-“Maalesef ve üzülerek söylüyorum ki, torunlarımız dinî eğitimden yoksun bir şekilde büyüyorlar. Bu gidişle arkamızda bir Fatiha okuyacak kimseyi bulamayız. Halkımız Kur’an kursu yok diye şikâyet ediyor. Din işleri ayrı, devlet işleri ayrı mazeretine sığınarak din eğitimine gereken önemi vermedik. Eskiden beri bizde bir Müftülük Dairesi var. Bu daire, dinî işleri tanzim etmekle yükümlüdür. Ama kaç yıldır bir müftü tayini bile yapılmamışdır. Camilerimizde bir hayatiyet var, ancak üzülerek söyleyeyim, çocuklarımız, torunlarımız dinî bilgiden ve dinî eğitimden yoksun bir şekilde büyümektedirler. Okullarda çok az din eğitimi verilmektedir. Bu kadarı tatminkâr değildir. Pratiği yokdur. Burada büyük bir eksiklik vardır. Şimdi eğer bu konuyu eskiden itibaren değerlendirirsek önce şunu söylememiz lâzım: İngiliz idaresindeyken “Türküm” dememiz yasaklanmıştı. “Müslümanım” diyecektik. İngiliz, Türklüğümüzü unutturmak için İslâm’ı öne çıkardı. Bu bir reaksiyon doğurdu. O zamanın liderleri ve basını, buna büyük bir reaksiyon gösterdi. O yıllar öyle harcandı ve gitti.” (30 Haziran 2003, Vakit)
Türklük bir din midir veya İslâm bir ırk mıdır; ki ikisi birden olunamıyor?!
Hem Türk hem de Müslüman olmayı becerememek için Robert Kolej’de tahsil mi görmek gerekiyor, üst dereceden mason olmak mı, Kemalist mi?!
Hepsi bir arada olsa elbette iyi olur; fakat Kemalist olmak tek başına da yeterli oluyor. Türk’ün “Aydınlanma” ideolojisi olan Kemalizmin torna-tesviye tezgâhında “sinekkaydı” yapılıyor beyinler ve artık üzerinde aklî-fikrî hiçbir muhâkemenin yürümesi mümkün olmuyor.
Geçenlerde bir mitingde bu adamın yanında sarıklı bir zat da vardı. Demek lisân-ı hâlle de günah çıkartma ihtiyacı duyuyor diye düşünebilirsiniz. Acele etmeyin! Bendeniz bu sarıklı zatı sadece fotoğraflarından tanıyorum; ne gördüm, ne bir cümle konuşmasını dinledim. O mitingden sonra Ceviz Kabuğu proğramına da katılmış bu sarıklı zat. O proğramı da kaçırdım, kendisini dinleyemedim. Proğramı seyredenler, “kendisine sorulan en basit soruları bile anlayamıyacak derecede ebleh bir adam” dediler. Hatta şerikleri bile “bizi utandırdı” diye yazdılar. Bu sarıklı zat hakkında hiç yazmadım bugüne kadar; fakat 15 Haziran 2003 tarihli Aydınlık* dergisini okuyunca yazmak farz oldu. En basit bir cümleyi bile algılama zorluğu çeken, iki tane düzgün cümle kurmakdan aciz bir adam nasıl olmuşsa olmuş Doğu Perinçek’in yanında bülbül kesilmiş. Aydınlık’ın haber uydurma becerisini bilenler için şaşırtıcı değil; Doğu Perinçek, “kerâmet kavukda değil” deyû onun ağzından yazıvermiş zâhir!
Efendim yukarıda, tırnak içinde verdiğimiz itiraflar, Kıbrıs’da artık denizin bittiğini gören Rauf Denktaş’a ait; Vakit gazetesinde böyle günah çıkartıyor! Bu AB karşıtı mitingde bostan korkuluğu gibi yanına diktiği “Sarıklı Kemalist” de, “Sözde İskeçe Müftüsü” oluyor!
Bu “sözde” lâfını muhalifleri için kullanmayı çok sever bu “Aydınlanmacı” tâife. Fakat kendileri için kullanılmasını hiç hazzetmezler. Hayır ben onları dellendirmek için kullanmıyorum bu “sözde” lâfını; “Türk dünyasına hizmetlerinden dolayı” Allahsız Doğu Perinçek’e sözde “Seçilmiş İskeçe Müftüsü” sıfatıyla plâket veren bu Mehmed Emin Aga hakikaten “Sözde Müftü”dür!
-“1985’de Gümülcine müftüsünün ölümüyle, azınlığımızda yüksek din eğitimi almış ilahiyatçılar arasında müftü yarışı başladı. Başladı ama, kanunun öngördüğü seçim yarışı değil. Yarış, tayin yarışı idi. Neticede Hafız Cemali Müftü naibi olarak atandı. Başlangıçta, yarışı kaybedenlerden cılız birkaç ses duyuldu. O kadar. Ancak, müftülük makamının kendilerine yakın olmayan (Kemalist olmayan-Y.N.) bir kişi tarafından işgal edilmesini hazmedemeyen azınlığımızın kaşarlaşmış politikacıları devreye girdiler ve Türkiye’nin de desteğini alarak sözde SEÇİMLE MÜFTÜ İSTERİZ propagandasını başlattılar. Evet, SEÇİMLE MÜFTÜ isteriz propagandası İskeçe Müftüsünün ölümüne kadar sürdü. Ölen Müftünün yerine oğlu Mehmet Emin Aga Müftü Naibi olarak tayin edilince SEÇİMLE MÜFTÜ edebiyatı SON BULDU. Çünkü Aga “bizim adamdı”. “Bizim adam” Müftülük koltuğuna oturduğuna göre… SEÇİMLERE GEREK YOKTU!!! Kısa bir süre sonra, Gümülcine Müftü Naibi Hafız Cemali’nin asalet tayini çıkıp Aga’nın tayini çıkmayınca… Aga Müftü Naipliğinden istifa etti ve… müftülüğü evine taşıdı. Ardından, Aga ve Faikoğlu (dönemin milletvekili) başkanlığında İskeçe camilerinde bir Cuma günü “Müftü Seçimi” ilan edilip PARMAK KALDIRMA USÜLÜYLE “yapıldı”. Ve KENDİN PİŞİR KENDİN YE misali Aga, “Oyların” %95’ini alarak MÜFTÜ SEÇİLDİĞİNİ ilan etti.” (Abdülhalim Dede-Trakya’nın Sesi)**
İşte azınlıkdan objektif bir kalemin tesbitleri!..
Lozan anlaşmasına göre Batı Trakya’nın müftüleri Yunanistan’ın “uygun” gördüğü isimler arasından, Fener patriği de Türkiye’nin “uygun” gördüğü isimler arasından seçilir. Böyle bir “seçim”in Türkçesi “atama” demekdir. Türkiye, uygun gördüğü kişileri Batı Trakya’da müftü seçtirmek gibi boş bir gayreti bırakıp, “uygun görmediği” kişileri Fener’e Patrik seçtirmemek hakkını kullansa ya! Gücü yetiyorsa Bartalomeos’u uygun görmesin meselâ!
“Yahu bizim aklımız Perinçek’de kaldı; bu “Dönme” Türk dünyasına ne hizmetlerde bulunmuş ki?” diye sormayın n’olur? 28 Şubat’a katkılarını unutmayın!
Bırakalım Perinçek’i; “Türkiye’nin Aydınlanmacı hükümetleri Türk Dünyası ve dahî Batı Trakya için ne hizmette bulunmuştur?” diye soralım!
Bu zavallı insanlar doğru düzgün Türkçe de, Yunanca da bilmiyorlar çünkü azınlık okulları cahil yetiştirmeye mahsus. Çocuklarımız Yunan okullarına gitsin de bari orada iyi bir eğitim görsün, hiç olmazsa Yunanca’yı düzgün konuşsun diye düşünenlerin önüne birileri dikiliyor; “aman n’apıyorsunuz; çocuklarınızı orada Yunanlaştırırlar” diyor. Fakat Türkiye’nin “uygun” gördüğü bu azınlık önderleri kendi çocuklarını Yunan okullarına göndermekde bir beis görmüyorlar.
En başa gidelim ve soralım: “Mübâdele neye göre yapıldı? Yahudi-Dönme nüfusun yoğun olarak yaşadığı Selânik-Kavala nüfusu Türkiye’ye getirildi de niçin Batı Trakya’nın bu halis müslümanları azınlık olmaya mahkûm edildiler?
Bu “gayrı mübâdiller”in Lozan’da garanti altına alınan bazı hakları 1930 Ankara Anlaşması ile nasıl ve niçin satılmışdır?
“Sözde Türkiye Aydınlanmacıları”nın pek hazzetmediği, hâlbuki kendileri gibi lâik-dinsiz ve de Lozan’ın asıl mimarı olan Dr. Rıza Nur’dan dinleyelim:
“4 Teşrînisânî 1930: Venizelos Ankara’ya gelmiş, birtakım muahedeler imza etmişler. Venizelos ticaret ve emsali şeylerde bizimkileri dolaba koymuş. Bu adama büyük merasim ve alkış yapmışlar. İsmet onu kucaklamış. Güya artık dostmuşuz. Aramızda dava kalmamış. (…) Mustafa Kemâl ve İsmet galiba şu fikirdeler; hummalı bir sûredde buna çalışıyorlar: Bütün hâricî meseleri, pürüzleri bitirmek. Bunu da hep vererek yapıyorlar. Türk’ün menfaatleri gidiyor. Galiba: “Halk aleyhimizde; hâricî bir mesele de zuhûr ederse derhâl devriliriz” diyorlar.” (Hayat ve Hâtırâtım, c.4, s. 1609)
“29 Kânûnusânî 1931: Gazetelere göre Yunanlılar, Yunanistan’daki 150’likleri (Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi ve arkadaşları-Y.N.) memleketlerinden çıkarıyorlarmış. Bunlar orada Mustafa Kemâl aleyhine neşriyat (Yarın Gazetesi-Y.N.) yapıyorlardı. Anlaşıldı: Yunanla itilâf ve Lozan’da kazandıklarımı Yunanlılara hep vermeleri demek bunun içinmiş. Bunlar devlet ve millet menfaatını şahıslarının menfaatine fedâ ediyorlar.” (A.g.e., c.4, s.1640)
“13 Kânun-u Sânî 1932: Türkçe gazetelerden bir müddettir Mustafa Kemâl ve İsmet’in bir diplomatik harekete başladıkları görülüyordu. Yunan, İtalya, Bulgar, Irak, İran ile herşeyi vererek uyuştular. Onlardan yalınız muhâliflerini barındırmamalarını istediler. Bunu son günlerde ikmâl etmiş bulunuyorlar. Sade Fransa kaldı. Onunla da yapacaklardır. Bu hareketin gâyesi mevkide kalmakdan başka birşey değildir. 150’lik (M. Kemâl’in Türkiye’ye girişlerini yasak ettiği Rejim muhâlifleri-Y.N.) Kürt ve sâirlerin propagandalarını bu sâyede bitirmek istiyorlar. Bu kadar âdi bir iş için muhtelif devletlerle olan bazı hatta asırlık muallâk meseleleri hâlleddiler. Bunları hâl için onlara istediklerini veriyorlar. Buna mukâbil arâzilerindeTürkiye aleyhinde yani Mustafa Kemâl aleyhinde birşey yaptırmamalarını temin ediyorlar. İptidâ Yunanistan’la yapdılar. Lozan’da kazandıklarımızın hepsini Venizelos’a verdiler. Millet ve Devlet zararına yapdıkları bu işler onların umurunda değil. Sade hariçde onları mevkilerinden düşürecek bir hareket olmasın. Lozan’da zorla ve bağırarak Venizelos’dan aldığım millî menfaatleri kolayca yine bu adama verdiler ve sonunda utanmadan bu adamla uyuşdular. Onlar milyonla altını bulur. Meselâ gayrı mübâdillerin altınları gitti.” (a.g.e., c.4, s.1710-1711)
Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, ancak yaşayanın bileceği mültecilik şartları altında çıkardığı Yarın gazetesindeki yazılarında Müslüman-Türk-Pomak azınlığa Kemalist devrimleri Batı Trakya’ya sokmamalarını ve azınlık olmayı reddetmelerini tavsiye ediyordu. Nitekim Türkiye yahudileri de böyle yapmış ve azınlık olmayı reddederek Türklerle eşit vatandaşlık hakkı istemişlerdir. Kemal ve İsmet Venizelos’u Ankara’ya çağırdılar; “Ne istersen verelim yeter ki bu yobazları orada yaşatma. Hem bak biz de sizin gibi Batılı olmaya çalışıyoruz. Türkiye’de İslâm’ın işini bitiriyoruz; sen de Batı Trakya’da bitir! Bu İslâmcı yobazlar ortak düşmanımızdır” dediler. Çankaya’da rakı sofrasında sattılar bu insanları ve azınlığın kazanılmış haklarını!
Denktaş ve sözde İskeçe Müftüsü “Türklük elden gidiyor” diye ağlaşıyorlar şimdi… Ben samimi olduklarına inanmıyorum; timsah gözyaşlarıdır! Sen “Müslüman” anlamındaki Türk kimliğini kendi ellerinle parçaladıkdan sonra sıra elbette “etnik” anlamda Türk kimliğini inkâr etmeye de gelir ve elin oğlu operasyonun bu kısmını çok kolay becerir. Direnemezsin bile! “Ben Müslüman değilim; Türküm” demek; “Ben bir hiçim; tarihi, geleneği, geleceği, kimliği olmayan bir piçim” demekle eş anlamlıdır. Bu başka ırklar için bu kadar geçerli olmayabilir; Türkler için özellikle böyledir! Çünkü “Türk, Müslüman olduktan sonra Türk olmuşdur”!
Türklerin Anadolu’da hangi iksirle tutunup çoğaldıklarını bir Yunan bilim adamından dinlemek ister misiniz?
“1921 yılında İngiltere’de çok ilginç bir kitap yayınlanıyor. Yazarı tanınmış tarihçi Arnold Playmbi’dir. O zamana kadar Londra Üniversitesi’nde Bizans ve Yeni Modern Elen Toplum Tarihi kürsüsünün başkanıydı. Hatta onların sponsorları da zengin Rumlardı ve belki Yunan devletiydi de. O kitap 1921’de çıktı. Adamı Yunan aleyhtarı ilan ettiler. Bu kitap Rumca’da şimdi çıktı. Türkiye’de de çıksa iyidir. O zaman tabii Yunanlılar Anadolu’ya çıkmışlar. Playmbi Anadolu’yu, Yunanistan’ı gezmiş ve bunun üzerinde fikirlerini anlatıyor. Tabii bazı hususlarda herkes hemfikir, ben de hemfikirim. İngilizlerin çıkarlarına da yaradığına göre, ufak bazı noktaları var ki onlara katılmak mümkün değil. Kitabın başlığı da ilginç: ‘Türk-Yunan ilişkilerinde Batı sorunu’. Bir Doğu sorunu var ya o da Batı sorunu diyor. Doğu toplumunu alıyor. Bizans diye bir devlet yok, sonradan icat edilmiş, Roma ise devlettir diyor. Der ki Orta Asya’dan gelenlerin sayısı çok az, 30-50 bin kadardı. Garip bir şeydir. Günümüzde de DNA üzerinde yapılmış araştırmalardan bu çıkıyor. Mesela Normanlar var diyor, Britanya’yı istila etmişler. Normanların kültür seviyeleri Britanyalılara göre daha yüksek. Britanyalılar onları kendi potaları içinde eritiyor. ORTA ASYA’DAN GELENLERİN KÜLTÜR SEVİYELERİ ANADOLU HALKLARININ SEVİYESİNDEN DAHA DÜŞÜK. NASIL OLUR Kİ BÖYLE AZ KİŞİ KISA BİR ZAMAN İÇİNDE FAZLA KİŞİYİ ERİTMİŞ. BUNUN BİRÇOK İZAHATI VAR. DİN AYNI ZAMANDA SİYASİ KİMLİKTİR, DEVLETİN KİMLİĞİDİR. VE O DİLİ YAPIYOR. YERLİ HALKLAR BİR ZAMANLAR KENDİ DİLLERİNİ KONUŞUYOR. MESELA KAPADOKYACA DİL OLARAK VARDI, SONRA GREKÇE GELDİ. GREKÇE LATİNCE DEĞİLDİ, ÇÜNKÜ DOĞU DAHA YAKINDI. YANİ DOĞU DİLLERİNİN EN KUDRETLİSİ OLARAK GREKÇE OLDU. KİLİSE DİN İLE DİL ARASINDA GREKÇE KULLANDI. DEMEK Kİ KİMLİK VE DİN DEĞİŞİYOR. DİN DEĞİŞTİRDİKÇE MİLLİYET DE DEĞİŞTİRİYOR.” (Prof. Dr. Neoklis Saris, Atina Pandeon Üniversitesi Toplum Bilimi Hocası)
…
“İnneddîne ındellâhil İslâm”!
Yahudiliğin misyonerliği yok; çünkü yahudi olmak için yahudi doğmak gerekiyor. Kimseyi yahudi yapmak gibi bir misyonu olmayan yani kendilerinden başkasına kurtuluş çağrısı bulunmayan bu dinî faşizmin tek misyonu var: Büyük İsrail ve Yahudiliğin dünya hâkimiyeti önünde tek engel gördüğü İslâm’ı dejenere etmek, müslümanları yozlaştırmak! Bunun için de “edille-i şer’iyye”yi referans olmakdan çıkarıp, İslâm’ın papazları (Yaşar Nuri emsali İlâhiyatçılar) vasıtasıyla her pisliği İslâm’ın kitabına uydurmak… Mevlâna’nın “ne olursan ol; gel” sözünü bizim “Aydınlanma”mız için nasıl kullandıklarını hatırlamak kâfi. Hristiyanlık mı? O hâlledileli çok oldu; öldürücü darbeyi ise “Aydınlanma” ile vurdular! Ehl-i Kitab diyoruz ama “kitab ehli” oldukları söylenemez; referansları “kitâbî” değil artık Hristiyanlığın. Kitab referans olmaktan çıkartıldıkdan sonra meselâ eşcinsellere kilisede nikâh kıymayı kitabına uydurmak çok kolay oluyor. “Ne olursan ol; gel” hesabı… Hayatında kimseye tek fiske vurmamış merhamet heykeli bir büyük Peygamberin sözde ümmeti neoliberalizmin, emperyalizmin ve Siyonizmin vahşetlerini alkışlamakdan da hayâ etmiyor… Görüyorsunuz!
“Kemalist Aydınlanma”nın bizi nasıl zifiri bir karanlığa mahkûm ettiği anlaşılabiliyor mu?!
6 Temmuz 2003 / Nisi
***
Okuma Parçası:
BATI TRAKYALI TÜRK GAZETECİ ABDÜLHALİM DEDE İLE SÖYLEŞİ
-Sayın Dede, öncelikle bize kendinizi tanıtır mısınız?
Adım Abdulhalim Dede… Batı Trakyalıyım… 1956 yılında Batı Trakya’nın İskece şehrinde doğdum. İskece 2. Azınlık İlkokulu’nu bitirdim. “Azınlık Lisesi”nden 1975 yılında mezun oldum. Yunan vatandaşı, Avrupa vatandaşıyım.
-Batı Trakya’da ne işle uğraşıyorsunuz?
Gazeteciyim… Batı Trakya’da yayımlanan “Trakya’nın Sesi” gazetesinin sahibiyim. Gazetem, 1981 yılından beri haftalık 12 sayfa olarak yayımlanıyor.
1994 yılından beri de bir radyo istasyonum var. “Işık FM.” 24 saat Türkçe yayın yapıyor. Siyasi program yaptığımda eğer davetlim Yunanlı ise Yunancayı da kullanıyorum. Radyom haber ağırlıklıdır. ERA, (Yunan Devlet radyosu) ve DW (Alman radyosu) ile işbirliği yaparak bazı programları onlardan alıp yayımlıyorum. Saat başı haber veriyoruz. Gazetemde ise son üç yıldan beri, her hafta en az bir yazıya Yunanca olarak yer veriyorum.
-Genel olarak orada Türkçe medyanın durumu nasıl?
Şu anda Batı Trakya’da üç tane Türkçe haftalık gazete yayımlanıyor. Günlük gazetemiz yok. En eski gazetemiz “İleri” 1974 yılında çıktı. 1981’de benim gazetem yayına başladı. Bir de 1996 yılında “Gündem” gazetesi çıkmaya başladı. Batı Trakya’da televizyon yok. Radyo olarak da altı tane Türkçe yayın yapan radyo var. Benim sahibi olduğum “Işık FM” Türkçe haber radyosu olarak tektir.
-Peki nasıl ayakta duruyor gazeteler?
Tabii ki reklam gelirleriyle. Ancak reklamlarımız çok az. Gazetede hiç yok. Radyoda bir miktar reklamımız var ama; fiyatlar çok düşük. Bizim toplum, ticaretle ilgili bir toplum değil…
-Şu anda Batı Trakya’da ne kadar Türk yaşıyor?
Şu anda 90 bin kişiyiz. Yunanistan 120 bin diyor, Türkiye ise 150 bin diyor. Her iki ülke de rakamları kendine göre değiştirerek kullanıyor. Türkiye, Batı Trakya’daki toplam nüfusun üçte birini oluşturduğumuzu göstermek için 150 bin diyor, Yunanistan ise, Lozan Anlaşması dönemindeki sayımızı kullanıyor. “İşte hep aynı sayıda duruyorlar. Hiç azalmadılar. Oysa İstanbul Rumları 1500 kişiye düştü” savunmasını yapıyor. Gerçekten bugün 500 bin kişi olmamız gerekiyordu. 80 yıl içinde hep azaldık. 1923’ten 58’lere kadar Lozan Anlaşması nedeniyle kimse buradan Türkiye’ye göç edemiyordu. Türkiye ile Yunanistan arasında “Serbest Göçmen Anlaşması” imzalanınca 1955-58 yılları arasında buradan Türkiye’ye büyük bir göç başladı.
1938 yılında Yunanistan’da Metaksas Cuntası vardı. Bu dönemde daha çok Makedonlar, yani İslav komünistlerini düşünerek bir yasa hazırladılar. Buna göre “Yunanistan vatandaşı olup ayrı ırktan olan kişiler” Yunanistan’ı terkettilerinde vatandaşlıktan düşürülmeye başlandı. Bu yasa 1964’ten sonra Batı Trakyalılara da uygulanmaya başlandı. Yurt dışına okumak için giden, ya da hiç buradan ayrılmayan, Yunanistan’ın dışına çıkmayan kişiler bile, haberleri olmadan vatandaşlıktan atıldı. Halen en az 500 Batı Trakyalı Türk o zamandan kalma bu uygulama yüzünden hiçbir kayıtları bulunmadan ve vatandaş olmadan yaşıyorlar.
Yunanistan çok garip bir memleket. Yunanlılar çok entrikacı. Biz bu 19. Maddeyi 1980’den beri Avrupa Parlamentosu’na şikayet ediyoruz. Onlarca Avrupa parlamenteri Yunan hükümetine, Yunan Başbakanı’na, Yunan Dışişleri Bakanı’na sürekli baskı yaptı bu konuda.
1991 yılında, Yunanistan Başbakanı Mitsodakis, Avrupa Parlamentosu’nun açılış konuşmasını yapmıştı. O zaman İngiliz parlamenteri John Taylor kendisine açık açık bu 19. Maddeyi sormuştu. O da “Hiç merak etmeyin. Bunu bir komisyona havale ettik, raporu tamamlanır tamamlanmaz bu kanunu iptal edeceğiz” demişti. Fakat bu kanun ancak 1998 yılında lağvedilebildi.
-Peki neden?
Yunan devleti, Türk azınlığı hep yabancı unsur olarak gördü. Bizi bu ülkenin vatandaşı olarak kabullenmiş değil.
Ancak son 6-7 yıldır bu zihniyetten yavaş yavaş uzaklaşıldığını görüyoruz. Avrupa’da sınırlar kalkarken Batı Trakya’daki Türklerle uğraşmamaları gerektiğini anladılar. Bu anlayış, devletin üst kademesine geldi ama alt kademelerde bu anlayışın yerleşmesi çok zor. Çünkü 80 yıl, Yunan devleti, Batı Trakya’daki Rumlara “Bunlar bizim düşmanımız, bir hareketlerini gördüğünüzde hemen emniyete haber veriniz.” diyorlardı. 80 yıl sonra aynı devlet “Herşey bitti. Bunlar bizim eşit vatandaşlarımızdır. Eşit haklara sahiptirler” diyor.
-Peki, Batı Trakya Türklerinin nüfus yapısı nasıl, ne ile geçiniyorlar?
Batı Trakya Türkleri geçimlerini tamamen ziraatten sağlıyorlar. Azınlığın 18,500 ailesi tütün üreticisidir. Yani nüfusun aşağı-yukarı yüzde 65-70’i bu alanda çalışıyor. Küçük esnafımız var ama fabrikatörümüz yok. Son yıllarda AB’nin destekleme paketleri ile 4-5 fabrika kuruldu. Gümilcine’de helva fabrikası faaliyete geçti. Aslında AB’den azınlık için milyonlarca Euro geliyor, ancak hükümet kontrolünde olduğu için bu kaynakları hep Yunanlılar kullanıyor.
-Batı Trakya’daki eğitim durumundan biraz söz edelim…
1950 yılına kadar okullarımızda öğretmen yoktu. Kendi medreselerimizden çıkan imamlar bu işi yapıyordu. İmam ile öğretmen aynı kişiydi. Böyle iptidai bir eğitim veriliyordu. 1950 yılından sonra Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan Kültür Anlaşması çerçevesinde Batı Trakya’dan yaklaşık 700 kişi, Türkiye’deki öğretmen okullarına gönderildi. Oradan mezun olup Yunanistan’a döndüler. İlk mezunlar 1958 yılında geldi. Hemen tayinleri yapıldı ve göreve başladılar. 1970’e kadar böyle devam etti. Bu öğretmenlerin maaşlarını Türkiye ödüyordu, hâlâ da Türkiye ödüyor. İstanbul’daki Rum azınlığının Rum okullarında öğretmenlik yapan Türk vatandaşı Rumların maaşlarını da Yunanistan ödüyor. Bu uygulama karşılıklı olarak yapılıyor.
-Eğitim galiba Batı Tarkya’da en büyük sorununuz…
Okullarımız çok zayıf, eğitim sorunu en büyük sorunumuz. Yaklaşık 350 ilkokulumuz var. İki lisemiz var. Biri özel lise. Üniversitemiz yok. 1998 yılına kadar liseyi bitiren gençlerimiz Türkiye’ye gidiyordu. 1998 yılında, bugünkü Dışişleri Bakanı Yorgos Papendreu, Milli Eğitim Bakanıydı. Yunan üniversiteleri bize kontenjan vermeye başladı. Böylece gençlerimiz o yıldan itibaren Yunan üniversitelerinde okumaya başladılar.
Eğitimimiz o kadar kötüydü ki, çocuklarımız ne doğru dürüst Türkçe, ne de doğru dürüst Yunanca öğreniyorlardı. Türkiye’ye okumaya giden öğrencilerin çok büyük bir bölümü de orada kalıyordu. 1975’te benim sınıfım azınlık lisesinde 22 kişiydi. Yüksek öğrenim sonrası yalnızca iki kişi Batı Trakya’ya geri döndük. Diğerleri Türkiye’de kaldı. Bu bir beyin göçüydü. Tabii AB’nin bu konuda ciddi politikaları var. Azınlıktan kaç kişinin üniversitede okuduğunu takip ediyorlar. Azınlıktan kaç devlet memuru olduğunu sayısını inceliyorlar. AB’nin bu baskısı sonucu, Papandreu üniversitelerde bize yüzde yarımlık bir kontenjan verdi. Böylece liseyi bitiren tüm öğrencilerimiz, hiçbiri açıkta kalmayarak üniversitelere girmeye başladılar.
-Peki bunun sonuçları ne oldu?
Tabii bu başlayınca, birtakım sorunları da birlikte getirdi. Köyünden dışarı çıkmamış, doğru dürüst Yunanca bilmeyen, toplumsal yaşamı tanımayan, kapalı bir kutudan, gettolaşmış bir toplumdan çıkan bir öğrenciyi alıp Selanik’in, Atina’nın göbeğine yerleştiriyorsunuz. Kendisini bambaşka bir yaşamın içinde buluyor. Bu arada, bu “yüzde yarım” kontenjan bize tanındığında Yunanistan’ın aşırı milliyetçi grupları buna tepki gösterdi. Hatta “Türklere ayırımcılık yapılıyor” diyerek Danıştay Mahkemesi’ne bile başvurdular.
-Yani Papandreu, olumlu bir iş yapmış…
Evet ama, işin özüne inilmemiş. Biz, eğitimin ta ilkokuldan başlayarak düzeltilmesini istiyoruz. Türkiye’de eğitilmiş öğretmenler de giderek azalıyor.
Yunanistan, bunun üzerine Selanik’te Özel bir Pedagoji Akademisi kurdu. Azınlıktan imam-müezzin olarak yetişmiş kişileri alıyor ve özel akademiye kabul ediyor. Bunlar 2 yıllık eğitimden sonra, ilkokul öğretmeni yapılıyorlar. Ne yazıktır ki bu öğretmenlerin büyük çoğunluğu Türkçe bilmiyor, kendileri eğitime muhtaç. 1970’ten sonra Türkiye öğretmen okullarından mezun öğretmenler okullarımızda çalıştırılmadı.
-Batı Trakya ile ilgili medya haberlerinde genellikle hep “Türk” sözcüğünün yasaklanması konusuna vurgu yapıldı yıllarca. Bu konuda yaşadıklarınızı anlatır mısınız bizlere?
1960 yılına kadar, okullarımızın isimleri Türkçeydi. 1960’ta okulların tabellalarını değiştirdiler. “M-Kon” (Musulmanikon ya da Mionotikon) sözcüklerini kullanmaya başladılar ilkokullarımız için. Bu ifadeyi “Müslüman ilkokulu” ya da “Azınlık ilkokulu” olarak okuyabilirsiniz.
1964’e kadar Yunan devleti bize “Türk” diyordu. Sonra Müslüman demeye başladı. Bunda da Kıbrıs’ın rolü oldu. İlişkiler iyi giderken Türk kabul edildik, bozulunca bize “Türk değilsiniz, Müslümansınız” denmeye başlandı.
Yunanlılarda korkunç bir Türk korkusu, Türk fobisi var. 1974’te Kıbrıs’a Türk çıkarması olunca, aman bize de saldırmasınlar diyerek Türk sözcüğünü kullanmamaya başladılar.
Resmi olarak Müslüman azınlığız. Bu Müslüman azınlık içinde biz kendimizi Türk azınlık olarak addediyoruz. Ancak ben şahsen kendimi Turkoellinas“Türk-Yunanlı” addediyorum.
-Biraz da yakın tarihinizden söz etmenizi istiyorum…
1923 yılındaki Lozan anlaşması ile Batı Trakya Yunanistan’a bırakıldı. 1913 yılında batı Trakya’da ilk Türk Cumhuriyeti kurulmuştu.
Yunanistan ve büyük devletler bağımsızlık ilanını kabul ettiler. Osmanlı kabul etmedi. 6 ay sonra devlet çöktü. Arkasından Bulgarlar geldi, daha sonra Müttefik Devletleri, Batı Trakya’yı işgal etti. 1920’ye kadar Fransız bir general yönetti bizi. O dönemde bir çeşit plebisit yapıldı. Batı Trakya, ya Bulgaristan’a, ya Yunanistan’a, ya da Osmanlı’ya bağlanacaktı…
O dönem Batı Trakya’da Yunanlılar, Ermeniler, Yahudiler ve Bulgarlar da vardı. Ancak Türkler çoğunluktaydı. Plebisit yapıldı ve halk temsilcileri Batı Trakya’nın Yunanistan’a bağlanmasına karar verdi. Karar, Fransız General’e bildirildi, o da durumu Atina’ya duyurdu ve tek kurşun dahi atmadan Karasu nehrinde bekleyen Yunan ordusu İskeçe’ye 4 Ekim 1919’da, Gümülcine ve Dedeağaç’a ise 14 Mayıs 1920 geldiler ve böylece Batı Trakya Yunanistan’a ilhak edildi.
Arkasından Yunanlılar Türkiye’ye saldırdı. Küçük Asya diye bilinen bozgunu yaşadılar. İzmir’de yenildiler. Arkasından 1923’te imzalanan Lozan anlaşması ile Batı Trakya, Yunanistan’ın bölünmez bir parçası oldu.
Tabii bu arada “Mübadele Anlaşması”na da değinelim. Bu anlaşma Türkiye’de yaşayan Hristiyan Rumlarla, Yunanistan’da yaşayan Müslüman Türklerin zorunlu mübadelesini öngörüyordu. Batı Trakya’daki Türklerle, İstanbul’daki Rumlar bu anlaşmanın kapsamı dışında bırakılmıştı. Yunan Hükümeti o dönemde Doğu Trakya’dan gelen Rumları, anlaşmaya aykırı olarak Batı Trakya’ya gönderdi. Bizler; her Türk ailesi, yanına bir Rum ailesi aldı. Her Batı Trakyalı Türk, elindeki iki inekten birini gelen Rumlara verdi. Türkiye’den gelen Rum göçmenlerini, bir kardeşlik havası içinde kabul ettik. Daha sonra her Türk köyünün yanında bir Rum köyü oluştu. 1923’te Batı Trakya’daki arazinin %85’i Türklerin elindeydi. Bugün durum tamamen tersidir. Yahudilerin Filistinlilere yaptığını Yunanlılar da bize yaptılar. Makedonya’da aynısını Makedonlara da yaptılar. 1974’ten 86’ya kadar Yunan devlet memurları, devletin teşviki ve kredileriyle buralara gelerek Türk mallarını satın aldılar. Kıbrıs çıkarması olduğunda, Yunanlılar hınçlarını bizden aldılar. Atatürk ve Venizelos döneminde 1930’da Türkiye ile Yunanistan arasında “Seyrü-sefayin” anlaşması imzalanmıştı. Buna göre isteyen Türk Yunanistan’da, isteyen Rum Türkiye’de yerleşip iş kurabilecekti. Yunanistan’dan 20 bin genç, bu anlaşma çerçevesinde İstanbul’a yerleşmişti. 1964’te Türkiye tek taraflı olarak anlaşmayı bozdu ve 20 bin İstanbul Yunanlısını bir hafta içinde sınırdışı etti. Bunlar Türk vatandaşı olmamışlardı. Çoğunun eşi ve çocukları Türk vatandaşıydı. Kendileri değildi. Böylece aileler parçalandı. Bu insanların çocukları ve eşleri Yunanistan’a göç etmek zorunda kaldılar. Böylece İstanbul’daki Rum azınlığı çözülmeye başladı. Buna karşılık bizde de Yunan hükümeti ev tamir etme, gayrimenkul alma, ehliyet alma, iş kurma konularında yasaklar getirdi.
Kıbrıs sorunu hep bizi etkiledi. Bu durum 1991 yılına kadar devam etti. 1991 yılında Başbakan Miçotakis Gümülcine’ye geldi ve bize “İdari tedbirlerin kaldırıldığını” açıkladı. O günden beri her istediğimizi yapabiliyoruz.
İdari tedbirler kalktı ama, asıl sorunumuz olan eğitime hiç el atılmadı. Tabii Türkiye de bizimle hiç ilgilenmedi. Bizimle ilgilenmesi 1974’ten sonradır.
1974’ten sonra Türkiye, Batı Trakya’yı Yunanistan’a karşı bir koz olarak kullanmaya başladı.
1974’ten 1986’ya kadar aşırı bir milliyetçilik politikası ile azınlığa sahip çıkmaya çalıştı. Türklük hep öne çıkarıldı.
1983’te KKTC ilan edilince, ertesi gün İskeçe ve Gümülcine’de biri 1927’de, biri 1929’da kurulmuş iki derneğimiz, isimlerinde Türk sözcüğü vardır diye kapatıldılar. Hala bu davalar devam ediyor.
Türkiye Konsolosluğu tarafından maaş alan öğretmen sayısı 200 kişi kadardır. Toplam öğretmen sayısı 600 civarında. Diğer 400 kişi Yunan devlet memuru statüsündedirler. Azınlıktan çıkmış, Pedagoji Akademisi mezunu öğretmenlerdir bunlar. Bunlar öncelikli olarak atanıyorlar ve Türkiye öğretmen okulu mezunlarına okullarda artık yer verilmiyor. Böylece azınlık öğretimi Yunan devleti denetimindedir.
-Batı Trakya’da sivil toplumun örgütlülüğünü de merak ediyorum…
Ne yazıktır ki bizde sivil toplum örgütlenmesi yoktur. Tek sivil örgüt “Yüksek Tahsilliler Derneği” dediğimiz dernek var. Bu da tamamıyle Türkiye’nin kontrolü altındadır. Öğretmenler Birliği de aynı şekilde. Gençler Birliği de öyle. Bizim örgütümüz “İnsan ve Azınlık Hakları için Türk Azınlık Hareketi” 1996’da kuruldu. Ancak bu örgüt “makbul” bir dernek değildir. Örgütümüz, Avrupa İnsan ve Azınlık hakları kuruluşlarına üyedir, her yerden davet alıyoruz. Ancak Türkiye’nin Konsolosluğu tarafından makbul insanlar olmadığımız, kontrol dışı insanlar olduğumuz için bizi ve örgütümüzü insan yerine koymuyorlar.
Bir örnek vereyim. Hava koşulları nedeniyle bu yıl tütün üretiminde kalite çok düşük oldu. Geçen yıl 1 kilo tütünü 4,5 Euro’ya sattık. Bu yıl 1,5 Euro teklif veriyorlar. AB ayrıca 3-3,5 Euro da sübvasiyon veriyor.
Azınlık tarihinde ilk kez olarak bizim tütün üreticileri Gümülcine merkezinde 4500 üretici bir protesto gösterisi yaptı. Hiçbir azınlık kuruluşu bu insanlara sahip çıkmadı. Ardından geçen hafta “İskeçe Seçilmiş Müftüsü” denilen M. Emir Aga var. Geçenlerde sabah namazından sonra evine giren birisi onu feci şekilde dövdü. İster misiniz Kıbrıs’a gittiğinden dolayı onu bir Yunanlı bıçaklamış olsun, diyerek çok telaşlandık. Durumu hemen inceledik. Bütün Türkiye radyo ve televizyonlarına haberi sabah saat 9.00 sularında canlı bağlantılarla geçtim. Buna rağmen öğle saatlerinde bile M. Emin Aga’ya kurşunla öldürme girişimi yapıldığı haberleri yayıldı. Ertesi gün azınlıkta kaç tane kuruluş varsa kınama açıklamaları başladı. Hepsi de aynı, organize bir şekilde yapıldı. Böyle bir kontrol edilme olayı var. 1988-98 yılları arasında Türkiye tarafından tam bir terör havası estirildi. Örneğin ben 11 yıl Türkiye’ye giremedim. Türkiye’nin kara listesine girdim. Gerekçesini de söylemediler.
-Bir Sadık Ahmet vardı… O dönemde siz ne yapıyordunuz? Dr. Sadık Ahmet’in adı çok duyuluyordu..
O dönemde Dr. Sadık Ahmet’in izlediği aşırı milliyetçilik politikasına karşıydım. Sadık Ahmet “Yunanlılar bize baskı yapıyor” şeklinde bir imza kampanyası yürütüyordu. Polisler onu Dedeağaç’ta yakaladılar, dava ettiler. Mahkemede ona şahitlik yapmam için ricada bulundu. Kabul ettim. Selanik’te yargılanacaktı. Aynı tarihte Özal da Atina’ya gelmişti, ben işim icabı oraya gittim. Mahkemeye katılamayınca, dava ertelendi. Türkiye, o günlerde Yunanistan tarafından insan hakları ihlalleri nedeniyle sürekli sıkıştırılıyordu. Dr. Sadık Ahmet olayını öğrenince hemen bu adama sahip çıktı. Biz de “hain” ilan edildik. “Milli dava” oldu Dr. Sadık Ahmet’in davası… TRT 2, Dr. Sadık Ahmet’in arkasına takıldı. Bize bu adamı lider diye yutturdular. Faşist bir zihniyete sahipti. Balkanlarda yeni savaşlardan, bağımsızlıktan söz ediyordu.
-Peki ama, bu adam size yönelik baskıları dünyaya duyuruyordu.
… Hangi baskıları?… olay tamamiyle Türkiye ile Yunanistan arasında bir propaganda savaşıydı.1989 yılından itibaren, Türkiye Yunanistan’a “Bak, sen beni insan hakları ile suçluyorsun” diyerek “Senin de kusurların var” çığırtkanlığı yaptı. 1991 yılına kadar Dr. Sadık’ın borusu öttü. Ondan sonra onu kimse ciddiye almadı.
-Neydi politik ayrılığınız? Niye Türkiye sizi istemiyordu?
Bizim mücadelemiz kendi aramızda gelin-güvey olmak değil. Mücadelemiz kendi dertlerimizi Türkiye’ye duyurmak da değildir. Mücadelemiz; Batı Trakya Türklerinin sorununu Avrupa ve Yunanistan kamuoyuna duyurmak, oradan destek almaktır. Sorunu burada çözmektir. Bu yönde oldukça geniş çabalarımız, mücadelemiz oldu. 1981’den itibaren Atina’da solcu-sağcı gruplara oturup sorunlarımızı anlattık. Kimse bilmiyordu, kimse anlatmamıştı ki…
Yunan basınında, bizim azınlık sorununa “abluka” vardı. Defalarca anlattık yaşadıklarımızı. Yunanlılardan bir lobi oluşturduk. Bu; herşeyin belirli bazı kesimlerden kontrol edilme politikasına ters birşeydi. İşin bir de milliyetçilik boyutu var tabii… Yunanistan benim “Türk” dememe, kendimi Türk addetmeme karşı çıktığı için kasten inadına milliyetçi oluyorum. Yoksa ben milliyetçi bir insan değilim. Serbest olsa “Ben Türküm” demeyeceğim “İnsanım” diyeceğim. Olay; Avrupa çerçevesinde; oradaki parlamenterlerle, insan hakları dernekleriyle, demokratik kuruluşlarla irtibata geçip, Batı Trakya’daki Türklerin çiğnenen haklarını dile getirmek ve bunların çözümlenmesi istemek… Kimseyi kandırmanın bir anlamı yok!
80 yıldır Batı Trakya’da Yunan bayrağı altında yaşıyoruz. Bir katliam yaşamadık. Adi suç sayılan birkaç öldürmenin dışında olaylar olmadı. Türk, Yunanlıyı, Yunanlı da Türkü öldürdü. Bunları “Türk-Yunan kavgası” olarak görmüyorum. Milliyetçilik kavgası olarak görmüyorum. 1988’de Gümülcine’de Türk mağazaları yağmalandı, ancak katliam olmadı. Bizim çiğnenen demokratik haklarımız oldu her zaman, onların peşine düştük. Yunanistan’ın, bizim demokratik haklarımızı vermemesi için herhangi bir neden yok. Gerizekalılık, aptallık yapıyor. Bir “korku” psikozu içindedir Yunanistan… “Batı Trakya Türklerine haklarını verirsem, bağımsızlık ilan edecekler” gibi bir korku yaşıyor. Tabii zor günler geçirdik. 1981 yılında İskeçe’de toplu direniş yaptık. Tarlalarımızı almak istemişlerdi, köylülerle 20 gün İskeçe meydanında açlık grevi yaptık.
Bir yıl sonra, Gümülcine’de, üniversite için istimlak edilen 4500 dönümlük arazi konusu vardı. Bu araziyi kurtarmak için de direndik. Yeni bir ruh getirdik. Yeni bir mücadele, hak arama kavgası yaptık. Bunlar bazılarının hoşuna gitmedi. Kontrol altına girmediğimiz için istenmedik. Girmeye de niyetim yok. Konsolosluk bizi istemeyince “hain” ilan edildik. Türkiye’de bir kolejde okuyan kızlarım ben hizaya gelmediğimden dolayı okuldan kovuldular. 10 yıl çocukluk arkadaşlarım yolda bana selam vermediler. Kara listeye alınmasınlar diye. Böyle tecrit edilme olayları yaşadık, ta 1998’e kadar. Sonra Başkonsolos çağırdı, kara listeden çıktın dedi. Türkiye’ye 11 yıl sonra girebildim.
-Şimdiki duruma gelelim…
Genel anlamda azınlığın durumu hak, hukuk açısından iyi…Eğitim en büyük ve devam eden sorunumuz.
Demokratik haklarımız var, ancak ekonomik sıkıntılar var.
Azınlıkta; bağımsız olduğunuz zaman, belirli bazı konulara angaje olmadığınız zaman, kendi fikirlerinizin kavgasını verdiğiniz zaman, kimi gün gelir bu fikirleriniz Yunanlılar’a yarıyor, bazı gün Türkiye’nin işine yarıyor. Türkiye’nin işine yarayan birşey söyleyince “Türk ajanı” oluyorum. Yunanistan’ın işine yarayan fikirler ortaya koyduğum zaman “Yunan ajanı” oluyorum. Bu ajanlıklar esnasında gidip gelirken ben de “Türk ve Yunan ajanlıkları eskidendi. Terfi edip CIA ajanı oldum” diyerek işi espriye vurdum ve rahatladım.
Mesela, Kıbrıs konusunda barikatların açılması olayında, Yunan makamları Denktaş’ı takdir etmeliydi. Bazı şeylerin hakkını yememelidirler.
Bizler, Türk ve Yunan gazetecileri Kardak krizinden sonra ortak sivil toplum örgütü kurduk. Aşırı milliyetçiler bize saldırdı, yılmadık.
Şunu söyleyeyim: Türkün en iyi dostu Yunanlı, Yunanlının en iyi dostu Türktür. 500 yıl beraber olduk, Ege’nin iki yakasında o kadar iç içe girmiş halimiz vardır ki, bütün olanlara rağmen bu iki halk barış içinde yaşayabilir.
-Size bir de M. Emin Aga’yı sormak istiyorum. Kıbrıs’ta barış karşıtı mitingte yer aldı. Gerçekten sizi temsil eden resmi bir müftü mü? Çünkü bu konuda bazı iddialar var…
M. Emin Aga; İskeçe’nin seçilmiş müftüsü diye lanse ediliyor. Seçilmiş müftü diye birşey yok. Devletin 1923 yılından beri tayin ettiği resmi müftüler var. Bu “Seçilmiş Müftü” propagandası 1990 yılında başladı. Türk-Yunan krizinden dolayı, Türkiye’nin Yunanistan’a karşı bir “insan hakları” karşı taktiğinin sonucudur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de “Bir dini topluluk, kendi liderini seçebilir” demişti. Batı Trakya Türklerini temsil etme diye bir durum yoktur. Resmi bir seçim de değil. Camilerde oturup beş on kişi karar alıyorlar. Nikahı resmi müftü, devletin tayin ettiği müftü kıyar. Bunlar kendi kendilerine “müftü” sıfatı koymuş insanlardır. Türkiye bunları kabul ediyor. Hiçbir resmi işlem yapma hakları yoktur. Ofisleri de bulunmuyor. Ben de şu anda istesem kendimi “Yunanistan Müftüsü” ilan edebilirim.
-Teşekkür ederim…
Kaynak: “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005