Haçlı Dönemi
1187 yılının yazında kral Guy de Lusingnan’ın komutasındaki Haçlı ordular, Taberiye gölü yakınlarına ulaştılar. Taberiye gölünün etrafında, Müslüman Kürt komutan Selahaddin Eyyubi liderliğindeki İslam ordusu kendilerini bekliyordu. Haçlı ordusu içindeki “ılımlılar” -örneğin Raymond de Tripoli- Taberiye (Tiberius) ye kadar gidip Selahaddin’le savaşmanın, coğrafi ve lojistik koşullar nedniyle kendileri açısından bir felaket olacağını öne sürdü:
“Gerçektan savaş tatbikleri açısından, hele de yaz ortasında, çölde savaş yürütmek oldukça risklidir, üstelik savaşacağınız ordu hem bölgeyi avucunun içi gibi biliyor hem de oldukça üstün bir komutanın öncülüğündeyse bu risk iki katına çıkar.” Ancak, Raymond’un teklifi sıcak karşılanmdı. Raynaud de Chatillon ise bu fikre karşı çıktı ve Müslümanlar’ın bu büyük fırsatı kullanılarak yok edilmeleri gerektiğini savundu. Kral Guy de Lusignan da Raynaud’ya ve onun gibi düşen radikallere uydu ve Ortadoğu, hatta dünya tarihinin en önemli savaşlarından birine doğru yola çıkıldı.
Haçlı orduları, Taberiye gölünün yakınına ulaştığında korktuğu şeyle karşılaştı. Selahahddin’in askerleri Haçlı ordularının çevresini kuşattılar. Günün ilk ışıklarıyla birlikte saldırı başladı ve 90 yıl önce Filistin topraklarına büyük bir zaferle girmiş olan Haçlı orduları büyük bir bozguna uğradı. Haçlı askerlerinin, hatta şövalyelerin önemli bir bölümü savaşırken öldü, bir kısmı da teslim oldu.
1095 yılında Avrupa’dan yola çıkan ve 1099 yılında Kudüs’e (Yeruşalim) ulaşarak buradan Antakya’ya kadar uzanan bir coğrafya üzerinde görkemli bir Haçlı Krallığı kuran Batı Emperyalizmi aradan geçen 88 yıldan sonra büyük yenilgiye uğradı.
Haçlılar 88 yıl önce ilk geldiklerinde Kudüs’ü (Yeruşalim) almayı başarmışlardı, çünkü kendilerine karşı koyacak örgütlü bir askeri güç yoktu. Ortaduğu’daki feodal aşiretler ve emirlikler birbirleriyle çatışıyorlardı ve oldukça da geri bir teknikleri vardı. Kısaca militler organizasyon mantığı bu coğrafyada henüz gelişmemişti. Direnme güçleri yoktu. Sellahaddin Eyyubi bu durumu iyi tesbit etti ve çözümün düzenli bir ordudan geçtiğini fark etti. Bu ordunun geliştirilmesi için gereken ekonomik kaynağı besleyecek olan ideoloji ise “Kutsal Savaş / Cihad İdeolojisi”ydi. Gereken propaganda yürütüldü ve “İslam Orduları” oluşturulmaya başlandı. Bu öncülerden biri de S,Şam Emiri Mahmud Nureddin’dir. Selahaddin ise onun halefedir.
Bu savaşta gücünü tamamen yitiren ve telef olan Haçlı Krallığı’nın büyük bölüm Selahaddin Eyyubi tarafından ele geçirildi. Selahaddin’in en önemli hedefi, kuşkusuz Kudüs’tü. Selahaddin Eyyubi, Ekim 1187’de ordusuyla birlikte Kudüs’e girdi. Franklar hariç, Doğu ve Grek Hristiyanları’nın şehre yerleşip ibadetlerine devam etmelerine izin verildi. Kudüs’te, bu kez İslam devleti süreci başladı. Kudüs, bu tarihten sonra 8 asır daha Müslümanlar’ın egemenliği altında yaşadı.
Haçlılar, Selahaddin Eyyubi’nin zaferinden sonra Filistin’de tamamen yok olmadılar. Savaştan sap kurtulan şövalyeler önce Sur (Syr) kentinde toplandılar, sonra Akra kalesini ele geçirdiler ve Haçlı Krallığı, Kudüs’ü alamasa da, bir yüzyıl daha Akra’da ve çevresinde yaşadı. 1291 yılında tüm Haçlılar, bu kez Memlük emiri El-Eşraf Halil tarafından, yenilgiye uğratıldılar.
Bu yenilginin anlamı tüm Filistin topraklarının, Müslümanlar’ın egemenliği altına girmesidir. Şimdi tüm Suriye ve kıyı bölgelerinde siyasi egemenliğin yanı sıra ticari egemenlik de Müslümanlar’ın elindeydi.
Haçlı emperyalizminin 1291’deki bu yenilgisinden sonra- Napoleon’un 1800’lerin başındaki başarısız seferi hariç- Ortadoğu genelde İslam ideolojisinin egemenliği altına kaldı. Büyük bir askeri ve finansal güce dayanark Filistin’i ele geçiren Haçlılar, “Hz. İsa’nın doğum yeri olan Nazareth’i (Nasıra) de içinde barındıran, kendilerine göre kutsal topraklar” bir daha geri dönme fırsatı bulamadılar. Bu, Hıristiyanlar için büyük bir hayal kırıklığı oldu hatta, Batı da çok büyük tarihi çalkantılara ve hareketlere neden oldu. Avrupa’ya geri dönen bir çok Haçlı komutanı Papalığın emriyle tasfiye edildiler ve mal varlıklarına el konuldu.
Ama aynı coğrafyanın başka sakinleri de vardı ve onlar pek dikkat çekmiyorlardı. Adeta varlıkları ile yoklukları bir gibiydi. Belki çok açıkça fark edilmiyordu ama Onlar daFilistin’de varolma iddiasındaydılar. Bu proje, onların dini ve ulusal kültürlerinde yüzyıllardır varlığını koruyan bir “İdea”ydı aslında. Bu idea’yı uygulamaya dönüştürebilecek bir siyasi güce ve ideolojik formasyona da sahipti.
AVRUPA BOYUTU
Yahudiler, hristiyan kimliği de hızlı bir dönüşe uğratmaya başladı. Kilise ideolojisi (İdeologie Ecclesiastique) etkisini yitirip yerine seküler (dünyacı-laik) düşünce ve ideolojiler hakim oldukça, Yahudiler’in üzerindeki hukuki kısıtlamaların nedeni de ortadan kalkmayla başladı. Nitekim Fransız Devrimi’nin ardından Avrupa ülkelerinde birbirini izleyen bir “Yahudi özgürleşmesi” (emancipation) süreci işlemeye başladı. Mümkün olduğunca homojen bir millet kurmak amacını taşıyan bu yeni devletler, gibi bir müstakil ulus muydular? Ya da yalnızca bir dini cemaatten mi ibarettiler?
Az bir kısım Yahudi, bir millet değil, yalnızca bir dini grup olduklarında ısrar ettiler ve kendilerine “Musevi Fransız”, “Musevi Alman” gibi kimlikler bulmaya çalıştılar. Milli yönden, Avrupa ulusları içince “asimile ” olmak istediler.
Oysa kendilerini bir ulus olarak tanımlayan Yahudiler, bu “asimilasyon”a kesinlikle onay vermeyeceklerdi. Bu konuda onlarla aynı şekilde düşünen bir ikinci grup daha mevcuttu: Anti-semitler, yani Yahudi karşıtları. Modernizm’in yan ürünlerinden bir olan ırkçılık tarafından yaratılan anti-semitler, Yahudiler’i içinde yaşadıkları ülkelerin etnik ve ırki homojenliğini bozan zararlı bir unsur olarak görüyorlardı. Asimilasyonist Yahudiler’e karşı Yahudi milliyetçileri ve Avrupa ırkçıları arasında doğan bu ilginç stratejik yakınlık, bir süre sonra gizli bir işbirliğine dönüşecek, Nazi Almanya’sı ile zirveye çıkan bu işbirliği, asimilasyonist Yahudiliğin fiili olarak sona erdirilmesiyle sonuçlanacaktı.
Yahudilik bir ulus olarak kabul edildiğinde ise ister istemez önemli bir soru ile karşılaşılıyordu. Avrupa’daki tüm uluslara az-çok homojen birer devlet bulunduğuna göre, Yahudiler için de bir ulus-devlet oluşturulmalı değil miydi? Ve dahası, bu ulus-devlet nerede olmalıydı?
Theodor Herzl adlı, Budapeşte doğumlu Avusturyalı bir Yahudi gazeteci tarafından örgütlenen “Siyasi Siyonizm hareketi”, 1897 yılında ilk kongresini gerçekleştirdi. Theodor Herzl, Yahudi devletinin, 1947-52 yılları arasında kurulacağını öngördü. Kuşkusuz bu öngörünün maddi temelleri vardı. Evet, bir Yahudi Devleti mutlaka kurulmalıydı; Yahudi ulusunun- Yahudi ırkının-asimilasyondan ve anti semitizmden kurtularak yaşamını sürdürmesi için, sadece Yahudiler’e ait olan bir ülkeye ve devlete ihtiyaç vardı.
Özellikle Rothschild hanedanının elde ettiği ekonomik güç, 19. yüzyılda efsanevi bir boyuta ulaşmış, Rothschidlar Avrupa’nın ekonomik imparatorları olarak anılır olmuşlardır. 1789-1848 arası dönem genellikle “Devrim dönemi” olarak adlandırılır. Aynı dönem Avrupası’nın en üst düzey “kar devrimi”ni ise Rotschild hanedanı gerçekleştirir. Fransız devrimi, bir anlamda Rotschild ailesinin önlenemez ekonomik yükselişini tetikler.
1789 öncesinde, Yahudiler Ghetto ticareti dışına çıkamıyorlardı zira yasalar bağlayıcıydı. Ne zaman ki, Fransız devrimi Güney Almanya’ya idhal oldu, her şey değişmeye başladı. Özellikle Frankfurt ghettosu çok hareketlendi. Fakat, beklenenin aksine siyasi bir demokratizasyondan ziyade ekonomik bir demokratizasyon gelişti. Çarpıcı oranda bir yahdui burjuvalaşması ve arisrokratlaşması ortaya çıktı. Yahudilik, Ortaçağ’dan bu yana sessizce büyüttüğü portföyünü, sınıf atlamak ve uluslararasılaşmak için kullanmaya başladı. İşte Rotschildlar bu gelişmenin en belirgin ve devasa paradigması haline geldi.
Nathan Rotschild, İngiltere tekstilini tamamen ele geçirdi. Frankfurt ayağı ise ithalat-ihracat faaliyetlerini geliştirirken, uluslar arası bankacılığın modern anlamda ilk adımlarını attı. Aşırı fiyat kırmalar sonucu bir sürü şirketi piyasadan sildiler. Nathan şöyle diyordu. “Kağıt oynamam, tiyatroya gitmem, eğlenmem. Tek zevkim işimdir”. Mayer Rotchild ise şöyle söylemektedir. “Üst düzey bir şahsiyet; bir aristokrat, bir iş adamı veya bir banker, bir yahudiyle finans ilişkisine girerse, o kişi kısa zamanda Yahudileşir!”. İşte bu Rotschildlar, tarihin en zengin hanedanı olmayı başarmışlardır.
Süreç içinde bu hanedan Kutsal İttifak olarak da anılan, Rusya, Prusya ve Avusturya’ya, bilahare Fransa’da Bourbon hanedanına sızdılar ve onların hem ticari hem de siyasi güçlerinden faydalanmaya başlayıp, inanılmaz bir yükselişin içine girdiler. Bu geniş ilişki ağına İspanya ve Napoli de katıldı. Daha sonra kollar Belçika ve Hollanda’ya uzandı. Bu nedenle birçok çevre tarafından “Ürküntü’nün baş rahibi“olarak tanımlanmaya başladılar.
Doğal olarak, kapital (sermaye) ideolojik-politik gücü de getirmeye başladı. İtalya ve İspanya’da liberalleri desteklemesi monarşistlerin öfkesini çekti ve hanedan lanetlendi, ama önüne geçilemedi. Heinrich Heine şöyle demektir.”Para, günümüzüz ilahıdır ve onun peygamberide Rotschildlar’dır“
Diğer Yahudi ailelerin aksine, Rotschidlar Yahudiliklerini hiçbir zaman saklamadılar ve bilakis Yahudiliği ihya etmeye yöneldiler. James Rotschild, “din her şeydir, her şeyi Yahudiliğimize borçluyuz”diyordu. Hristiyan bir erkekle evlenen bir aile bireyi ise derhal aileden reddedildi.
İçinde Yahudilerin bu denli önemli bir yer tuttuğu burjuvazi sınıfının siyasi güce kavuşması bilindiği gibi Fransız Devrimi ve onu izleyen reformlarla gerçekleşti. Fransız Devrimi’nin altyapısını oluşturan Aydınlanma hareketinin önde gelen düşünürleri, dinin toplum hayatında yönetici bir rol oynamasına karşı çıkmışlar, ayrıca monarşi rejimini kötüleyerek demokrasiyi savunmuşlardı. Dinin toplum hayatından çıkarılması, insanların dinlerine bakılmaksızın muamele görmesini gerektiriyorduve buda Yahudiler için Hristiyanlar’la tamamen eşit haklara sahip olmak anlamına geliyordu. Nitekim Fransız Devrimi’ni izleyen dönemde, Yahudiler Avrupa’nın dört bir yanında Hristiyanlar’la eşit haklar elde etmeye başladılar. Avrupa ülkelerinin büyük çoğunluğunda Yahudiler üzerindeki hukuki ve toplumsal kısıtlamalar kaldırıldı. Avrupa artık Hristiyan bir düzenle değil, seküler (dindışı, dünyevi) bir düzenle yönetiliyordu ve Yahudiler de bu düzen içinde Hristiyanlarla eşit haklara sahip olmuşlardı. Artık onlar da devlet kademlerinde yükselebilir, siyasi güce el uzatabilirlerdi. Nitekim öyle de oldu. İlk kez İngiltere’de bir Yahudi, banker Rotschild, Lordlar Kamarası’na girdi. Bir süre sonra bir başka Yahudi, Benjamin Disraeli İngiltere Başkanlığı koltuğuna oturdu. Bu arada Hristiyan kültürünün toplum içindeki etkisi eridikçe, Avrupa toplumlarında Yahudilere karşı eskiden beridir varolan antipatisinin yerine, Yahudilere karşı sempatiyle bakan ve onların “haklarını” savunan bir akım gelişti. Bu Yahudiler Romalılar tarafından Filistin’den sürüldükleri yıllardan sonra, hiçbir zaman bu topraklarla olan ruhi bağlarını yitirmemişlerdi. Avrupai’da yaşadıkları yüzyıllar boyunca, aslında yabancı bir toprak gerektiğini düşünüyorlardı. Ancak Yahudiler asırlar boyunca Filistin’e dönüşün, ancak Mesih adını verdikleri bir kurtarıcı sayesinde mümkün olacağına inanmışlardı. Oysa 19. yüzyılın ortalarında iki haham bu konuya hazır olduğunu gören bu iki haham, Judah Alkalay ve Zevi Hirsch Kalisler, Yahudilerin mesihi beklemelerine gerek olmadığını öne sürdüler. Onlara göre Yahudiler kendi ekonomik ve siyasi güçlerini kullanarak ve büyük Avrupa devletlerinin desteğini alarak Filistin’e döenebilirlerdi. Bu hareket, Mesih’in geliş sürecinin ilk aşaması olurdu. Bu iki hahamın yaptığı yorum, bir süre sonra dindar olmayan ancak ırk bilinci sayesinde kendilerine yeterince Yahudi hisseden genç milliyetçilere etki etti. Bunların en önemlisi kuşkusuz Theodor Herzl adlı Budapeşte doğumlu, Viyanalı genç gazeteciydi. Herzl, iki hahamın yaptığı öneriyi aktif bir siyasi harekete dönüştürerek Siyasi Siyonizm hareketini kurdu. Siyonizm, adını Kudüs’teki kutsal Sion dağından alıyordu ve uzun bir program sonucunda tüm dünya Yahudilerini Filistin’e döndürmeyi amaçlıyordu. Herzl, 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde, I. Siyonist Kongre’yi topladı. Burada Dünya Siyonist Örgütü hedefi vardı; Filistin’i Yahudi yerleşimi için uygun hale getirmek ve başta Avrupadakiler olmak üzere diasporadaki Yahudileri buraya göç ettirmek. Birinci hedef, 1917 yılında büyük bir aşama kaydetti. İngiliz hükümeti, 2 kasım 1917’de ünlü Balfour Deklarasyonu’nu yayınlayarak I. Dünya savaşı ile Osmanlı’nın elinden almış olduğu Filistin’de bir “Yahudi ülkesi” kurma hedefini desteklediğini açıkladı. Kararın arkasında Britanyalı Siyonist Federasyonu’nun başkanı Lord Rotschild vardır. [Adını 1848-1930 yılları arasında yaşanan Britanyalı muhafazakar siyaset adamı Arthur James Balfour’dan alır. Balfour, 1902-1905 tarihleri arasında başbakanlık, 1916-19 tarihleri arasında da dışişleri bakanlığı yapmıştır. I. Dünya Savaşı sonrasında imzalanan Versailles Anlaşması’nın da katılımcıları arasındadır]. Bu, Siyonistler için büyük bir başarıydı. Dönemin dünyanın en büyük askeri ve politik gücü olan İngiltere açıkça onları desteklediğini ilan etmişti. Deklarasyon, Siyonizm’i kuru bir hayal olarak gören pek çok kişiye –bunların arasında çok sayıda Yahudi de vardı- hareketin gerçekte ne denli güçlü olduğunu gösterdi.
Peki bu devlet nerede kurulmalıydı? Siyonistler, İngiltere tarafından önerilen Uganda gibi opsiyonlara fazla rağbet etmeden, hemen karar verdiler. Filistin’de! Yani Yahudiler’in “Holy Lands / Promised Land ” inde (Kutsal Topraklar / vaat edilmiş topraklar) Filistin, 2000 yıl kadar önce Yahudiler’in vatanıydı; İ.S 70 yılında Romalılar tarafından bu “kutsal” coğrafyadan sürülerek diasporaya dağılmışlardı. Ve şimdi, yaklaşık 2000 yıllık bir aradan sonra, buraya dönmeye karar vermişlerdi. Nitekim hareketin ismi de Filistin’i, dahası Kudüs’ü çağrıştırıyordu; “Siyonizm” kelimesi, Kudüs (Yeruşalim) yakınlarındaki kutsal “Sion Dağı”ndan geliyordu.
Siyonistler Filistin’ i bir Yahudi vatanı haline getirebilmek için önce Osmanlı İmparatorlupu nezdinde çeşitli girişimlerde bulundular, ancak özellikle sultan II.Abdülhamid zamanında hiçbir sonuç elde edemediler. Ancak savaşta Filistin, Osmanlı egemenliğinden çıkıp İngiltere’nin mandası haline gelince ve Britanya Hükümeti 1917’de yayınladığı ünlü Balfour Deklarasyonu ile “Filistin’de bir Yahudi Ülkesi “projesine destek verdiğini ilan edince, Siyonist projenin pratiğe dönüşme ihtimali çok arttı. İki dünya savaşı arasındaki dönem, başta Avrupa olmak üzere Yahudi diasporasının farklı bölgelerinden başlatılan Yahudi göçleriyle, Filistin “Yahudileştirmek”için girişilen ısrarlı bir mücadeleye şahit oldu.
Osmanlı egemenliğinin ortadan kalkması, İngiltere’nin Filistin’i manda haline getirmesi, Araplar’ı belirsizliğe itti. Tüm Ortadoğu, Emperyalizm tarafından sömürgeleştirildi ve müstakbel İsrail için birinci yol açılmış oldu. Aynı Britanya’nın yönetiminde ve ordusunda kaç Yahudi’nin bulunduğu ise başka bir tartışma konusudur. Ama şunu hemen belirtelim ki, tahminlerin çok üzerindedir. Siyonistler’in Filistin’e akın akın Yahudi göçmenler getirmesi, Arapları ne kadar rahatsız etti bilinmez ama bazı “Araplar”ın rahatsız olmak şöyle dursun dört gözle o günü bekledikleri rahatlıkla söylenebilir. Bunlardan biri, belki de en önemlisi, bugünkü Ürdün’ün lideri Kral Abdullah’ın dedesi Kral Abdullah ibn-i Huseyn’dir. Kendisi de bir Siyonist-mason olan Kral Abdullah, hem Britonlar’la hem de Yahudi şefleriyle sürekli beraberdi ve gizli anlaşmalar imzalanıyordu. Yahudi göçü, sömürgecilikten farklı olarak, bölgeye yeni bir halk yerleşirse,onu, yerleştiği topraklardan çıkarmak mümkün olmazdı.
Özcesi, Siyonist proje, Ortadoğu gibi bir barut fıçısının içine, yeni bir halk yerleştirmek amacını güdüyordu. Doğal olarak bu iki halk için belirli bir toprak da gerekecek, diğer bir ifadeyle Ortadoğu’nun yerleşik halkından zorla toprak alınacaktı. Hem de bu toprak, “kutsal” bir topraktı; her üç din için de kutsal sayılan Filistin’i, en önemlisi de Kudüs’ü içeriyordu eşdeyişiyle, 1291 yenilgiye uğrayan Haçlılar’dan yüzyıllar sonra, Ortadoğu’ya yeni bir “konuk” daha giriyordu. Bu konuk, Haçlılar kadar kolay pes edeceğe benzemiyordu, üstelik Selahaadin gibi bir lider de ortada yoktu, Araplar siyaseten ve ideolojik olarak hala feodalizmi yaşıyorlardı. 1291’lerden pek büyük farkları yoktu ama Yahudiler Avrupa’dan yani Modernizm bilgisiyle donanmış olarak ve tartışma götürmez ekonomik üstünlükleriyle birlikte geliyorlardı. Araplar’ın ise yalnızca sayısal üstünlüğü vardı aynı Haçlılar’ın, Selahaddin’e karşı sayısal üstünlüğü olduğu gibi, hepsi bu . Ama Haçlılar’ı yakalayan kader bu kez Araplar’ı yakalamaya hazırlanıyordu. Filistin, yeni sahibine hazırlanıyordu. Aslında, bu yalnızca yahudiler’in başarısı değil, Batı emperyalizminin de bir anlamda geçmişin (Haçlı atalarının) intikamını talep etmesiydi. Yani “Judeo-Chetien” bir kuşatma Ortadoğu’da egemen olmuştu. Buna, Yahudi destekli modifiye Haçlı seferi diyenler de var.
Beklenen oldu ve, Araplar’ın cılız isyanlarına ve direnişlerine rağmen, Siyonist proje 1947 yılında gerçeğe dönüştü. Britanya’nın Filistin’den çekilerek ülkenin geleceğini Birleşmiş Milletler’e havale etmesinin ardından, ülkenin Araplar’la Yahudiler arasında yarı yarıya paylaşımı öngören BM planı uygulamaya kondu. Bu “Yahudi Devleti”ni yasallaştırmaktan başka bir anlam taşımıyordu. İslam egemenliği Filistin’de yerini Siyonist egemenliğe bıraktı.
Hem Filistin’deki hem de komşu ülkelerdeki Araplar bu unsuru bünyeden atabilmek için bir kere daha harekete geçtiler ama nafile! İsrailliler, “Bağımsızlık Savaşı”adını verdikleri mücadeleyi kazandılar ve Araplar’ı püskürterek BM’nin kendilerine verdiğinden daha da büyük bir toprağı ele geçirdiler. [İsrail’i çevreleyen yaklaşık 100 milyon kişilik “et yığını”, 1 milyon kişiye karşı, feodal bir diyet ödedi ve hala da ödemeye devam ediyor ve belki de devam edecek ] Filistin, Şeria (Ürdün) nehrinin Batı kısmı-sonradan “Batı Şeria” olarak anılmaya başlandı ve Akdeniz kıyısındaki Gazze (Gaza) kentinin etrafındaki küçük sonradan “Gazze (Gaza) Şeridi” olarak anılmaya başlandı-hariç, tümüyle İsrail’in egemenliği altına girdi.
Modernist Yahudi boş durmadı ve, hem “Bağımsızlık Savaşı” sırasında, hem de sonrasında ciddi bir “etnik arındırma” programı uyguladı. Kurduğu yeni devletin topraklarını homojenleştirmeye başladı: Arap mülkleri düşük fiyatlarla satın alınmaya ve “Yahudileştirme”ye başlandı. Arap nüfusu büyük oranda “erode” oldu (eridi).
48 Savaşı, Araplar için büyük bir yenilgi, İsrail içinse büyük bir zaferdi. Yahudiler, Hristiyanlar’ın gerçekleştiremediğini gerçekleştirmişlerdi. Araplar ise, yeni bir Selahaddin beklemeye başladılar. Ama Selahaddin’ler “gökten” zembille inmiyorlar!
O günden bu yana Araplar’ın beklediği gibi bir Selahaddin çıkmadı. Bu yüzden de İsrail hep orada kaldı. Ve yine bu yüzden, 1948 sonrasında Ortadoğu, büyük ölçüde-özellikle Filistin Arapları açısından-özgürlük ve bağımsızlık mücadelelerinin filizlenmesine ve büyüyüp gelişmesine “yataklık” yaptı.
Yahudilik ideolojisinin tarihi aslında bir “günahlar tarihi” dir. Uygulanan politikalar kan çanaklarında kotarılagelmiştir. Hele son 100 yıllık tarih ölümcül bir salgına dönüşmüştür. “Siyasi” diye de adlandırılan Siyonizm’in kurucusu Theodore Herzl,, 11 Haziran 1902 tarihinde en vahşi sömürge baronlarından olan Cecil Rhodes’a (Rodezya ismi ona atfedilmiştir) yazdığı mektupta şöyle der: “Rica ederim efendim, programını okuduğunuzu ve benimsediğinizi ifade eden bir mektubu tarafıma gönderiniz. Kendinize, neden size başvurduğum konusunda sorular sorabilirsiniz. Bunun nedeni, benim programımım sömürgeci bir program olmasıdır”.
Judaizm’in hedefleri hem siyasi, hem ulusal, hem dinidir. Ve bu durum hep Allah’a bağlanmış İsrailoğulları’nın Allah tarafından ayrıcalıklı bir kavim olarak taltif edildiği bu nedenle Yahudilik için her şeyin mübah olduğu savunulmuştur. Bu mefküre, bütün dünya Yahudilik ideolojisinin tamamen denetimi altına girmeden doymayacaktır.
Judaizm bir “kolektif bencillik” kurumudur. Bu, putlaştırılmış milliyetçiliği bağrında yeşertmiştir. Böylece, Yahudiliğin sesi, kanlı silahların ve katliamları sesi olmuş, bu adeta Torah hükmü gibi olmuştur. Sanıldığı ve iddia edildiği gibi bir “payen (dinsiz) ” judaizm yoktur ortada, bilakis tamamen dini ve geleneksel metinlere bağlı bir ideoloji apaçık ortadadır. Sion’da egemen olan, “Hukuk”un adaleti değil ve fakat “hukuksuzluk”un adaletidir. Bu bir evrim falan da değildir, tam tersine geleneğin güçlenmesidir. Atrofiye (gerileme, büzüşme) uğrayan judaizm değil, onunla mücadele etme iddiasındaki güç odaklarıdır. Bu, Makkabizm’in geleneğinden hiç de farklı değildir. O nedenle, Lübnan’a, Filistin’e girerken, İsrail ordu birlikleri, “Bizle ibrahim’in askerleriyiz” diye slogan atmaktadırlar (bazı muhteremler de İbrahmi dinler arası diyalogtan bahsediyor). Süreç, dünya halklarının “nihai sıvılaştırılma (tüketilme)” sürecidir. 1902 yılında, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin “Apartheid” (Irkçı) rejiminin başbakanı Yahudi Vorster, ideolojilerini meşrulaştırma temelinde şöyle diyordu:
“Unutmayalım ki, bizler (beyazlar) belli bir misyon yüklenmiş olan, Allah’ın halkıyız (temsilcileriyiz)”. Yahudi profesör Andre Nehar, “Peygamberliğin Özü” isimli kitabında, “İsrail, dünyadaki ilahi tarihin mükemmel bir işaretidir. İsrail dünyanın eksenidir, onun sinir sistemi, yüreği ve merkezidir”, demektir.
Bu, megalomanik hezeyanlarla dolu ideolojinin temsilcisi olan Yahudilik’le nasıl bir insani diyalog üretilebilir? Bilen varsa önersin. Bu durum basit aşiret milliyetçiliğinin ve yumuşak modernist milliyetçiliğin çok daha ötesinde, arkasına yüzlerce Yahudi (olduğu varsayılan) peygamberini de alan dini bir kavimciliktir. O nedenle, Kemalizm kolay kolay kırılamıyor. Çünkü, Judaizm’i olduğu gibi benimsemiş ve içselleştirmiştir. Kurumlar ona göre şekillenmiştir. Eğer Kemalizm, faşizm olsaydı, kapitalizm tarafından 50 defa tasfiye edilmiş olması gerekirdi. Halbuki değildir. İllaki adlandırmak gerekirse “Kemalist Judaizm” demek gerekir ki, faşizm bu ideolojinin yanında çok zayıf kalır zira Hitler faşizmi en nihayetinde Germen Arvanizm’ine dayandırılır ki, Judaizm’e göre fakirin fakiri bir ideolojidir. Arka planı yoktur onun, kültürü Teutone kültürüdür, grotesktir, inceliksizdir, sanatsızdır, felsefesizdir, yani ağaç diplerinden fışkıran bir “piç”gibidir, hükümsüzdür. O nedenle Hitlerizm’in arkasında onu kucaklayan bir “baba” ideoloji olmalıdır.
Yahudilik kendisini bütün uluslar arası kanunların üzerinde görür ve bunun ikrar etmekten de kaçınmaz. O, mitolojik verilerle beslenir ve o verilere dayanır. Onun için, filanca Yahudi kabilesinin yasası uluslar arası yasa maddelerinden daha fazla belirleyicidir.
Almanya Siyonistlerinin Nasyonal Sosyalistler’le iç içeliği çoğu insana anlaşılmaz gelir ancak mekanizmayı kavramış olanlar için bundan daha olağan bir şey yoktur. Bunun en önemli amacı Filistin’de bir İsrail devleti kurmaktır. Bir güce angaje olmadan, kendi halkının hareketlendiremezsin, göç etmeye zorlayamazsın. Onları huzursuz etmenin, oradaki yaşam koşullarını ortadan kaldırmanın yolunu bulmalısın. Bunu sadece siyasi propaganda metodlarıyla yürütemezsin, akim kalır. O yüzden, bölgesel güçle entegre olman gerekir hatta bölgesel gücü kuşatıp ona perspektif vermen gerekir. Yahudilik bunu yapmış ve son tahlilde başarılı olmuştur. Naziler’e Yahudileri kamu fonksiyonu içeren işlerden atma objektifini sunmakla başlar ise, Siyonistler. Yani önce bir sürü işsiz, aç Yahudi üretilir. Ondan sonra dönüp, onların arasından göze batanları tasfiye eder ve arkalarından da, oyunun kuralı gereği “Anti-Nazi” propaganda yapar, tek yolun kutsal topraklara dönmek olduğunu empoze eder. Bu meyanda, Naziler’den daha faza Anti-İngiliz’dir.
Almanya Siyonist federasyonu, 21 Haziran 1933 tarihinde Nazi Partisi’ne bir mektup gönderir:
“…Irk ilkesini ilan eden yeni Devlet’in kuruluşunda, (Yahudi) topluluğumuzu bu yeni yapıya adapte etmeyi temenni ediyoruz. Yahudi uyruğunu kabul etmemiz bizlere, Alman halkıyla ve onun ırki ve milli gerçekleriyle daha açık ve daha samimi ilişkiler tesis etme izni verecektir. Bizler de, Yahudi safkanlığını destekleme bağlamında karışık evliliklere karşıyız. Kimliklerinin bilincinde olan Yahudiler Alman devlet yapısı çerçevesinde kendi yerlerini alabilirler. Alman devletiyle bilinçli Yahudiler arasında sadakat temelinde ilişkilerin yürüme olasılığının mevcudiyetine inanıyoruz. Pratik objektiflere ulaşılması için, Siyonizm, Yahudilere tamamen düşman olan köktenci bir iktidarla işbirliği yapma konusunda yetenekli olabileceğini umar. Siyonizm’in gerçekleşmesi, mevcut Alman yönlendiriciliğine karşı ancak dışarıdaki Yahudileri rahatsız edebilir. Güncel anlamda, Almanya’ya karşı yürütülecek olan bir boykot, özünde Siyonist olamaz….” . Her şey çok açık, yoruma gerek yok.
Nazi teorisyeni Alfred Rosenberg (traji-komik ama oda yahudidir) şöyle söylemektedir:
“Belli bir Alman yahudisi grubunun Filistin’e nakli babında, yıllık bir kontenjan belirlenmesi amacıyla Siyonizm’in etkin bir biçimde desteklenmesi gerekir”
S.S’in resmi organı Das Schwarze Korps’un şeflerinden Reinhardt Heydrich, “Görünür Düşman” adlı makalesinde şunları yazıyor:
“Yahudiler iki kategoriye ayırmak zorundayız: Siyonistler ve asimilasyon partizanları. Siyonistler kesinlikle ırkçı bir anlayışı benimsiyorlar ve Filistin’e göç etmek ve orada kendi Yahudi devletlerini kurmak istiyorlar. En iyi temennilerimiz ve resmi irademiz onlardan yanadır”.
Düşünün bakalım, örneğin tamamen ırkçıların yönetimi altında bulunan bir ülkede, karşı (düşman) ırktan bir örgütün bu denli kolay ve rahat hareket etmesi olacak şey midir? Daha somut bir kurgu yapalım: Örneğin tamamen MHP tarafından yönetilen bir Türkiye’de PKK’nin böyle bir konumda olması düşünülebilir mi, hatta yine örneğin MHP’nin, “bağımsız Kürdistan”ın kurulması için Türkiye alanındaki Kürtler’i Kürdistan’a taşımak için gönüllü olabileceğine akıl erdirebilir misiniz? Olmaz, velev ki, her iki taraf böyle bir şeyi düşünse bile bunu organize edemezler, o denli güçlü bir kültür ve ideolojiden yoksundurlar. İşte Yahudiliğin farkı buradadır. O yapabiliyor tereyağından kıl çeker gibi….
Bulow-Schwante, Reich’ın bütün diplomatik misyonlarına gönderdiği sirkülerde şöyle der:
“İdari ölçüler bakımından , Almanya’daki Siyonist eylemliliğe karşı yönelmenin hiçbir mantığı yoktur zira Siyonizm, Nasyonal Sosyalizm’in, Almanya Yahudilerini göç ettirmek konusundaki objektifleri konusundaki programıyla zıtlık içinde değildir”
Burada bir saptama yapmak gerekir. Siyonizm, bazılarının iddia ettiği gibi Yahudiliğe uymayan bir ideoloji değildir. Benzetmek gerekirse, eğer Judaizm, Yunan mitolojisinin baştanrısı Zeus ise, Siyonizm de savaş tanrısı Aris’tir. Aralarında küçük bir anlayış farkından bahsedilse dahi, temel işleyiş aynıdır. Ve en nihayetinde Aris, Zeus’un emrindedir ve ona karşı olamaz çünkü ikisi de ideolojik sistemi temsil ederler. Biri diğerinden ayrı düşünülemez.
28 Ocak 1935 tarihinde, Bavyera … gestaposu polise bir sürküler geçer:
“Siyonist örgütün üyeleri, eykemliliklerinde Filistin’e göçü özendirdiklerinden, asimilastyonist Yahudi örgütlerinin üyelerine yapılan muameleye tabi tutulmasınlar”.
Dünyanın birçok yerinde esen anti-faşist boykot rüzgarları döneminde (1933), Siyonist örgütle Naziler arasında ekonomik işbirliği başlıyordu. Bu temelde 2 şirket oluşturuldu: Tel Aviv’de “Haavara Company” ve Berlin’de “Paltreu”. Sistem şöyle işletiliyordu: göç etmek isteyen bir Yahudi, Berlin Wasserman Bank’a veya Hamburg Warburg Bank’a 1000 sterling yatırıyordu. Bu para Alman finans kurumlarını ayakta tutuyordu (Binlerce mudi ). Sıcak para, Alman finansını rahatlıkla ayakta tutuyordu. Filistin’e gidiş için ise, Tel Aviv ‘deki İngiliz- Filistin bankasındaki Haavara şirketi hesabına, Filistin lirası cinsinden bir miktar para yatırılıyordu. Göçmen Filistin’e geldiğinde, Almanya’da yatırdığı parayı Filistin lirası karşılığı olarak büyük oranda geri alıyordu. İsrail’e ileride başbakan olacak bütün kişiler Haavara’nın üyesiydi: Ben Gourion, Mose Saret (Mose Sertok), Golda Meir, Levi Eskol gibi.
Almanlar, ekonomik bloküsü Siyonizm’le aştılar. Siyonistler dünyanın heryerinde Alman mallarını satıyor ve satın alıyordu, İngiltere’de bile. Buna karşılık özellikle varsıl Yahudiler göç etmek suretiyle Filistin’e sermaye akıtmış oluyorlardı. Siyonist sömürgecilik adım adım Filistin’i esir alıyordu.
Weizmann, 3 Ocak 1923 ve 17 Eylül 1926 tarihlerinde Mussolini’yle görüştü ve Siyonizm için büyük tavizler aldı. Mussolini, “Siyonistler’e, Yahudi devletini kurmaları için yardım edeceğim” diyordu.
Avrupa’da Yahudi sorunu kökten bir biçimde çözmek ve yeni Yahudi devletinin kurulmasını gerçekleştirmek işinin proje yüklenicisi ve uygulayıcısı “Lehi” yani İsaril Bağımsızlık Hareketi ve onu askeri kanadı olan İrgun Zevai Leumi’dir. Lehi, Nasyonal Sosyalistler’le eşgüdüm içindeydi ve Almanya’daki anti semit faaliyetler konusund Naziler’e bizzat perspektif veriyordu. Yahudiler’in başta Avrupa olmak üzere tüm Avrupa’dan çıkarılması işi her şeyi çözmüyordu, plan Filistin’deki Yahudi devletinin tamamen tesisine kadar yürüyecekti. Kurulacak olan Yahudi devleti, Reich tarafından güçlendirilecek ve desteklenecek, bu vesileyle Almanya yakın doğuda yeni bir konum kazanacaktı. Buna mukabil Yahudiler Avrupa’da Alman ordusuna destek vereceklerdi. Amaç İngiltere’yi muhasara altında tutmaktı.
Ben Gourion şöyle der: “Menahem Begin, tartışmasız ve su katılmamış bir Hitlerci’dir. Birleşik büyük İsrail’i kurmak için bütün Araplar’ı imha etmek istemektedir. Bu yolda her türlü aracı kullanmayı mübah görür”. Ben Gourion de Begin’in arkadaşıdır, buyurun……
Aynı Ben Gourion, Araplar’la en ufak bir uzlaşmaya yaşamıyordu. Onların varlığından adeta tiksiniyordu. İsrail’in etrafında ne kadar az Arap olursa o kadar hayırlıydı. Ben Gourion’u ırkçılıkla suçlamak ve onu mahkum etmek çok kolay bir iştir ama bu durumda bütün judaizmi de beraberinde mahkum etmek gerekecektir. Çünkü fikir judaizm’den köken alır.
1940 yılında, İngiltere’den koruma isteyen asimilasyonist Yahudiler, Hayfa limanına nakledildiler. Ben Gourion şefliğini yaptığı Haganah örgütü gemiyi batırdı ve 250 kişi öldü.
1935 yılının başlarında, Almanya’nın Bremerhaven limanından Filistin’in Hayfa kentine gitmek üzere bir yolcu gemisi denize açıldı. Sancak kısmında İbranice harflerle geminin adı yazıyordu: Tel-Aviv. Ancak geminin direğinde dalgalanan bayrak, ortasında gamalı haç yer alan Nazi bayrağıydı. Benzer bir paradoks geminin sahipleri kullanıcıları içinde geçerliydi. Tel-Aviv gemisinin sahibi Alman topraklarındaki Siyonist hareketin önde gelenleri arasında yer alan bir Alman yahudisiydi. Gemiyi kullanan ise Nasyonal Sosyalist (Nazi) Partisinin bir üyesiydi. Tel-Aviv gemisinde simgeleşen Nazi-Siyonist işbirliği hiçbir şekilde bir çelişki oluşturmuyordu aslında. Aksine, gemi, resmi tarihi yazanların dünya kamuoyundan özenle gizlemeye çalıştıkları bir gerçeğin küçük bir örneğiydi. Nazi bayraklı Tel-Aviv gemisinin bu ilginç yolculuğu, Amerikalı tarihçi Mark Weber’in The Journal of Historical Revire dergisinin Temmuz/Ağustos 1993 tarihli sayısında yazdığı bir makalenin girişinde anlatır. Weber, Zionism and the Third Reich (Siyonizm ve III.Reich) başlıklı makalesinde daha pek çok delil göstererek Naziler ve Siyonistler arasındaki ittifakı gün ışığına çıkarmaktadır.
Adolf Hitler, bir keresinde şöyle demektedir:
“Hiç şüphesiz, dünya finansını elinde tutanlar aynı zamanda uluslar arası komplolarda en çok rolleri olanlardır. Avrupa alanındaki eylemliklerin arkasında da onlar vardı. Bu ölümcül sürecin gerçek provokatörü ve örgütleyicisi de onlardır: Yahudiler! Aryen halkların milyonlarca çoğunun açlıktan, yine yüzbinlerce erişkin bombardımanlarda ölmesine yol açanlar hatalarını kabul etmediler”.
Yahudi yazar Clifton Fadiman diyor ki:
“Almanlar’a bir şey anlatmanın yolu onları öldürmekten geçiyor. Ve sanırım ki yine de anlamayacaklardır”
C.W. Wipp neler söylüyor:
“Talimat kelimesi ‘Onları süpürmek’ olmalıdır. Ve bunun için bilimimizi daha yok edici patlayıcılar icad etmeye yoğunlaştırmalıyız. Eğer yapabilseydim Almanya’yı tamamen haritadan silmek isterdim. Bu şeytani ırk, asırlarca Avrupa’nın laneti oldu”.
Siyonist-mason Winston Churchill.
“Almanya’yı aç bırakacağız. Şehirlerini yıkacağız. Hasatlarını ve ormanlarını yakacağız”.
Siyonist-mason Lord Vansittart:
“En iyi Almanlar ölü Almanlar’dır. Öyleyse bombalar Almanya’nın üzerine yağmalıdır!”
Yine Churchill:
“Asfiksiyan (solunumu bloke eden) gazlar üzerinde ciddi bir biçimde düşünmelisiniz. Bütün dünyanın devreye soktuğu bu gazların kullanımı konusunda ahlaki sıkıntıya düşmek saçmadır. Diğer yandan, günümüzde açık şehirlerin bombalanması yasaklanmıştır. Bu, kadınların etek boyları ile ilgili bir moda hareketi gibidir. Onun değişimiyle bunun değişimi arasında fark yoktur. Soğukkanlı bir biçimde bu işin maliyeti hesaplanmalıdır”.
Amerikan yahudisi yazar Theodore Kaufmann.
“İster nazi, ister anti-nazi, ister komünist isterse de yahudisever (filosemit) olsun hiçbir Alman yaşamayı hak etmiyor. Savaştan sonra bütün Almanlar’ı kısırlaştırmak için 20.000 doktor görev almalı ve beher doktor günde 25 Alman’ı kısırlaştırmalıdır. Böylelikle 3 ay içinde üretken tek bir Alman bile kalmayacaktır. 60 yıl içinde Alman ırkına mensup kimseyi bulamazsınız”.
Yahudi komünist yazar İlya Ehrenburg :
“Öldürün, hepsini öldürün! Ne yaşayan ne de ileride doğacak Almanlar arasında masum kimse yoktur. Alman kadınlarının kibirini,şiddet yoluyla kırın”.
Yahudi entelektüel Raymond AronÇ
“Bütün yoğun araştırmalara rağmen, Hitler’in Yahudi soykırımını emreden bir belgeye rastlanmıştır”.
Dr. Kubovy:
“Hitler, Himmler veya Heydrich tarafından imzalanmış, Yahudilerin kıyılmasını içeren en ufak bir imzalı belgeye rastlanmamıştır”.
Golda Meir:
“Yahudi ideolojisi basit bir temel üzerine oturur: ‘Genesis’ (Tekvin, Oluş) 15. Bap, 18-21 Ayetler.
Filistin bize Allah tarafından vaat edilmiştir”.
Menahem Begin
“Bu topraklar bize vaat edilmiştir ve onların üzerinde tek hak sahibiyiz”.
Ben Gourion:
“Statüko’yu takip etmek diye bir şey söz konusu değildir. Yayılmayı hedef alan dinamik bir devleti önümüze koyduk”.
M. Begin:
“Eretz İzrael, İsrail halkına aittir. Tamamen ve her zaman “.
Moşe Dayan:
“Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni alın okuyun. Hiçbir toprak sınırı taahüdü yoktur. Devlet’in sınırlarını tesbit etmeye mecbur değiliz”.
Kudüs’teki Argon caddesi ve Tel Aviv’deki Hilton Oteli kasıtlı olarak Müslüman mezarlıkları üzerine inşa edilmiştir.
Kimse şaşırmasın, tüm bunlar Talmud prensiplerine uyar. Onun diliyle konuşuluyor. Aslında hedef sadece Almanlar falan değil başta Müslümanlar olmak üzere bütün dünya, Yahudiler hariç
Ali Baba Operasyonu
1948 yılı itibariyla Irak’ta 110.000 yahudi yaşıyordu. Irak büyük rabbisi Khedouri Sason, Irak’ta kalmak istediklerini, bir sorun yaşamadıklarını belirtiyordu. 1950’de Bağdat bombalı eylemlerle sarsılmaya başladı. Şem-Tov sinagosunun bombalanması sonucu 3 kişi öldü 76 kişi yaralandı. Ve “Ali Baba” adı verilen göç ettirme operasyonu başlamış oldu. Eylemlerin arkasında kimin olduğunu sormak abes olur.
İsrail dışındaki Yahudilerin başına dertler açarak onları göç ettirmek, Filistinli Araplar’dan boşalan yerleri işgal ettirmeye ikna etmek ya da hatta zorlamak, İsrail Hükümeti ile Dünyası Siyonist Örgütü’nün hesaplı politikası haline geldi. Ve böylece, goce zorlamak için “başına dert açılmasına ” karar verilen ilk Yahudi cemaati, İsrail liderlerince tespit edildi. Irak Yahudileri. Irak Yahudileri, yaklaşık 2000 yıldan beri bu alanda yaşıyorlardı. 47 tane havraya sahiptiler. 1950 yılında çıkartılan 5710 sayılı Göç Kanunu’na (La Loi Retour) karşın, Irak Yahudileri İsrail’e göç etmek istediler. Mossad, onlara “tehlike içinde olduklarını anlatmak” maksadıyla üzerlerine bomba yağdırmayı uygun gördü. Yahudilik, psikolojik bir savaş başlatmış oluyordu…’Müslümanlardan satın almayın’ başlıklı broşürler havralarda dağıtılıyor ve Müslümanların eline geçmesi sağlanarak Yahudi aleyhtarlığı yaratmak isteniyordu…. Gazetelerde, bir havra da dahil olmak üzere, Yahudilerin sık sık gittikleri yerlerin bombalanmasıyla ilgili hikayeler anlatılıyordu. Yapmak istedikleri, Yahudileri korkutmak ve Müslümanların kendilerine karşı harekete geçtiğine Yahudileri inandırmaktı. Bombalamalar Iraklı Yahudiler üzerinde genel olarak etki yaptı. Yahudiler’in evlrinde ve havralarda büyük miktarlarda silahlar ele geçmeye başladı. Silahlar İsrail’den göderiliyordu. Haftalık İsrail gazetesi Ha’olam Hazeh 20 Nisan ve 1 Haziran 1966 tarihli sayılarında; günlük Yedioth Aharonoth ise, 8 Kasım 1977 tarihli sayısında bombalamaların Mossad tarafından gerçekleştirildiğini yazdılar; Yahudi yazar Han Halevi sw “La Question Juive” adlı kitabında konuya değinir.Ali Baba Operasyonu, ayrıca 1972 Ağustosu’nda Kokhavi Şemeş tarafından, İsrail’de yayınlanan “Kara Panterler” gazetesinde de doğrulanmıştır. Ayrıca, 7 Kasım 1977 de, Tel-Aviv Büyük Mahkemesi’nin aracılığıyla, gazeteci Baruch Nadel tarafından Mordehay Ben Porat’a yöneltilen sorulara verilen cevaplarla da açıklık kazanmıştır. Mossad’ın bombaları sonucunda kaygıya düşen Irak Yahudileri, “kurtuluşu”(!) İsrail’e göç etmekte bulacaklardı.
Operasyon sonucunda 1950-59 yılları arasında toplam 100 bin Irak yahudisi İsrail’e taransfer edildi. Iraklı Yahudilerin İsrail’e getirilişinde rol oynayan bir diğer faktör ise, İsrailliler ile Irak Hükümeti arasında kurulan bir dizi karanlık diplomatik ilişkidir. Aliyah Bet ajanları, Irak hükümeti Başbakanı’na rüşvet vererek Iraklı Yahudileri satın almışlardı: Kendisini, ‘İngiliz işadamı Richard Armstrong olarak tanıtan, Şlomo Hillel isimli göçten sorumlu Aliyah Bet ajanı, Amerika’daki Yakın Dogu Hava Taşımacılığı Şirketi adına Irak Hükümetiy’le konuşmalar yapmaya gitti. 1950 yılının Mart ayında, Richard Armstrong’un etkisiyle Irak parlamentosu, isteyen her yahudinin ülkeyi terk edebileceğine dair kanun çıkardı. Başbakan, aynı zamanda Irak Turları’nın da başkanı idi ve tesadüf eseri olmayarak Yakın Doğu Hava Taşımacılığı İşbirliği’ne vekil olarak seçilmişti. Diğer bir deyişle, Irak Hükümeti’nin başı, İsrail istihbarat teşkilatından rüşvet ve komisyon aldı. Bu karanlık Amerikan hava şirketi, İsrail hükümeti ile olan yakın bağlarını gizlemek için gerçek yüzünü itina ile saklıyordu. 1948-1949’da bu şirket aracılığıyla, 50 bin yemen ve Aden yahudisi israil’e uçuruldu.
1935-1943 yılları arasında, alman-yahudi işbirliğiyle Filistin’e göç ettirilebilen Yahudi oranı bir iddiaya göre %9’dur yani 200.000. Aynı dönemde 182.000 yahudi ABD’ye, 67.000 yahudi Britanya’ya ve geri kalan %75’lik bölümü de Sovyetler’e göç etmiştir.
AHUZAT BAYİT
1907 yılında, Jaffa (Yaffa) da ikamet eden Yahudiler Ahuzat Bayit isminde bir cemiyet kurdular. Cemiyet’in amacı şehrin dışında yeni bir yerleşim alanları yaramaktı. Örgüt şehir dışına doğru gelişme temelinde arazi satın almaya ve bu arazilerin üzerinde yerleşimler oluşturmaya başladı. İlk binalar 1909 yılında tamamlandı. (Bu gelişmeler 1897 yılında 1.Siyonist Kongre’de Theodore Herzl’in, “İsrail devleti 1947-1952 yılları arasında kurulacaktır” perspektifine verilen ilk pratik yanıtlardan biridir). Aynı adla anılan bu yerleşim yerinin yanına Nahalat Binyamin ve Geula adında iki yerleşim daha eklendi ve bilahare bu 3 yerleşim birimi birleşerek “Tel-Aviv” ismini aldı. Bu isim, Theodor Herzl’in ütopik romanı, “Alhneuland”a, Nahum Sokolow’un, çevirdikten sonra verdiği isimdi.
ALIYA BETH
Şaul (Saoul) Avigur’un liderliğini yaptığı, Haganah’ın bir koludur. Görevi, Yahudiler’in Filistin’e illegal göçünü örgütlemekti. 1939 yılında kurulan örgüt, Avrupa’dan gelen yahudiler’in sorunlarını çözüyordu. Deniz yolları sekteye uğradığında Aliya Beth, Diaspora’dan gelenleri, Arap ülkeleri üzerinden Tel Aviv’e geçiyordu (Bu Arap ülkelerinin başında Ürdün geliyordu, Zionizm’in şefleri 1930’lu yıllarda Ürdün’ün Mason kralı İbn-i Abdullah’la görüşmeler ve bazı basit tavizler karşılığında bu trafiği örgütlemişlerdi. Ürdün’ün kralı olan Hüseyin de uzun yıllar babasının ve dedesinin yolundan gitti. Şimdi oğlu Abdullah da o yolun yolcusu. İsrail’le geliştirdiği ilişkiler itibarıyla babasının yolundan gidiyor). 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın son yılında (1945) en yoğun Yahudi akışı Romanya’dan olmuştur.
1945-1948 yılları arasında Aliyah Beth, 65 seferde 70.000 Yahudi’yi Avrupa ve Kuzey Afrika’dan, kendi “Kutsal Topraklar”ına taşıdı. Örgüt, Amerika, Avrupa, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu da içine alan geniş bir haberleşme ağını radyo operatörleri vasıtasıyla geliştirdi. Bu haberleşme ağına, Kıbrıs’ta, İngilizler’in gödiği ilişkiler itibarıyla babasının yolundan gidiyor). 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın son yılında (1945) en yoğun Yahudi akışı Romanya’dan olmuştur.
1945-1948 yılları arasında Aliyah Beth, 65 seferde 70.000 Yahudi’yi Avrupa ve Kuzey Afrika’dan, kendi “Kutsal Topraklar”ına taşıdı. Örgüt, Amerika, Avrupa, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu da içine alan geniş bir haberleşme ağını radyo operatörleri vasıtasıyla geliştirdi. Bu haberleşme ağına, Kıbrıs’ta, İngilizler’in gözetimi altında bulunan Yahudi göçmenlerde dahildi. İsrail devletinin kuruluşundan sonra göçün yeni odak noktası Arap ülkeleri oldu. Arap ülkelerinde yaşayan Yahudiler de akın akın İsrail’e dönmeye başladılar.
ALTALENA
Avrupa’da yapılan Etzel adlı örgütün organizesiyle, 900 göçmeni ve bunun yanı sıra zırhlı silahları taşıyan gemiydi. Altalena. 20 Temmuz 1948 tarihinde İsrail sahillerine ulaştı. Geçici hükümetin başbakanı, gelen silahların İsrail Savunma Güçleri’nin emrine verilmesini söyledi. Etzel komandoları bu kabul etmedi çıkan çatışmada 60 kişi öldü, gemi sulara gömüldü ve birçok kişi kayboldu. İsrail tarihinin en “karanlık” olaylarından biridir bu.
ASEFAT HANİVHARİM
Asefat Hanivharim, “Seçilmişlerin Meclisi” anlamına gelmektedir. Manda döneminde, Filistin Yahudi Birliği (Yisuv) nin seçilmiş yüksek meclisidir. İlk seçim 19 Nisan 1920 tarihinde yapılmıştır. 1928 yılında, manda Yönetimi, Seçilmiş Meclisi resmen tanıdı, ilk meclis seçiminde toplam 20.000 oy için 20 liste yarıştı. (TC’nin ilk meclis’in açılışının da 23 nisan 1920 tarihine denk düşmesi düşündürücüdür. Meclislerin oluşturulması anlamında TC ile İsrail’in kuruluşu aynı tarihlere rastlamaktadır).
1925 yılında yapılan 2. Meclis seçimlerinde ise 29 liste aralarında yarıştı. Seçimler gizli yapılıyordu. Meclis, “Va’ad Le’umi” (seçilmişler) nin üyeleri arasından belirlenen temsili parlamento işlevi görüyorrduç Yisuv, gitgide kurumlaşıyordu.
Kendisi de bir Yahudi olan Samuel Paul Huntington’ın öngördüğü “Medeniyetler Çatışması ” tezinin asıl olarak İsrail lobisinden destek görmesinin ve zaten İsrail kaynaklı olmasının anlamı, Yahudi Devleti’nin, kendisi için en büyük tehdit olarak gördüğü İslam dünyasını, Batı ile çatıştırmak ve dikkatleri başka alanlara çekmek istemesidir. İşte İsrail’in tüm uzun vadeli stratejisinin temeli, bu global denkleme dayanmaktadır.
Bu paranoya ise aşırı önlemciliği ve nihayet “agresiflik” i de braberinde getirmektedir. Yitzhak Rabin suikasti bunun en çarpıcı örneğidir; suikast bir “meczub”un değil, Sin-Bet ve Mossad’ın içinde büyük güce sahip olan aşırı sağcı bir kadronun ürünüdür çünkü, İsrail’deki “derin devlet” i şekillendiren bu düşünceye göre, İsrail’in varlığını koruması, barış yapmasına değil, aksine sürekli bir savaş halinde yaşamasına bağlıdır.
Aynı TC gibi, sürekli paranoyalar, dış mihrak halusinasyonları, herkes Türk düşmanıdır saplantısı vs. Bu da çok doğal çünkü bu devletin kurucusu olan M. Kemal de onlardan biri ve bugün TC idarecilerinin korkusu, Türkiye’nin elden gitmesi değil Siyonizm’in eşdeyişle İsrail’in elden gitmesidir. Yoksa onların Türkiye halkıyla uzaktan yakından bir ilgisi yok. Hiç, bir İsrail’li fanatiğinin Türkiye geleceğiyle ilgili kaydı taşıdığı görülmüş müdür? Hayır. Doğrusu da budur. Onun derdi ” Kutsal İeruşalim”in ilelebed Yahudi kalması ve korunmasıdır. Türkiye halkı onun niye umurunda olsun ki, onun bütün değerleri İsrail’de. İşte sorun da burada yatıyor.
TC’yi yönetenlerin asıl problemi de Kudüs’ün düşmemesi ve sürekli Yahudi kalması. Bunun yanı sıra İsrail’in bir eyaleti ve tarlası, ganimethanesi olarak elde durması. Türkler’i düşünmekle en ufak bir alakası yok!
Osrovsky’e göre, bu yaklaşım, İsrail’i bir “garnizon devlet” olarak algılamaktadır, garnizonu ayakta tutacak en önemli faktör ise, sürekli savaş tehdidi altında yaşamak ve böylece daimi bir “uyanıklık” içinde bulunmaktır (Barış, ancak zaman kazanmak için kullanılacak bir taklittir, Camp David’de olduğu gibi.) Gerçekten barış yapmaya kalmak ise, garnizonun teyakkuz durumunu ortadan kaldırır ve onu sonu yenilgiyle bitecek bir rehavet sürecine sokar. İşte kurulduğu günden bu yana İsrail’i yöneten kadrolara egemen olan düşünce yapısı budur (Aynı TC’ de olduğu gibi). Gerçek İşçi Partisi’nin “laik Siyonistleri”, gerekse Likud’un “dinci / milliyetçi Siyonistleri” aynı vizyonu paylaşırlar. Aralarındaki fark, Noam Chomsky’nin vurguladığı gibi, temsil ettikleri sosyal sınıfların ve Batı karşısında elde etmek istedikleri imajların farklılığından kaynaklanmaktadır. Yani hiçbir ciddi fark mevcut değildir, gerçek hakim İsrail resmi ideolojisidir.
Yahudi Devleti, kurulduğu günden bu yana “tehdit” altındadır çünkü bir kan deryasının üzerinde oturmaktadır ve bunu ne savaşla ne de barışla aşamamaktadır. Aşması da mümkün görünmemektedir. HAMAS lideri Şeyh Yasin, “Onların anladığı tek dil savaştır” diyor. Doğrudur zira İsrail, barıştan; katliamı, zulmü, baskı ve şiddeti anlıyor. İsrail de bu gerçeğin çok iyi farkındadır. Bu nedenle Pax Americana’nın (Amerikan Barışı) ağırlığı sayesinde gerçekleşen “Barış Süreci” gibi yapay düzenlemelerin peşinde koşuyor.
İsrail şimdiye dek varlığını sürdürmüştür ve halen sürdürmektedir, çünkü arkasında hemen hemen bütün dünya vardır. “Fütürist” (Gelecekçi) yorumlara bakılırsa, ABD, düşüşün başlangıcındadır. Bu durum İsrail’i etkilemez. İsrail’in tek müttefiki olarak ABD’yi gören zavallılara söyleyecek başka sözümüz olamaz.
Peki, acaba İsrail’in gerçekten de barışçı bir politika izlemesi mümkün değil midir? İçinde yaşadığı yabancı coğrafyayla sürekli savaşmak yerine, o coğrafyadan “özür” dilemesi, o coğrafyadaki insanlara karşı işlediği suçlar nedeniyle kendini affettirmesi ve “normal ” bir devlet olarak yaşamını sürdürmesi mümkün olmaz mı?
Böyle bir uzlaşma mümkün olabilir, fakat çok büyük bir “diyet” ve “tazminat”la: İsrail, Doğu Kudüs’ü terk ederse, hatta 1947 yılındaki BM planında öngörülen topraklara dönerse bu mümkün olabilir. Bunun yanı sıra İsrail, çok büyük bir tazminat ödemek zorunda kalacaktır. On yıllardır kanlarını akıttığı Ortadoğu halklarında da resmen “af” dilemeli ve Almanya’nın kuruluş yıllarında İsrail’e ödediği dev tazminata benzer bir “diyet ödemelidir. Yani pratik olarak imkanı olmayan şeyler. Şeytan’ın iman etmesi gibi bir şey. İsrail bu yolu hiçbir zaman izlemeyecektir. Çünkü Yahudi Devleti’nin Ortadoğu stratejisi, yalnızca rasyonel değerlendirmelerin değil, “3000 yılın ağırlığı”nın da etkisi altındadır. Dahası böyle düşünmesini gerektirecek ciddi bir alternatifle de karşılaşmış değildir. Bütün bunları süreçler belirler.
Kaynak: H.A. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)