Salih Mirzabeyoğlu’nun şehadeti üzerinden henüz çok kısa bir zaman geçti. Zamanla bir alakası da yok aslında:
Alışamadık…
Alışamayacağız…
O’nun ve fikriyatının bağlıları, sevenleri-sayanları her gün ettikleri dualarından bazı kelimeleri, cümleleri değiştirmekte hala zorlandıklarını ifade ediyor. Bizler de öyle.
AKADEMYA’nın elinizdeki bu nüshası Salih Mirzabeyoğlu özel sayısı. O’na dair özel bir şeyler yazmak, O’nu tanıdığını iddia edip, tanıtmaya çalışmak haddimiz değil elbet.
Mütefekkirin hem “insan-kul” ve hem de bulunduğu çağ ve topluma tesirinin vesilesi “aydın, mütefekkir, lider şahsiyet” olarak KİM’liği üzerine araştırmalar ehli tarafından yapılacak, derinlemesine incelenecek, kitaplar yazılacaktır kuşkusuz.
Bu sebeple de, yıllardır amatörce de olsa O’na uygulanan TELEGRAM’ı araştıran, araştırmaya çalışan birisi olarak bu yazımızı da yine TELEGRAM etrafında kaleme aldık. Bunu yaparken de Mütefekkir’in üzerinde çok durduğu iki unsuru öne çıkardık:
Zaman ve nefs…
Bu iki kavramın bizdeki izlerinden mülhem TELEGRAM’a sarkan tedaileri etrafında birkaç söz edeceğiz.
Önce bir Veli kelamı:
– “Bu zaman çok kötü bir zaman! Bu zamanın adı yok… Nefs bile kemalâtını tamamladı. (Nefsin işleyebileceği yeni bir günah kalmadı.)
Yine “zaman”a dair Mirzabeyoğlu’ndan “yevmiye” bahsi olarak, Üstad’ın şu vurgusu:
“Bomboş bir devirdeyiz, bomboş!” [1]
Her cinsten pozitif (müspet) ilimlerin ışık hızıyla ilerleme kaydettiği; buna mukabil “yaşanmaya değer hayat”a dair her çeşit kıpırdanışların, mücadele ve mücahedenin en basit tanımlamayla değer görmediği bir zamanda, bu gaye için fikrî, amelî her soydan mücadeleyi, candan aziz bilip yaşadığı çağa nispetle, bulunduğu toplumları ardından sürükleyebilecek münevverlerin, mütefekkirlerin, liderlerin hasretiyle kavrulan “bomboş” bir devirde ortaya çıktı Mirzabeyoğlu…
Yukardaki iki kelam çağımızın bir hususiyeti olarak ulaştığı “menfi zirve”yi işaretlerken, bu zirvede hayat bulan TELEGRAM’ın hedefinde “500 yıldır beklenen” olarak tarih sahnesine çıktı Mirzabeyoğlu…
Biliyoruz ki, Mütefekkir’in hayatı da, eserleri de baştanbaşa ferdî ve içtimaî nefsin Mutlak Fikir önünde kendini hesaba çekerek, zamana hâkimiyeti mücahedesinin destanıdır.
Bu hikmete binaen şu ölçü yine O’ndan:
“Gerçek nefs bilgisi, ölçüsü, şeriat, tasavvuftadır. Telegram, bütün fiziki atraksiyonları ve telkinleri ile, en feci soydan veriler sunarak, bir nefsi sınama işidir. Hamdolsun, bende giderek, İslam büyüklerinin “nefs ağlarken ruh güler!” şuhudunu, nazarîden amelîye doğru gitmeye vesile olmuştur. Bilmez misin ki, bir savaşta şehit, savaşın neticesinden de bağımsız, bir galiptir. Ruh ve saadeti bâkî…” [2]
O, hem lider, hem mütefekkir ve hem de bir KUL olarak kazanmıştır. Şahidiz.
TELEGRAM için şeytanî teknoloji vurgusunu sıkça kullanmamız bizce çok yerindedir. O kadar yerindedir ki, biraz konuya vakıf olanlar için şu hikmet:
“Şeytan, insanın kanının dolaştığı damarlarında dolaşır.”
İnsan fıtratına ters fikri altyapısı ve teknolojik karakteriyle TELEGRAM, alelade bir işkence metodu değildir. Bir yandan fiziki, psikolojik tesir olarak işkence ederken, diğer yandan da günün 24 saatinde hedefindeki kişiye bir saniye olsun özel hayat şansı bırakmayan bir esareti yaşatır. Bu esaret dışarıdan bir kamera ile de değil, hedef kişinin vücudunun tüm organlarını, nörolojik-sinirsel yapısını, kanını, beynini, hatta hücrelerini hasrına alan karmaşık sistematiği ile yapar. Bu noktada vücut hem hedeftir, hem de araç.
Bu yönüyle TELEGRAM, çağımızda şeytanın ve şeytanîlerin de “nefs”i gibidir.
Hedefteki kişi de hem bu “şeytanî nefs”le ve hem de kendi nefsiyle mücadele etmek durumundadır.
Buna bakarak şunu söylemek de mümkün; Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun cezaevinden çıkıp şehid edildiği güne kadar gecen 4 yıla yakın süre içinde, aramızda olsa dahi 24 saat işkence edilen bir “tutsak mahkûm” olması hasebiyle bir yönüyle yükü biraz daha ağırlaşmıştı. Çünkü hem bu teknolojik işkencenin muhatabı, hedefi olarak fizikî ve psikolojik saldırılarına maruz kalıyor ve hem de “etrafta görünmeyenlerin” saldırıları esnasında yakınları ve toplumun önünde davasını öncelemek gibi zorların zoru bir durumla karşı karşıya kalıyordu.
Bu noktada ve bu şartlarda, “Haliç Konferansı”nda üç saat boyunca, insanların anlamakta zorlanacağı derin fikirleri anlatmış olması keramet çapında bir hadisedir dersek abartmış olmayız.
Herkese ne ifade eder bilemeyiz ama, “şu ân şuramı yakıyorlar, şöyle şöyle seslerle hakaret küfür ediyorlar, şunu gösteriyorlar” gibi kısa cümlelerle, adeta geçiştirircesine bahsettiği işkence sahnelerinin gerçekte ne menem ıztırabı zarfladığını O ve Rabbi’nden başka kimse bilemez. Yine en son bunlara dair “Bana bir şey olursa biliniz ki…” mesajı…
Kısa bir süre sonra şehadeti… Engel olunamadı, olamadık… Bu vebal başta ülkenin etkili-yetkilileri olmak üzere hepimizin üzerinde kalmıştır, kalacaktır.
O’nun hayatının son 20 yıla yakın bir zamanın, bir saniyesinde dahi peşini bırakmayan, eşi benzeri olmayan bir silaha, yine eşsiz, benzersiz mukavemetini, o döneme ait tüm eserlerinin “TELEGRAM’a rağmen” olduğunu da unutmayalım. Kendi anlatımları ve bizim kör-topal araştırmalarımız gösteriyor ki, bir başkası bırakın 20 yılda, 20’ye yakın eser vermeyi, kaleme kâğıda dokunamazdı.
Birine bir mektup yazma niyetine girdiğimizde bile çevredeki birçok etkiyi -kalabalık, gürültü, şu, bu- bahane ederek uygun bir ortam, sessizlik, kafa dinginliği vesaireyi hesab ettiğimizi, bu arada günlerin geçtiğini, hâlâ bir türlü kalemi elimize alamadığımızı çoğumuz yasamışızdır. Fiziki yakmaları, korku filmlerini aratmayan kurguları, sesleri, küfürleşmeleri, bildiğimiz-bilmediğimiz daha nice fiziki, psikolojik saldırıları gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Görünürde kimsenin olmaması ve bunun getirdiği sıkıntıları da hesaba katin…
Güncelden en az 50 yıl önde koşturan şeytanî teknolojik giyotinin, her saniye gözlerimizin önünde O’nu doğramasına engel olamadık. “O halde yaşarken” bile “fikri yaşamak, yaşamayı fikir bilmek” düsturuyla yazdı, üretti… Yazarken yeri geldikçe de TELEGRAM’a dokundu. Bunu yaparken de yanlış anlaşılabilir kaygısıyla sıkça “bu sözlerim yakınma, sızlanma değildir” mealinde açıklamalar getirdi.
Misal:
“TELEGRAM’ın teşhisinin hakkı, cihazın varlığının kabul edilmesiyledir. Biz, tezahürlerini YAŞAYAN ve YAŞANMIŞLIK olarak anlatıyoruz; meğer ki, onu söyletecek ve söyleyecek vicdanı bulsun. Sözlerim bir sızlanma değildir.” [3]
Aramızda olsa dile getirmeye cesaret edemezdik, ayrı dava, fakat yeri gelmişken söyleyelim:
Kumandan’ın TELEGRAM’dan kaynaklı olarak yaşadıklarından birçoğu akıl almaz fevkaladelikler(!) olarak yorumlanabilir. TELEGRAM baştanbaşa aklı zorlayan sahneler silsilesi değil mi zaten? Fakat -bir ölçüde TELEGRAMCILAR’ı fail olmaktan çıkarıp, meful durumuna sokan İSMAİL (SAMAEL)-BAHOMET sahnesi olsun; göğsünün içinde sağdan sola, soldan sağa gezinir ses hissiyle Kur’ân okunması bahsi olsun TELEGRAM’la izahı mümkün değil. Buna birkaç kez farklı versiyonlarda tekrarlanan “tespih” mevzuu ve daha birkaç konuyu ilave etmek mümkün.
Mirzabeyoğlu’nun kendisine mistik etiketler, dini kisveler iliştirilmesine; bu vesileyle fikir ve aksiyon düsturuna halel getirilmesi, gölgelendirilmesi ihtimaline karşı ne kadar titiz hassas olduğu hepimizin malumu iken, “kendi naklettiklerinden olarak” yukardakilerin de yerli yerine oturtulması gereğine binaen, hatırlatma babında altını çizmiş olalım. Gerisi konunun uzmanlarının. Yeri gelmişken: TELEGRAM’da yaşanan fevkaladelikler diyoruz da, dünyada ilk ve tek “Ruhi Roman” Tilki Günlüğü başlı başına fevkaladelikler menbağı değil mi?
“Göğüste okunan Kur’ân” konusunu “Yaşayan”ından iktibasla aktaralım:
“Terörle Mücadele İmiş’den
Bolu… Herhâlde 2006-2007… Pek çok buluş(!) yaparak, kendimi fizikî olarak tek parça tutmaya çalıştığım demlerde, o sıkıntı içinde tecelli eden ve bugün bile beni sevindiren, NYMPHALAR’ın bir sürü uyduruk tevil getirmelerine rağmen kendi marifetleri diye gösteremedikleri bir hâdise: Ramazan ayında, ben hem oruç, hem de aşırı BETATRON tesiri altında yorgun, uykusuzluğumu yarı ayık gidermeye çalışıyordum, nasılsa büsbütün daldığım bir vakitte, onların uyandırmaları ile gözümü açmaya davrandım, bu yarı uykulu hâlde göğsümde, kalb hizasında soldan sağa sağdan sola hafif gezen bir Kur’ân sesi; içimde gezen, okunan Kur’ân… Aradan 4 sene geçtikten sonra, (vakit vakit Metris’in ve kendi marifetlerinin hatırlatma ve bende kalanı tesbiti çerçevesinde, bir yandan da sağlama yapan) NYMPHALAR, her ne kadar benim bir “harika” gördüğüm bu hâdiseyi, “uykuda kendin okuyordun!” diye tevile çalışıyorlarsa da, beni şaşırtanın, benim bildiğim bir Sûre olmayışından dolayı meydana geldiğini dikkate almıyorlar. Bu hâdise, her edindiğim kanaati bozma ve Kenan’ın, her kurgunun ardından, “oyun bu oyun, oyun içinde oyun!” nakaratıyla beni hep kararsızlıkta bırakma usulünün de çöküşü idi; oyunların birbirini iptâli, bir takım kanaatlerin oluşmasında kalıcı tortu teşkil etti. Biri ve başlıcası şu: Sanki, kafama ilka edilen hususlar, kafam bir ses kaydedici, “terleme” dedikleri kendilerinin veya “şartlı refleks” hâlinde bir dış hâdise saikiyle, aynen tekrar ediyordu. En çok korktuğum hususlardan ve “kafayı yemiş”e pek uygun düşen. Güyâ, kaçarken kendi gölgesinin takibinden korktuğunu farkedemeyen ve onu kendi dışında bir varlık zanneden adamın hâlinde oluyordum. “Gûya diyorum, çünkü öyle değilim; peki bu tekrar eden sanki vicdanımın sesi? Hani, bir adamı öldürmüş biri, döner dolaşır vaka yerine gelir ve halk içinde buna “kanı tuttu!” derler. Ben, söylediklerine nisbetle öyle değilim, bu tekrarı da bana ilka edilenin hatırlanması diye anlıyordum. Dikkat ediliyorsa, şu anda da hatırladıklarımı yazıyorum, ama hiç kimsenin “kafayı yemiş” tâbirini kullanamayacağı şartlarda ve bana empoze edilmeye çalışılanları ifşâ niyetiyle… Ve bildiğiniz üzere, “ortaya çıkın da konuşun!” diye tepinerek. Sanki hasta karşısında doktor rahatlığıyla ve her türlü sapıklık serbest bir belden aşağı mevzu serbestliğiyle, benim ahlâkım üzerine ahlâksızlığını işletici ve “ne diyorlar derlerse, ne diyeceksin?” rahatlığıyla beni kendi kendime zora düşürücü niyetleri, benim “ortaya çıkın da, sapık ve hasta olmadığınızı isbat edin!” tavrımla ne hâlde, takdir “siz sayın okuyucularım”a kalmış durumda. Üstelik onlara, onların tarafına mahsus olmak üzere, “neler neler anlattım, söyledim!”, ortaya çıkıp söylesinler, ben de mahcub(!) olayım, kızgınlık adına kimin ne hüneri varsa muhatab olayım… Galiba söz dağıldı: Zaman içinde, o tekrarların benim beynimde bir kayıt tekrarı değil de, onların cihazlarıyla basbayağı tekrarı neticesi olduğu anlaşıldı. KUR’ÂN okunması meselesine gelince, belirttiğim gibi benim ezbere bildiğim bir Sûre olmadığı gibi, ses benim değildi, tecvide uygun ve makamla okunuyordu ve ben sanki kalbimde okunanı yabancı imişim gibi dinliyordum: 10-15 saniye süren şaşkınlık. Mahmud Efendi Hazretleri’nin, gece kalkıp benim için dua ettiğini hatırladım ve Kur’ân okunmasını da böyle bir şeye yordum. Tersinden veya düzünden her ne denecek olsa, hepsinin önünde dize gelecek olduğu hakikat şudur ki, beni mesud eden-şâd eden hâdise, neticede kaderimdi. (…)” [4]
Onca yaşanana rağmen Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun katillerine, henüz o vakit şansı olanlarına bakışını, hangi noktadan baktığını gözler önüne seren su ikazına bakınız!
Ne koca, ne engin yürektir bu!
“Hatadan dönenlere selâmet ve “Allah doğru yoldan ayırmasın!” temennim bâki.” (5)
O, Rabbinin önünde kul-insan olarak da, sorumlusu olarak içinde bulunduğu toplum önünde Münevver-Mütefekkir olarak da imtihanını kazananlardan. Bize düşen ne? Onu da, hâlâ üzerine düşenin mücadelesini zindanda vermekte olan (onlarca İBDA bağlısı, yüzlerce iman eri gibi) Hayreddin Soykan dostumuzdan nakille (mealen) yine O’ndan verelim:
“Liderine bağlılık, onu sevindirmendir.”
Yolunu arayalım.
23 Ağustos 2018 – Japonya
Notlar
1- Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B-Yedi, 369. Bölüm, Baran Dergisi, 15 Haziran 2017
2- Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B-Yedi, 53. Bölüm, Baran Dergisi, Sayı: 227
3- Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B-Yedi, 34. Bölüm, Baran Dergisi, Sayı: 207
4- Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B-Yedi, 53. Bölüm, Baran Dergisi, Sayı: 227
5- Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B-Yedi, 53. Bölüm, Baran Dergisi, Sayı: 227