Kadın ve Ötesi

Claude Monet, Lady in the Garden.

Bu yazı “Kadın nedir?” sorusunun cevabını vermek üzere hazırlanmadığı gibi -erkek yahut kadın- her ikisinin de keşfine memur olduğu SIR’rı aşikâr etme derdinde de değildir. Zaten hâliyle böyle bir şey de mümkün değildir. O hâlde, bu yazının gaye-i hikmeti nedir?

Gaye-i hikmetimiz; kadın vesilesiyle tefekkür etmek, tefekkür kapılarını açmak ve tefekkür hazinelerinden pay sahibi olmak… Tefekkür; İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin ifâdesiyle, “elde edilmek istenen yeni bir ilim için iki ilmin arasını birleştirmek”. Kadın ve erkek her ikisi de hem bir ve aynı, hem birbirinden apayrı şubeler hâlinde ilme mevzu. Kadın ve erkek, iki zıt. Bu yüzden diyalektik anlamda BİR’leşmeleri şart.

İbda Mimarı’ndan takib ederek mevzuya açıklık getirecek olursak:

“İzdivaç; nikâh… Nikâh, hangi mevzuda olursa olsun, üçüncü bir şey meydana getirmek için iki şeyin birleşmesidir… İlimlerde üreme, bitki ve hayvanlardaki üremeye benzer; çünkü o, mânâların türetilmesidir. İmâm-ı Rabbanî Hazretleri:

– “Tefekkür, şüpheye düşmeden ve kalbi başka şeylerle meşgul etmeden, elde edilmek istenen bir bilgi için iki ilmin arasını birleştirmektir. Şayet kalb, bu iki bilgiyi hazırlamak ve birleştirilen o iki ilimde hissetme niteliğini kaybedecek derecede son derece dikkat kesilir ve âdi şeyden kıymetliye intikal ederse, buna “tefekkür” denir. Tefekkür, şüphede, tereddütte ve kalpten giderilmesi gereken hastalıkların tedavisinde vâciptir; şarttır.” [1]

Daha iyiye ulaşmak için “vesilelere sarılmak” ilmen makbul görülen bir metod. Kadın yahut erkek bu mânâda bir vesile ve diğer cebhesiyle de üzerinde tefekkür edilmesi gereken fikir ve aksiyon mevzuu… Kadında iffet, duygu ve sadakat öne çıkarken; erkekte akıl, izzet ve cesaret ilk göze çarpan temel unsur. Elbette bu unsurlar birinde mevcutken diğerinde yok sayılamaz; sadece daha baskın, daha öncelikli, daha ziyâde… Kadın içe doğru olduran bir ruh yapısı izlerken, erkek dışa doğru beliren, zuhur eden bir çizgi izlemekte. Bu yüzden birinde fetih – fatih olma iştiyak ve arzusu artarken, diğerinde fatihini bekleyen fetih sahası olma hasreti kamçılanmaktadır. Erkeğin FETHİ önce kadında denenir, sonra dışarıda… Kadın bu mânâda dev dalgalardan daha tehditkâr olabildiği gibi, kendisini erişilmez dağlardan daha yüksekte tutarak muhatabına fetih ıztırabı da çektirebilir. Kadın; teşbihen, deniz gibi, deniz ise “lûgat”. Bu çerçevede meseleye lügat üzerinden devam edelim:

Kadın; yetişkin dişi insan, erkeğin zıddı, evlenmiş kız, analık ve ev idaresi bakımından gereken faziletleri taşıyan dişi insan.

Arabçada (سيدة ، ست ، حرمة ، خاتون ، إمرأة ، مرأة); seyyide, hatun, mer’e kelimeleri ile başka bir surete bürünmekte. Çokça bildiğimiz “Nisa” kelimesi ise çoğul anlamda “kadınlar” mânâsında.

İngilizcede ise; woman, female, dame, matron.

Dönelim Arabçaya: Arabçada sadece hareke farkı ile kadın mânâsına gelen “مرأة” kelimesi, “مرآة” hâlinde iken ayna mânâsına gelmekte. Kadın ve ayna… Estetik nizam ve süslenme ihtiyacını işaret ettiği gibi, ayna erkek için bir parça dahi olsa aslın gölgesini murad ettirmekte. “Ayna” ayrıca insan-ı kâmilin kalbi demek. Allah’ın zât, sıfat, isim ve fiillerine mazhar ve tecelligâh olması itibâriyle, özel anlamda, kâmil insana ayna. Mirat-ı Hak, Âyine-i Rahman denir; çünkü Allah en çok insana tecelli eder. Ve yine, “Mü’min mü’minin aynasıdır.”…

İşte kadındaki bu esrarengiz çizgi, ince bir yol hâlinde “Aynadaki Yalan”a varmakta. Ya bu “yalan”dan hakikate sıçranılacak veyahut da burada tökezlenip kalınacak. “Aynadaki Yalan” aynı zamanda Büyük Doğu Mimarı’nın kadındaki esrar perdelerini aralamaya çalıştığı bir romanının adı. Roman muhteva olarak sırf “kadın davası” üzerine kurulu olmayıp, aksine, eser sahibi birkaç “prototip kadın”ı vesile kılarak Batı Tefekkürüne, İslâm Tasavvufu kanatları altına sığınılarak birtakım sondajlar yapmıştır. Ancak eserdeki kadın üzerine düşülmüş kayıtlar daha fazla dikkat çekmiş ve öne çıkmıştır. İşte onlardan biri:

“İnsan kadınını ne kadar sevmelidir ki, nihâyet onu aşacak ve Leylâ’yı Mevlâ ile değiştirecek hâle gelsin… Ve ondan sonra, hem de kadınla elele büyük rejime istidat kazansın.

Bir kadın istiyor… Bir kadın ki, erkeği kelimelerden iğrenmeye başladığı ân susmayı bilsin… Bir kadın istiyor… Bir kadın ki, erkeğinin şahsiyetini manto gibi giysin ve sihirleri ürkütmemek, cazibe mevcelerini darıltmamak hünerinden (estetik) bir idrakle anlayışı olsun… Bir kadın istiyor… Bir kadın ki, erkek zekâsını kat kat aşan bir içgüdü sayesinde her ân yenilenmek, asla tükenmemek gibi bir sanat tılsımı içinde, insana şah damarından daha yakın Allah’a yol verebilsin… Ve bütün bunları hiçbir ukalâlığa yeltenmeksizin sihirbazca yerine getirebilsin… Daima mahkûm olduğu noktaları kollayabilsin ve o nokta göründü mü hemen silinmeyi, kılçık taraflarını gizlemeyi kestirebilsin…” [2]

Yaşadığımız çağda olması gereken “ideal kadın”ı resmeden bu satırlara muhatab kadınlar varsa da bize meçhul. Erkek, o kadını bulmaya değil, ona er olmaya memur; kadın ise o kadın olmaya mahkûm ve mecbur. Tüm varoluş gayemiz bu istikamette olma ve oldurma yolunda.

Ve kelimeler… Kelimelerin mânâlara giydirilmiş suretler olduğunu söyler İbda Mimarı. Bu veçhile, erkeğe eş yahut anne veya evlat olabilmiş kadın, kendi keyfiyeti nisbetinde muhatab olduğu zâta karşı “ayna” hükmünde. Evde, sokakta, işyerinde hep ona ayna. Kadının dini, erkeğinin dini üzere. Bir nevi, kadın erkeğine ayna. İzzette, iffette ve muhabbette ona yakın, ona mahsus; öfke ve nedamette, hattâ intikam ve kinde yine ona dönük ve ona cebhe. Sebebi duygular… Genel olarak, kadın hissî, erkek aklî düşünür; kadın, hislerini doyurucu hissî besini almaz, ilgiyi görmez, hele hele bir de düşmanlık nevinden kadına cebhe alınır ise, kadının darbesi ve çelmesi ölümcül olabilmekte. Kadındaki sırrı “muhabbetsiz” kurcalamak, çakmakla barut dolu odaya girmeye benzer.

TESETTÜR KADIN DEMEKTİR; KADINSA İNSAN

Mânâ ve suret. Sır ve şekil. Tesettür; örtüye bürünme, sureti mânâya kavuşturma. Hisleri helâlle çerçeveleme. Nefsî sorular: “Niçin örtünüyorsun?” Ve cevablar: “Bir bilsen, bir bilsem!.. O istiyor diye. O seviyor diye. O’nu seviyorum diye… İnsan olmak ve insan kalmak için.”

Tesettür, Allaha âşık kadının elbisesi… Hep bir şübhe! Acaba O’nun emrine yeterince itaat ettim mi? Aşk ve şek, aynı kökten… Her aşığa bağlı bir şübhe, nihai olanda şübhesiz aşk. Tesettür, aşka perde. O’nun emaneti EMR. O emrin etrafında SIRLAR… Sır idraki çerçevesinde surete giydirilmiş mânâ, tesettür. Tesettürden uzak kalmak, bir nevi Allah’tan uzak kalmak; çünkü Allah beni neden tesettürlü olarak huzuruna almadı? Şübhe!..

Tesettürsüz tek bir ân, “utanma melekeleri”nin belirdiği, harekete geçtiği ân. Tesettürsüz hiçbir varlık yok; fındık desen kabuğu ile; elma, armut, muz, domates, ağaç yahut hayvanların her biri, kendini korumaya aldığı tesettürü ile yaşamakta. Bir domatesin tesettürü-kabuğu az bir açılsın, hemen “bu domates bozulmuş!” deriz; yahut söğüt ağacı “yaz kış hep aynı elbise!” deyip, kışın sıkıca sarındığı kabukları yaz aylarında hava sıcak diye gövdeden atıverse, oduncu “bu ağaç çürümeye başlamış!” der ve keser bir kenara koyar.

Evet, tesettür bu mânâda envai çeşit şeye perdedir ve en önemlisi kadın erkeğe perdedir. Erkeğin tesettürü; kadınıdır, eşidir, kızıdır, anasıdır, kız kardeşidir.

Tesettür; örtünme, giyinme demek. Arabça “setr” kelimesinden türeyen tesettür, lûgatta “kapanıp gizlenme, örtünme, giyinme ve kuşanma” mânâlarına gelmekte. Istılâhî mânâda ise; erkek ve kadınların vücutlarının avret mahalli sayılan kısımlarını göstermemelerine, örtmelerine denir.

Tesettürün nidüğünü ve nasılını Büyük Doğu Mimarı’ndan takib edecek olursak:

– “İslâm cemiyet ve beldesinin büyük meydanında ve bütün nazarlara karşı kadın, yüzünden, el ve ayaklarından başka hiçbir noktasını çıplak olarak gösteremeyecek derecede hayâ ve hicap ifade eder. Tek tel saçın bile dâhil olduğu bu hayâ ve hicap şartları yerine geldikten sonra kadın, aynı İslâm cemiyet ve beldesinin aynı meydanında en faal ve en vazifedar bir unsur olabilir.

Kadını kafes arkalarına ve haremlere hapsetmek, hiç kimsenin karşısına çıkarmamak ve topuğundan saçına kadar simsiyah bir torba içine sokup öylece ve bir ân için cemiyet koridorundan geçirivermek, İslâmî ölçü ve gereklerin emrettiği bir iş değildir. Her bakımdan mükemmel olan dine bir şey eklemek veya ondan bir şey eksiltmek, dini anlamamaya ve nihayet ya ham ve kaba softalığa veya kör-kütük anlayışsızlığa varacağına göre, asırlar boyunca cemiyetimizde kadının hâlini, dinî vecd ve idrâkten mahrum ham ve kaba softaların eseri diye mütalâa ve bu hâlden İslâmiyeti tenzih etmek lâzımdır. Şerî ölçülere bürülü olarak kadın, İslâm cemiyet ve beldesinin büyük meydanında ve her türlü iş ve verim sahasında, bütün nazarlara açık bir edep ve ismet heykelidir.” [3]

Tesettür kadındır; perde ardında perde ve daha ötesinde kendini tam vermeyen ancak hakikate varan yolu da tıkamayan. Kadın odur ki, hep bu SIR cazibesini muhafaza etsin, korusun. İlahî emre tam teslimiyet ve itaat, kadere tam tevekkül ve sadakat, kadında SIR cazibesinin ana ölçüleri.

Bu mânâ çerçevesinde tesettür, bir cebhesiyle “Meryem” demek; Meryem ise iffet ve izzet… Tesettür bu bahiste insan olmak üzere kurulu. İnsan olmak; yâni kadın ve erkek olmak. Erkek olmayı tenasül uzvu seviyesinden alanlara inat, erkek olmanın da ne olduğunu gösteren kadın cinsi üzereyiz.

Hazret-i Meryem, babasız çocuk sahibi ve insanların en şerlilerinden sapmış Yahudi hahamlarının iftira ve rezilliklerine muhatab. Şehir şehir insanlar Meryem üzerinden iftira taşımakta, meydan meydan iftiralar haykırılmakta. Oysa bir masumiyetti ortada varolan. İmtihan edilen insanlık, tesettürü zerre sarsılmamış bir masumiyeti incitme derdine düşmüştü. Evet!.. Meryem bir kadındı ama herhangi bir kadın değil. İlahî emir üzere babasız çocuk dünyaya getiren, iffet ve izzet âbidesi kadın. Koynunda tuttuğu Mesih İsa idi, müjdelenmiş bir Peygamber idi. Bu sebeble kadında sır; sadakattir, çabucak imândır ve Gazalî’nin övdüğü tarzda “kocakarı” hesabı kadınca teslimiyettir, samimiyettir.

KADIN HEM MASUMİYETTİR HEM ZİLLET

Başlığımızdaki ifadede, erkek gayri değildir; bir cebhesiyle erkek de bunun içindedir. Lâkin çoğunlukla kadın, zillet sebebi olmuştur, kaynağı değil. Kaynağı demek başka şey, sebeb demek başka şeydir. Nihayetinde dünya sadece erkeğin imtihan dünyası değil, kadın ve erkek her iki zümrenin de imtihan dünyasıdır. Bu çerçevede meseleye sarkacak olursak;

İlk insan Hazret-i Âdem ve ardından O’na eş Hazret-i Havva. İlk insan ilk Peygamber ve O Peygambere ilk inanan eş ve kadın. Allah Resulü de Risaletle müjdelendiğinde, Hazret-i Hatice ilk inanandı O’na, eşti ve bir kadındı. İlk aldanan insan bir kadın ve sonra Habil ile Kabil arasında fitneye sebeb olan da yine o. Hazret-i Havva’nın yasak meyveyi şeytanın aldatması neticesi yemesi, Hazret-i Havva’nın aldanmasıdır. Kabil ise kendisiyle beraber dünyaya gelen kadınla evlenmek arzusunda idi; oysa Habil’e uygun görülen yâni nikâhı düşen eş Kabil ile birlikte dünyaya gelen, Kabil’e düşen ise Habil ile birlikte dünyaya gelen idi. Ama Kabil buna razı olmak istemedi ve hep huzursuzluk çıkardı.

Din ne zaman sağlam zeminlerde yükseldi ise kadın, “ayakları altında cennet” olarak kıymet sahibi kılındı. Ve ne zaman din tesirini kaybetti, bir takım tahrif edilmiş inançlar yahut mitolojiler ortalığı kapladı, kadın o gün hem kadınlığını hem hürriyetini kaybetti.

Misâller:

YUNAN MİTOLOJİSİNDE; ilk toplum sadece erkeklerden müteşekkil, tek bir kadın yok. Yunan Mitolojisine göre kadının yaratılması Prometheus’un gizlice ateşi çalıp insanlara vermesine sinirlenen baş tanrı Zeus’un topluluğu cezalandırmak istemesi neticesi gerçekleşir. Kadın meydana getirilirken Afrodit ona güzellikler saçar, Hermes ise onun kalbine hıyanet ve aldatıcı sözler yerleştirir. Sonra Zeus tarafından (sadece erkeklerin bulunduğu) dünyaya gönderilir ve Yunanca “bütün armağan” anlamına gelen Pandora adlı bu kadına bir de kutu emanet edilir, açmaması öğütlenir, ancak Pandora merakına yenik düşer ve kutuyu açar. Kutunun içindeki kötülükler, hastalıklar, keder, korku vesaire hepsi dünyaya dağılır. Pandora bunu farkeder etmez hemen kutunun ağzını kapatır. Ancak kutunun içindeki bütün kötülükler dışarı çıkmıştır. Kutuda kalan tek şey ise, insanları yaşatacak ve teselli verecek olan ümittir.

Yunan Medeniyetinde kadın her daim ikinci sınıf bir varlıktır ancak nasıl bir kafa karışıklığı ise, onu bazen erişilmez bir tanrıça bazen de bir fahişe olarak görebilmektedirler. Bütün tanrıların soylarının ürediği ilk tanrıça Gaia, toprak tanrıçasıdır. Afrodit (Aphrodite) aşk ve güzelliği sembolize ederken, Hera baş tanrıçadır ve neredeyse bütün fitne fesat ve kötülükler bunun başının altından çıkar. Metis, bilgelik tanrıçası ve Ate ise hata ve günah tanrıçasıdır. [4]

Kadını “plastisite” bir heykel hâline getiren Yunan, kadındaki “esrar perdesi”ni aralamak bir tarafa, kadını dış yüz çehresinden bile tanıyamamış olmanın ıztırabını, ona kinini kusmakla göstermiştir. Demokrasiye beşiklik ettiği iddia edilen Atina Devleti’nde bile kadın ikinci sınıf varlıktır, hattâ Platon’un Devlet’inde kadın, toplum dışı varlık olarak tasvir edilir. Ve yine Sokrates’e atfedilen şu söz oldukça manidardır; “dünya yüzünde kadın kadar fitne ve fesat maddesi olan hiçbir şey yoktur. Kadın zehirli ağaca benzer ki, dış görünüşü gayet güzel ve gönül çekicidir, fakat onun meyvesini yiyen bir yaratık derhal ölür.”

Sevgi ve saygı yumağı olarak gösterilen BUDİZM, kadına bir isim sahibi olacak kadar bile değer vermez ve ona bir, iki, üç gibi isimler takar. Onu bir din mensubu, bir kul olarak bile görmek istemez. Öyle ki Buddha, başlangıçta kadınları dinine kabul etmemiş, daha sonra kabul ettiğinde ise cemaati-topluluğu için bu varlıkların çok tehlikeli olduğunu söylemiştir. Hattâ yakın dostu ve amcazadesi Anenda’ya “kadını dine kabul etmeseydik, Budizm saf bir şekilde uzun asırlar devam edebilirdi. Fakat kadın aramıza girdikten sonra bu dinin uzun süre yaşayabileceğini sanmıyorum.” dediği rivayet edilir. Bu mânâda, Budizmin revaç bulduğu havza, diyalektik fikirde müflistir ve kadında yakalanması gereken “zıtlar arası muvazene iklimi”ni kaybettiğinden, sadece kadını anlamamakla kalmamış, “Nirvana’ya ulaşma” şeklinde tezahür eden insanın kendi içindeki yolcuğunu bir HİÇ’e bağlayıp bırakmıştır.

HİND DÜNYASI, kadın konusunda içler acısı durumdadır. Kadın murdar bir varlık olarak kabul edilir; bir eşya gibi kâh kocasına kâh babasına kâh oğluna esir olarak verilirdi. Manu kanunlarına göre ise, kocası öldüğü aynı günde o da öldürülür, hattâ yakılırdı. Diğer taraftan, Hind kutsal kitablarından Veda’larda, kadın yılandan, zehirden, kasırgadan ve ölümden daha kötü bir yaratık olarak tasvir edilir. Ve katı bir kast sistemi uygulanan Hind’te, kastlar arasındaki kadınlar arasında bile üstünlük alçaklık derecesi vardır. Kaldı ki bu kadınlar Eski Hind’te evlenme, miras ve diğer konularda hiçbir hukukî hakka sahib değildi. [5] Ve son bir not; Devadasi’ler, Hinduların hizmetindeki, fuhuş hayatına mecbur edilmiş kadınlardır. Kızlar, ergenlik çağına geldiğinde, ebeveynleri tarafından açık arttırma ile en yüksek teklif verene satılmaktadır.

ESKİ İRAN Sasani Devletinde, kızkardeş ile evlilik serbest. Kadına, anne dâhil, saygı söz konusu değil. Dost edinmek, birden fazla erkekle beraber olmak meşru ve bu kadınlar oldukça rahat. Evli kadınlar ise evinde gizli saklı bir hayat sürmekte; her ân tecavüz yahut alıkonulmak mümkün. Evinde güzel bir kadın sakladığı duyulan erkek, canından emin değil artık.

BABİL hükümdarı Hammurabi tarafından hazırlanan “Hammurabi Kanunları” adıyla şöhret bulan kanunda, kadın; evcil hayvanlar seviyesinde kabul ediliyordu. Bir erkek, bir adamın kızını öldürdüğünde, onun yerine kendi kızını o adama teslim ederdi. O adam da isterse onu öldürür, isterse de kendi malı gibi kullanırdı.

ESKİ MISIR’da firavunlar aile içi evlilik gerçekleştirir, kız kardeşleri yahut ablaları ile evlenirdi. Sosyal rolleri hizmetçi olma statüsünün üstüne çıkmıyordu. [6]

KADIN GÜZEL ŞİİRDİR, ŞAİR İSE ERKEK

Cemil Meriç, Bir Dünyanın Eşiği adlı eserinde, Hind’in Leyla-Mecnun hikâyesi yoktur der ve bunu getirip tabiat sevgisine bağlar:

“Ama Hint lirizminin ne bir Leyla’sı var, ne bir Mecnun’u. Aşk erişilmez bir ideal değil, yaşanan gerçek. Şair bir kadına değil, kadına âşık, kadına, yâni tabiatın bütün güzelliklerine.” [7]

Cemil Meriç Usta, Hind’e karşı fikrî muhabbetini -yahut zaafını mı deseydik- burada gösterir. Çünkü Hind, kadına tabiat tutkusu tapınma anlamında, “mânâda” kördür. Yukarıda izah ettik. Hind’i iyi bilir, güzel anlatır Cemil Meriç. O diyor:

– “Güzel bir kadına benzer şiir. Vücudu kelimeler. Libası: Süsleme (Alankara)” [8]

Alankara, Şastra Hind Edebiyatında Süsleme sanatı demektir.

Söz oldukça zarif; güzel bir kadına benzer şiir. Vücudu kelimeler. Libası: Süsleme… Ancak dikkat çeken şey, bunun bir form-biçim oluşu. Şiir; almalı ve götürmeli, sürüklemeli, ruhu ve bedeni yakmalı, kalbe ateş salmalı, kitlelere aksiyon üflemeli, kalabalıkları peşinden sürüklemeli. Kadın SIR’rını kaybeder biçimde kalırsa; şiirdeki çelimsiz ve nizamsız kelimeler gibi, makineden çıkmış, tek tip ve fabrikasyon…

Kadın, güzel şiirdir; şair ise erkek. Doğrudur. Erkek şairlerin sayısı oldukça fazla ve yazılan şiirlerin birçoğu güzel kadınlara, sevgililere yazılmıştır. Eski zaman aşklarından destanlık sevdâ hikâyelerine kadar her yerde mevzu, güzel kadınlarla onlara tutulan erkeklerin maceralarıdır. Ancak çok güzel şiirler yazan kadınlar da vardır, dört şehid annesi Hansa gibi…

Sahabe-i Kirâm’dan cesur, yiğit, ama bir o kadar da zarif ve ince ruhlu. Şiirleri Arab Edebiyatının başköşesinde. Ve o, Allah Resulü’nün medhine mazhardı. Allah Resulü ondan, “Haydi Hunâs!..” diyerek şiir okumasını isterdi. Asıl adı Tümâdır binti Amr… Şiirleri kadın hassasiyeti ile yazılmış; kahramanlık, yiğitlik ihtiva eden şiirlerdi. Mersiyeler de yazardı ve kardeşlerine yazdığı mersiyeler ile meşhur olmuştu.

Şiir kadın demekti, kadınsa Leyla. Bu şiirin şairi Kays’tan dönüşen Mecnun’du. Şiir gönlündeydi Mecnunun; sadece kelimelere-surete bürünsün diye Leyla’yı seçti. Leyla’da, kim bilir Mecnun, nerelerden nerelere geçti. Aradığını buldu mu bilinmez ama şurası kesin ki; Mecnun Leyla’yı değil, şiiri seçti.

Şiir, kadın demektir; kadınsa Fitnat Hanım. Doğum tarihi meçhul, asıl adı Zübeyde. Şiirde edeb ve nizam sahibi. Divan edebiyatının en zarif şairelerinden. Az bulunan cinsten. Malûm olduğu üzere, şiirde kadın rolü oldukça az. Üstelik Allah Resulü’nün medhine mazhar olmuş bir şaire varken. Üstadın “ham yobaz kaba softa” deyişindeki hikmeti bir daha hatırlamak, hatırlatmak gerek.

Divan Edebiyatının Şaire Sultanı Fıtnat Hanım’dan birkaç mısra:

Ruhların taze gülü handandır

Leblerin derd-i dile dermandır

Sühanın mürde-i aşka candır

Yok mu insâfın a zalim söyle

Büyük Doğu Mimarı, şiirde gayeyi izâh ederken, bu mânâda İlahî olana işaret eder:

“Şair, Allah’ın (beni ara) diye ok attığı insandır. Şairin, seste, sözde, renkte, çizgide arayacağı şey, Allah’tır.” [9]

“Şiirde gaye Allah’ı aramak”dan mülhem; kadın ve erkek her iki mü’minde gaye, “şiir tadında” hiç bulamamacasına Allah’ı aramak… Ölçüde hep muhabbet, hep bir nizam, hep bir arayış ve sadakat var. Şiir kendi içinde kapalı, şairin dilinden dökülen mânâdan ve yine şairin yaşadığı his yoğunluğundan bazen çok uzak bir tesir ve iklim oluşturabiliyor. Bu, çağın dışına taşmak ve anahtar hükmünde kelimeleri yüzyıllar sonrasına taşımak demek… Zevk demek, zevken idrâk demek… Kadın’dan Mevlâ’ya yol bulmak, dünyevî hâl ve hareketlerden arınıp, nefsin şehvetini pençeleyerek, İlahî olana doğru bu idrâk zevkini yaşamakla mümkün.

KADIN HATİCE’DİR, UNUTULMAZ VE SADIK

Kadın; şiir yazmalı, resim yapmalı, savaşmalı, kılıç tutmalı, at koşturmalı, elbise dikmeli ve bunu satmalı. Sonra, şifa bulsun diye insanlar, hâline uygun, doktor olmalı, hemşire olmalı, hatib olmalı, sanatkâr olmalı…

Adı Hazret-i Haticetü’l Kübra. Allah Resulü’nün en sevgili eşi ve İslâm’a ilk inananlardan. Tüccar, ticaretle meşgul ve Mekke’de büyük kervanlar düzenlemekle meşhur. Allah Resulü risalet ve tebliğle müjdelendiğinde, canı ve malı ile bu yola baş koyanlardan. Cömertlikte üstüne yok Hazret-i Hatice’nin. O ki tüm varını Allah yolunda feda etmiş, fakirleşmiştir. Sabır ve sadakat timsali Hatice, O’nun unutamadığı…

Adı Hazret-i Ümmü Şerik; Sahabe-i Kirâm’dan ve bir öğretmen. Şirk ehlinin işkencelerinin ayyuka çıktığı bir zamanda bile mü’minlerin evine giden, onlara Kur’an ve hadis öğreten bir âlime hanım. Yahudilerin dininden dönünceye kadar “susuz bırakarak” işkence ettiği Hazret-i Ümmü Şerik, uyurken üzerine su konulduğunu hisseder, uyanır ve suyu büyük bir iştahla içer. Daha sonra soruşturduğunda, bu suyun kimse tarafından konulmadığı, İlahî bir ikram olarak kendisine sunulduğunu öğrenir, imân ve aksiyonuna daha bir hız verir.

Adı Hazret-i Şifa binti Abdullah. O bir tabib, hem de bir yazar. Üstelik Arablar arasında yazı yazmanın az olduğu bir dönemde, hem okuyan hem yazan bir hanım sahabî. Evini tabib odası gibi kullanan araştırmacı bir hanım. Efendimiz Aleyhisselâm namazdan sonra kaylule için ara sıra Hazret-i Şifa Hatun’un evine gider, orada kendisi için özel hazırlanan yer yatağı ve minderinde dinlenirmiş.

Adı Hazret-i Esma binti Umeys. Efendimizin baldızı, Hazret-i Meymune annemizin kız kardeşi. Eşi Mute harbi şehidlerinden Cafer-i Tayyar. Boş vakitlerinde deri tabaklar ve çocuklarının geçimini öyle sağlardı. İhtiyaçları için kimseden bir şey istemez, kimseye el açmazdı.

Adı Hazret-i Havle binti Tuveyt. Güzel koku satan ve Efendimizin Hazret-i Hatice’nin arkadaşı diye ayağa kalkarak karşıladığı hanım sahabî. Mesleği, günümüz deyişiyle, attar.

Adı Hazret-i Esmâ binti Yezid. İslâmın ilk hanım hatibi. Ve Peygamber huzuruna sık sık çıkanlardan, sözü güzel, açık ve veciz anlatanlardan. Ve bu hâlinden dolayı Hatibetü-n Nisâ diye anılan sahabî hanım…

SEVMELİ KADIN, ALLAH RIZASI İÇİN SEVMELİ

Sevmeli kadın, candan sevmeli; bu uğurda varını yoğunu her şeyini feda etmeli. Sevmeli kadın, bir aile kurmalı. Düne kadar bir evlat iken, şimdi bir anne olmalı. Karnında dokuz ay taşıyacağı yavrusundan hem haberdar hem meçhul.

Kadın, çocuğa hamile kalmamıştır sadece; o artık şefkat ve merhamete, fedakârlık ve sadakate hamiledir. Kadında renk değiştiği gibi, huy da değişir, isim de. Artık o, “ayakları altında cennet” olan anadır. Kadın “ana”yken, daha kıymetli ve değerli.

Sevmeli kadın, yuvasını cennet gibi sevmeli. Ürkmeli, yıkılmasından tedirgin olmalı, düşmesin diye bir fitne ateşi, su olmalı ateşi bağrında serinletecek. Evlat vermeli kadın, Ümmü Ümare gibi şehadete göndermeli ve sonra evladının intikamı için peşine düşmeli Müseyleme-i Kezzab’ın.

Sevmeli kadın ama Duhteri Kâab isimli velî gibi sevmeli.

 O, “kölesine âşık… O da ona.. Ne türlü? Anlatılamaz. Bir gün sabrı tükenen güzel delikanlı, güzellikte kendisinden ileride Duhter-i Kâab’ın önüne dikiliyor. Söylenebilecek hiçbir söz yok… Yalnız ileriden ellerini uzatmakla kalıyor… Kadınsa ayakta ve dimdik:

–            Ben diyor; efendimleyim ve ona cezbeliyim. Bu hâlimi senin üzerine sıçrattım ki, bana tutulasın ve sen de onu bulasın…

Ve bir şiir okuyor:

– «Gerçek aşka bir oyunla geçtim

Zehirden şifaya geç, kemend onun elinde..» [10]

KADIN ASİYE’DİR, ASİYE İSE İFFET ŞEHİDİ

 Adı Asiye; firavun sarayında firavuna eş, dokunulmaz Asiye. Ne zaman kapısına dayansa, başı dimdik, izzet ve iffetini müdafaa için Asiye ayakta.

Ahaliyi korkutan o firavundan, Asiye’nin üstüne çöreklenen firavunun öfkesinden nasıl oluyor da korkmuyor? Firavunu çileden çıkaran duruş; iffetin ve izzetin duruşu. Kadında mânâ; zalime karşı kibir dahi tesettür.

Yıllar yılları kovalar… Asiye, firavunun sarayında dönsün diye inancından, teslim etsin diye iffet ve izzetini, çarmıha gerilir. Asiye’nin çığlıkları, çektiği acıdan değil, İlahî yolculukta erişilmez vuslat duygusundan. Şehidler kervanında yerini alır Asiye ve tarihe kaydı düşülür; İffet Şehidi Asiye…

Dilindeki dua Asiye’nin; ‘Ya Rab! Katında benim için Cennet’te bir ev yap! Ya Rab beni Firavun’dan ve onun işlediklerinden kurtar.”

Kadın, Asiye olmalı Firavunî düzenlere ve Belâm tuzaklarına. Ötelerde mânâ; kadın kendini bulmalı kendinde ve kendi olmalı.

 KADIN NEDİR? GAYE Mİ, VASITA MI?..

Başlık, Üstad’ın Aynadaki Yalan adlı eserinden mülhem. Eserde mevzu şu şekilde işlenmekte:

 – “Kadın nedir?

Her şeyden önce, gaye mi, vasıta mı?..

Şüphesiz ki, gaye sanıldığı ân vaadettiği hiçbir şeyi veremeyen, vasıtalığını da kaybeden esrarlı yaratık…

Öyleyse vasıta…

Nasıl bir vasıta?.. Neye vasıta?..

İçi ılık su dolu lâstikten bir heykel mi, güzelliği besteleyen soylu çizgiler içinde billûrdan bir iksir şişesi mi?..

Hayır!

Evinin işini gören ve zaman zaman kuluçkaya yatan, lâf edici, makine şeklinde bir fayda aleti mi?

Yine hayır!..

Öyleyse nedir, nedir?..

Erkeğin nefs aynası mı?.. Erkekteki fatihlik cehdinin zafer tâkları altında geçit resmini değerlendirmekle vazifeli mizan tablosu mu?

Hayır! Hayır!” [11]

Yaşadığımız zaman diliminde, içinde zerre miktarı ıztırab kırıntısı kalmış herkesi yukarıdaki sözler sarsmakla kalmaz, yaşadığı hayatın çirkefine bakıp utanç içerisinde eve kapatır. Günümüz insanının bir kısmı ev-iş-yatak arasında ömrünü tüketmekte ve kadın mefhumunu da bu üçlü içerisinde değerlendirerek daha fazla düşünmek istememektedir. Kadın, Yunan mitoslarından daha fazla istismar plânında bugün; Hind mitosundaki Kama’nın karısı Şehvet’ten daha fazla cinsel meta olarak meydan yerinde. Ve yine birçok filozof, “mücerred fikir” değerinden uzaklaşan-uzaklaştırılan kadının yaşadığı bu travmaya şifâ olacak, hattâ teselli olacak ilâcı-reçeteyi teklif edememiş, keşfedememiştir. Aksine, en derin addedilen filozof bile, kadını kapitalizm-sosyalizm-feminizm-personalizm-liberalizm gibi sömürgeci sistemlerin kucağına itmekte bir beis görmemiştir. Batı düşüncesinin sembol isimlerinden Montesquieu’nun şu sözü, bir tükenişin ve iflasın ifadesidir aslında:

“Tabiat, erkeğe akıl ve fikir vermiştir, kadına sadece güzellik ve süsü. Eğer kadının bu dış görünüşü ortadan kalkacak olursa onun ehemmiyeti ve değeri kalmayacaktır.”

Yazımızın başında da belirtik, gayemiz ‘Kadın nedir?’ sorusuna cevab aramak olmadığı gibi, bu girift bilmeceyi çözmek de değil. Sadece vesilelere sarılarak yol bulmak, yolu tıkayan engelleri aşmak, kurtulurken kurtarmak ve asla O’ndan (Allah’tan) uzağa düşmemek. Üstad diyor:

– “Güzellik esrardır. Ve onun içindir ki, güzel, peçe altındadır.”, “Allah’a esrar yolundan bağlanınız”, “Ham softada esrar idraki yoktur.”, “Bütün tasavvuf esrardır” [12]

Kapı hep SIR idrâkinde, anahtar ise “idrâkin aczini idrâk”te. O kapının önünde olmak bile şerefken, kapı herkese açık da, geç geçebilirsen. Kadın bu mânâda SIR kümesi. Ama hangi kadın? Şu kendini cemiyetin malı etmiş ve etini cinsel meta olarak şehvet pazarına sunan kadın değil herhâlde. Yahut, kendine mahsus bir örtünme biçimi ile güya ayıb ve kusurlarını kapatırken, mânâda bütün ayıblarını açık edici ruhsuz, fikirsiz ve mânâda cazibesini kaybetmiş yürüyen elbiseler de değil. Yoksa, rahibe misali kendini eve kapatmış, İslâm izzet ve iffetinin cemiyet içerisinde yaşanabilir olduğunu göstermekten âciz ham yobaz kaba softa mı aradığımız? Hangi kadın?

Kadında Resul ve Nebilerden sonra en ince çizgiyi yakalayanlardan biri Muhyiddin-i Arabî Hazretleridir. Ölçüsü zarif ve net olduğu gibi, her göze göre bedahet derecesinde hakikat de ikram etmektedir. O diyor:

“Bundan sonra Allah, insan için yine insan sureti üzere başka bir şahsı yarattı, ona da kadın adını verdi. Kadın kendi sureti üzere zâhir olunca ona müştâk oldu. Bu hâl bir şeyin kendi nefsine iştiyak duymasıdır. Kadının erkeğe vurgunluğu da bir şeyin kendi yurduna düşkünlüğüdür.” [13]

NETİCE YERİNE

 Bütün bunlardan sonra vardığımız nokta; bir şey ne ise odur. Basitin ve safın güzelliğinin ön plâna çıkarılması zaruri. Kadın, fıtraten ve mizacen ne ise o; bütün iş ve verim şubelerinde kadın, mizaç hususiyetlerini incitmediği müddetçe vazifedâr ve hak sahibi. Erkek, fıtraten ve mizacen ne ise o; ve yine erkek de, kendi mizaç hususiyetleri bakımından bütün iş ve verim şubelerinde vazifedâr ve hak sahibi.

Safın ve basitin güzelliği; kadın, kadın olarak; erkek, erkek olarak kalsın. Bu çerçevede değerlendirilmek üzere, psikiyatrist gazeteci İrena Brezna’yla 1983 yılında gerçekleştirdiği röportajda, Brezna’nın Feminizm amaçlı sorduğu bir soruya şöyle cevab vermiş meşhur Rus sinema yönetmeni Andrey Tarkowski:

“Bu mümkün değil; çünkü kadın ve erkek kendi dünyalarını yaşarlarsa, onları bağlayan hiçbir şey kalmaz… Kadın ve erkeğin iç dünyalarının müşterek bir dünya oluşturmaları gerekir; eğer bu olmazsa, kadın ve erkeğin beraberliği mutsuz, uyumsuz ve giderek ölmeye mahkûmdur…” [14]

Kadın erkeğin esiri değildir ama öyle bir hürriyet anlayışı vardır ki, alabildiğine hür olduğu ortamda, “İslâm emir ve yasakları” hikmeti çerçevesinde, ulvîliğin en muhteşemini teslimiyette yaşar. Ve yine kadın, erkeğin esiri olamayacağı gibi, cemiyetin de asla esiri değildir ve olamaz da. Feminist çevrelerin anlamadığı en büyük hakikat şudur ki; o, kendini sevdiği ve inandığı birine teslim ettiği, annelik ve fedakârlık duyguları yer ve zemin bulduğu zaman mutludur. Yoksa cemiyetin malı hâline getirilmiş, birtakım maddî imkânlar hizmetine sunulmuş kadın, “sevilmek, anne olmak, insan yetiştirmek” duygularını tatmadığı müddetçe, kendini hep bir boşlukta, hırçın, mutsuz, agresif ve topluma yabancı hissedecektir.

Nihaî olarak; kadın, cemiyet inşa eden fikir, insan yetiştiren fikir, aile mahfazası içerinde sır cazibesine sahib fikir, aşkı cemâle ve ruhî hamleye bağladıktan sonra İlahî olana yol açmaya vazifedar fikir, erkeğin ahlâkı hükmünde erkeğin aynası fikir, cennetin ayakları altına serildiği fikir, iki kız çocuğunun imân ehli olarak yetişmesi ile babayı cennetle müjdeleten fikir, ortalığa salındıkça sırrîliğini yitiren fikir, evine hapsedilince mânâsını kaybeden fikir, yobazın baş düşmanı, lâkin ilmin, ahlâkın, zarafet ve adaletin merhametle yoğrulduğu fikir… Evet, her daim fikir ve vesile arasında gidip gelen SIR…

Kadın Nedir? Cevabı, onun SIR’rîliğinde ve “ne değildir?” meselesinde. Kadın, bu mânâya yaklaştıkça yahut bunu kaybetmedikçe kadın… Erkek, bu mânâda kadına rol biçer ve kadının SIR’rîliğini yaşamasına müsaade ederse, o derecede erkek… Ve her ikisi de kendi SIR’rîliğinde yaradılışın hususiyetlerini yerine getirdiği mikyasta kadın ve erkek…


 

1  Salih Mirzabeyoğlu, İNSAN – Erkek ve Kadın, İbda Yayınları, İstanbul 2008, s. 45.

2  Necib Fazıl, AYNADAKİ YALAN, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1980, s. 123.

3  Salih Mirzabeyoğlu, İSLÂMA MUHATAP ANLAYIŞ – Teorik Dil Alanı, 2. Basım, İbda Yayınları, İstanbul 1987, s. 186.

4  Azra Erhat, MİTOLOJİ SÖZLÜĞÜ, 15. Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul 1987, s. 236-237.

5  Joseph Campbell, DOĞU MİTOLOJİSİ, Tercüme: Kudret Emiroğlu, 3. Basım, İmge Kitabevi, Ankara 2003, kısa özetleme yapılmıştır.

6  Ekrem Memiş (Prof Dr.), ESKİ ÇAĞDA YAŞANMIŞ BÜYÜK AŞKLAR, Ekin Yayınları, Bursa 2006, s. 65.

7  Cemil Meriç, BİR DÜNYANIN EŞİĞİNDE, 15. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul 2013, s. 191.

8  Cemil Meriç, BİR DÜNYANIN EŞİĞİNDE, s. 193.

9  Necib Fazıl, KONUŞMALAR, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1990, s. 43.

10  Necib Fazıl, AYNADAKİ YALAN, s. 91.

11  Necib Fazıl, AYNADAKİ YALAN, s. 120.

12  Necib Fazıl, AYNADAKİ YALAN, s. 149.

13  Muhyiddin-i Arabî, FÜSUS’UL HİKEM, MEB Yayınları, İstanbul 1990, s. 329.

14  Salih Mirzabeyoğlu, ŞİİR VE SANAT HİKEMİYATI, İbda Yay, İstanbul 1989, s. 209.

 

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!