İBDA Mimarı diyor ki:
– “1998’in sonunda başlayan sürecin vadesi ve vaadi, 1999’da tamamdır. Hesaplar görülecek ve defterler dürülecektir!”
Harb tarihinin en büyük buluşlarından biri de “kendinden zuhur diyalektiği”dir. Teknolojik terakkînin harb sanatında insanın rolünü neredeyse hiçe indirici çapı karşısında, ruhun makineden öcünü alışı ve bunun tek yolu… Bu olağanüstü davranışın, bu ataleti harekete çevirici buluşun prensibi ise, beş yaşında bir çocuğun anlayacağı kadar basit:
– Gerekeni gerektiği yerde yapmak!..
“Kendinden zuhur hikmeti”, ordusu toprağa gömülmüş bir kumandanın trajik hikâyesine benzer. Ama buradaki “trajik” ifadesi, teatral anlamda sonu kötü biten değil, fikrî mânâda soylu ve yücedir. Kumandan tek başınadır ve kesif bir düşman güruhunun karşısındadır. Toprağa gömülmüş ordusunun hayâlini görür ve o hayâle emreder:
– Ayağa kalk!
Ve bir süre sonra, kumandanı teslim almaya gelen düşman güruhu, akılalmaz bir sahneyle karşılaşır: O hayâl can bulmuş, toprağın altındaki ordu kumandanın emrini işitmiş, silkinip ayağa kalkmış ve düşmanın ensesine namlusunu doğrultmuştur!..
“Kendinden zuhur diyalektiği”, henüz ruhu büsbütün karartılmamış ve insanî bir ses duyduğunda onu tanıyabilme hassasını kaybetmemiş kesimlere hitab eder. Daha doğrusu, başlıca üç kesime hitab eder: Birincisi, o sesi duyar duymaz ayağa kalkanlardır; bunlar, öyle olduğunu bilmeseler de, kahramanların soyundan gelmiş olanlardır… İkincisi, o sesi duyduğu hâlde mânâsını hemen anlamayan, zaman içinde anlayan ve belli bir süre sonra vesilesini bulduğunda ayağa kalkanlardır; bunlar da hakikatten yana nasibsiz olmayan dürüst insanların soyundan gelmiş olanlardır… Üçüncü bir kesimse, ne o sesi duymuş, ne de mânâsını anlayacak olmadıkları hâlde, şu veya bu içgüdüyle, şu veya bu bahaneyle ayağa kalkanlardır ki, bunlara da meczubların soyundan gelenler diyebiliriz… Şu hâlde “kendinden zuhur diyalektiği”, insanlar arasındaki işleyişinde, şuurunda olunup olunmamasına kayıdsızdır!..
“Kendinden zuhur diyalektiği”, yeni bir terör ve propaganda biçimi değil, terör ve propagandanın, fikir için ve fikir içinde tükenişidir.
Düşman ezici sermaye ve yok edici teknoloji olduğu zaman ne yapılabilir? İnsanlığın “ötenazi – ölümü dileme” hakkı mahfuz, ama bu çetin sualin cevabı “melhuz–düşünülebilen” değildir.
Fakat İBDA, tam da insan aklının durduğu bu noktada devreye giriyor. Ezici sermaye ve yok edici teknolojinin karşısına tek başına fikri çıkarıyor. Bu her silâhtan üstün silâhı, insanoğlunun yüreği ve zekâsına ilka ediyor. Ruhu hangi teknoloji zabtedebilir?
Bu insan artık “terörist” veya “propagandist” –ne derseniz deyin- değil, onların üstünde bir şeydir. İnsan soyunun tek temsilcisi ve “kendinden zuhur diyalektiği”nin ete-kemiğe bürünmüş hâlidir!..
“Terör” Latince bir kelime ve lisanımızda “korku vermek, dehşet saçmak” anlamına gelen “tedhiş” kelimesine karşılık geliyor; ama günümüzde “terör” ıstılahî mânâsıyla lânetlenmiş bir kavram olduğundan, genellikle “tedhiş” ondan daha olumlu bir intıbâ uyandırıyor… Yine Latince arz, toprak mânâsına gelen “terra”, terör’ün iştikaklarından… Şurası enteresan: Eğer dedikleri gibi tabiatın bir diyalektiği varsa, ona “terörizm”den başka ne ad verilebilir?..
Tabiat ve tabiî hayat, özünde teröristtir. Tabiatta sevgiye yer olmadığı söylenemezse de, “orman kanunu” kavramının “terörizm” ile aynı şey olduğuna kuşku yoktur. Bir kaplan, yavrusuna karşı sevgisini gösterebilmek için, ceylanlara karşı terörist olmak zorundadır. Tabiatta her varlık, varlığını korumak için bir miktar teröristtir. Anne bile çocuğunu büyütürken ona yalnız sevgisini vermez, korkunç olanı da gösterir… Öyleyse sevgi üzerine yayagaralar koparmak, ama tabiattan koparılıp atılması imkânsız olan “tedhiş”ten hiç bahsetmemek, tek bacakla yürüme tecrübesine benze!..
Çakal Carlos’un vekâletini alan Fransız kadın avukatın “teröristleri severim, çünkü kurulu düzenin sunduğu hayat imkânlarını reddederek kendilerini düzenin paletleri altına atarlar” şeklindeki açıklamasını İBDA Mimarı şöyle değerlendirmiştir:
– “İşte entellektüel zevk!.. Nerede bizde?..”
İslâm büyüğü, kendi çocuklarına ürkütücü isimler, ama hizmetkârlarının çocuklarına sevgi belirten isimler koyarmış. Bunun hikmetini soranlara da, “Hizmetkârlarımızı kendimiz için, çocuklarımızıysa düşmanlarımız için yetiştiririz” dermiş.
Eskiden beri, savaş soyluların, prenslerin, şövalyelerin mesleği, barışsa aşağı tabaka halkın, kölelerin, hizmetkârların isteğidir. Doğu’da ve Batı’da, asalet daima silâhla beraberdir!..
Eski Yunanlılar, bedene “soma–zından” adını vermişlerdi. Ruhun bedenden kurtuluşu ise, zındandan hürriyete çıkmaktı. Filozof Plotinus, bir bedende yaşıyor olmaktan utanç duyduğunu söylüyordu. Felsefenin esasî görevi, ruhu bedenin esaretinden kurtarıp hürriyetine kavuşturmaktı.
Günümüzde felsefenin görevini, bedeni bir örümcek ağı gibi saran bombalar yerine getiriyor. Filozofun yeni adı “fedaî” oldu. Fedaî, bombanın pimini çektiği ânda, hem düşman yığınını berhava ediyor, hem de ruhunu hürriyete kavuşturuyor.
Ne var ki, kuru kalabalık, eskiden filozofları ayıpladığı gibi, günümüzde de fedaîleri anlamıyor!..
Sen adamın gözlerini bağlayıp işkence etmesini biliyorsun da, sen gözlerini yumduğun ânda beliren dehşeti niçin kabul etmiyorsun?
Masum insanlar ölüyormuş, hainmiş, caniymiş… Orada gençler çırılçıplak soyuluyor ve hayaları buruluyor, böğürleri tekmeleniyor, ne ezâlar görüyorlar, hattâ öldürülüyorlar; ki bunlar henüz hukuken “masum”durlar.
Allah ve Resûlü’ne küfredilen, insan haysiyeti hiçe indirilen, kadınlara ve çocuklara tecavüz edilen bir dünyada, “masumiyet” diye bir şey kalır mı? Karışmayıp seyreden de artık zulme ortak olmuş bir “dilsiz şeytan” sayılmaz mı?
Halbuki insanoğlu “hilafet”le vasıflandırılmıştır ve yeryüzünde olan biten her şeyden sorumludur!..
İkbâlini şenaatten adî iftirâlara ısmarlamış bir orospu çocuğu…
Ve başörtüsüne “başöğürtüsü” diyen bir fahişe ruhlu fahişe…
Şimdi zaman ipliğini bunlar eğiriyor!..
19 Mayıs törenlerinde gazetelerin tavrı düşündürücüydü. Etekler ne kadar açılırsa, Atatürk o kadar “dimdik ayakta” sayılıyordu? Bu kadar kadın ve erkek fahişenin, “Atatürkçülük nasıl daha fazla dimdik ayakta olur?” düşüncesinden türediğini düşünmek, ilginç!..
“Terörü lânetlemek” de ne kadar ayağa düştü doğrusu. Terörün kötülüğü, bir ordu nizamına bağlı olmaması, önceden farkedilmeyerek harekete geçmesi midir? Mantığa bakın! Taş üstünde taş komayan F-16’lar alkışlanır, insan soyunu kurutan nükleer bombalar daha da geliştirilmeye çalışılırken, orada bir “aykırı” tipin belinden sıyıracağı tabancadan mı korkuyorsun yâni? Bu mu en kötüsü?..
Üstad Necib Fazıl diyor ki:
– “Allahsız ordunun silahına inanmıyorum!”
Allahsız ordunun silâhı Müslümana zarar vermez. Çünkü bir şeyin bir şeye zarar vermesi için, ikisinin mahiyetçe aynı şeyler olması gerekir. Meselâ bir silâhtan bir mermi çıkıyor ve orada bir adam ölüyorsa, merminin öldürme mahiyetiyle adamın ölme mahiyeti birbirine uyuyor demektir.
Oysa hakikati olmayan bir mahiyet, hakikati olan bir mahiyete zarar vermez. “Allahsız ordu” mahiyetçe yokluğa müncer olduğundan, onun silâhı ve o silâhtan çıkan merminin de mahiyeti yokluk hakikatindendir. Mümininse mahiyeti varlığa dönüktür. Bir yokluk, bir varlığı nasıl yok edebilir?
İşte Üstad “Allahsız ordunun silahına inanmıyorum” derken, bize sorarsanız, böyle bir tecrid buudundan konuşuyor. Ve kimbilir, bizim göremedğimiz daha ne hikmetler var o sözde!..
Kuvveti olmamak demek, cesareti olmamak demek değilse, hiçbir şey demek değildir. Ne çıkar kuvveti olmamaktan; cesaretin önünde dize gelmeyecek bir kuvvet olmadıktan sonra?.. Hani şu meşhur:
– Olacaktan korkmam, çünkü olacaktır; olmayacaktan korkmam, çünkü olmayacaktır!
İşte cesaret!.. Ve işte kuvvet!..
Bir şey ki, sen olursan olur, sen olmazsan olmaz… Yahut başka türlü olur, başka bir şey olur… İnsanın kaderi, ona yüklenmiş olarak onun yaptığı ve yapmadığıdır denir… İslâm inkılâbı bir kaderse eğer, onu başaracak nesil o kaderin tecelli yeridir… İslâm inkılâbı, oturduğu yerden isteyenlerin başaracağı bir iş değildir!..
Kadere inanmayan kimse, Aristo’ya inanır mı acabâ:
– “Her canlı varlık kendi gaye ve hedefini kendi mayasında taşır ve her canlının mayası–özü, onun gayesine dönük oluşu (tekevvünü) ile gerçekleşir…”
Aristo bu gerçekleşmeye “kader” değil, “entelekya” demiştir… Gelelim, aynı kökten “entellektüel”e… Ya onun aslî gaye ve hedefi nedir? Hangi gayenin adamıdır entellektüel? Hangi hedefe dönük “tekevvünü” temsil eder?
Biz “aydınlar aristokrasisi”nden bakınız neyi anlıyoruz: Herbiri kendi mayalarında bulacakları aslî gaye uğruna nefsini fedâya hazır üstün idrak sınıfı!..
ABD ve İsrail düşmanlığı…
Teknolojinin insanı mahkûm etmesine ve insan kafasını mısır koçanı gibi öğütmesine düşmanlık…
Ve, insanı hayvandan aşağı “belhümadal” seviyesine düşürücü ahlâksızlık propagandasına düşmanlık!..
Bir şiir:
Ey geri bırakılmış, hakkı gasbedilmiş halk
Hakkın için silâhlan, örgütlen, ayağa kalk!
AKADEMYA
(I. Dönem, Sayı 12, Ağustos 1999, Feyyaz Aksakal imzasıyla)