin en büyük şairi olduğu hususunda üzerinde mutabakat bulunan, fakat bizim için ayrıca, “Büyük Doğu” ismiyle İslâmî bir dünya görüşünü sistemleştirmesi hasebiyle bilhassa kıymetli olan bir fikir adamıdır. Bu arada, buradaki arkadaşlarımız sizin ne kadar zamandır Müslüman olduğunuzu merak ediyorlar.
J. Morris: Bu sene itibariyle 40 yıl oldu.
Aylık: Tebrik ediyoruz. Bilvesile, insanî sıcaklığınız, samimiyetiniz yanında, bu hasletlerinizle içiçe olarak etnik bir farklılık izi taşıyan yüz ifadenizin de çok hoş olduğunu belirtmeme izin veriniz. Amerika’da mı doğdunuz? Ayrıca, nerede Müslüman oldunuz?
J. Morris: Evet, Amerika’da doğdum, ailem “eh işte” Hıristiyan olsalar da, köken itibariyle Kızılderiliyiz, Cherokee kabilesinden. İşte bu yüzden Fas’a gidip çöllerde Berberîlerle yahut dünyanın bu kısmındaki dağlarda yaşayan Kürtler ve Afganlılarla gidip yaşamak beni daima cezbetmiştir. Sorunuzun diğer kısmına gelince, Fas’ta Müslüman oldum.
Aylık: Az önce Necib Fazıl’dan bahsediyordum. Liderimiz Salih Mirzabeyoğlu, O’nun bir numaralı talebesidir. Kendisiyle henüz 15 yaşındayken tanışmıştır. Mirzabeyoğlu’nun temel hedefi, bugün birbirinden ayrı düşmüş tüm İslâm ülkelerini birleştirip tek bir devlet çatısı altında birleştirmek. “Büyük Doğu” da bir yönüyle işte buna dair.
J. Morris: İslâm Ülkeleri Ligi…
Aylık: Evet, bir bakıma öyle de diyebiliriz. Fikir ve aksiyon mektebimiz çevresinde bizler de, gerek kültürel gerek siyasî faaliyetler yoluyla bu hedefe varma uğruna mücadele ediyor, savaş veriyoruz. Bu açıklayıcı temel üzerinde, az önce ifade etmek isteyip de yarıda kalan bir sözüm vardı, onu tamamlamak isterim. Sizin ilk şeyhiniz gibi, bizim liderimiz Mirzabeyoğlu da Kürt bölgelerinde doğmuş ve ilk çocukluğu yine bu bölgelerde geçmiştir. Soy itibariyle, Hazreti Peygambere uzanan bir neseb çizgisi üzerindedir. Necib Fazıl’ın şeyhi Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, hâkezâ, yine Kürt bölgelerinde doğup yetişmiş bir büyük şeyhtir, bir Nakşî şeyhi. Fikir ve hareketimiz de bu bakımdan, Nakşî temeli üzerinde yükselen bir mânâ belirtir.
J. Morris: Türkiye’deki çok sayıda Nakşî hüviyetli cemaatin varlığı husûsen dikkat çekici zaten.
Aylık: Her ne kadar böyle bir Nakşî geleneğinin takibçi ve takdircisi olsak dahi, Muhyiddin-i Arabî Hazretlerine de mümtaz bir değer ve ehemmiyet atfederiz ve sırf bu yüzden, yani Muhyiddin-i Arabî Hazretlerine verdiğimiz bu müstesnâ kıymetten dolayı zaman zaman bazılarınca kıyasıya tenkid edildiğimiz dahi olur.
J. Morris: Aslına bakılırsa, Şeyh-i Ekber’in silsilesi ile Nakşî silsilesi arasında bir bağ mevcuttur.
Aylık: Bu çerçevede size sormak istediğimiz birkaç soru olacak izninizle.
J. Morris: Buyrunuz.
Aylık: İlk ve galiba en önemli sorumuz şu olacak size: Bildiğiniz üzere, İmam-ı Rabbanî Ahmed Farukî Serhendî Hazretleri “müessir”de derinleşirken, Muhyiddin-i Arabî Hazretleri “eser”de derinleşiyor. “Vahdet-i Vücud”çular “Her şey O’dur” diyor, buna mukabil “Vahdet-i Şuhud”u öne süren büyükler “Her şey O’ndan” demekteler. Son İslâm asrının yenileyicisi kabul ettiğimiz Salih Mirzabeyoğlu ise, “Her şey O değil O’ndan; bu yüzdendir ki O” diyerek, bu iki ekolü “telif” ediyor. Bu hususta siz ne düşünüyorsunuz?
J. Morris: Bilmeniz gerektiği üzere, bunlar eski zamanlarda kalmış ve bizi bir neticeye vardırmayacak tartışmalardır. Meselâ, Hindistan örneğini verdiğiniz için söylüyorum, o dönemin önde gelen şahsiyetlerinden olan Nakşî Abdurrahman Câmî, o güzelim şiirlerinden birinde “Heme Ost, Heme Ost” (Her şey O’dur) der. Bu Hallâc için de, İbni Arabî dahil, her şeyde O’nun vechini gören tüm büyükler için de cârîdir. Ama İbni Arabî başta, büyüklerin hepsi, aynı zamanda, “fark”, “cem”, “fenâ” ve “bekâ”nın da sözkonusu olduğunu, tüm durumlarda önemli olanın “aynü’l-cem” (bütün zıtlıkları zâhirde ve bâtında mahvolmuş bulmak) yahut “bekâ ba’de’l-fenâ” (yok olduktan sonra var olma-ölümsüzlüğe erme) olduğunu da ifade ederler. Elbette, kendinizden geçtiğiniz ve “her şeyin O” olduğunu söyleyebileceğiniz kimi manevî sarhoşluk ânları bulunabilir veyahut bunların, o tecrübeyi yaşayanların bizzat “hissediş”leri anlamında doğru olduğu da söylenebilir ancak, “hakikat”, Allah Resûlü’nün, yine O’nu halkalayan büyük sahabîlerin gördükleridir, hatta O’nun, Hazreti Ebû Bekir gibi büyük sahabîlerde Hakk’ı nasıl gördüğüdür. Her ne kadar İslâm büyükleri, hakîmler ve âlimler nezdinde böylesi tartışmalar yürütülmüşse de, aynı şekilde dil sürçmeleri nevînden, aslî değil de ârızî birtakım haberler gelmişse de, gerçekte daimî ve hakikî olarak “Her şey O’dur” diyen hiç kimseyi hiçbir yerde bulamazsınız ve bunlar, bir noktadan sonra, halkın bilir bilmez içine daldığı ve dillendirdiği iftiralar raddesine varmaktadır, çocukların oynadığı çamur topu oyununa döndürülmektedir, kısacası bu bahisler yanlış anlaşılmaktadır.
Başın başında, Kur’ân’da da buyrulduğu üzere, her şeyde, ruhlarımızda, ulaşabildiğimiz her ufukta O’nun âyetleri, işaretleri vardır. İbni Arabî başta, tüm muallimlerin bizlerden bilhassa istedikleri de, işte bizi Allah’a götüren, bizi O’na doğru cezbeden ve O’nun her yerde hâzır ve nâzır oluşuna delâlet eden bu “âyet”leri görmemizdir. Tabiî ki, insanların bu kemâl seyrinde kendi nefslerini unuttukları, kendilerini göremez oldukları demler ve bu demlerde “şatahât” nevînden ve manevî sarhoşluktan neş’et eden ânlık duygu ve ifâdeleri de olur. Ne var ki bu, dâimî ve kalıcı bir makam yahut durum değildir. Ezcümle, hayatım boyunca ben, bugüne kadar, bu tarzda “Her şey O’dur” diyen hiç kimseye rastlamadım.
Böylesi “yanlış” kanaatlere saplanmakla itham edilen büyükler, aslında Allah’ın her yerde hâzır ve nâzır oluşunu kendi dar ufuklarımıza, dar inanç ve görüş çerçevelerimize hapsetmememiz, O’nu dar kalıblarla sınırlandırmamamız için bizleri uyarmaktadırlar.
Aylık: Sanıyorum, meselenin kökünde Tasavvufun mânâsına dönük yanlış bir tutum, yanlış bir bakış ve anlayış asıl rolü oynuyor ve Muhyiddin-i Arabî Hazretleri, bu tutum, bakış ve anlayış sahibleri nazarında sadece bir “bahane” teşkil ediyor.
J. Morris: Tam da dediğiniz gibi, temelde birer “bahane”dir bunlar. Meselâ Vahhabîlerin, bu bakımdan daima savaşmaları gereken bir “bahane”si mevcuttur, başka türlü yapamazlar. Yine, bırakınız Tasavvufu veya bir unsur olarak İbni Arabî’yi, Hazreti Peygamberin bizzat yapıp söylediklerini reddetmeleri, hattâ Hazreti Peygamberin kabrini yerle bir etmeyi dahi hayâl etmeleri sözkonusudur; şartlar müsaid olsa bunu bile yapmaya teşnedirler. Yani, hep bir “bahane”si, hep bir “kavga”sı olanların, ne bahanesi ne kavgası biter; biri olmazsa öbürü icad edilir, İbni Arabî olmasaydı başka birini yahut yahut başka bir şeyi ortaya atacaklardı.
Ancak, burada asıl önemli olan husus şudur: Eğer biz Kur’ân’a uygun bir hayat sürdürecek olursak, insanlar bize zaten sırtlarını dönmez ve söylediklerimize kulak verir, yaptıklarımıza dikkat kesilir. Şayet Hazreti Peygamberin getirdiği ruhla davranırsak, O’nun hadislerine, ahvâline muvafık bir hâllenme ve mâletme gayretimiz olursa, çevremizdeki insanların hâl ve hayatlarının da bu istikamette değiştiğini müşâhede edebiliriz. Yani, kimseyle atışmak, tartışmak, cedelleşmek zorunda değiliz. Müslümanların asıl unuttukları nokta burasıdır. Cedelleşmeyi yirmi ayrı yerde kınar Kur’ân.
Aylık: Haklısınız.
J. Morris: Sükûnet, sükûnet. Sadece bu mesele değil, çoğu durum için de bu hakikat cârîdir. Dediğim gibi, siz Kur’ân ahlâkına, Allah Resûlü’nün ahlâkına bürünmeye çalıştıkça, böyle bir hayat sürdükçe, tartışmaya ve tartışmalardan müteşekkil kılavuz kitablara ihtiyaç da duymayacaksınız.
Aylık: Galiba, bu biraz da bizim “hâl”den, hakiki İslâmî ruhtan ne derece uzak düştüğümüze bir nişâne oluyor, yani tüm bu kavgacılığımız, tartışmacılığımız, daima böyle bir ihtiyaç içinde bulunuşumuz. Mesele sadece Vahdet-i Vücûd ve Vahdet-i Şuhûd tartışmasından ibaret değil. Her sahada bu böyle. Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin söyledikleri, yazdıkları ve yaşadıkları da, işte bu zâviyeden baktığınızda bir “hâl”dir, O’nu gerek gördüklerinde tenkid eden büyüklerinki de aynı şekilde bir “hâl”; yani, bir dedikodu, bir kaal, bir çekişme ve atışma değil. Bu son kısım, hakikatte var olmasa da herşeyden bir cedel mevzuu çıkarmak, onların hâlleriyle hâllenmeyen bizim gibilere kalıyor maalesef.
J. Morris: Evet. Aynı çizgide, insanların ağzında bir “dâvâ”, “Hakk dâvâsı” lafıdır gidiyor. Aslına bakarsanız, “dâvâ”, insanları genelde öyle lâfını etmekle pek etkileyen bir şey de değildir, pek bir yararı yoktur bunun. Aynı yere geleceğim; şayet “hakikat”i yaşar ve konuşursanız, çevrenizdeki herkes sizin işaret ettiğiniz yere doğru zaten yönelecektir. “Hakikat” zaten herkesin istediği bir şey değil midir? Yani, bağırmanıza gerek yok, çünkü sattığınız bir şey yok, siz sadece “yaşıyorsunuz”.
Aylık: Kuşkusuz. Kalbler, Allah’ın elindedir; kalbler üzerinde O’nun tasarrufu vardır. Gayretimiz, yalnızca kalbimizi O’na açmak ve ancak böylelikle, yani bizzat yaşadığımız bu “hâl” ile insanlara tesir edebilmek. Çünkü “Söz, kalbten gelince kalbe tesir eder” ancak, şayet kalbimizde bu mânâda tesir edecek bir kabiliyet, bir muhteva, bir Hakka yakınlık yoksa, o hâlde bağırıp çağırmaya ve nâfile yere insanları “Hakk’a dâvet etme”ye de bir mahal bulunmasa gerek. Sizde mevcud olmayan bir şeye dâvet gibi, pek bir tesiri de olmayacaktır bunun. Payımıza düşen tek bir şey kalıyor geriye: Tartışmak, çekişmek, döğüşmek, dedikodu yapmak…
J. Morris: Evet. (Tebessüm ediyor). Sorularınıza devam edebilirsiniz.
Aylık: Şimdi, bir diğer soruya geçmek istiyorum o hâlde. Sizin nazarınızda Tasavvufun, husûsen Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin, Müslüman yahut değil, tüm beşeriyet için, insanlığın geleceği için, rolü, mânâsı ve ehemmiyeti nedir?
J. Morris: Çok yönlü ve zor bir soru elbette. Müslümanlar için Tasavvuf bir başkadır, diğerleri için daha bir başka, tabiî bir de Müslümanlar içinde görünüp de Tasavvufu reddeden bir diğer grub için çok daha başka.
Aylık: Çok çeşitli çevrelerden okuyucularımız olacaktır. Sorumuzun çerçevesini bu yüzden biraz geniş tutmak istedik.
J. Morris: Her üç grub için de geçerli olabilecek önemli bir tesbitle başlamak istiyorum. Öncelikle size düşen, insanların İbni Arabî’yle ilgili inanç ve kanaatlerini, onları gerçekten iyi İbni Arabî tercümeleriyle tanıştırarak, İbni Arabî hakikaten ne yazdıysa onu en doğru biçimde aksettiren sağlam tercümelerle muhatab kılarak, onları İbni Arabî’nin yazdıklarını okuyabilir seviyeye yükseltmek olmalıdır. Bugün için iyi bir tercümeden kasıd, gerekli olan her noktada, lüzumlu açıklama yahut yorumları arzedebilici, meselâ âyet ve hadisler için aydınlatıcı izahatları takdim edebilici, yani çok çeşitli okuyucu yapılarından gelebilecek muhtemel soruları hemen o ânda cevablandırabilici olmasıdır. Okuyucuların bir kısmı İslâm hakkında fazla bilgisi olmayanlar olacaktır; misâl bâbında, hadis, ahbâr, sîret ve benzeri bahisler üzerinde yeterli altyapıları olmayan okuyucular olacaktır, işte böylesi bir kesime İbni Arabî’yi takdim ederken, onları İslâmî kültüre en geniş mikyasta açmak ve gerekli izahatı her adımda sunmak zorundasınız. Ezcümle, İbni Arabî’den birkaç pasajı yalın biçimde kelime kelime çevirerek kimseyi İbni Arabî’yle tanıştırmış olmazsınız. Meselenin zâhirî tercüme cebhesi bir tarafa, İbni Arabî’nin yazdıklarının sizin ruhî tecrübenizle, müfekkirenizle, kalbinizle de derinden alâkası vardır.
Aylık: Sahib olmanız gereken malûmat temeli de cabası elbette.
J. Morris: Yani, böyle bir bilgi, böyle bir ilim temeli bulunmaksızın, İbni Arabî’ye gerçekten ulaşmış sayılmazsınız. O hâlde şu noktanın belirtilmesi elzemdir: İbni Arabî’yi popülerleştiremezsiniz, basitleştiremezsiniz, sadeleştiremezsiniz. Kaldı ki, Tasavvuf dairesinde yeralan şiirler, merâsimler, Tasavvufun diğer tâlim ettirdikleriyle beraber her kültürde, her bölgede, her tarikatta karakteristik olan tüm bu biçimler, Tasavvufa ve tatbikatına nüfûz bakımından, hepsi birlikte vazgeçilmezdir. Bunlar ziyadesiyle mühimdir. Meselâ bir Nakşibendîliğin Kırgızistan’daki, Hindistan’daki, Pakistan’daki, buradaki veya Fas’taki tatbikatında mevcud olan kimi unsurların, kendi başına bir ehemmiyeti sözkonusudur. Tabiî ki bu saydığım hususiyetler, Tasavvufun özünü ve an’anevî formlarını değiştirici değildir ancak, onu kuvvetlendirici bir keyfiyettedir. İbni Arabî’ye daha iyi nüfûz etmekle ilgili böyle bir girişten sonra sorunuza dönersek; bugünün dünyasında İbni Arabî’nin ehemmiyeti, O’nun tarikatın, Tasavvufun, ruhî yolun “İslâm’ın kalbi” olduğu hikmetini insanların anlamasına yardım etmesidir. Bu sebeble O, Vahhabî, Selefî gibi uç telâkkilerin empoze etmeye çalıştıkları karşısında bir savunma, bir muhafaza hattı olmak bakımından çok önemlidir. Bu sınıftan öyle insanlarla karşılaştım ki, şuydu söyledikleri: Peygamber, insan olarak hiç de o kadar önemli bir şahsiyet değildir, o yalnızca bir elçidir; yani ne hadis ne mezheb o derece mühimdir, ne varsa zaten Kur’ân’da vardır, başkalarına ve başkalarının söyleyip yaptıklarına hiç de dikkat etme lüzûmu yoktur. Ne büyük bir cehalettir bu. Oysa Allah Resûlü, “Âlemlere rahmet” olarak gönderilmiştir. İşte bu zâviyeden baktığımızda, diğer Sufîlerle birlikte İbni Arabî, zikrettiğim türden sapkınlıklar karşısında en başta bir “savunma”dır Müslümanlar için.
Diğer Müslümanlar için İbni Arabî’nin ehemmiyetine bakarsak, İbni Arabî bizim için, belki Tasavvuftan da önce asıl mevcud olanın sadece İslâm, hayatın her cebhesinde ve tüm Müslümanları kuşatıcı biçimde yaşanacak bir İslâm olduğunu hatırlatıcıdır. O, Magrib’ten, Endülüs’ten, Maşrık’a, Doğu’ya geldiğinde, Müslümanları Tasavvufun bambaşka bir vechiyle tanıştırmıştır. “Rûhu’l Kuds” adlı eserindeki gibi, o muhteşem eserlerinde bir İslâm toplumunun her katmanından gelen insanları, kadınları, çocukları, gençleri, yaşlıları, değişik meslek erbâbını, tanıdığı şeyhleri, hayatın içinden ortaya çıkan tüm bu evdeki, camideki, sokaktaki şahıs ve şahsiyetleri Tasavvufî bağıyla birlikte dile getirmiş, bir deyişle, Tasavvufu cemiyet hayatının içine sokmuştur. Yine tüm bu insanların, kendi toplumları için, bir deyişle, Allah’ın gönderdiği elçiler, işaretçiler olduğunu göstermiştir. Çünkü O, Doğu’ya geldiğinde, her yerde halktan kopuk diyebileceğimiz birtakım binalar, müesseseler, tekkeler, vakıflar, paranın ve gücün kendisine bağlı olduğu ve halka hâkim başka başka güçler yanında kimi münzevî ve halktan uzak tarikat müesseselerinin varlığını müşahede etmişti. Yani, ruhî yol, tarikat, münzevî ve dar bir çevreye hapsolmuş, ancak halkın geneline yaygın bir cehalet de diğer tarafta hükmünü icrâ etmekteydi. O, böylelikle, bu dar ve seçkin çevrenin, yozlaşmış halk kitlesinden uzaklığını tesbit etmişse de, neticenin bir halktan kopukluk olduğunu ve halkı kendisiyle baş başa bırakmak meâlinde bulunduğunu da farketmiştir. Elbette Abdurrahman Câmî gibi bazı büyük Sufîler, âlimler, fikir adamları, halkı eğitmiş ve müsbet çizgide değiştirmişlerdir ancak, İbni Arabî’nin husûsen getirdiği istikamet, Tasavvufun dar bir seçkin çevre için değil, tüm Müslümanlar, tüm insanlar için olduğudur. Bu nokta, Tasavvufun çok değişik bir şekilde kritiğidir, ele alınışıdır ve başlı başına önemli ve dikkat çekicidir. İşte bu ifade ettiğim husus, Tasavvufun tüm Müslümanlar için belirttiği ehemmiyete dair, İbni Arabî vesilesiyle arzetmek istediğimdir.
Şimdi, Müslümanlar ve modern dünyada yaşayan diğerleri açısından İbni Arabî’yi değerlendirmeye gelince… Öncelikle ifade etmek istediğim husus şudur ki, yaşadığımız zaman itibariyle hemen farkedeceğiniz şey, aslında bir medeniyetler savaşının bulunmadığıdır. Çünkü medeniyetler artık ölmüştür, bence bugün varolan, barbarlıkların, câhiliyelerin savaşıdır. Açıkçası, günümüz dünyasında dinî sâikler temelinde Hindularla Katolikler, Budistlerle Protestanlar çatışıyor değildir, tam tersine, dünyanın büyük çoğunluğu bakımından insanlar, televizyonun başrolü oynadığı bir tüketim kültürü dinini yaşıyor ve paylaşıyor gibidir. Böyle bir perspektif üzerinden devam edersek, insanlar bir yönden belli bir cahiliye dönemini yaşıyor olabilirler, fakat, bu o kadar da kötü bir cahiliye değil bana kalırsa. Şöyle ki, iki çeşit cahiliye var ve ilkinde insanlar, hakikate susamış bir cahiliye içinde, bir çeşit hakikat ışığının ve rehberliğin ortaya çıkmasına dönük bir açlık ve susuzluk içinde. Diğer yandan, bir de tehlikeli olan, “cehl-i mürekkeb” ifade eden cahiliye var ki, hakikati bilen benim ve sen benim fikrimde olmadığın için öldürülmeyi hak ediyorsun diyen.
Ben çok seyahat eden bir insanım, hem ondan biliyorum, hem de size oğlumdan bir misâl vereceğim şimdi. Onu Fas’a göndermiştim. Çünkü Fas, Müslüman bir kültüre mâlik, gelenekleri güçlü bir ülkedir. Kendim de gençken oraya gittiğimde bir Ticanî şeyhiyle tanışmış ve kendisiyle bir süre birlikte yaşamıştım. Bu, bâtınî bir bağ değildi belki ama, evinde o kültürü yakından müşâhede etme fırsatı bulmuştum. İşte benim gidişimden 30 yıl kadar sonra, bu kez oğlumu gönderdim oraya. Dönüşünde şöyle dedi oğlum: “Baba, senin yaşında olanlar, tüm yaşlı insanlar aynı senin gibiler, camiye gidiyor, zikir yapıyor, ilâhi söylüyor, Kur’ân tedris ediyorlar. Ama benim yaşımda olanlara gelince, onlarla aynı müziği dinliyor, aynı filmi seyrediyor, aynı video oyununu oynuyoruz.”
Diyeceğim o ki, içinden geldikleri kültürün ötesinde, dünyanın her yanındaki genç insanların yaşadığı bu ortaklık, bir anlamda dine benziyor fakat, aslî anlamıyla da değil. Çünkü din, bizim kim olduğumuzla ilgili esasî bir parçasıdır benliğin. Bugünün gençliği de, böyle baktığımızda, yeniden Hakk’a dönüşün, O’nun yolunda gidişin günümüze uygun biçimlerinin bir arayışı içerisinde. İşte burası, tam da İbni Arabî’nin her dinden insan için niçin eşsiz bir değer ve fayda teşkil ettiğinin cevabının bulunabileceği yerdir. O, klasik anlamda bir inanç sistemi empoze etmez. Elbette, söylediği her şey İslâm dairesindedir. Lâkin, işleyiş tarzı bildik muallimlerden ve onların didaktik tarzlarından farklıdır. O’nun bizde temin etmeye çalıştığı şey, kendimizle, hakikatle, gerçeklikle Hakk arasında ruhumuzda bir bağ kurmaktır, bunu bizim kurmamızdır, Hakk’ı içimizde görmek ve bulmaktır, O’nun yegâne gâyesidir bu. Yine O, içimizdeki bu bağı bizde berraklaştırmaya çalışır ve kendi şahsî tecrübemizin nihaî gayesi olarak, işte bunu sağlamamıza çalışır.
Tabiî şu var; herkesin, bunu, sırf İbni Arabî’nin o büyük uzmanlaşma gerektiren ve hakikaten zor yazılarından çıkartmasını bekleyemezsiniz. Fakat, şu olur ve İbni Arabî’den ilhâm alan insanlar dışarıya çıktıklarında, Mevlânâ’nın, Konevî’nin, Câmî’nin, tüm büyük şeyhlerin kendi zamanlarında öğrettiklerini, tatbik ettiklerini, İbni Arabî’nin bu eserlerinden tüten bir ruhla sanki çevrelerinde okumaya başlar, öğrendiklerini “tahkik” yoluna girerler.
Yönetmen Fatih Akın’ın “Hayatın Kıyısında” adlı ve “bu hayatın diğer yakası” diyebileceğim bir filmi var. Burada, bir yönüyle hayattaki kaderciliği, zorunluluğu, cebriyeyi görür gibi oluyorsunuz. Ama aynı zamanda, daha geniş bir perspektiften baktığımızda, Allah’ın kulunu nasıl daha üst bir gayeye doğru istikametlendirdiğini, size o imkânları açtığını da müşahede edebiliyorsunuz. Elbette, bakış açınıza göre, filmin siyasî mesajına, Kürtlere dair yönüne de işaret edebilirsiniz. Ancak bu sizi o kadar uzağa ve derine götürmez. Burada asıl dikkat edilecek nokta, bence, insanların nasıl “Rahmet”e dönme ihtiyacı içinde olduğuna yönelik birtakım dersler sergilenmesidir. Görüyoruz ki, filmde “aşk” doğru bir istikamet veriyor belki kişiye, ne var ki, tercih edilmiş bir “siyaset” yanlış istikamet ve kötü neticelere yol açıyor. Zaten böyle olmuyor mu çoğu?
İşte bunun gibi, verdiğim tüm derslerde ve eğitim çalışmalarımda, filmleri kullanırım ben, öyle tepeden ve direkt konuşan, didaktik filmleri, hani şu “dâvâ” filmlerini değil meselâ. Benim talebelerime seyrettirdiğim filmler, fikir ve hadiseleri bir “ayna” gibi seyircisine tutan ve hakikatleri bu yolla sergileyen filmlerdir. Hiç kuşkusuz, bunların arasında Kur’ân’dan, Hadis’ten ve büyük şeyhlerin söz ve hayatlarından alınmış muhtevâsı bulunanlar da olur bazen. Ancak, yine bu filmler de, seyircisine “Size İslâm’ı öğreteceğim, dâvâyı öğreteceğim!” diye bağıran didaktik filmler değildir aynı şekilde.
Aylık: Sözleriniz tam da Andrei Tarkovski’nin “Ayna” filmini ve onun sinematografisini hatırlattı bize.
J. Morris: Evet; ve bu işe de yarıyor. Şayet ben “Size İslâm’ı öğreteceğim!” demiş olsaydım, “Ben hiç de merak etmiyorum, zaten biliyorum, teröristleri de görüyoruz zaten!” deyip peşinen kendisini kapatanlar olurdu. Fakat, filmleri kullandığımda, Mevlânâ’nın şiirlerini okuduğumda, ilâveten bazı müzikleri yahut kimi zikir ibârelerini dinlettiğimde, tesiri bambaşka oluyor bunların.
Aylık: Saydıklarınızın tümü “vesile” zaten; maksada vâsıl kılan, ulaştıran.
J. Morris: Tabiî, hepsi vesile, hatta dünyanın kendisi zaten bir vesile. Her neyse, işte ben bu “ayna”yı ortaya koyduğumda, bir Japon, bir Hindli, bir Türk, bir Pakistanlı yahut diğer kültürlerden insanlar, kendisini ve asıl ihtiyacı olan şeyi orada bir yerlerde bulabiliyor. Bu “vesileler”le ortaya serdiğimiz şey de, bir deyişle, Tasavvufun gerçekleştirdiğidir, yani İslâm’dan başka bir şey değil: “Tatbikat hâlinde İslâm”. Eğer siz İslâm’ı tatbik ederseniz, insanlar da sizi sever, şahsiyet “ayna”nızda hayatlarının gayesini farkeder, sizden gördükleri istikametinde kendilerini inşâ eder ve farkettikleri bu “hakikat”i hayatları boyunca “tahkik” ederler.
Şimdiye kadar söyleme fırsatım olmadı ancak, İbni Arabî buna “ibtida’ât” der. Latîfe olarak söylüyorum, kelimeyi de o Hanbelîlerin “kirli” kelimesinden, “bid’at”ten alır.
Aylık: Bizim fikir mektebimizin ismi de “İbda”dır.
J. Morris: (Tebessüm ediyor). Bu, aslında, bildiğiniz üzere, Kur’ânî bir ıstılahtır. Allah’ın misilsiz ve hep yeni yaratıcılığına nişânedir. İbni Arabî’nin ifadesiyle, “Halk-ı Cedîd”. “İbda”, Kur’ân’da mevcud zaten.
Aylık: Bir diğer üçüncü mühim sorumuz da şu olacak size. Muhyiddin-i Arabî’nin Batı düşüncesi üzerindeki tesiri nedir? Bazıları, elimizde Batı’nın Ortaçağı’ndan kalma buna dair “yazılı” vesikalar olmadığını öne sürerek, günümüze gelinceye dek böyle bir direkt tesirin gerçekleşmediğini iddia ediyor. Sizin değerlendirmeleriniz ne yöndedir?
J. Morris: Öncelikle meseleyi ben böyle koymak istemiyorum. Yani meseleye “Batı felsefesi” üzerine İbni Arabî’nin “kayıtlarla” delilli bir tesirinin bulunup bulunmadığı tarzında yaklaşmak yanıltıcıdır bence. Hâdise, şu veya bu “felsefe” değil, tüm dünya üzerinde insanların “hakikat” için duydukları açlık ve susuzluktur, meseleler bunun etrafında değerlendirilmelidir. Kaldı ki insanlar, felsefecilerden yahut İlâhiyatçılardan çok daha iyi anlar “Allah’ın dini”ni. Onlar, Peygamberlerin getirdiklerindeki, söylediklerindeki, yaptıklarındaki “hakikat”i çok daha iyi farkeder. Ve şurası tam bir deliliktir ki, insanlar, Peygamberlerin getirdikleri üzerinde değil de, bu getirilenler hakkında yüzyıllardır başkalarınca geliştirilmiş olan “yorumlar” için savaşmış ve savaşmaktadır gerçekte. Sorunuza dönersek, bu hususta araştırmalarım vardır ve Batı düşüncesinde karşılaştırmalı dinler sahasındaki tüm temel fikirler, çoğunlukla, hattâ tamamen, Batı’da yüzyıllar boyunca İbni Arabî’yi okumuş yahut İbni Arabî’den etkilenmiş kişiler tarafından oluşturulmuştur. Bu mevzuda, Boston College’nin internet sayfasında yeralan İngilizce makalelerime başvurabilirsiniz.
Aylık: Muhyiddin-i Arabî’nin Batı’ya tesiriyle ilgili olarak isimlendirmeler yapmanız mümkün müdür?
J. Morris: İşte mezkûr makalelerimde ben, tam da bu bahiste çok mühim bir tesbitte bulunuyorum: Eğer mevzubahis olan ruhî bir cereyansa, böyle bir ruhî çerçeveden bahsediyorsak, “tesir” dediğimiz şey, kitab başlıklarıyla, yazılan kitablarla ölçülemez ve sırf bu yolla neyin sirayet edip etmediğinden bahsedilemez. Ben orada geçmişe dönük isim isim bir çetele tutmadım ama, son dönemlerle ilgili, çünkü bizzat yaşayıp görüyor ve paylaşıyorum, bu tarz bir isimlendirme yaptım. Yalnız, benim bilvesile arzetmek istediğim incelik başka:
Tesirin iki türü vardır. Birincisi, zâhirî ve “görünür” olandır, işte televizyondur, kitablardır, paradır, siyasî teşekküllerdir, İslâm sözkonusu olduğunda, işte şu meşhur Fethullah Gülen örneğindeki gibi, hani o “dâvâ” denilen ve “tebliğ” denilen çerçevede yeralan türlü yayın faaliyetleri, kitabevleri, görünür eğitim faaliyetleri, yani her köşe başında karşınıza çıkan ve maddî unsurların belirttiği bir tesir yahut tesir zeminidir. Ancak, asıl mühim, hakiki ve belirleyici olansa, ikinci nevîden tesirdir; “ruhî tesir” veya bizim “tesir-i İlâhî” dediğimiz dairedeki kalbî ve “görünmez” tesirlerdir. Böyle bir “tesir” dıştan ölçülemez; çünkü şahsîdir, tecrübîdir, derûnîdir. Şayet, İbni Arabî yahut diğer tüm büyük şahsiyetlerin bir “tesir”inden söz edilecekse, en başta o devirde veya sonraki devirlerde yaşayan tek tek insanların o şahsiyetler veya eserleri karşısında neler hissettiklerini, kendi ruh dünyalarında neler tecrübe ettiklerini tesbit etmeniz gerekir, yâni aslında onların yaşadıklarına benzer bir tecrübe sahibi olmanız gerekir. Peki, böylesi derin tesirleri kolayca görebilir ve gösterebilir misiniz? Ve işte bunlar, “tarihçi” denilen ve “kayıtlı” evrak arayan kişilerin görebileceği, farkedebileceği, bulabileceği, ölçebileceği, tesbit edebileceği türden şeyler değildir. Veyahut, çok cüz’î akislerine şâhidlik edebilirsiniz.
Ben kendi hayatımda ihlâsla bir şeyler yapmaya, yapabileceğimin en iyisini yapmaya çalışıyorum diyelim, talebelerimle konuşuyorum, onlarsa söylediklerime ve yaptıklarıma bakıp, getirdiğim filmleri izliyor veya müzikleri diniyorlar, aynı şekilde birileri de benden uzakta kitab ve makalelerimi okuyor. Şimdi, ben dahil, kim olanca hüviyetiyle ölçüp tesbit edebilir tüm bu insanların iç dünyalarındaki o “tesir”i, o şahsî ve kalbî tecrübeyi, birtakım maddî vesilelerden sonra ruhta doğan o aslî ve görünmez neticeyi? “Gayret bizden, tesir Allah’tan” diyoruz ya. Aynı çizgide, annemizin, babamızın, öğretmenimizin, içtimaî çevremizde yeralan insanların, kitablarını okuduğumuz müelliflerin, makalelerini okuduğumuz gazetecilerin, çektiklerini gördüğümüz fotoğrafçıların yahut filmlerini izlediğimiz yönetmenlerin “tesir”ini hangi yolla ölçüp, umûm önünde görünür kılabilirsiniz?
Nakşî yolunun prensiblerindendir, bilirsiniz, riayet etmeye baktığım ve çok da sevdiğim bir prensibtir: “Halvet der encümen”, halk içinde Hakk ile ve yalnız olmak. İşte bize düşen de bu. Belki iç dünyanızda neler olup bittiğini dışarıdan göremeyecek ve ölçemeyeceklerdir ancak, sizin ihlâsla söylediklerinizin ve yapıp ettiklerinizin de “tesir-i İlâhî” dediğimiz dairede kalblere bir tesiri olacaktır. Din, bulaşıcıdır, ama bu yolla, böylesi tesirlerle yayılıcı ve bulaşıcıdır, işte bunu bilmek belki her şeyden önemlidir.
Aylık: Budizm Batıda niçin bu derece rağbet görüyor sizce?
J. Morris: Çok basit bir cevabı var. Gerçekte Batılılar, Budizmin dinî merasimlerine çoğunlukla itibar etmezler. Aynı şekilde, Japonların, Tibetlilerin, Moğolların ve diğer Doğu toplumlarının kültürel dokusunu bünyeleştiriyor yahut ciddi anlamda öğreniyor da değillerdir. Kalkıp Tibetçe öğreneni pek göremezsiniz meselâ. Batılıların çok azı böyledir ve zaten bunlar da çoğunlukla ilim adamları dairesine girenlerdir.
Bir de, Budizmin Batıya yoğun olarak girişi, onlara Zen anlayışının takdimi, daha ziyade, ilhâmını Budizmden alan Doğulu veya Batılı şairler yoluyla olmuştur. Amerikalı şairler Gary Snyder ve Alan Ginsberg’in adlarını bu meyanda zikredebilirim. Bu çizgide, meselenin Zen anlayışı çerçevesindeki entellektüel cebhesi, özellikle belirleyici ve cezbedicidir. Zen, Budist toplulukların “elit” kesimine hitab eder, Budizmin “elit” bir biçimidir. Aynı şekilde, Batıya da entellektüel bir alâka zımnında nüfûz etmiştir. Bir kültürü toptan bir kabul tarzında değildir kısacası Batıdaki ilgi.
Budizmin Batıya şiir yoluyla sirayetiyle, Tasavvufun Batıya, hassaten Amerika’ya Mevlânâ Celâledin-i Rumî’nin şiiri yoluyla girişi bu bakımdan birbirine benzer. İslâma, Tasavvufa, bilhassa Amerika’da kapıları açan, umûmiyetle Rumî’nin şiirleri olmuştur. Şayet bir uzman değilseniz, İslâmı zaten iyi biliyor değilseniz, Rumî’nin şiirlerindeki “amel” cebhesini, İslâmın amelî yönünü farkedemeyebilirsiniz. Batılılar da bu yüzden başta pek farkedememişlerdir. Peki neyi görmüşlerdir? İşte “keşf”tir, “şuhûd”dur, “Allah aşkı”dır, “Şems”tir, harikulâde rubaî ve gazellerdir derken, hikmetlerin bu büyülü takdiminin cazibesine kapılmışlardır. Ancak, bu noktadan sonra ne olmuştur? Telkinle aldıkları bu tesirden sonra dikkatleri dine dönmüş, okumaya ve İslâmı araştırmaya başlamış, bir şeyh arayışına girmişlerdir, vesaire. İşte bu itibarla ben, Budizmin’in Batıya tesiriyle, aynı tarzda Rumî’nin Batıya tesiri arasında çok büyük bir benzerlik görüyor, bu ikisinin Batıya nüfûz tarzını birbirinden çok farklı bulmuyorum.
Bu öyle tesadüfen olmuş bir şey de değildir üstelik. Yani, niçin insanlar Doğu şiirine ve Doğudan gelen hikmete bu kadar iltifat gösterirken, o kültürün aslî taşıyıcısı addedilebilecek ülkelere, toplumlara, bu ülkelerin kültürlerine tam bir yöneliş ve itibar göstermezler?
Göstermezler, çünkü bu gibi toplumlarda “din”, oranın yozlaşmış sosyal ve siyasî müesseseleriyle içiçe geçmiş bir manzara arzetmektedir. İster Japonya’ya gidin, isterse bir İslâm ülkesine, yozlaşma zâviyesinden görecekleriniz pek de farklı değildir. Bir dini anlamak bakımından hiç de ümid vaadedici ve cezbedici görünmemektedirler.
Meselenin diğer veçhesi ise, ister Doğu, ister Batı, ister Asya, ister Avrupa, ister Afrika ülkeleri olsun, tümünün kendilerine has bir tarihi ve bu tarihin günümüze düşen siyasî akisleri, tarih boyunca süregelmiş veya dönem dönem şiddetlenmiş karşılıklı siyasî çatışmaları sözkonusudur. Bunlar sırf “din” temelli çatışmalar değil, çoğu başka başka siyasî faktörlerin etkili olduğu zıtlaşmalardır. Gelmek istediğim nokta şu ki, bu nevî siyasî çatışmalar, tüm bu tarih bakiyeleri, birbirini anlama ve birbirinin kültür unsurlarını benimseme noktasında, kalbi yaralayıcıdır, kalbi itici bir tesir bırakmaktadır. Bugünün dünyasındaki insanlar da, “din”i bu siyasî zıtlaşmaların cereyan ettiği ülke ve toplumlardan değil, bizzat kalblerine hitab eden eser ve şahıslardan öğrenme temâyülündedir bu yüzden.
Ancak burada Türkiye’nin istikbaldeki rolüne dair, onun toplum olarak tüm bu yukarıda zikrettiğim tarihî ve siyasî çatışmaların insanlar ve kültürler arası kalbî irtibatı engelleyici vasfını tesirsizleştirip aşan misyonuna dair, yani Osmanlı Devlet’inden gelen o büyüleyici anlayış ve tatbikatına dair, belirtmek istediğim birkaç nokta var:
İstanbul ve Anadolu, benim gelmeyi en çok istediğim yerlerdendir. Talebelerim de sürekli buralara gelir ve benzer hisleri paylaşır. Bir Osmanlı Devleti’ni ve onun İstanbul’unu düşününüz ki, hem Müslüman hem de Hıristiyan dünyası, hemen tüm renkleri, mezhebleri, tarikatları ve kanatlarıyla bu topraklarda, bu toplumda fevkalâde bir nitelikte buluşmuş, kaynaşmış ve kendi içlerinde bir bütünlük tesis etmiştir. İslâmın kendi çerçevesindeki türlü Sufî tarikatlarını ve tümünün bu toplumdaki tesirlerini hayâl etmeye çalışınız. O günleri hazırlayan tesirlerin sahibleri olarak bir İbni Arabî’yi, talebesi ve Osmanlı medrese sisteminin kurucusu, getirdiği disiplin asırlarca bu toplumun ilim hayatına hükmetmiş bir Davud-i Kayserî’yi düşünün. İbni Arabî’nin bu toplumun kültüründe ne kadar derin ve kökleşmiş bir tesiri olduğunu düşünün. Yine, İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed’in, camilerin bünyesinde Mevlevî tekkeleri vücuda getirişini ve insanların hikmetten istifade edebilmeleri için kurduğu vakıfları bir hatırlayın. Nasıl meseleyi bir Rum ve Türk zıtlaşmasına değil de, bizzat İslâm ruhunun pırıldatılması istikametine çevirdiğini ve bunun nasıl bir büyüklük demek olduğunu idrak edin.
İşte tüm bu söylediklerim muvacehesinde, Türkiye’nin gelecekte oynayabileceği muazzam rolü tahayyül edin; dünyaya karşı herhangi bir aşağılanma hissetmeksizin, herhangi bir düşmanlık tortusuyla zehirlenmeksizin, başı dik biçimde nasıl İslâmı temsil edebileceğini gözlerinizin önüne getirin. Elbette, Türkiye’nin bugün kendi içinde dinle ilgili yaşadığı sıkıntıları, problemleri herkes biliyor, fakat bu hep böyle gidecek değildir. Bu toplumdaki insanların İslâmın entellektüel yönüne dair herhangi bir soğukluk veya hasımlık taşımamaları, onlar açısından müthiş bir kazanç ve seçkin bir vasıftır ki, bunun ilerisi için ne büyük bir anlam taşıdığı görülecektir.
Vahhabî veya Selefîlerin problemi de işte bu noktadaki darlıklarındandır. Gerçi benim Sufî olan ve olmayan sayısız arkadaşım var ve gerçekten iyi Müslümanlar. Ancak demin saydığım Vahhabî veya Selefî grupların en büyük hatası, karşılaştıkları insanları hemen düşman bellemeleri ve karşılarındakileri de elbette hemen kendilerine düşman kılmalarıdır. Daha kendileriyle karşılaşmadan dahi, dışlarındaki her insanın kâfir veya sapık olacağına dair bir peşin suizanna saplanmış olmalarıdır bu büyük hata. Oysa ben yurtdışına eğitim maksadıyla gelmiş Türkleri görüyorum, her milletten ve her görüşten insanlarla görüşüyor, birlikte dolaşıyor ve hiçbir peşin mahkûm edicilik tavrı takınmadan, müthiş bir kendine güven taşıyorlar. Bu husus Anadolu insanının cidden dikkat çekici bir hususiyetidir.
Aylık: Türkiye’deki İslâmî cemaatlerden tanıdığınız kimler var?
J. Morris: Türkiye’de mevcut tarikatlardan yahut dinî yelpazenin muhtelif kanatlarından tanıdığım birçok insan var, hatta bu cemaatlerin çoğunu bilir ve takib ederim. İşte Nakşibendîsi, Kadirîsi, Mevlevîsi, Cerrahîsi, Halvetîsi, Alevîsi, Sufî olan ve olmayanları, Sünnî olan ve olmayanları…
Aylık: Tüm dünyayı, tüm İslâm Âlemini geziyorsunuz. Bir kıyaslama yapmak durumunda olsaydınız, Türkiye’nin diğer İslâm ülkeleri arasındaki mevkiini ve istikbâldeki rolünü nasıl değerlendirirdiniz?
J. Morris: Türkiye’ye ilk kez 1976 yılında geldim. İran’dan dönüyordum. 32 yıl öncesine tekabül ediyor. Anlayacağınız, Türkiye’yi dikkatle izleyişim çok öncelere dayanır. Bu yüzden, Türkiye bakımından, belirttiğim süreçte elbette birçok değişikliğe şâhid oldum. Dünyanın her yerinde insanlar, istisnâsız herkes, bu süreçte birçok sosyal değişimin içinden geçti. Herkesi hayat tarzını değiştirmeye zorlayan bir süreçti bu. Bu değişimin yönüyse, tarım toplumundan şehirliliğe, modern sanayi toplumuna doğruydu diyebilirim.
Böylece insanlar, dünyanın her köşesinde birbirine benzer süreçlerden geçti; benim dedelerim, sizinkiler, Moğolistan’dakiler ve diğerleri. Köyler, tarlalar, çiftçiler, çiftlikler vesaire öncelikliydi o geçmiş demde. Dönem bunun dönemiydi çoğunluk için ve insanların hayat tarzı arazilerine, yaptıkları tarıma, sahib oldukları sürülere, işte bunun gibi tarım toplumlarına has unsurlara dayanıyordu. İnsanların atlara, eşeklere bindikleri dönemlerdi onlar.
Bu vesileyle vurgulamak gerekir ki, insanların ahlâkî idealleri, ahlâkî fikirleri, yaşadıkları cemiyete göredir, ona uygunluk arzeder. İki-üç bin yıldır bu noktada fazla da bir değişiklik olmamıştır aslında. Hıristiyan ahlâkı, Müslüman ahlâkı, diğer kültürler, hep bu çizgidedir.
Anadolu’yu, İstanbul dışındaki Türkiye’yi ilk gördüğümde, insanların çoğu an’anevî tarım toplumlarının hususiyetlerini yaşatıyordu. Amerika’da kendi yetiştiğim Kızılderili çevresiyle, Anadolu’da karşılaştığım çevre hemen hemen aynıydı ve kendimi bu açıdan evimde hissetmiştim doğrusu.
Ancak, tüm dünyanın Batı merkezli iktisadî değişimlerle yeni bir sürece girmesiyle birlikte, kimilerinin Batılılaşma dedikleri bu süreçte, Batıdaki kültürel tahribatın bir benzeri burada ve diğer her yerde de benzer tarzda gerçekleşti. Hayat her yerde zordu, insanlar her yerde yorgundu.
Türkiye için bu zâviyeden çok dikkat çekici olan husus ise şudur: 30 yıl önce karşılaştığım Anadolu’da iki Türkiye vardı. Bir yanda demin bahsettiğim türden, an’anevî hususiyetlerini sürdüren ve köylerde yahut tarım merkezinde yapılanmış bölgelerde yaşayanların Türkiyesi, onların yaşadığı iklim; diğer yanda da, eğitimli, Batılılaşmış, büyük şehirlerde yaşayıp kendilerini Osmanlı Devleti’nin mirasçısı sayan, taşıdıkları dinî hassasiyet bizim anladığımız mânâda olmasa da, kendilerini Müslüman ama aynı zamanda Avrupalı görenlerin Türkiyesi. Henüz kimse Hıristiyan olmadığına göre, kendilerini Müslüman olarak gören diyeceğiz tabiatiyle.
Fakat, ilk geldiğimde böyle olan Türkiye’deki bu uçurumun, bu ayrılığın, artık ziyadesiyle değiştiğini görüyorum. Türkiye’ye her geldiğimde, gerek iktisadî seviyenin, gerekse eğitim seviyesinin sürekli ilerlediğini ve geliştiğini müşâhede ediyorum. Bu ilerleme cereyan ettikçe, eğitilmiş olanlarla olmayanlar arasındaki büyük uçurumun giderek kapandığını yahut daha farklı bir niteliğe büründüğünü ifade edebilirim.
Aylık: Müsbet yönde bir değişim mi?
J. Morris: Tüm yönlerden; hem öylesi hem böylesi sözkonusu! Fakat şunu arzedeceğim: Dünyanın kalan her yerinde bu değişim tamamen menfî yönde gerçekleşmiş yahut böyle hissedilmektedir demek mümkün. Dünyada bu değişimden geçen toplumlarda, insanların şöyle söylediğini işitirsiniz: “Bu nasıl bir cehennem hayatı böyle, geriye, köyüme, o kırlara dönmeli ve şehrin bu boğucu ortamından kurtulmalıyım, geleceğimi şehre gelmezden önceki o eski ortamımda, kırlarda, köyümde kurmalıyım!” İran’da devrimden sonra böyle olmuştur meselâ, fakat Türkiye’deki bunun aksi yöndedir şu ân. Dünyanın birçok bölgesinde durum böyledir, geriye dönüş istikametindedir; Endonezya’da, Malezya’da ve diğer İslâm ülkelerinde, çoğu bu nevî his ve davranışlar içindedir insanlar.
Elbette Türkiye’de de bazı insanlar geçmişe dönme hasreti taşımakta. Ancak az önce saydıklarımdan tamamen ayrıldıkları nokta, Türkiye’deki insanların çoğunluğunun, “Bizler hem Müslüman hem de şehirli olabiliriz, geleceğimizi şehirde kurabiliriz, bu dünyada kendimize İslâmî değerlerimizden kopmadan ve bu değerler üstünde yükselerek söz sahibi bir yer bulabiliriz” demeleridir.
Yine Türkiye’deki insanların, Osmanlı Devleti’nden kendilerine miras kalan seçkin bir anlayışları daha var ki, farklılıklarını yeni bir çerçevede aşabileceklerine inanıyorlar ve meselelerine hep birlikte çözüm geliştirebilecekleri müsbet bir potansiyel ve bakışa daima sahibler. Kuşkusuz toplumda herkes aynı imtiyazlara sahib değil bugün, fakat insanlar bunu aşmak için kafa yoruyor ve farklılıklarını yeni bir potada çözüme kavuşturmayı öğreniyor. İşte Osmanlı’nın doğru olarak yaptığı da bundan başkası değildi.
Bundan yüz yıl kadar önceki İslâm toplumlarını, tarım toplumlarını düşünürseniz, orada herkes dine iştirak ediyordu. İster kendi ailevî biçimleri tarzında, isterse mahallî yahut zümrevî biçimleri çerçevesinde olsun, herkesin dinî bir iştirakı ve toplum bünyesinde doğar doğmaz dahil oldukları hazır bir çerçeve vardı. Sağlam geleneklerle gelen, kendi adaletini temin eden, insanların fert fert sağlam bir âidiyet bağıyla ve nefs emniyetiyle, “kendilerine güven” hissiyle katıldıkları bir ortak yapıydı bu.
Şimdi dünyada birçok insanın geriye dönmek, tarım toplumlarının hususiyeti olan çok basit bir çerçeve içinde yaşamak istediğini, şehri terkedip köyüne dönmek istediğini görüyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse, bir tarım toplumunda yaşamanın, bir köyde yaşamanın cidden hoş ve sâkinlerine huzur verici bir yönü vardır. Orada herkesin yerleşik bir hukuku, hakları, vazifeleri ve mesuliyetleri vardır. Bir fert diğerine yanlış bir harekette bulunduğunda, onu kınayacak, onu bir şekilde içtimaî tepkiyle cezalandıracak, herkesin bu bakımdan kendine güven içinde ve adaletin cârî olduğu bir iklimde yaşamasını sağlayacak, birbirine sıkı bağlarla kaynaşmış bir yapı vardır. Nâzik ve sağlıklı bir dünyadır orası. İnsanlar orada adaletin ne olduğunu bilir ve onu aramak için bir başka yere seyahat etme, göç etme arzusu duymaz. Zor günlerde insanların birbirine destek olduğu, problemlerin hep beraber aşıldığı bir muhittir tarım toplumu.
Oysa modern dünyaya baktığımızda, insanların kendilerini sahibsiz hissettiğini, bir makinenin parçası gibi yaşadıklarını, kendilerini bu muazzam makine karşısında güçsüz hissettiklerini görüyoruz. İşte bu yüzden, Katolik olsun, Protestan olsun, Ortadoğudaki Yahudiler olsun, muhafazakâr dinî hareketlerin cazibesinin altında yatan şeyi buralarda aramak lâzımdır. Kimi İslâm ülkelerindeki geriye, köye dönüş arzularını da bir bakıma buradan süzebiliriz. Birileri gelip önce bizi köyümüzden kopartıyor, şehre geldikten sonra da, bu kez başkaları gelip bizi kurtarmaya, ama köyümüze döndürerek bunu temine çalışıyor, belki tuhaf ama olan biten bu çerçevededir. Ama, asla tam anlamıyla gerçekleşmeyecek bir düştür bu, artık yeni bir dünyada yaşıyoruz, bu nevî basit çerçevelere, ne kadar câzib olursa olsun, tam bir dönüş gerçekleşecek değildir. Ne var ki, aynı zamanda mâkul, anlayışla karşılanması gereken bir dilektir şâhid olduğumuz.
Fakat Türkiye’ye her gelişimde, ben daha başka bir temâyülle, çok daha farklı bir gelişmeyle yüzyüze geldim hep. Yıldan yıla değişen dengelerle, dünyaya daha büyük ölçüde açılmak isteyen ve günden güne artan bir dinamizmle karşılaştım daima. Kastettiğim şey, Avrupa Birliği’ne katılma arzusu falan değildir tek başına. Bu bir “gerileme” olur sizin için. Ama bu “dışına uzanan” hamle ruhuna dikkat çekmek istiyorum asıl. Türkiye, Avrupa Birliği’nden, geçmişten bugüne taşıdığı bu ruhu bakımından çok daha büyüktür ve bu iç dinamizmi itibariyle, Avrupa Birliği’nin kendisine teklif edebileceklerinden çok daha fazlasına sahibtir. O hâlde Türkiye, İslâm dünyasının liderliği misyon ve sorumluluğunu yeniden üstlenmelidir; çünkü o, çoğu İslâm toplumlarının, kimi Arabların ve İranlıların aksine, geriye değil, ileriye ve geleceğe bakmakta, bundan korkmamaktadır. Ve ben bu gayenin tahakkuk etme yolunda, sürecin bu yönde olduğunu da açıkça görüyorum.
İranlıları örnek vermek isterim. Bugün İran, diğer başka İslâm ülkelerinin eğittiğinden çok daha fazla üniversite mezunu vermektedir. Ancak bunların yaklaşık yarısı her yıl ülkelerini terketmekte ve bir daha memleketlerine geri dönmemektedir. Bundan 30 yıl önceki Türkiye’nin durumundalar şimdi. Gençler Türkiye’den kalkıp yurtdışına gider, akademisyen olur, uzman olur ve ülkelerine de geri dönmezdi çoğunlukla. Fakat şimdi benim bizzat şâhidlik ettiğim husus, meselâ Boston’a geliyorlar, Amerikan üniversitelerinde okuyorlar, akademik kariyerlerini gidebildikleri yere kadar yapıyorlar, fakat hayatlarının bundan sonrasını sürdürmek için çoğu Türkiye’ye dönüyor artık.
Aylık: Size son bir sorumuz daha olacak: Huntington’un ortaya attığı bir “Medeniyetler Çatışması” tezi var, malûm. Sizce böyle bir kavramlandırma doğru mudur, yoksa başka bir nitelendirme mi gerekir? Tüm bugün olup bitenlerin altında yatan sizce nedir?
J. Morris: Savaş ertesinde Saraybosna’da öğretim üyeliği yaptıktan sonra bir kitab yazdım; “Yönelişler: Bir Dünya Medeniyetinde İslâmî Tefekkür” (2004) isminde. İnsan Yayınları tarafından, Mahmut Kılıç’ın tercümesiyle Türkçesi de yayınlandı. Ben orada şunu söyledim: Bence bir medeniyetler savaşı yoktur! Geçmişte varolan medeniyetler, şayet onlara bir medeniyet diyorsak bugün, kesinlikle ve kesinlikle ruhî ve ahlâkî nizamlar oldukları içindi. İşte geçmişte tüm Müslümanları kucaklayan böyle bir medeniyet vardı. Fakat yüzyıl kadar önce bu çöktü. Aynı çizgide, Batıda da bir Katolik, yine bir Ortodoks medeniyeti vardı, ama bunlar da birbirleriyle aynı dönemde çöktüler. Tüm bu medeniyetlerin çöküşüyle, modern sanayi toplumunun doğuşu bir bakıma eşzamanlıdır. Çünkü, zikrettiğim medeniyetler, tarım toplumlarının hayat tarzıyla derin biçimde sımsıkı bir münasebet ve içiçelik arzediyordu. Burada Batının belki yegane avantajı, sözkonusu çöküşle başa çıkmak üzere kendilerince bir çözüm arayışında olmaları, daha birkaç yüzyıl öncesinden bu süreçle ilgili çözüm hazırlıklarına girişmiş bulunmalarıydı. Batınınki kadar eskiye dayanmasa da, İslâm medeniyetinde de bu bakımdan bir çözüm arayışı gözleniyordu kuşkusuz, işte Osmanlı Devleti’ndeki reform teşebbüsleri, vesaire.
Diyeceğim o ki, bugün müşâhede ettiğimiz çatışma, bir medeniyetler çatışması değil, bir “cahiliyeler”, bir “barbarlıklar” çatışması meâlindedir. “Medeniyet” dediklerimiz, geçmişte kalmıştır çünkü. Bugünküler, onların takibçisi olma iddiasında ama köklerinin ruh ve hikmetinden kopmuş cahillerdir, “çatışma” işte bunların arasındadır bana sorarsanız.
Bu cahillerden George W. Bush ve Ahmedinecat’ı ele alalım misâl olarak. Her ikisinin de hitab ettikleri, kendilerinden oy aldıkları kesimler, hani Anadolu’nun fakir köylüleri yahut fakir bölgeleri vardır ya, bunun gibi köylü ve tarım toplumu hususiyetleri baskın bölgelerin insanlarıdır. Her ne kadar Bush kişi olarak zengin olsa da, hitab ettiği ve destek aldığı kitlenin özelliği işte budur. Dünyada ne olup bittiğiyle o kadar ilgilenmeyen, oturdukları yerin dışına pek adım atmamış, muhafazakâr dediğimiz türden dinî hassasiyetleri olan, ama cahillikleriyle de öne çıkan topluluklardır bunlar. Her iki lider de, seçmenlerine, “Geri gidebilir, eski günlerdeki gibi yaşayabiliriz!” mesajı vermektedir. Dinleyicileri de “İnşallah!” diye tempo tutmaktadır. “Geri dönmek”ten kasıt nedir peki?
Bush’un geri dönmekten anladığı, İsrail’e yardım edip Kıyamet Savaşı’nı çıkartmak, Ahmedinecat’ınki de Mehdî’nin kendince gelişini hazırlamaktır. Bu yüzden, devrimci olsun olmasın, aklı başında İranlılar gerçekte Ahmedinecat’tan korkarlar. Çünkü her sözü, “İmam Mehdî bu sene, olmadı bir sonraki sene gelecek!” tarzındadır. Peki, bu sözlerin hakikaten bir mânâ ifade edeceği bir medeniyet temeli ve derinliği var mıdır? Hayır, yalnızca cahil bir “köylü”nün dileğini andırmaktadır onlarınki. İran’da Ahmedinecat’ı destekleyen insanlarla bizzat konuştum, bu nevî basit, belli bir muhafazakâr jargonla konuşan, “köylü” diye vasıflandırdığımız cinsten, alelâde diyebileceğim şahıslardı tümü. Halbuki “medeniyet” dediğimizde, kelimenin kökünde bile bir “şehir” ve “şehirlilik” delâleti bulunur.
Tam bu noktada, İslâm medeniyetinin ne olduğu ve nasıl olabileceğiyle ilgili bir soru, bir mesele çıkmaktadır karşımıza. Bu öyle bir ruh ve hikmet olmalıdır ki, sırf savaşmaya değil, asıl tüm bir insanlığı bir araya getirebilecek, tüm insanlığa hitab edebilecek ve hepsine aradıkları kurtuluş yolunu gösterebilecek bir derinlikle birlikte gelmelidir. Geçmişte İslâm medeniyeti işte bunu başardı ve bugün bir dünya medeniyetinden bahsedilebiliyorsa, bunda Müslümanların rolüdür belirleyici olan. Kitabım da bu çerçevedeki meselelere temas etmektedir.
Aylık: Bizim fikir ve aksiyon mektebimizin ana gayesi de, İslâm Tasavvufuyla Batı Düşüncesi arasında bir köprü kurmak ve Batıda fikren ne varsa aslının ve esasının İslâm’da olduğunu göstermektir. Bir diğer veçhesiyle, onlarda varmış görünüp de aslında bizden yağmalanarak götürülmüş hazinelerimizi geri almak ve bunu böylece göstermektir. Nazarımızda Batılı felsefeciler, fikir adamları, fikir ekolleri, gerçekte yalnızca yağmacılar ve bizden yağmaladıklarını kendi içlerinde geliştirenlerdir.
J. Morris: (Tebessüm ediyor) Hazreti Ali’nin buyurduğunu bilirsiniz: “Hikmet, Müslümanın kaybolmuş devesidir!”
Aylık: Yani, kendinizi dar ve kesin sınırlara hapsedip bir medeniyet dâvâsı güdemezsiniz; öncelikle Batıyla yüzleşip hesablaşmalı, bu fikrî hesablaşma temelinde kendi medeniyetinizi inşâ etmelisiniz.
Morris:Söylemek istediğinizi gayet iyi anlıyorum. Ben daha başka bir noktaya dikkat çekeceğim.
40-50 yıl öncesinde lisedeyken, üniversitedeyken, o zamanlar belki bir Batı, bir Avrupa düşüncesi vardı. Ancak bugün insanları daha çok bir dünya düşüncesi ilgilendiriyor, dünya çapında bir bakış ilgilendiriyor. Diyebiliriz ki, bugün bildik anlamda bir Batı düşüncesi, bir Batı iktisadı, Bir Batı ekonomik işleyişi yoktur.
Başından beri söylemek istediğim ama arada unutup şimdi hatırıma gelen bir hususu arzetmek isterim. 2000 yılında, İbni Arabî üzerine düzenlenen bir konferans vesilesiyle Kiyoto’da, Japonya’da bulunmuştum. Orada eski talebelerimden birini, Japon bir talebemi ziyaret etmeye gittim. Talebemin meşgul olduğu mevzu, Tokyo’da Japonlar için, Japon psikologlar için, bir sufînin “psikoloji” dairesindeki çalışmalarını Japoncaya tercüme etmekti. Yapılan iş, kesinlikle, fikirleri Tasavvuf’tan alıp, bunu şahıslara yönelik tatbikî bir psikoloji hâlinde çerçevelemekten ibaretti. Bu gayeyle Tokyo’ya gitmiş, Japonlara -tabiri caizse- bu “tasavvufî psikoloji ekolü”yle yepyeni bir yön vermekte ve bu yeni “psikoloji fikri” istikametinde uzmanları eğitmekteydi. O talebem, bir Cerrahîydi. Şeyhi de bir Türktü: Muzaffer Özak. Ondan aldıklarını ve anladıklarını, psikoloji sahasında sistemleştirme çabası içindeydi. Kısacası, Amerika Ohio’dan talebem olan bir Japon, benim derslerimde Tasavvufa dair öğrendiklerini, Japon kültürünün istifadesine sunmaktaydı.
İşte bence, yaşadığımız dünya artık böyle bir yer. Bir iktisatçı, bir işadamı, bir işletmeci olacaksanız meselâ, tüm dünyaya hitab eden bir fikir ve formasyon taşımalısınız, eski dünyanızın dar çerçevesinde davranmanıza bundan böyle müsaade etmeyen bir yapı var çünkü karşınızda, beğenelim beğenmeyelim, dünya çapında olmalı herşey.
Bu husus, bu “dünya çapındalık”, tam da İbni Arabî’nin temsilcisi olduğu bir mânâya dairdir. Ruhî ilimlere, hikemiyyata baktığımızda, bana göre ve benim bilip gördüğüm kadarıyla, bunu başka bir medeniyet, başka bir gelenek çerçevesinde ondan daha iyi yapmış olan hiç kimse yoktur. İbni Arabî, “keşf” ve “şuhûd” dairesinde öyle bir “birleştirici yapı”, öylesine âlemşumûl bir fikir getirmiştir ki, Osmanlılar olsun, diğer bazı büyük İslâm devletleri olsun, O’nun kendilerine temin ettiği bu birleştirici tutkalı, bu birbirine yapıştırıcı fikri, şemsiyeleri altındaki birbirinden çok farklı unsurları, hattâ çok farklı medeniyetlerden gelen unsurları, aynı çatı altında ve müthiş bir âhenkle, o içtimaî yapının bir parçası olarak tutmakta ve değerlendirmekte kullanmışlardır.
Aylık: Bitirirken, buradaki gönüldaşlarımızın hassaten merak ettikleri bir hususu daha müsaadenizle sormak isterim. Müslüman olmanızda bilhassa etkili olmuş bir kişi veya hadise oldu mu?
J. Morris: Mevlânâ Celâleddin-i Rumî’nin İngilizceye yapılmış şiir tercümeleridir bendeki İslâm sevgi ve alâkasını doğuran.
Aylık: Yaşınız kaçtı?
J. Morris: 19 yaşındaydım. Sonra Rumî üzerine, İslâmî edebiyat üzerine dersler aldım. Kur’ân okuyabilmek için Arabça öğrenmek istedim, öğrenmeye de başladım ve Kur’ân’ı kelime kelime okuma çabasına girdim. Bu arada Fas’a, Fransa’ya ve Mısır’a gittim ve böylece Arabçamı ilerletmeyi arzu ettim. Fas’tayken, Tasavvufu elbette kendi anladıkları dairede yaşayan Müslüman bir ailenin yanında misafir kaldım ve işte orada İslâmı kalben kabul ettim. İyi ki ilk olarak Mısır’a gitmemişim diyorum, çünkü oradakilere bakınca kimbilir nasıl bir durumda olurdum şimdi. Fas’taki aileden o Tasavvuf terbiyesine, an’anevî İslâmın güzelliğine dair çok hoş intibâlar aldım. Fas, benim için güzel bir başlangıç oldu doğrusu ve kendimi çok da şanslı hissederim bu bakımdan. Bilâhare İran’a gittim ve Farsça’ya merak saldım. Sünnîyim elbette. Tarikat olaraksa, ilk intisab ettiğim, Şâzeliyedir. William Chittick ve Sachiko Murata da Şâzelîdir.
Aylık: Yanımdaki gönüldaşım, Abdülhamid Han’ın da bir Şâzelî olduğunu nakletmemi istedi size.
J. Morris: Şâzeliye ile İbni Arabî yolu olan Ekberiye arasında çok büyük bir irtibat mevcuttur.
Aylık: Çok teşekkür ediyoruz.
J. Morris: Ben de çok memnun oldum. Bu röportaj vesilesiyle sizlere son söylemek istediğim, Mevlânâ’dan bir nakil olacak: “Kalbten kalbe bir pencere vardır.”
Kaynak: Aylık Dergisi, Ekim-Kasım 2008