İsrail Devleti, kurulduğu günden itibaren Filistin’deki varlığını sağlamlaştırmaya yönelik bir siyaset izledi. Üzerinde en çok durulan hedef, ülkedeki Yahudi nüfusunun arttırılmasıydı. Bu amaçla, diaspora Yahudiler’ini taşımak için yüzyılın başından beri yürütülen transfer işlemlerine hız verildi. Nazi toplama kamplarındaki, Avrupa’daki, Kıbrıs’taki İngiliz “bekleme kampı”ndaki ve İslam dünyasının farklı yörelerindeki Yahudi toplulukları büyük bir kampanya dahilinde Filistin’e göç ettirildiler. 5 temmuz 1950’de Knesset (İsrail Parlementosu) tarafından çıkarılan Geri Dönüş Kanunun ile, ” dünya üzerindeki her yahudi’nin bir oleh (göçmen) olarak İsrail’e yerleşmeye hakkı vardır” hükmü kabul edildi. “Anayurt”a dönüş, azalarak da olsa devam ediyor.
İsrail, 1948 Savaşı sırasında ve sonrasında, bölgedeki Arap halka karşı bilinçli bir “terör” (bastırma, göç ettirme, talan, toplu katliamlar, yargısız infazlar, faili meçhul cinayetler) uyguladı, aynı “dinsiz ve imansız” TC’nin Müslümanlara uyguladığı “terör” gibi. TC bu siyaseti onlardan öğrenmişti. Amaç, büyük bir korku ve panik yaratarak (psikolojik savaş) Araplar’ı evlerini terk edip göç ettirmeye zorlamaktı. Kullanılan yöntemler de yeterince “korkutucu”ydu doğrusu. İsrail terörünün sıradan bir örneği, bir görgü şahidi tarafından daha sonraları şöyle anlatılacaktı:
“… 80-100 kadar erkek, kadın ve çocuk öldürülmüştü. Çocukları kafalarına sopalarla vurarak öldürdüler. Her evden en az bir kişinin canına kıyıldı. Köylerde erkek ve kadınlar yiyecek ve su verilmeksizin evlere kapatıldılar. Sonra da sabotajcılar gelip evleri havaya uçurdu. Bir kumandan, bir ere emir vererek, havaya uçurmak istediği bir evin içine 2 kadın kapatmasını söyledi. Bu arada bir asker öldürmeden önce bir Arap kadının ırzına geçtiğini anlattı. Yeni doğmuş bir çocuğu olan Arap kadınına birkaç gün süreyle etraf temizlettirildikten sonra kadın ve çocuk öldürüldü.”
Bir İsrail’li için en iyi Filistin’li “ölü Filistin’li” idi, aynı bir ABD’li için “ölü bir Kızılderili” gibi. İsrail İşçi Partisi’nin yayın organı olan Davar gazetesinde yayınlanan üstteki satırlar, 1948’de Dueima adlı Filistin köyünün ele geçirilmesi sırasında yapılanlara tanıklık eden İsrailli bir askerin katliam hatıralarıydı.
Bu satırlarda anlatılanlar, istisnai bir terör eylemini değil, İsrail stratejik terörünün bir örneğini tarf ediyordu. Bir diğer örnek, İsrailliler’in devlet kurdukları yılda, 1948’de Deir Yasin köyündeki Arap halka karşı giriştikleri katliamdı. Menahem Begin’in yönettiği İsrail’li teröristler, Kudüs yakınlarındaki Deir Yasin köyüne düzenledikleri baskın sırasında, hamile kadınların ve çocukların da dahil olduğu 280 kadar Arap köylüsünü sokaklarda dolaştırdıktan sonra kurşuna dizmişlerdi. Öldürülen genç kızların çoğunun ırzına geçilmiş, erkeklerin cinsel organları koparılmıştı. Siyonistler bazı kurbanları öldürmek için bıçak kullanmışlardı. Raporlarda “ortadan ikiye biçilen” küçük bir kız çocuklarından da söz ediliyordu.
Bu şekilde altı ay içinde Arap köylerine düzenlenen sayısız baskınlarla 400 bine yakın Arap, yurdunu terk etmek zorunda bırakıldı. Deir Yasin Katliamı bu baskınların sadece birisiydi. İsrailliler’in yıllar içinde terör yoluyla boşalttıkları köy sayısı, İsrail’in “muhalif” entelektüellerinden biri olan İsrael Shahak’ın tespit ettiği rakama göre, 385’ti. Bu köylerin arasında, korkutma yöntemiyle boşaltılanların yanında, Deir Yassin’le aynı kadere uğrayanlar da vardı. (TC’nin yakıp yıktığı ve boşalttığı köy sayısı ise, devletin resmi verilerine göre 3500, gerçekte ise 5.000 dolayındadır) Kemalizm, ağa babası Siyonizm’in yolundan hiçbir zaman şaşmadı ve asla da şaşmayacaktır.
Yahudi Devleti, savaş alanında da bu tür abartılı vahşetler uygulamıştı. Emekli Albay ve tarihçi Moşe Givati’nin, 1995’de yayınladığı “Çöl ve Alevlerin İçinde” adlı kitabında yazdığına göre, 1948, 1956 ve 1967’deki Arap-İsrail savaşlarında İsrail ordusu savaş esirlerine inanılmaz işkenceler yapmış; esir alınan Mısırlı askerlerin gözleri sigara ile dağlanmış, cinsel organları kesilerek ağızlarına koyulmuştu.
Tüm bu vahşet, stratejik bir amaç taşıyordu: Düşmana karşı üstün gelebilmek ve kendi varlıklarını korumak. Uyguladıkları abartılı vahşet, bunu sağlamak içindi.
Radikalizasyon ve Savaş
Arap rejimlerinin 1948 Savaşı’nı kaybetmeleri ve İsrail’in uyguladığı “etnik temizlik” harekatına seyirci kalmaları, yurtsever ve özgürlükçü Arap halkı arasında ciddi siyasi tepkiler doğurdu. 1950’lere dek, Ortadoğu’da İngiltere ya da Fransa tarafından sömürgecilik döneminde yaratılmış olan monarşiler vardı. Bu monarşilerin hemen hepsi, Batı’yla iyi ilişkiler içinde olan muhafazakar krallar tarafından yönetiliyordu. Ancak İsrail karşısında gösterilen sözkonusu zafiyet, Arap toplumu içinde krallığın güvenirliliğini ciddi bir biçimde sarstı. Bunun sonucunda da Arap dünyası, 1950’lerin başından itibaren, İsrail’e ve onun en büyük destekçisi olan Batı’ya karşı sert bir söylem geliştiren sosyalist akımların gelişimine şahit oldu. Bu mücadele ve mücahede dalgası bir domino etkisi içinde tüm Ortadoğu’yu sardı. 1950 yılında, Ürdün Kralı Abdullah İbn-i Hüseyin bir suikastte cezalandırıldı. İki yıl sonra, Mısır’da Britanya tarafından tahta oturtulmuş olan ve hala “İngilizler’in ajanı” sıfatını koruyan Kral Faruk, ordu içindeki milliyetçi bir cunta tarafından devrildi. İlerleyen yıllarda, önce Suriye, sonra da Irak’ta, mevcut krallıklar devrildi ve yönetim, Arap milliyetçiliği ideolojisini benimseyen “Baas” (Yeniden Doğuş) hareketinin eline geçti. Mısır’da iktidarı ele geçiren Cemal Abdunnasır. “Arap sosyalizmi” söylemiyle tüm Arap dünyasını etkilemeye çalıştı. Hatta Suriye ile Mısır arasında siyasi bir birlik sağlanarak “Birleşik Arap Cumhuriyeti” kuruldu.
Nasırizm, Ortadoğu’nun “Arabisation”unu öngörüyordu. Bu şiarın tutması için ise önemli bir engelin ortadan kalkması gerekiyordu: İsrail! Bunun için de, tahminlerine göre, İsrail’in en büyük destekçileri olan “Batılı emperyalistler”den (önceleri Fransa ve İngiltere’den, 1956’dan sonra ise ABD’den) tamamen uzaklaşmaya karar vermeleri gerektiğini düşündüler. Buldukları çözüm Sovyetler Birliği’ydi. Sanki diğer emperyalistlerle, “Sosyal emperyalist” SSCB arasında bir fark varmış gibi. Üstelik SSB’nin harcında hatırı sayılırdan da öte bir “Yahudi alınteri” mevcuttu hatta SSCB bir Yahudi Bolşevizmi’nin ürünüydü. Kaldı ki, SSCB, İsrail’in kurluşu sırasında hemen hemen hiçbir ciddi reaksiyon vermedi zaten beklenen de buydu daha da ötesi veremezdi de. Araplar, Onun müttefikleriyle (“İkinci Dünya”yla) ve bağımsızlıklarını yeni kazanmaya başlayan Üçüncü Dünya ülkeleriyle bir araya getiren Bağlantısızlar hareketinin liderliğini üstlendi.
Nitekim 1950’lerde başlayan radikalizasyon dalgası, İsrail’le silahlı bir çatışmaya girmekte gecikmedi. İlk olarak İsrail’e karşı gerilla hareketleri başladı. 1951 ile 1956 yılları arasında, İsrailliler’in verdiği rakamlara göre, Yahudi Devleti sınırlarına yönelik 3000 silahlı çatışma ve 6000 sabotaj girişimi gerçekleşti. İlk büyük karşılaşma ise, Nasır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirdiğini açıklaması üzerine 1956 yılında yaşandı. Nasır’ın bu hareketi, İsrail için olduğu kadar Ortadoğu’ya sömürge coğrafyası olarak bakmakta ısrar eden Fransa ve İngiltere için de bir tehdit sayılırdı. Bu nedenle bu üş ülke, Süveyş’i işgal etmek için anlaştılar. İsrail ordusu, 26 Temmuz günü Sina Yarımadası’na girerek Süveyş’e kadar ilerledi, Fransız ve İngiliz paraşütçüleri ise doğrudan Kanal bölgesine indiler. Fakat ABD, kendi insiyatifi dışında gelişen bu harekatı onaylamayınca, İsrail-Fransa- İngiltere ittifakı Süveyş’ten geri çekilmek durumunda kaldı. (Bu savaş, Ortadoğu’daki Fransız ve İngiliz etkisinin azaldığını ABD’nin bölgeye ağırlığını koyduğunun da göstergesiydi).
Nasır, Süveyş Savaşı’ndan güçlenmiş olarak çıktı. İlerleyen yıllarda ise Suriye ile ittifak haline askeri gücünü genişletmeye ve İsrail’e karşı büyük bir saldırı için fırsat kollamaya başladı. Nasır’ın bu yükselişi, İsrail’i ne kadar rahatsız etti bilinmez ama daha sonraki pratik gelişmeler bize fikir veriyor:
Mısır ve Nasır Tükeniyor: 1967
Mossad öyle iyi çalışmıştı ki, Arap ordularının komutasındaki büyük yanlışlıkların da etkisiyle, İsrail’in ezici bir biçimde kazanacağını işi bilen ustalar çoktan fark ediyorlardı. Mısır, Suriye ve Ürdün, uzun süredir İsrail’e karşı büyük bir saldırı başlatmaya hazırlanıyorlardı ki, İsrail ani bir karşı-saldırı ile 5 Haziran sabahı saat 07:45’te savaşı başlattı. Mısır jetlerinin günlük rutin uçuşlarını saat 07:30 itibarıyla tamamlamalarından sonra, üslerinden havalanıp önce uzun bir süre Akdeniz üzerinde Batı’ya doğru uçan İsrail jetleri, daha sonra ani bir dönüşle Mısır hava üslerine yöneldiler. İsrail’den gelecek bir hava saldırısını kuzeyden değil, doğudan beklemekte olan taktik zeka yoksunu Mısır hava kuvvetleri “gafil” avlandı ve Nasır’ın anlı-şanlı hava kuvvetlerinin hepsi henüz havalanmadan yerde yok edildi. Toplam uçak sayısı 600 olan Mısır hava kuvvetlerinin 490 uçağı imha edildi ve 1 saat öncesine kadar Kudüs hayalleri kuran Nasır olayın vehametini ancak 6 saat sonra öğrenebildi. İsrail ordusu, ilerleyen 5 gün içinde de kendisine saldırmak için hazır bekleyen Arap ordularını birbiri ardına bozguna uğrattı. Yahudi Devleti, modern tarihte eşine az rastlanır bir askeri başarı göstererek, 6 gün içinde topraklarını yaklaşık üç katına çıkardı. İşgal ettiği topraklar; Batı Şeria ve Gazze’yi yani Filistin’in 1948’deki işgal sırasında “eksik kalan” son iki parçasını, Suriye’ye ait olan Golan Tepeleri’ni, ve Mısır’a ait olan koca Sina Yarımadası’nı içeriyordu. Golan tepelerinin kolayca işgal edilmesinde, 1965 yılında Suriye tarafından deşifre edilerek asılan ve yıllarca Suriye genelkurmayında ekini kolunu sallayarak dolaşan “David” kod Mossad ajanının rolü çok büyüktü David milli kahraman olmuştu.
Bu arada, Batı Şeria ile birlikte Doğu Kudüs de Yahudi Devleti tarafından işgal edildi. Kutsal şehir, 1948 savaşından beri Doğu ve Batı olmak üzere ikiye bölünmüş durumdaydı. Batı Kudüs, şehrin modern kısmıydı ve İsrail’in elindeydi. Kadım dini mabedleri içeren Doğu Kudüs, yani bir anlamda “gerçek Kudüs” ise Arap tarafında kalmıştı. İsrail, 1967 Savaşı ile işte kentin bu Doğu kısmını da ele geçirdi, Yahudi ulusunun sembolü haline gelmiş olan Ağlama Duvarı, 1897 yıl sonra yeniden Yahudiler’in egemenliği altına girdi. Bu durum, Siyonizm’in zaferini, Araplar’ın ise, uzun sürecek olan sessizliğini haber veriyordu.
Altı gün Savaşı’ndaki bu başarı, İsrail devletinin moralini çok yükseltti. Yahudi Devleti, çok büyük- ve hatta bazı hahamlara göre “ilahi”-bir zafer kazanmıştı. 67 sonrasındaki dönemde İsrail’de yaşanan büyük ekonomik gelişme ve artan refah da bu rehaveti güçlendirdi. İsrailli genelkurmayı, Arap ordularının kendirli için bundan sonra hiçbir sorun oluşturmayacağını övüne övüne deklare ettiler. Ariel (Arik) Şaron, 1973’de Yom Kippur Savaşı’ndan aylar önce- verdiği bir demeçte; “İsrail süper bir askeri kuvvettir. Avrupa’nın bütün kuvvetleri bir araya gelse, bize ulaşamazlar. İsrail bir hafta içinde Hartum’dan Bağdat’a ve Cezayir’e uzanan bölgeyi ele geçirebilir” diyordu. Eski Genel Kurmay Başkanı Yisael Yadin ise, “bizim jenerasyonumuzun bir daha 1948 ya da 67’deki gibi büyük bir savaş yaşayacağını sanmıyorum” demişti.
73 Yom Kippur (Ramazan) Savaşı ve Kıbrıs, Yunanistan ve Türkiye’ye Çok Kısa Bir Bakış
Ekim 1973: Türkiye ve Yunanistan, petrol çıkarları nedeniyle Yom Kippur Savaşı sırasında İsrail’i desteklemekten kaçındı ve söylem boyutuyla da olsa, ülkelerindeki NATO üslerini Ameriken kullanımına açmayacağını deklare ettiler.
Kasım 1973: Süleyman Demirel iktidardan düştü ve yerine Ecevit iktidara geldi (getirildi). Aynı gelişmeler aynı tarihlerde Yunanistan’da ortaya çıktı. Papadopoulos hükümeti devrildi ve yerine Ioannidis iktidara geldi. (Küçük birkaç ayrıntı: Ioannides’in bacanağı yahudi’ydi ve Ioannides’in İsrail’e oldukça yakın olduğu biliniyordu).
Kasım 1973: Ulusal Güvenlik Konseyi’nin çağrısı üzerine Roma’da, Kıbrıs’la ilgili gizli bir toplantı. Katılımcılar: Glafkos Klerides, Rauf Denktaş, Cyrus Wanca (Yahudi), L.Battle, P.Talbot (yahudi’dir), M.Stewart, Evangelos Averof, D.Bitsios, Aydın Yalçın, Y.Macleen, Denison Rusinof (Yahudi). Bu toplantının finansörü ise ilginç bir isim: Şah Rıza Pehlevi (İran şahı).
Mayıs 1974: Henry Kissinger, Andrei Gromiko ve Makarios Kıbrıs’ta bir araya geliyorlar. Konu, TC’nin Kıbrıs’a müdahalesi.
Temmuz 1974: ABD’nin Atina büyükelçisi H.Taska, Ioannidis’e, Makarios düştüğü taktirde, bir tepkileri olmayacağı konusunda güvence veriyor. Aynı dönemde ABD, Makarios’a eğer Cunta işbaşına gelirse kendisinin güvence altında olduğunu söylüyorlar. İkili oyun.
Temmuz 1974: TC, Kıbrıs’ı işgal ediyor. İşgal sonrası Ioannidis, ABD’den yardım istiyor. Cevap yok. Evangelos Averof, Karamanlis’i Paris’ten telefonla arıyor.
Ağustos 1974: “Attila-2” harekatından bir gün önce, Kissenger, “Türkler’in, Kıbrıs’ta korumaya muhtaç olduğunu ve müdahalenin bu amaçla gerçekleştirildiğini” belirtiyor. TC, ABD’nin istediği yerlere kadar ulaştıktan sonra ABD savunma bakanı Slessinger (Yahudi), TC ordusunu durduruyor.
Bu gelişmeler hakkında hiçbir yorum yapmıyoruz. Yalnız, veriler harekat sırasında, İsrail’in Bülent Ecevit’e siyasi ve ekonomik destek gönderdiği yönünde, öyle ya Rahşan Ecevit’de bir Yahudi. Kim bilir?
67 Savaşı’ndaki işgal, hiçbir ülke tarafından tanınmadı, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 242 sayılı ünlü kararı ile, İsrail’i işgal ettiği topraklardan çakilmeye çağırdı. Dahası, İsrail’in her zaman dost kabul ettiği Avrupa ülkeleri bile Tel Aviv’e tavır koydular. Ama İsrail’in dostlarıda vardı. İsrail bu dostlukları en üst düzeyde –sözde bazı Müslüman!!! ülkelerle-yürütüyordu. Örneğin Mossad, Ürdün bürokrasisini âdeta parsellemişti. Suudi Arabistan ve İran için de aynı şeyler söz konusuydu. TC’nin İsrail ile arasının iyi olmadığı iddia edilen bir dönemde Adnan Menderes, hem de İstanbul’da “gizlice” İsrail başbakanıyla görüşmüştü. Nasıl görüşmesindi zira TC bir anlamda İsrail demekti. Onlar 1940’lardan beri Anadolu’nun ve Rumeli’nin “gürültüsüz ama hatırlı” sakinleriydi. Varlık vergisi onları bağlamıyordu, göç ettirilme gibi bir sorunları yoktu, işkence ve zulüm kavramları onların sözlüğünde yer almıyordu, 500. Yıl Vakfı’nın sözcüleri de bunu aynen dile getiriyorlar, azınlık gibi değil çoğunluk gibi yaşıyorlardı ve onlar Türkiye’nin pratikte gerçek sahipleriydi. TC’nin kuruluşundaki “Milli Sermaye”nin %80 ’i “Yahudi Sermayesi” ydi. Doğal olarak bu sermayenin bir “yaptırım gücü” de olacaktı.
Bu politika halihazırda da devam etmektedir. Mezopotamya’nın “kutsal” kimliği Siyonizm’i birinci derecede ilgilendirir zira bu coğrafya, Torah’ta bahsi geçen dört mukaddes nehrin sınırları arasında kalmaktadır yani “Arz-ı Mev’ud” (Va’edilmiş Topraklar) dur Mezopotamya. Pishon, Guishon, Euphrates (Fırat) ve Tigris (Dicle) bu dünyanın ve hatta “Cennet”in merkezi topraklarını kuşatmıştır. Bu noktada TC sanıldığı gibi İsrail’in yeni partneri değil hayli “kadim” bir dostudur. Nihai hedef Ortadoğu’nun Siyonizm’e entegrasyonudur. Bunun adı “Siyonist Süpremasizm“dir. Önümüzdeki süreçte burada yaşayan halklar açısından, Siyonist psikolojik bariyer ağırlaşacaktır. Globalizm’in örgütlenmesinin eksen nedenlerinden biriside budur. Bunun farkında olmamak, büyük bir “Siyasi Günah” işlemek demektir. 1980’lerde, daha ortada GAP Projesi yokken, Harran Ovası’ndaki topraklar Siyonist Kapital tarafından çok ucuz fiyatlarla kapatılmaya başlandı. Türkiyeli ve Uluslar arası Siyonist sermaye ovayı talan etmeye başladı. GAP’ın toplam toprak değeri 285.000 hektardır. Bu değerin 30.000 hektara yakın bölümü Siyonist Kapital tarafından satın alınmış durumdadır ve bu talan artarak sürecektir. GAP komplexlerinin açılışından kısa bir süre önce TC ile İsrail, kapsamlı bir zirai teknoloji antlaşması yapmıştır. Bilindiği gibi İsrail şu anda dünyanın en gelişmiş zirai teknolojilerine sahip bulunmaktadır. Bu antlaşmanın hemen sonrasında da TC’den 20 ziraat mühendisi ve teknisyen İsrail’e teknik eğitim amacıyla gönderilmiştir. Yine İsrail, TC’nin aracılığıyla Kırgızistan üzerinden İsviçre’ye altın kaçakçılığını yürütmektedir. İsrail firması Plastro Gvat, sulama yüksek teknolojisi konusunda büyük bir ticari yatırım yaptı. Üzeyir Garih, dev bir uydukent için beş milyar doları GAP’a yatırdı. İsrail’in TC’ye karşı “Cam-Elyaf” ürünlerinde uyguladığı anti-damping uygulaması da kaldırıldı. Hz. İsa’nın 2000. doğum yıldönümü bahânesiyle yürütülen Turizm-2000 projesi de İsrail tarafından finanse edildi. Bu temelde İsrail diplomatik bir atak başlatarak, Vatikan’la bir görüşme yaptı ve olumlu sonuçlar elde etti. Yine TC, Yahudi kökenli bir Amerikan firması olan Davis Engineering ile Helikopterler’in “kızılötesi sistemleri” ile ilgili bir ticari antlaşma imzaladı. Bir diğer Türk Siyonist Fethullah Gülen, Yahudiler’le ilgili sürekli dostluk mesajları veriyor. İbrahimi Dinler Konferansları’nın ardında da İsrail’i görüyoruz. TC, F-16 savaş uçaklarını onartmak ve diğer savaş sistemlerini idhal etmek için İsrail ile 150 milyar dolarlık askeri antlaşma yaptı. 20 Popeye füzesi Türkiye’ye teslim edildi. Türk savaş pilotları İsrail’de eğitiliyor ve TC, İsrail’e Kürdistan’da bir askeri üs açıyor ve İsrail-TC ortak askeri üs kuruyor ve muhtemelen nükleer amaçlı bir üs olacak bu, Konya ovası İsrail Ordusu’nun emrine verildi. Türk tankları da 400 milyon dolar karşılığında İsrail tarafından onarılıyor. Bütün bunlar, yukarıda değindiğimiz üzere, Ortadoğu ve Mezopotamya’nın Siyonist entegrasyonuna doğru giden yoldaki bazı kilometre taşlarıdır.
Kaynak: H.A. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)