Kâmus-Lûgat

Lûgat: Söz, kelime, bir dili meydana getiren kelimelerden her biri… Dil, bir topluluğun konuştuğu dil: Lûgat-ı Arab… Bir dilin türeme mânâ bakımından kelime bilgisi, leksikoloji… Bir dilin kelimelerini belli bir sıralama içinde mânâlarıyla beraber ihtivâ eden kitap, sözlük, leksikon, diksiyoner… Kelimenin istılahî olmayan mânâsı.

Lûgat kitabı: Lûgat. Sözlük, kâmus…

Lûgat-ı nüvis: Lûgat yazan, Lûgat hazırlayan…

Lûgat paralamak: Konuşma sırasında herkesin bilmediği kelimeler kullanmaya dikkat ederek züppelik yapmak… Lûgat-perdaz: Lûgat paralayan…

Lûgat-şinas: Kelime, Lûgat bilen. Ehl-i Lûgat: Lûgat âlimi, Lûgat yazarı…

Kâmus: Deniz. Derya. Denizin ortası, derin yeri. Lûgat Kitabı… Kâmus: Arslan, esed…

Lûgat bahsinde hatırlanması gereken, dilin, insan ruhunun kökünden bir beliriş olmasına aid üstün idrak ifadesidir ki, Sümbüllüzade’nin beytinde tam olarak gösterilmiştir:

“Lûgat’ın tercümesi yanında / Yer eder ehl-i dilin canında.”

“Bir ilim faaliyeti içinde bulunmak isteyen herkes, Lûgat ilminin esaslarını bilmek zorundadır.”

“Her milletin hâfızası, çözülmüş olarak Lûgatında topludur!”

Lisan Hakkında Birkaç İkaz

“Kelâm, “taayyün-belirmek” mânâsına gelen bir tabirdir… Taayyün ise, Arapça “ayan olmak-meydana çıkmak” demektir. Ve “Kelâm” Allah’ın bir sıfatıdır; mahlûkta da yalnız insanın. Âlem, Allah’ın lisanlarından bir lisân; ve varlıkların hepsi, Allah’ın yarattığı mahluk olarak O’nun kelimeleridir… Kelimeler hakikatlerin “ifade” olunduğu aynalar mevkiindedir ve mânâ onlardan da mücerret bir seviyede kalır.” [1]

“İlk dil ve ilk doğru, ilk emirdi; ilk tatbik dili de ilk insanla vardı… Bütün diller, tek bir dilden türeme… Bizim diğer eserlerimizde yeterince işlediğimiz bu tez, doğrudan “dil bilim” tarafından destekleniyor:

– “Gerek eylemlerin kökleri, gerekse dilbilgisi biçimleri bakımından Sanskrit’in Lâtince ve Grekçe’ye, bir tesadüf sayılamayacak derecede güçlü bir yakınlığı bulunduğunu, öyle ki hiçbir filologun, her üçünü birlikte, belki de artık var olmayan ortak bir kaynak dilden çıktığını dikkate almadan inceleyemeyeceğine inanıyorum; Gotça ve Keltçe de bu kaynaktan gelmiştir.”

O kaynak, kendi hayat macerası ayrı mesele, Arapçadır.” [2]

İştikak İlmi ve Türkçe

“İştikak: Bir kökten ayrılan kelimelerin asılları ve birbirleri ile olan münasebetleri, meydana gelişleri. Türemek. Çatallaşmak. Yarılmış bir şeyin bir şıkkını almak. Aynı kökten türemiş olan birkaç kelimeyi bir araya getirmek.

İştikak ilmi: Lûgat bilgisi, etimoloji, kelimelerin kök bilgisi… Bu ilim, bütün ilimlerin ilk basamağını teşkil eder ve onu bilmeyen diğer ilimleri öğrenmeğe yol bulamaz; zira nasıl ki dama çıkmak isteyen birine evvelâ merdiven lâzımsa, lûgat bilgisi de diğer ilimlere yükselebilmek için böyle bir vâsıta durumundadır… Bir ilim faaliyeti içinde bulunmak isteyen herkes, lûgat ilminin esaslarını bilmek zorundadır; demek oluyor ki, lûgat ilmi, “asıl” bilgisi olmanın da ötesinde “aslın aslı” niteliğindedir. [3]

“Türkçe ile ilim olmuyor!” veya “olmaz!” derler… Hem doğru, hem değil: Ama bizim söyleyeceklerimiz, öyle de, böyle de, onların demek istedikleriyle aynı değil. Mâlûm olduğu üzere Hayyam “pesimist-bedbin” bir şahsiyettir; ama çerçöp işlerin bedbini değil, o bir meczubtur. Sayfanın hem ön, hem görünmeyen arka yüzünü okumayı bilenler, ondaki müthiş hikmetleri görürler. Allah için şöyle diyor: “Gözle hiç kimse göremez dediler yüzünü/ Göz bizim gözümüzse, sahi mümkünü yok!”… Diyeceğim o ki, “Türkçe sizin konuştuğunuzsa, sahi mümkünü yok!”… İşin bir yanı, aslında en önemli yanı bu. Rastgele “sel, sal” ekleriyle, aklının estiği yerde kelime uydurarak, hiçbir maletme ve yakıştırma çilesi çekmeksizin hangi lisândan öğrendiysen onu hazırlop kullanarak, olması gereken bir şehir nizâmına nisbetle, kanalizasyonu yok, su şebekesi yok, yolu yok, ışığı yok derme çatma gecekondu manzarası lisân ve onun ilim ve fikir manzarasıyla hiçbir bediî verimin olmayacağı açık. İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, “iştikak ilmi, bütün ilimlerin temelidir!” der. Bunu olsun anlıyor musun? İştikakın olmadığı yerde, neyi nerde nereye bağlayıp sistemleştireceksin? İştikaktan önce ne kadar molozlaşmış görünse de hâlâ yaşar Türkçe’yi bile yakıştırarak kullanamıyorsun. Karga diliyle sanat olur mu, fikir olur mu, ilim olur mu? “Misâl” yerine “örneğin”, “cevab” yerine “çaput” vezninde “yanıt” derken, bunların iştikak alâkası içinde neler kaybettiğini biliyor musun? Evvelâ, lisânın hafızasına yüklü binlerce yıllık bir bilgi birikimini kaybettiğini, bu yüzden de pek çok şeyi “yeni” niyetine Batı kültürünün döküntüsü yolundan öğrendiğini? Üstad veya ben, ne olursa olsun birşeyi anlatırken, nasıl asıl ve tahakkümümüz altına alarak aslîleştirdiğimizi? Burada, kuru kuru lisân bilmek ve iştikaktan bahsetmediğim de anlaşılıyor. 20 sene önce “uyduruk Türkçe” yanlısı uyduruk adamlara mukabil, “Yaşayan Türkçe” tekerlemecisi uyduruk adamlar için, “Türkçe, mesele konuşarak yaşar!” demiştim. Yoksa basit hayvanî ve nebatî ihtiyaçlar çevçevesinde konuşacaksan, öyle desen ne olur, böyle desen ne olur. Keyfiyet bu olduktan sonra, lûgat hâfızı olmanın sana ne yararı var? Bunu, Arabça veya İngilizce farketmez, başka lisân öğrenenlere de şöyle tatbik edebiliriz: İlim, sanat, fikir, şu, bu anlamıyorsun; Türkçe bilmenin sana ne faydası var ki, yabancı dil bilmenin bir faydası olsun… İşin mevzuumuzla püf noktası: Lâtince, kendisinden kopma hâlindeki İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Almanca gibi dillere kök oluyor. Neticede kökten dallara, dallardan dallara hesabı, ilimleri lisân bünyesine göre otomatik olarak sistematize eden bir dil, bünye oluşuyor. Bugün biyolojide de Lâtince kökenli veri isimlendirmelerinin sebebi bu. Biz de, “mânâ dili kurmak”, “teorik dil alanı oluşturmak” vesaire gibi, bu hususta müstakil eser vurgusu dışında, bütün eserlerimizin toplamını bunlara dair, “muhatab anlayış”a dair diye senelerce işaretledik, işledik… İşte bu yerine göre anlamı değişen “ana dili, baba dili” meselesinin ışığı altında, Büyük Doğu-İBDA baba dilini “aşılayan” diye kavramak ve aşılanma liyâkatini meseleler içinde göstermek; bu şekilde, hem mevzu ve hem dil zarureti hâlinde bir tecrid gereği, bugün doğru olmasa da “Osmanlıca” dedikleri lûgatın kelime ve iştikaklarından istifadeye yol açmak. Onun kökü hâlinde de, “Türkçe çarşafına silkelenmiş Arabça ve Farsça kelimeler”in izinden, Arabça ve Farsçaya sarkmak. Dikkat: Kaba saba, ezbere, hazırlop bir kelime alışından değil Türkçe konuşurken en azından o mânâları ve klişeleri bünyeleştirmekten, Türkçeyi zenginleştirmekten bahsediyorum. Bugünkü avamın “âmî” Arabçasından değil, edebiyat ve ilim, Lâtince misâli kök edinilmesi gereken vechesinden bahsediyorum. Dünyanın en eski ve zengin; İngilizce’ye 50.000 kelime vermiş bir lisândan… Mevzuumuz biyoloji ya: Bir hurmanın, çekirdekten en ergin hâline gelinceye kadarki safhalarını 60 kelimeyle gösteren bir lisan. Bir kuşun 30 çeşit sıfatını sayabilen bir lisan… Bunun dışında, her türlü dilden, kendine hançeremize nisbetle adapte edebileceğimiz, ilmî ve teknik mefhumlar sırasında, elbette biyoloji; bu iş, dediğim işle içiçe.” [4]

Bir Gün Türkçe’yi Bırakacaklar

Evlâdım, bu iş lisanı dejenere edecek, çığırından çıkacak, dil iyice fakirleşecek… Bir gün bir gözükara daha çıkacak diyecek ki:

“Efendiler, bu Türkçe ile ne telif yapılır ne tercüme! Ne eser yazılır ne de yazılan ilmî, edebî, fennî eserler tercüme edilebilir. Bu dil, dillikten çıktı, lisanlıktan çıktı… Bununla iş görülmez. Gelin adam olmak için, ele benzemek için, medenî milletlerden birinin dilini alalım. Ya Almancayı, ya Francızcayı, ya İngilizceyi, ya Rusçayı…

Evlâdım, iş buna doğru gidiyor. Şahsiyet dejenere oluyor. Bir milletin, dinini elinden al, yazısını al, tarihini al, bir de konuştuğu dilini al…

Bu gidişle, bırakın bin senelik mâziyi, yirmi otuz sene evvel yazılmış eserler dahi anlaşılamaz hâle gelecek. Güzelim Türkçe harap berbat olup gidecek…

Hâlbuki Türkçe, ecdadımızın gayreti ile dünyanın en zengin dillerinden biri olmuştu. Arapçanın Farsçanın en güzel kelimelerini alıp Türkçeleştirip bünyesine katmıştı.

En güzel yazılar, hitabeler, nutuklar, şiirler bu güzel Türkçe ile yazılır söylenirdi. Türkçe su gibi akar giderdi. Yazarken konuşurken, aynı kelimeyi tekrarlamadan yazar konuşurdun. Şiirde istediğin kadar kafiye bulurdun.

Bu gidişle tekrarlarla çirkinleşmiş, kısırlaşmış bir Türkçe ve takır tukur kelilemerle yazılmış, âhenksiz, çirkin, şiire benzemez, kafiye sıkıntısı çeker manzumeler bizi bekliyor demektir. [5]

Kâmus Hakkında Birkaç Kelâm

Lûgat’ın ne kadar mühim olduğuna telmih olarak “Kâmus, nâmustur” şeklinde hülâsa edilen veciz bir söz var. Bununla birlikte “bir milletin izmihlâline sebebiyet verecek icraatlardan birisinin o milletin alfabesini ve lisanını değiştirmek olduğu” da,  -yukarıda görüldüğü gibi- hemen bütün muztaribler tarafından ifade ediliyor. Batı medeniyetinin hemen bütün nimetlerinden fayda temin eden Japonların ve Çinlilerin o “çok karışık” tâbir edilen alfabelerini değiştirmemelerinin altında yatan sebebin de, “başkalaşmamak; milliyetlerinden sâkıt olmamak” olduğu vurgulanıyor. Ortaasya’da Kırgızların yahut Kırımlıların alfabelerinin yüz yılda tam üç kez değiştirildiği nazara itibara alınırsa, bu “alfabe değiştirme” icraatının ne menem bir melânet olduğu daha bir idrak edilir; “çağdaş uygarlık” sloganı, hak getire!..

“Türkler müslüman olmadan önce Göktürk (Orhun) alfabesini kullanıyordu. Müslüman olduktan sonra Arap alfabesine geçti, fakat milliyetlerinden sâkıt olmadı, hattâ, her mevzuda daha bir inkişaf etti” denilebilir ki, doğrudur. Fakat Orhun alfabesinden Arap alfabesi hâricinde, meselâ, Kiril alfabesine geçen birçok Türk kavimlerinin (Bulgarlar ve Macarlar gibi) milliyetlerinden sâkıt olduğu da doğrudur. Meseleye bu vecheden baktığımız zaman ortaya, İslâm alfabesi Türkleri inkişaf ettiriyor, diğer alfabeler diğer kavimlerin boyunduruğuna mahkûm ediyor,  gibi bir netice çıkıyor ki, bizce mâkul. Çünkü; Allah, Kelâmı Kur’ân-ı Kerim’i bizzat, “mahlûk lisanından münezzeh bir şekilde Arapça” inzâl buyurdu. Kâinattaki herşey Allah’ın bir mahlûku olduğuna göre? Yâni Arapça, gereği gibi tâlim edilirse bütün kavimleri inkişaf ettirecek bir alfabedir, bir lisandır. Aynı şey Süryanice ve İbranice inzâl edilen diğer, (tahrif edilmemiş olan; aslı muhafaza edilen) Kudsî Kitab ve sayfalar için de geçerlidir. Vesair.

Lûgat ile alfabe iç içe. Lûgat, yâni kelime ve kavramların anlamlarını bir araya toplayan kâmus, alfabe kadar, hattâ alfabeden daha mühim bir irfan hazinesidir. Bu hazineyi gereği gibi muhafaza edemeyen hemen her millet aynen alfabesini muhafaza edemeyen ekseri milletler gibi başkalaşmaya; milliyetlerinden sâkıt olmaya mahkûmdur. Ruh-mâneviyat tahrip olduktan sonra, dış-maddî duruş ne ifade eder. İnsan olabilmek için “içe bakış” lâzım; dış ve iç, bir arada olmalı. Öyle ki; “Bir kavmin âdetlerini kuşanan, taklit eden o kavimdendir” ölçü meâli, bunu doğrulamaya kifâyet eder.

Bu meselede Salih Mirzabeyoğlu’nun hüküm nevînden bir tesbiti var, meâlen şu: “Her medeniyet önce, kendini ifade edecek bir mâna dili meydana getirir.” Yâni bütün medeniyetler kendini ifade edecek bir “mâna dili” inşa ederek inkişaf etmiştir, yoksa, “mâna dili” olmayan; mâna dilini inşa edemeyen bir medeniyetten bahsetmek, imkânsızdır.

Bizim medeniyetimiz de İslâm medeniyeti olduğuna göre, İslâm alfabesini, kelime ve kavramlarını muhafaza etmek boynumuzun borcudur. İslâmı, kendi mânâ dili ile tebliğ, takdim ve telkin etmek bir vecibedir. Hattâ ibadetlerimizi bizzat Kur’ân-ı Kerim’in inzal buyurulduğu lisan üzere eda etme gibi bir zaruret vardır. Bilindiği üzere âlimlerimiz, “Namaz, Kur’ân’ın aslından tilâvet edilirse namaz olur” tenbih etmiş, namaz edâ edildikten sonra duaları kendi lisanınıza göre de yapabilirsiniz demişlerdir. Peki, İslâm alfabesini öğrenmeden İslâm olunmaz mı? şeklinde bir soruya, buradan bakarsak, “elbette olunur” fakat, “hakiki mânâda; imânın kemâle ermesi” mânâsında; Kur’ân-ı Kerim bizzat “Arabça mahluk lisanından münezzeh olan Allahça ile tâlim edilirse” daha ziyade makbul olur, şeklinde bir cevap vermenin hiçbir mahsuru yoktur ki, “imânın artması; kemâle ermesi” ve “’İslâm olduk’ deyiniz!” meâlindeki ölçü, mâlum.

Her müslümanın Arapça bilmemesi üzerinden hareketle de, ölçülerin meâli var, tefsiri var, ölçülere kıyasla icra edilen ölçülendirmelerin de tefsiri var, tercümesi var, sâdeleştirmesi var, onlara müracaat edilmelidir, şeklinde mukâbelede bulunmanın da, “zorlaştırmayınız, kolaylaştırınız!” ölçüsüne kıyasla hiçbir mahsuru yoktur. Yâni her müslüman Arapça bilmek zorunda olmasa bile, asgarî olarak İslâm’ın emir ve nehiylerini tatbik edebilmesi için dinin, aslî kelime ve kavramlarına muhatab olması, bilmesi, yeter. Bu “yeterlilik” ise, daima daha ilerisine inkişaf edilmesi gerektiğini ihtar eder; bir yerde “donma” yok, sürekli inkişaf var. Kitabı aslî lisanı üzerinden oku, okumaktan öte “tilâvet” et, öğren.

Ve daha neler ki, asgarî kelime ve kavramlardan mahrumiyet bir tarafa, “Lûgat ökzüsü” olarak İslâm’ı tebliğ, takdim ve telkin etmek gibi bir şey, asla mevzubahis olamaz. Âlim, bilmek zorundadır, bildiğini cemiyete takdim ederken elbette tefsir ve meâl etmek zorundadır. Yâni Âlim, hem İslâm dininin birçok kavramlarını bilmek, hem de içinde yaşadığı cemiyetin konuştuğu dili bilmek zorundadır; âlim, Lûgatı da bilmek zorundadır. İslâm, sâdece içinde yaşadığın cemiyetin lisanını bilmekle ne tebliğ edilebilir, ne takdim edilebilir, ne de telkin edilebilir. İkisi; İslâmın öz lisanı ve cemiyetin lisanı içiçe olmalıdır…

Bu çerçevede; içinde yaşadığı cemiyetin lisanını dahi yarım-yamalak bir şekilde telaffuz edemeyen, bilmeyen nice densizin “İslâmı tebliğ” için kolları sıvadıkları bir devirde yaşamak ne acı. Bunların ekseriyeti bir taraftan içinde yaşadıkları cemiyetin lisanından; kelime ve kavramların bir kısmının mânalarından mahrum olarak ortaya salınırken, diğer taraftan da, mânalarından mahrum bir şekilde ezberledikleri birkaç Arapça yahut diğer lisanlardaki bazı kelime ve kavramlar üzerinden “tebliğ vazifesi” yaptıklarını iddia eder. Hâlbuki bir insanın düşünemeyeceği, mânâlarını bilmediği kelimeleri ezberlemesi, kesinlikle mahzurludur. Onun için; “çocukların lûgatını sınırlayınız!” denmiştir. Vaziyet buyken, “ahmakların lûgatını sınırlamak” da ayrı bir vecibe olarak vazifemiz olmalıdır.

1- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, İbda Yayınları, 2. Basım, İstanbul 1985, s. 160.

2- Salih Mirzabeyoğlu, Damlaya Damlaya, İbda Yayınları, 2. Basım, İstanbul 1997, s. 43.

3- Salih Mirzabeyoğlu, Hakikati Ferdiyye, İbda Yayınları, İstanbul 1994, s. 26.

4- Salih Mirzabeyoğlu, Berzah, İbda Yayınları, İstanbul 2006, s. 95-96-97.

5- M. Ertuğrul Düzdağ, Ali Ulvî Kurucu (Hâtıralar), Kaynak Yayınları, İstanbul 2007, C. 1, s. 127.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!