Khaos Kelimesi Üzerine

“Hâvî: İçine alan, ihtiva eden, kaplayan. Câmi. Biriktirici. Kuşatan… / Hâviye: Harabe. Issız, boş yer.” (SM, Tilki Günlüğü, c. 5, s. 395)

Kuş gagası ve dudak topluluktan işaret
Hayat sanat ve mânâ yoğunlukta bir mizân
Mağara dostluğunda doğrulanan öz hikmet
Bütün fikir hisarı aynada duran nişân
(SM, Kayan Yıldız Sırrı, 7. dörtlük)

Kaos kelimesi etrafında epey döndük dolaştık.

Bu uzun ve hayli yorucu arayıştan arta kalanı size sunacağız. Ancak tarzımızın bir akademisyenden çok şairce olduğunu; eriştiğimiz tedâi kaynaklı sonuçların bir “dil divânesi”nin aynasına yansıyanlardan ibaret olduğunu gözönüne alırsanız, bu yazıyı daha sabırlı okursunuz.

Telaffuz olarak; hırıltılı yahut hırıltısız bir “h”, “g” ve “k”, “Kâf”, “Kav”, “Khaw”, “Khow”, “Kap”, “Kop”, “Go”, “Gav” v.s. kaldı elimizde.

Mânâ olarak; boşluk, mevcudatın zuhuru, hayatın kökü, büyük yılan, uçurum, sevda, karışıklık, fezâ, aralık, büyük açlık, açıklık, kovuk, kapalı kutu, rahim, çıkın, zarf v.s. kaldı.

Şimdi içimizde biriken bu tortunun ırmağını yeni baştan akıtalım ki, okuyucu da ortak olsun serüvenimize. (*)

A – GİRİŞ

Kelimeler, varlıkların alâmetidirler.

Her kelime, telaffuzu ve tedâi ettirdiği mânâlar itibariyle, özel bir kümeye dahil olur.

Ancak bu özel kümeler içiçedir; bir açıdan baktığınızda sınırlı ve malûm bir tablo ortaya koyabilirken -ki ilmin bildiğimiz anlamda genişlemesi; tanımların doğması bu yolla olur-, bir başka açıdan baktığınızda ise korkutucu bir sınırsızlık, özel bir tekrar ve sonsuzlukla karşılaşırsınız.

Bunun misâli, büyük camilerimizin duvar ve kubbe süslemelerinde gördüğümüz arabesk motiflerdir. Bu şekillerin özel bir noktasına baktığınızda açıkça bir yıldız, daire yahut karevarî bir şey (= Yâni tanımlanabilecek, sınırlanabilecek bir suret) görebilirsiniz. Lâkin o şey, yanıbaşındaki bir başka şeyle bağlantılıdır. O da, bir diğer motifle bağlantılıdır. Bakarsınız ki, yakalayabildiğiniz en küçük motif bir yıldızı; onun kendi çevresindekilerle oluşturduğu grup köşeli bir daireyi; onun da kendi etrafıyla oluşturduğu büyük grup büyük bir kareyi; karenin en dış sınırlarla oluşturduğu muazzam grup ise bambaşka bir şekli meydana getirmekte. Ve o cami duvarına baktığınızda -ne denli büyük olursa olsun- aslında tüm cepheyi dolduran bu motifler armonisinin tamamlanmadığını, sadece duvarın sınırlarına gelip dayandığı için orada bırakıldığını; eğer sınırları aşıp çevreye, fezâya yayılabilse, handiyse sonsuzluğa uzanan özel ve karmaşık bir motifler âlemine gireceğinizi hesab edersiniz…

Bu, sonsuzluğa giriş ve “tamamlanamamışı gösterme” suretiyle tahayyül kuvvetimizin sınırlarını zorlayış hâlini, el parçası kadar bir çininin motifine baktığınızda da yaşayabilirsiniz. O motif, bir yanıyla sınırlı (= tanımlı) ama bir yanıyla da sınırsızdır; açık bırakılmış uçlar vardır.

İşte insanın hâli de budur.

İnsanın konuştuğu kelimelerin hikâyesi de bu.

Anlamak, anlaşılmak, anlayış dereceleri de burada.

Günlük dilde “anlamak”; tahdit etmek ve sevmekle aynı mânâda kullanılır. Anlayışın da bir meâl dâvâsı olduğu bilindikte ruhumuza yansıyan prensip; “edeb ve tevil ölçülerinin ne olduğuna” dairdir.

Şimdi mevzûumuza geçelim.

Burada kelimemizin tedâilerini ele alacağız; benzerlerini bulmaya çalışacağız. Fakat ağırlık, telaffuzun tedâi ettirdikleri üzerinde olacak.

Böylece bu kelimenin “sonsuz motifler denizi”ndeki yerini tayin etmeye çalışacağız. “Kevn” denizinden bahsediyoruz.

“Sonsuz motifler denizi”; bizce -özü itibariyle tek bir insanda da varolan- tüm insanlığın ortak hazinesidir. Ne var ki hazinenin ortak oluşu, her grup yahut kişideki zuhurun aynı oluşunu gerektirmez. Hatta bir anlamda tersini söylemek de mümkündür ki, her kişi ve her grup, öncekilerden ne alırsa alsın, kendi tarzıyla vardır. Kendi aynasında, kendi istidadında ne varsa onu yansıtır; ortak hazinedeki hakikat, böylece bürünür binlerce renge. Ve her oluş, her ruh, her kişi, aslında belirli bir orijinalliğe sahiptir.

Velâkin, Hakikatü’l-Hakayık diye bir husus var; bu ayrı bahis…

Dolayısıyla bizim usûlümüz, “şu medeniyetin kaynağı kesinlikle aynen şudur; şu kelime aynen buradan gelmiştir” tarzındaki oryantalist ircâî mantığa aykırıdır. Evet, malzemede iktibas -yahut iktibas gibi gözüken şeyler- vardır ama, mefhum (= veya kelime); o kişi, o grup, o fırka yahut o medeniyette ayrı bir renk hususiyeti taşımaktadır.

Hatta birbiriyle ilişki kurması imkansız gözüken grup ve medeniyetler arasında dahi bazı temel kavramlarda enteresan benzerlik ve zıtlıklar bulunabilir.

O hâlde:

a) Bu grup yahut medeniyet, sözkonusu kavramı oradan almış AMA, kendi tarzını ve rengini vermiştir. Dolayısıyla, bahse mevzu olan unsur, yine belirli bir orijinallik taşır.

b) Bu grup yahut medeniyet, sözkonusu kavramı oradan almamıştır. Bu kavram yeniden (= ilk defa) o grup yahut medeniyette zuhur etmiştir.

İnsan, kelimeleri ve varlıkları yoktan yaratmaz; “kul” payı hâlinde, zuhur ânı gelmiş kelimeleri söyler, eşyâyı kurar. Hakiki yaratmanın kaynağı tektir çünkü.

Burada dikkat etmemiz gereken husus, “farkın ne olduğu”dur. Zira mevcudun esası beliriştir; taayyündür; farktır. Farkı ve taayyünü zayıf olanın varlığı (= kendine has bir yapısı olup olmadığı) tartışmalı hâle gelir ve o şey başka varlıklara hamledilir; onların grubundan sayılır; ona da “ötekilerdenmiş gibi” bakılır.

İşte orijinalliğin derecesi de bu çerçevede billurlaşır.

Hülâsaten; her varlık, her kavram, kendince bir orijinalliğe sahiptir; lâkin ötekilerden farklılığı nisbetinde öne çıkar ve varolur.

Bu tür araştırmalarda, tetikte bekleyen iki tehlike:

1) Benzerliklerden ötürü zaman olarak sonradan geleni hemen öncekine hamletmek; ondanmış gibi, onun aynısı veya tamamen benzeri addetmek.

2) Farklılıklardan ötürü aradaki muhtemel ilişkiyi görmezden gelmek; ikinciyi tamamen (= her yönüyle, tam anlamıyla) orijinal saymak.

Araştırmacı, bu tehlikeleri gözönüne alarak kelimelerin ve kavramların dünyasına dalmalı, telaffuz ve anlamca benzerlerini bulurken de sezgisine güvenmeli.

Sezgi, küçümsenecek bir kavram değildir.

Kaldı ki, “bilgi”; kelimeler ve eşyâ arasındaki ilişkiyi kavramak başlıbaşına bir “ilâhî vergi”dir.

Kimi zaman kişi, şu görünenler âlemiyle ilgili bir bilgiyi elde ederken dahi benliğini belli bir noktada yoğunlaştırır; problemin tüm buudlarını gözönüne alır ve çözüme ulaşır.

Kimi zaman da, problemi düşünürken sokaktan geçen satıcının sözü, çocuğunun ağlayışı, yahut geceleyin gördüğü rüya, onu çözüme erdirir. Her iki durumda da, “çözüme ulaşma ânı” asla açıklanamamıştır.

Burada hiçbir çözüm, üzerinde çalıştığınız alanın, kelimenin, objenin, son ve en net hâli değildir. En iyi çözüm, yüksek bir kanaatin “kendimize delil sayılabilecek bir tecrübeyle” denetlenmesidir ki, problemin sonsuza dek halledildiğini göstermez; aksine, sadece belirli bir zaman diliminde içinizin rahat olacağını ihtar eder. Zira tecelli, sonsuzdur.

Bir de bilginin derin katmanı var:

Eşyanın hakikati, varlık, zaman ve insanla ilgili derin ve en güvenilir bilgi, asla görünenler âleminden elde edilemez. Bu âlem, işâretler ve alâmetler âlemidir. Öyle ki, tek bir alâmet, fenomen, aynı anda iki hatta üç farklı hükme götürebilir insanı. Dolayısıyla, o şey hem perde hem de rehber olabilir. Hatta o şey, sizin için de delil olabilir, hasmınız için de!

Bunun içindir ki, ezelden bir gösterici, önceden bir kabul, en başta bedihî olarak bir ilkeye inanış şarttır. Mesele, bu ön göstericinin (= kabulün = ilkenin) doğru olup olmadığıdır. Şayet doğru değilse, problemin cevabını yine kendinizce bulursunuz, belirli bir kanaate ulaşırsınız. Ama “bakışınız” eksik ve yanlış kalacaktır, siz doğru olduğunu sansanız da!

Ve eğer bu ilke doğruysa; problemin çözümü serüveninde zaman zaman ara yollara, çıkmaz sokaklara dalsanız da, ilkece doğru oluşunuz, sizi garip bir şekilde doğru sonuca götürecektir… Aynen mücerrebtir!..

B – KAOSUN SERÜVENİ

Kaos kelimesini Yunan’da ilk kullananlardan Hesiodos’a başvuralım; onun Theogonia adlı eserine bakalım. Theogonia, bildiğiniz gibi “tanrıların doğuşu” demektir ki Hesiodos’un âlem tasavvuruna uygun bir şirk anlayışı vardır eserin isminde. “Theo”nun tanrı demek olduğu malûm. “Gonia” ise; genety, gennysis kökünden gelir ki, Tevrat’ın Tekvin kitabının Yunancası da Genesis’dir. Batı dillerinde kelimenin yaygınlaşması da buradandır. “Genesis”; halketme, varetme gibi anlamlarda (= tekvin) kullanılırken, “gonia” daha çok bir kelimenin sonuna gelir ve “….. oluşumu”, “….. meydana gelişi”, “…..’in oluşumuyla ilgili dal”, Yâni (= tekevvün) anlamında kullanılır. Meselâ, “geogonia”, yerin oluşumu; “nosogonia”, hastalıkların oluşumu; “odontogonia”, dişlerin oluşumu… gibi. Bu kelime üzerinde bunca duruşum ise, “gen” ve “gon” ile “kevn” arasında ruhen bir akrabalık sezişimden dolayı. (1)

Hesiodos’un kitabı her ne kadar kendi sakat anlayışını yansıtsa da, içerisinde bazı değerli kavramları barındırdığı su götürmez bir gerçek.

Hesiodos bu eserinde “Başlangıçta Khaos vardı” der. Kaos’un Yunancasında birinci harf “kh”dır. Yâni Arabçadaki hırıltılı “h” gibi. Ancak bugünkü Yunancada “kh” harfi (= X) daha yumuşak, neredeyse bildiğimiz “he” yahut hırıltısız keskin “ha” gibi telaffuz edilir. Samuel Abdüsseyyid, Arabça yazdığı Yunan gramerinde “X”yı hırıltılı “ha” (= hı) ile gösterse de (2) Them. Ktena (Ahtena) efendinin Kamûs-ı Rumî’sinde bu harfin keskin “ha” (= ha) yahut güzel gözlü “he” (= he) gibi telaffuz edilebildiği bildirilmektedir. (3)

Harfin ebced karşılığı ise 600’dür ki, Arabça hırıltılı “ha”nın (= hı) karşılığı ile aynıdır.

Hesiodos’un Khaos’u “esneyen, uçurumlar oluşturan boşluk”tur. Yâni, tüm mevcudatın yaratılmasından önceki mutlak boşluktur bu. Bizim, diller arası tedâilerle ilgili araştırmamızdan sonra; kaos, bir anlamda kendisinde “hayat”ın zuhur edeceği bir “kovuk”tur. Bir anlamda, sonsuz hayatın sembolü olan büyük yılanın “kav”ıdır.

Kelimenin aslı Kha veya Khao’dur. Tam olarak Arabça yazmak istersek “Khaw” gibi yazılır ve Ebced karşılığı 606’dır. Sondaki “os”, “on” gibi eklerin “rab hâlleri olduğuysa, erbabınca bilinir. Bizde, ismin hâlleri bahsi; Avrupa dillerinde de datif, akkuzatif gibi hâllerin işlendiği bahis akla gelmeli. Şöyle ki, kelimenin, “özne-yüklem”, “tanımlı-tanımsız” ve “edatlı”, “münâdâ” olması gibi durumlarda son kısmı değişir; “…os”, “…on”, “…ai” gibi biter Yunanca kelimelerin sonları… (4)

Yunancada olduğu gibi, diğer dillerde de varolan “KH” (= hı) harfi, zamanla “K”ya, “H”ya ve “G”ye dönüşebilir. “O” harfi de, üzerinde sukûn edildikte “V”ye dönüşür. Sâkin “V” ise; neredeyse tüm dillerde B, F, P gibi harflerle sık sık yer değiştirir. (5) O halde, biz daha çok telaffuzun tedâileri üzerinde duracaksak; KHA, KHAO, KAV, KAP, KAF, KAB, HAV, GAV, GO gibi kelimelere ve bunların anlamca dostlarına bakacağız. Belki bizim yaptığımıza hiçbir “bilimsel değer” verilmeyecektir. Oysa, yeni bir “bilim”in doğmasına da yolaçabiliriz. Hiç olmazsa, birden fazla dil öğrenmede tedâinin rolü ve faydası, tekrar gündeme gelecektir.

I – Türkçedeki Tedâileri

İlk aklımıza gelen “kav”dır. Tarama Sözlüğü’nde “kav”, kumaştaki ince tüy, Yâni “hav” anlamına geldiği gibi, yılanın soyulmuş derisi anlamına da gelir. (6) Bu iyi bir verim. Zira, diğer dillerdeki serüvenimizde; yılan, büyük yılan, yine karşımıza çıkacak. Kaw kelimesi, Divan-ı Lûgati’t-Türk’de de geçmektedir; yine kav anlamında. (7)

Aynı kökle bağlantılı bir diğer kelime “kavık”, içi boş şey demektir. Burada “v”nin yerine “b”yi, “f”yi koyabilmeli; zamanla meydana gelen yuvarlaklaşmayı gözönüne almalısınız. O takdirde karşınıza kab, kabuk, kof, kovuk gibi kelimeler çıkar. Kof, kovı, kovuk ise, “içi boş olan şey” demektir Divan’da. (8)

Görüldüğü gibi, Türkçede de “boşluk” mânâsına yakın şeyler yakaladık. Benzer biçimde, başka yakın kelimeler de bulabiliriz: Meselâ, “kap” (= v’nin p’ye dönüşmesi); tulum, çuval, zarf, “anne karnında çocuğun bulunduğu torba”… (9) Gördünüz mü? Artık, Kaos (= Kav) kelimesini düşünürken, “kâinatın doğumundan önceki rahmi” mânâsı tedâi edecek kafamda!

Bu arada; “kav”, “kovuk” gibi kelimelerin bir iki yâdigârda geçmediğini, neredeyse Türkçe’nin tüm yâdigârlarında geçtiğini belirtmeliyiz. Biz özellikle tanınmışlığından ötürü, Divan’dan ve Tarama’dan gösterdik şâhitleri. Türkçe’nin felsefe ve edebiyat şaheserlerinden Altun Yaruk gibi eski bir kaynakta da bol miktarda geçer bu kelime ve müştakları… (10)

Hatta Anadolu’daki yaşayan ağızlar dahi zengin telaffuz tarzlarıyla tam bir hazinedir, bu kelimenin serüvenini takib edenler için. Derleme Sözlüğü’nde “yılan gömleği”, “boş öğünme, gurur”, “ham şey” gibi mânâlara geliyor “kav”. (11)

“Kov” ise daha zengin bir muhtevayla çıkıyor karşımıza. Bu kökten türemiş “kovsak”; duvarda eskime ve yıpranmadan oluşan “açıklık”… “Kovu”; çukur ve bataklık yer, v.s. (12)

Yine bu köke telaffuz olarak yakın olan “kopmak” ise; “zuhur etmek”, “meydana gelmek”, “oluşmak” gibi mânâlarda kullanılır “Uştmahlarnıng Açuk Yolı” adlı muhteşem çeviride. (13)

“Kovuk” kelimesi; oyuk, içi boş şey anlamında, Muhammed b. Hamza’nın (15. yüzyıl başı) satır arası meâlinde de geçer. (14)

Evet; kelimemizin Türkçedeki tedâileri bize hiç de fena sayılmayacak şeyler kazandırdı. Yunanca boşluk, uçurum, kargaşa anlamındaki Kaos’un bizim dilimizdeki telaffuz tedâilerinde umut verici mânâlar elde ettik.

Bunları özetlersek:

  1. a) Yılan gömleği,
  2. b) Kovuk,
  3. c)İçi boş olan şey; “kap”,
  4. d) Zuhur etme, meydana gelme; “kopma”,
  5. e) Aralık, açıklık,
  6. f) “Ham” madde,
  7. g) Rahim; “kap”.

Görüldüğü gibi, Kaos’un felsefî anlamı da, yukarıda saydıklarımızın hiçbirine uzak değildir.

Kâinatın ilk hâli, bir “kovuk” gibi… Orada, kâinatın doğmadan önceki yeri, rahmi (= kabı) sözkonusu… Zuhur ânı (= kopuş), oradan… Orası ve o durum, sonsuz hayatı sembolize eden yılanın (= Hayye) “kav”ı (= soyulmuş gömleği) ki, içi boş!..

Eski Türk Kozmogonisi ile ilgili inanç ve efsanelere baktığımızda, ağaç ve ağaç kovuğundan çıkanları buluruz karşımızda. Ancak, Yunan’ın Kaos’una benzer bir ilk boşluk, kargaşa ve düzensizlik hâli yok. Türklerin Kozmogoni’sinde ise, Tanrı’yla eşanlamlı olarak hep gök var. Eski Türklerin temel kudsî rengi mavidir. Varlığın başlangıcı, hâkimi ve yaratıcısı da Gog (= gök) = Tanrı’dır. Gökle yerin irtibatı ise Mavi Işık’la olur. (15) Ama yine de boş durmuyor belleğim; bizim yöre lehçesinde maviye ve ham meyveye Go(ğ) derler…

Yukarıda verdiğimiz misâller, Türkçenin tüm merhalelerini kapsamaktadır.

İslâm öncesi dönemin metinlerinde, İslâm sonrası yazılan yâdigârlarda ve günümüzdeki lehçelerde “Kav”ı aradık böylece; ve bizce önemli neticelere ulaştık.

II – Sanskritçe vb. Hint-Avrupa Dillerindeki Tedâileri

Kelimenin bu dillerdeki takibi daha heyecan verici ve zevkli… Araştırmamız esnâsında bizi en sevindiren buluşumuz, Sanskritçe “Kha”nın, doğrudan “boşluk”, fezâ ve yer anlamına gelmesiydi. Georges Ifrah’ın Rakamların Evrensel Tarihi adlı eseri (16), John T. Platts’in Hindustânî and English ünvanlı muazzam ansiklopedik sözlüğü (17) ve Bîrunî’nin Kitabu Tahkik-i Mâ Li’l-Hind (18) adlı eseri, çalışmamızın Hint-Avrupa dilleriyle ilgili kısmını yürütmemizde yardımcı oldu. Bu arada aklımıza Kürt mitolojisindeki Demirci Kawa motifi geldi…

İngilizce, Almanca v.s. Batı dillerindeki lûgatler de fayda sağladı kuşkusuz; ama, hiçbiri, yukarıda saydıklarımız kadar yardımcı olmamıştır.

Kha, Sanskritçede sayı olarak sıfır demektir. (20) Asıl mânâsı ise, fezâdır (= uzay = boşluk = boş yer). Burada, Yunanca Khaos kelimesinin hakiki iştikak atasının Sanskritçedeki Kha olduğunu iddia edebiliriz. Lâkin, bu iddianın kabul edilebilir bir temele oturması için, Yunancadaki Khaos’un ilk kullanıldığı devirlerden daha eski devirlere ait Sanskritçe kitabeleri, varsa kitapları, destan ve efsâneleri araştırmak gerekir. Bu iş çok vakit alır. Demek ki, biz elimizdekilerle idare edeceğiz…

Sanskritçede Kha’dan türemiş veya onunla kurulmuş Khachheda, Khaharâ, Khamba, Kharva gibi pek çok kelime vardır. (21)

Şimdi, Kha’nın anlamına kayarak devam edelim yolculuğumuza. Burada karşımıza, tam olarak boş ve sıfır anlamında kullanılan Shûnya çıkıyor. Shunya-Kha; boş yer demektir. (22)

Shunyata ise; boşluk, boşlukçuluk felsefesinin ana terimidir. Fakat bu kavram, çeşitli Budist mezheplere göre farklı renklere bürünebilir. Meselâ, Mahayana Budacılığında her türlü varlığın inkâr edildiği bir boşluk anlayışı vardır; ama bu, hiçcilik değildir. Bu felsefe, hiçbir şeyin varolmadığını değil, herşeyin yalnız görünüşte varolduğunu savunur. Şeyler hakkındaki bilgimiz, sadece bir “yanılsama” (= mâyâ)dır. Bu felsefeye göre mutlak hakikat, “var”dan ve “varolmayan”dan bağımsız bir şeydir. Herşeyden önce, mutlak bir Shunyata (= boşluk) vardır.

Ne var ki; boşluk, “Hiçlik”le karıştırılmamalıdır; bunun “Nirvana”yla bir ilgisi yoktur.

Madhyamika mezhebinde olanlar -ki onlara Shunyavâdin de denilir- nezdinde boşluk; yokluk ve mutlulukla özdeştir. Kurtuluşa ermek için boşluğu yaşamak gerekir; bunun yolu, ruhu her türlü “evetleme ve değilleme”den arındırmaktır.

Ancak, boşluk anlamındaki Shunya’nın da dereceleri vardır. Hiç varolmayanın Shunya’sı ayrıdır; sureti olmayanın Shunya’sı ayrıdır; cevheri olmayanın Shunya’sı ayrıdır… Karşımıza böylece 25 çeşit boşluk (= Shunya) çıkar.

Sihir, hesap, astronomi ve astrolojiyle beslenen Hint düşüncesi, bu alanda Yunan-Latin zihnini ve kurgulama gücünü çok çok geride bırakır. Zira, varlığın ve yokluğun hâlleri için olağanüstü zengin bir literatüre sahiptir Hint… Yunan ve Latin ise, akılla fazla yoğrulduğu için, çokdeğerli mantık sistemlerinden habersizdir; genelde Doğuya, özelde Hind’e nisbetle, incelikten ve derinlikten yoksundur. (23)

Sanskritçedeki yolculuğumuza devam edersek; sıfırı ve boşluğu dile getiren kelimelerden birinin de “Ananta” olduğunu görürüz. Ananta, sonsuz dev yılandır ki, Yaratıcı Vishnu’nun, iki yaradış arasında, üzerinde dinlendiği dev bir Canlıdır (= Hayy). Bu yılan, hem sonsuzluğu hem de fezânın büyüklüğünü temsil eder. (24)

Yılanın, mânâ olarak; fezâyı, sonsuzluğu, hayatı, enerjiyi, hareketi, cinselliği, verimi, kalıcılığı, yenilenişi temsil etmediği dil ve medeniyet yok gibidir. Türkçede dahi; kayma, sürünme, hareket etme, enerji verme, kıpraşma, parlama, canlanma gibi bir kökten, “ıl” kökünden türemiştir yılan… Yıldırım ve yıldızın da bu kökle ilgisi vardır. (25)

Sanskritçede sıfırın anlamlarından birisi de, nokta anlamındaki “Bindu” ve delik, aralık anlamındaki “Randhra”dır. Bu kelimelerin de, mânâ olarak, Yunancadaki Khaos’la ilgisi vardır. (26)

İmdi tekrar telaffuz tedâilerine dönelim.

Hint-Avrupa dillerinde Khaos’a yakın telaffuzlu kelimelerden biri de, çeşitli dillere göre kow, kav, gav, gov şeklinde söylenen ve inek anlamına gelen kelimedir. (27) Bu kelimeyi de Sanskritçede takib ettik ve şu neticeler çıktı ortaya:

“Go”: Değer olarak, hem 1’i hem de 9’u ifade eder ve yer anlamına da gelir. (28) Go, yer = uzay = boşluk anlamındaki Kha’nın başka bir söylenişi olabilir mi?..

Burada, yaradılışla ilgili efsânelerle karşılaşıyoruz. Zira, Go’nun, Yeryüzünün kurtarıcısı olan özel inek ve yeri taşıyan öküz olma mânâsı dışında, 1 ve 9 mânâsına geldiğini söylemiştik. Peki, 1’in anlamca tedâileri nedir bu dilde?

Dilerseniz 1’i (= Eka’yı) takib edelim:

Bir; “Başlangıç”, “İlk ata”, “İlk ilke”, “Ay”, “Yer” gibi mânâlara karşılık gelir. (29) Dolayısıyla, Yunanca’daki Khaos’la basbayağı alâkalıdır.

Dokuzu (= Sanskritçe Nava, navon) incelersek, karşımıza şu mânâlar çıkar: “Işıldama”, “Kutsal ana”, “Dokuz Gezegen” v.s. (30)

Yine dönelim telaffuz tedâilerine:

Kho, Sanskritçede tabiat, yer, yol… benzeri anlamlara gelir. Bir ön-ek gibi kullanılır. Hindustânî and English ünvanlı lûgatte bol örnek vardır bu hususta. (31) Farsçada “yer” anlamına gelen ve “kah”, “gâh” şeklinde kelime sonlarında kullanılan ilâve de herhalde buradan çıkmıştır.

Yine bir Hint-Avrupa dili olan İngilizcedeki “Cover” (= Kav’ı) kelimesinin tek tek anlamlarına baktığınızda; hem Kaos’la ilgili tedâiler bulursunuz (= kapsamak, içine almak, örtmek, zarf, gizleyiş, sarmak, v.s. ki, Kâinatın gizli olduğu, içine alındığı, sığındığı, zarf olduğu bahisleri Kaos hâlini tedâi ettirir) hem de Türkçedeki kapalılık, kapsamlılık kelimelerinin seyrini takib ediyormuş gibi bir hisse kapılırsınız. (Dikkat; v = p = f = b, unutulmamalı!)

İstitrad /-Ara Söz-

İngilizce, Almanca, Latince, hatta Yunanca ile Türkçe arasında telaffuz ve mânâ tedâileri bakımından birbirine yakın olan öyle kelimeler vardır ki, “kimbilir tarihin hangi devrinde alındı!” dersiniz kendi kendinize. Burada bazı kök kelimelerdeki benzerlikten kasdımız, sadece Hint-Avrupa grubuyla Türkçe arasında değildir. Arabça ve Süryanice gibi Sâmi dilleriyle Türkçe yahut Sanskritçe arasında da, birtakım kök kelimelerde garip bir benzerlik vardır. Bunları söylerken, iktibas olduğu açıkça belli olan ve hangi tarihte ödünç alındığı bilinen kelimeleri kasdettiğimiz sanılmasın. Öyle kelimeler vardır ki, tarihi tamamen karanlıktır; her iki dilde de kök gibi gözükür, “Şu, şundan aldı!” diyemezsiniz. Meselâ, Türkçe birikinti, birikme kelimesi ile Arabça “Birke” (be, ra, kef, he) ve yine bu kökten gelen (artma, çoğalma anlamında) “Bereket” kelimesi arasındaki benzerlik…

Bazı derin ve tarihi karanlık kelimeler, gramer ve şekil bilgisi açısından, birbiriyle hiç alâkası yokmuş gibi gözüken dillerde, neredeyse telaffuzu ve mânâsıyla, hatta tedâileriyle dahi, benzer olarak mevcuttur. Bir dilin, medeniyet değişimi münasebetiyle, öbür dilden aldığı ve açıkça iktibas olduğu bilinen kelimeleri kastetmiyoruz. Basbayağı, her dilin “Bu, benim kök kelimelerimdendir” dediği kelimeleri kastediyoruz.

***

Devam…

Kelimemizin Hint-Avrupa dillerindeki yolculuğunu gayet kısa tutmamıza ve az örnekle, az dille yetinmemize rağmen, vardığımız sonuçların çarpıcılığını saklamayacağız:

  1. a) Uzay, boşluk ve yer anlamında Kha,
  2. b) Kha’nın anlamca tedâileri,
  3. c) Büyük Yılan motifi,
  4. d) Go’nun (= Bir ve Dokuzun) anlam itibariyle tedâi ettirdikleri dolayısıyla; sonsuzluğun noktası, boşluk, gök, gezegenler v.s.

Netice:

Khaos’un, telaffuz ve anlam bakımından en verimli tedâilerini bulduğumuz dil, Sanskritçedir. Bir kere fezâ, boşluk, boş yer anlamında Kha, bu dildendir. Yine, tedâi serüvenimizde; sonsuz yılan, sonsuz canlı, canlılığın kaynağı, başlangıç, ilk ilke gibi mefhumlarla karşılaştığımız yer de burasıydı.

III – Arabçadaki Tedâileri

Arabça, Sâmi dillerinin en yetkini, en zengini ve belki de ilk Sâmi diline veya lehçesine en yakın olanıdır. Kuşku yok ki, İbranice ve Nebatça gibi dillerin tarihteki ilk yazılı örnekleri, Arabçadan daha önceye ait gözükebilir. Ancak, Sâmi dilleri içinde merkeze, ruha, köke en yakın olan ve komşu medeniyetlerden en az etkilenerek semitik kalan dil, Arabçadır. Yâni; Habeşçe, İbranice gibi diğer tüm Sâmi dilleri arasında, Sâmi ruhunu ve karakterini en iyi yansıtan dil, Arabçadır. Ve Arabça, İslâmiyetle birlikte, yüzyıllar boyunca bir ilim ve kültür dili olarak kullanılagelmiştir.

Arabça bahsinde, aklımıza hemen dinî nasslar gelmekte…

Kur’an-ı Kerim’de, göklerin ve yerin oluşumunun birlikte cereyan ettiğine dair işaretler bulunuyor. Kâinatın ilk oluşumu ve gökle ilgili olarak, sarih bir ifadeyle Duhân kelimesi geçiyor ki; toz, duman, küçük zerrecikler yığını olarak Türkçeye meâlen çevrilmesi mümkün. Lâkin, maksud olan mânâyı en iyi bilen, Allah’tır.

Başlangıçta, kâinattaki unsurların birbirine tamamen bitişik olduğu (= Ratq), sonra yekpâre heyet-i mecmuanın (= kütlenin) parçalandığı; parçalara ayrıldığı (= Fatq) belirtiliyor (Enbiya, 21-30). Ve hayatın da, sudan başladığı zikrediliyor bu âyetin sonunda…

Başka bir âyette ise, Kâinatın sürekli genişlediği bildirilmekte…

Hemen farkedileceği üzere, dinimizin nasslarında, ilk hâlin; karmaşa ve kargaşa anlamındaki bir Kaos’la asla alâkası yoktur.

Bunu burada böylece belirtmemizin sebebi, mevzuumuzun bir yandan da Kozmogoni (= Tekevvün-i Kevn = Kâinatın Oluşumu) ile ilgili oluşudur. Nass üzerinde kısaca duruşumuz ise, tam yetkinliğe erişmediğimiz bir sahada konuşmamak gerektiğine dair kanaatimizden ötürü.

Kâinatın ilk hâli, oluşum devreleri, yer, gök ve sâir bahisler hakkında, Kur’an’da icmâlî bilgiler verilir. Müfessirler ise, bu icmâlî bilgileri, çeşitli kaynaklara dayanarak açıklamaya çalışmışlardır. Bazı sûfîler de, bu hususlarda ilham kaynaklı izahlarda bulunmuşlardır.

“Sûfî” denilince… “Kâmil” oldukları mutemed âlimler tarafından da tasdik edilmiş; Ehl-i Sünnet’ten bir cemm-i gafir (= büyük topluluk) tarafından kendilerine itimad edilip “sağlam kişi” oldukları teyid edilmiş sûfî ve âlimlerin ilhamâtı, asla boş değildir. Sözleri, incelik ve remzlerle dolu olduğu için, her babayiğidin harcı değildir onları doğru anlamak… Samimiyet ve “edeb-tevil ölçülerine riayet”le ancak onlardan müstefid olabiliriz. Mevzûumuz her ne kadar bu olmasa da, yeri geldiği için zikrettik. Eğer bu konuyu açarsak Sünen-i Tirmizî gibi sahih hadîs kitaplarında da geçen “amâ” mefhumu üzerinde durmamız şart olur; o zaman İbn Arabî hazretlerinin “amâ”ya verdiği anlam; ilk taayyün gibi mevzûları işlememiz gerekir. Bu çok daha geniş bir bahistir. Ancak bizim konumuzla alâkalıdır…

Tedâilerimize dönersek… (32)

Khaos’un kökünün Kha yahut Khao olduğunu belirtmiştik. Bunun muhtemel okunuşlarından biri de Hav’dır ki, bize tedâi ettirdiği kelime “içine almak, kapsamak, kaplamak” anlamındaki Hawa’dır (ha, vav, ye). Yine bu yolda, Hawa anamızın ismi de aklımıza geliyor ki; remzler âleminde, yaratıcı kudretin aşılayıcı olduğu bu âlemi (= Kâinatı) da temsil eden Havva…

Yine bu köke yakın olan ve fakat vâvî-yâî lefîf olan Hayye kelimesi ise; hayat, canlılık, kıpırdanma, kıpraşma, hareket gibi mânâlara gelir ki, “Yılan”a da Hayye (ha, ye, he) derler…

Khao’nun Eski Yunanca söylenişine -muhtemelen- en yakın Arabça kelime Khaw’dır (hı, vav) ki; büyük açıklık, büyük boşluk (EVET AYNEN “BOŞLUK”!), geniş vadi, derin yarık ve dehşetli açlık anlamına gelir. Aynı şekilde bu kökten gelen Hâwiye (hı, elif, vav, ye, he) ise; içi göçmüş boş evler, köhne binâ ve şehirler için kullanılır. Keskin “ha” ile başlayıp “sin” harfiyle biten Haws; karışmak, girmek, ayak basmak anlamına gelir.

Tedâi eden bir Arabça kelime de, güzel gözlü “he” ile Hewa’dır (he, vav, ye). Bunun ism-i fail kalıbı Hâw’dır ki; uçuruma düşen, sevdaya düşen, tutkuyla yanan, sarhoş, uçuk, esrik gibi mânâlara gelir. Yine bu kökten gelen Mahwâ (mim, he, vav, ye) ise; uçurum, derin boşluk demektir.

“Khao’nun muhtemel okunuşlarından Kav’a benzer, Arabça bir kelime de Kaw’dır (kef, vav); ışık ve hava girişine vesile olan delik, yarık anlamında…

Khao kelimesinin sonundaki “o”nun, duruş (= sukûn) hâlinde v => b => f => p harflerine (ve seslerine) dönüşebileceği; Kh’nın da “H” ve “K” olarak okunabileceği ihtimallerine daha önce değinmiştik. Bu açıdan bakarsak, Arabçadaki serüvenimizde birkaç kelime daha çıkar karşımıza:

Meselâ Kabb (kaf, be) kelimesi, makara deliği anlamına gelir. Kab (kaf, elif, be) ise; yayın iki ucu arasındaki mesafe, boşluk demektir.

“Kaf”la başlayan Kawâ’dan ism-i fail kalıbında KÂWÎ kelimesine gelince; çöl, büyük boşluk, ıssız yer mânâsındadır.

Ve Kâf harfinin kendisi dahi bizim için muazzam bir mânâdır: Varlıklar âleminin zuhuruna işâret eden “Kün” emrinin ilk harfi “kâf”dır. “Kelime”nin, “Kemâl”in, “Kevn”in, “Kefere”nin başındaki “kâf”tan bahsediyoruz! Hakîkaten mevcudâtın başlangıcında “Kün” emri vardır. Ve son Peygamber olarak Allah Resûlü’nün konuştuğu dil olan Arabçada “kâf” harfi, gerek zamirlerdeki kullanılışı gerekse “keyfiyeti” tedâi ettirişiyle bu dilin tam GÖbeğinde oturan harflerdendir. Siz isterseniz “KAFa”sında deyin! (33)

Hulâsa, Khaos’un Arab dilindeki telaffuz tedâileri, bizim için dikkate şâyan neticeler ortaya çıkartmıştır. Nelere rastlamadık ki? Varoluş, kapsamak, Hawa anamız, büyük yılan, boşluk, içi göçmüş boş ev ve şehirler, derin yarık, uçurum, sevda, ışığın ve havanın (= canlılığın) girdiği delik, karışmak, ıssız geniş saha, çöl…

Demek ki, bir Arab (= Arab dilinin inceliklerine, kelimelerin söyleniş biçimlerine vâkıf kişi), Khaos kelimesinin, muhtelif zamanlarda muhtelif kavimlerce (= Yunanlı, Alman, İngiliz, Türk, Hintli v.s.) okunuşunu duyduğunda; onun zihnine (= iç âlemine) yansıyacak kelimelerden bir demet sunmuş olduk size!..

Görüldüğü üzere, bu çalışmada ana kaynak tedâidir. Yâni, iç hazinemizdir. Ancak, ne aradığımızı da bildiğimiz için, kontrollü kullandık hazinemizdeki altınları.

Bazı kimseler, telaffuz tedâilerimiz boyunca harften harfe geçişimizi yadırgayabilir. Oysa, lisânın derinliklerini kurcalayan dil mecnunları bilir ki, aynı kelime aynı dilde dahi, o dilin lehçeler yelpazesinde beş-altı türlü okunabilir, söylenebilir… Ve kavimlerin birbirini istilâ etmesiyle, birtakım harflerin mahreçleri yer değiştirebilir. Ama, siz o dile hâkimseniz, ANA MÂNÂNIN KOKUSUNU, BİRBİRİNE YAKIN MAHREÇLERDE TELAFFUZ EDİLEN HARFLERDEN MÜTEŞEKKİL “FARKLI KELİMELERDE” BULABİLİRSİNİZ.

Ana Mânâ”, mahdut ve tamamen muayyen bir şey olmayabilir…

“Ana Mânâ”, belli bir dilden çıkmış ve diğer dillere sızmış olabilir de, OLMAYABİLİR de (= Yâni, o dillerde kendiliğinden yeniden doğmuş olabilir “yakın harflerle”)…

***

Khaos kelimesi üzerinde “biraz” durduk. Daha çok sayıda dilin yardımına başvurularak, şüphesiz daha da fazla üzerinde durulabilirdi meselenin.

***

İç hazinemizde tedâiden oluşan mânâ yumağını eğirmeye kalktığımızda yedi renkli bir iplik çıktı:

1) Büyük Boşluk,

2) Hayatı Sembolize Eden Sonsuz “Hayye”nin (= Yılanın) Boş “Kav”ı (= Gömleği),

3) Uçurum,

4) Varlığın, Kâinatın Rahmi,

5) Işığın ve Havanın Sızdığı Yarık

6) Nokta (= Sonsuzluk),

7) Zuhur Ediş, Varoluş, İnkılâb.

***

Yukarıdaki çalışmada, “Khaos” kelimesinin kökünün etimolojik açıdan ne olduğuna dair, zaman-mekan (= öncelik-sonralık; kaynak yer-göçülen yer) ölçülerine uyarak ortaya koyduğumuz tek “bilimsel” ihtimal, Khaos’un Sanskritçe Kha’dan gelmiş olabileceğidir. Bu ihtimali bizden önce ifade edenler olabilir, biz Amerika’yı yeniden keşfetmiş de olabiliriz. Ne var ki, taradığımız kaynaklarda böyle bir kayda rastlayamadık. Bir de şu var: Sâmi dilleri, Yunan medeniyeti kurulmadan önce de vardı ve büyük medeniyetlerin dilleriydiler. Sâmi dillerinden olan Arabçada Khaw, Khow, Haw, Khawa ve benzeri onlarca kelime boşluk, aralık, uçurum, zuhur v.s. anlamına gelmektedir. Yâni Yunancadaki Khaos’un Orta Şark’tan gelme ihtimali de vardır.

Ama bizim usûlümüzdeki ilkeler unutulmasın…

a) Kelime Yunancaya geçtiğinde Yunan zihninde renk değiştirebilir ve orijinallik kazanır. Biz buna “nisbî asâlet” diyoruz.

b) Kelime Yunancada yeniden zuhur etmiş olabilir. Yâni Orta Şark’tan bilinen maddî vesilelerle (= iktibas, öğrenim, birisi tarafından getirilme) buraya nakledilmemiştir. Ancak bir Yunanlı bilgenin zihninde yeniden doğmuştur; derin bir tefekkür ânında. Derin tefekkür zaman ve mekan engellerini yokedebilir. Ansızın bir ışımayla geçmişi, geleceği, burayı ve çok uzak bir mekanı aynı ânda görebilirsiniz. Ama öylesine sarsılırsınız ki, normal zamana döndüğünüzde remzlerle konuşabilirsiniz, herşeyi tafsilâtıyla anlatamazsınız.

Mevzûumuz, bu kelimenin etimolojik kökeninin ne olduğu değil, telaffuzunun tedâi ettirdikleriydi. Ve sanırız, gerekeni yaptık. Kaldı ki şahsımız, bugünkü “bilim”in çalışma tarzının radikal muhaliflerindendir. Anlayacağınız; birilerinin kalkıp, yaptığımız işi “bilimsel bulmaması”, bizi hiç enterese etmez.

Aslında, milletlerin inanç ve felsefelerindeki “temel kelimeler”in, -nasıl mefhum olarak benzerleri araştırılıyorsa- telaffuz yönünden tedâi ettirdikleri de araştırılmalı; tabiî “neyin arandığı” bilinerek!..

***

Bilenin de bilmeyenin de en üst perdeden ahkâm kesebildiği bir vasatta, emeğimize sahip çıkacağımız; ve vardığımız neticelerin sıhhatinden, mesnedlerimiz bakımından şüphe edebileceklerin kaygılarını izâle etmeye çalışacağımız, son derece tabiî. Selim Gürselgil’in tâbirini ödünç alırsak, madem “zili çalıp kaçan haşarı ve sorumsuz çocuk” ruhiyatıyla fikir serdetmeye davranmıyoruz, o halde birazdan söyleyeceklerimizi, emeğinin sıhhat şartlarını “teftişe arzeden” bir fikir işçisinin arz-u hâli addediniz. Kimileri için hiç de “bilimsel” bir uslûp taşımasa dahi!

Biraz önce, “bilimin çalışma tarzı”nı tenkid ettik ya; mevzûumuz olan dille ilgili sahada, ilmî bir formasyona gerek duymaksızın, “hariçten gazel okuyan” bir amatörün kayda değmez aforizması sanmayınız bunları. Elbette literatürü takip ediyoruz. Lâkin, tenkidimiz, belli metodlara takılıp kalmış olanlar içindir. Hele lisân gibi, kelimeler gibi, neredeyse insan kadar esrarengiz bir sahada, beylik “bilimsel metodlarla” bir yere varılamayacağı âşikâr değil midir?

Alışılmamış iddialar için alışılmamış isbatların gerekebileceğini kendisinden okuduğumuz ve tüm bu yukarıdaki çalışmanın ilhâmını kendisinden aldığımız; “rastgele olmayan” tedâi usûlünü Tilki Günlüğü adlı şaheserinden öğrendiğimiz Salih Mirzabeyoğlu pîrimize şükran ile, vukûu mümkün hatalarımızın ancak şahsımıza hamledilmesi gereğini ilân ile, icrâ ettiğimiz vazifenin yalnızca onun hikemiyat ummânına bir pencerecik açmaktan ibaret bulunduğunun gözden ırak tutulmamasını ricâ ile, buyrun:

Bu fakîr, bir garip mecnundur ki, tufûlet çağından beru kelimeleri evirip çevirmekte; hattelân müteaddit elsineyi taallüme devam etmekte…

Cunûnundan olacak; bilmem kaç bin kelimelik Arabça kamusları ezberlemeye kalkmış ve bunu “roman kıraat eder gibi” bir aşk u mehabbetle yürüttüğü için, muhiti tarafından gurbete düşürülmüş bulunmakta…

Türkçeye mehabbeti, onu iflah olmaz bir “dil yâdigârı delisi” yapmış; Altun Yaruk’lardan Üç Yitigsiz’lere, Nehcü’l-Ferâdis’lerden Nesâyimü’l-Mahabbe’lere kadar, T.T.K. ve başka kurumlarca basılan paha biçilmez incileri hayatının “olur olmaz” her ânında incelemesi, bazılarıyla harbe girmesine yolaçmış bir mikyastadır ki; kasdımız, Arab’ın tâbir-i mahsusuyla “Harb-i Ehlî”dir.

Muhtelif elsinenin lübbünü anlamanın en iyi yolunun, mukayeseli gramer ve lûgat kitaplarını okumakla; temel mefhumlarını doğru anlamanın en iyi yolunun ise, o lisânları konuşan milletlerin inanç ve tarih kitaplarını mütâlaa etmekle mümkün olacağına inandığından, elinin altında daima, Arabçadan Rumcaya, çeşitli Türk lehçelerinden Japoncaya kadar bir sürü .itâb bulunur.

Sadece Ural-Altay münasebetini merak ettiği için, bir Macarca lûgat kıraat eylemiştir; dört gecede!

“Aklında kalsın” diye, gramer ve lûgat kitaplarını yatmadan önce okuduğu için çoğu gece, “ayakta uyumakta”dır!

Kısaca, ma’füvdür…

***

“Kaos” çevresindeki bu ilk incelememizin (ki, meseleyi muhtelif yönlerden açmaya ve değerlendirmeye devam edeceğiz) sonunda, bahsin erbâbı için bir noktayı vurgulamadan geçemeyeceğiz. Şöyle ki, gerçekleştirdiğimiz tetkik, kendi içinde bir bütün belirtecek tarzda; çok geniş, çok derin ve çok esrarlı bahislere belki üstü kapalı olarak değinilip geçilerek hazırlanmış, yâni “süzülmüş” bir metindir. Hiç şüphesiz, İBDA külliyatına, İslâm tasavvufu ve Batı tefekkürüne, bahsin irtibatlı olduğu ilmî literatüre ve tabiî “sır dili”ne âşinâ olanlar, inanıyoruz ki, bu çalışmamızdan derin zevk alacaklardır. Çünkü onlar, yer yer atıf ve remzlerle, tedâi ve göndermelerle işaret ettiğimiz hikemî ve ilmî bahislerin, incelememizde “buzdağının görünen yüzü” mesâbesinde vurgulandığını farkedebilecek ehl-i ferâset olsa gerektirler.

 

Dipnotlar:

(*) Burada, bizi böyle bir yazıya teşvik eden ve gerekli yerlerde tashih ve tenbih ile editörlük vazifesini hakkıyla edâ eden Hayreddin Soykan’a teşekkürü borç biliriz.

1) Bkz; Leksikon Tés Ellénikés Glossés (Grekçeden Grekçeye Büyük Lûgat), Atina 1933, c. 1, s. 624-627. Tekvîn ve Tekevvün için bkz; Yanko Hloro (Eski Rum Patrikhanesi Tahrîrat-ı Türkiye Başkatibi), Türkçeden Rumcaya Kamûs-ı Osmanî, İstanbul 1899, c. 1, s. 551 (Bu lûgat, Türkçe kelime kadrosu bakımından çok zengindir; incelenmeli!)

2) Bkz; Samuel Abdüsseyyid, Kavâidü’l-Lûgati’l-Yunâniyye, Arabça, (Eski Grekçe Grameri, Mısır Hidivi’ne takdim edilmiş), tarihsiz, s. 5-15

3) Bkz; Them. Ktena, Kamûs-ı Rûmî, İzmir 1869, s. 1295

4) Bkz; Samuel Abdüsseyyid, a.g.e, s. 15-20. Yunanca özlü bir gramer olarak bkz; Ahilleos A. Tsartsanou, Grammatiké Tés Arhaias Ellénikés Glossés, Atina 1960. Meraklılar için Türkçe bir kaynak; Z. Taşlıklıoğlu, Eski Yunancada İlk Adımlar, İstanbul 1948 (isimler ve hâlleri ile ilgili kısma -Nomina- bakılabilir)

5) Hint-Avrupa dillerinde birbirine yakın mahreçteki harfler, aynı kelimenin muhtelif dillerdeki versiyonlarında yer değiştirebilir; meselâ “m” yahut “b” harfi, “f”ye, “p”ye ve “v”ye dönüşebilir. Türkçe hâkezâ; çeşitli lehçelerde aynı kelimenin farklı telaffuzlarına rastlanabilir, “verdi”-“berdi”-“bérdi” gibi. Arabçada da, bir kelimenin harfleri mahreç bakımından bir diğer kelimenin harflerine yakınsa, mânâda yakınlık ve alâka aranır. Bu noktaya, dilin iç yapısını ve kelimelerin oluşum merhalelerini ele alan kitaplarda dikkat çekilir. Ayrıca, tek başına bazı harfler de, bir şeye işaret edebilirler. Misâl olarak, sad harfinin geçtiği kelimelerde anlamca bir salâbet, sıkılık, zorluk ve sağlamlık mânâları bulunduğu gözardı edilemez. Bunu, Halil b. Ahmed gibi ilk Arab dili uzmanları da farketmiştir. F. Şidyak, Abdullah Bustânî gibileri de, teferruatlı bir şekilde bu mevzuu tetkik etmişlerdir.

Bu yüzden, bazı toyların, Tilki Günlüğü’ndeki tedâileri incelerken; “Aa, hırıltılı ‘h’dan, güzel gözlü ‘h’ye geçmiş; ne iş?” demeleri son derece komiktir. Zaten orada, anlamdaki tedâi esastır. Lâkin, telaffuzdaki tedâiler de epey çoktur ve asla ihmal edilemez bir ehemmiyete sahiptirler.

6) Cem Dilçin, Yeni Tarama Sözlüğü (Asıl Lûgatin Şâhitlerden Arınmış Hâli), T.D.K, Ankara 1983, s. 130

7) Besim Atalay, Divan-ı Lûgati’t-Türk, (ıNDEKS), Ankara 1943, s. 282

8) A.g.e, s. 350

9) A.g.e, s. 262

10) Bkz; Cevval Kaya, Uygurca Altun Yaruk (giriş, metin ve dizin), Ankara 1994, s. 527

11) Bkz; Türkiye’de Halk Ağzından Derleme Sözlüğü, (Türkçenin kelime kadrosu hususunda şaheser bir kitap bizce!) Ankara 1993, c. 8, “K” maddesi, s. 2686-2689

12) Kab, kabuk kelimeleri de aslında kav ve kavıktan ayrı şeyler değildir; zaman içinde anlamca ve telaffuzca bazı değişimler olsa da!

13) Bkz; 14. yüzyıl Harizm Türkçesiyle yazılmış muhteşem bir yâdigâr: “Uştmahlarnıng Açuk Yolı” (Kitap aslında Nehcü’l-Ferâdis adlı bir dinî-didaktik eserin tercemesi. Kelime kadrosu gayet güzel). Ankara 1998. Kitabın terceme-yazısı, Janos Eckman tarafından… “Dizin Sözlük”, “Düzeltmeler” ise, Dr. Aysu Ata tarafından… İlgili kısım: III. Bölüm, s. 254

14) Bkz; Muhammed b. Hamza, 15. yüzyıl başlarında yapılmış bir satırarası meâl. Yayına hazırlayan: Dr. Ahmet Topaloğlu, İstanbul 1978, c. 2, s. 404

15) Bkz; Jean Paul Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, (Terc: Prof.Dr. Aykut Kazancıgil), s. 83-124

16) Georges Ifrah, Rakamların Evrensel Tarihi, Tübitak Yay., Ankara 1998, (Şimdiye kadar 7 kitap çıktı; bizim yararlandığımız kitap, 6. kitaptır: Hint Uygarlığının Sayısal Simgeler Sözlüğü)

17) Bkz; John T. Platts, A Dictionary of Urdu, Classical Hindi and English (= Hindustânî and English), Londra 1911. Bu kitap, kelimeleri Arab ve Hint hurufatıyla (= Devan‡gar’) gösteren, hangi dilden olduğunu belirten, büyük boy 1259 sayfa tutan ve puntoları pek küçük olan muazzam bir eserdir.

18) Kaynak orijinal metinden okunamamıştır. (A.D)

19) Bkz; Ebu’r-Reyhan el-Bîrûnî, Kitabu’l-Bîrûnî fî Tahkîkı Mâ li’l-Hind Min Mekûletin Makbûletin fi’l-Akli ev Merzûletin, Haydarabad 1958

20) Bkz; Georges Ifrah, a.g.e, c. 6, s. 96

21) Bkz; a.y., s. 97

22) Bkz; a.y., s. 159 v.d.

23) Bkz; a.y., s. 160-163

24) Bkz; a.y.; s. 207-209

25) Bkz; Divan-ı Lûgâti’t-Türk, s. 215-216 ve Budacılığa ilişkin Uygurca yazılmış “İyi ve Kötü Prens” hikâyesini dil yönünden tahkik eden James Russel Hamilton’un “yılan”la ilgili notu, s. 235 (ıyi ve Kötü Prens, T.D.K, Ankara 1998

26) Bkz; Georges Ifrah’ın eseri, c. 6, s. 36-37 ve s. 133

27) Bkz; John T. Platts, A Dictionary of Hindustânî and English, s. 894

28) Bkz; Georges Ifrah, a.g.e, s. 63

29) A.g.e, s. 37

30) A.g.e, s. 57

31) Bkz; John T. Platts, a.g.e, s. 495

32) Arabça ile ilgili tedâileri, neredeyse Arabça bir lûgat gibi işleyen hafızamızdan aldık ve herhangi bir kitaba bakma ihtiyacı duymadık pek. Ancak meraklılar, burada serdettiğimiz kelimeleri, Fîruzabâdî’nin Kamus’unda, Cevherî’nin Sıhah’ında, Abdullah Bustânî’nin el-Bustân’ında ve Hasan el-Kermî’nin el-Hâdî İlâ Lûgati’l-Arab’ında arayabilirler. Arabça kelimelerin harflerindeki eksilme, dönüşüm v.s. ince mesâil için, Faris Şidyak’ın Matbaa-yı Âmire’de (İstanbul 1284 h.-1867 m.) basılan Sirru’l-Leyâl fi’l-Kalbi ve’l-İbdâl’ine bakılabilir.

33) “Kâf”ı Arab dilinde merak edenler şu kaynaklara bakabilirler: Halil Ahmed Halil, Madmûnü’l-Ustûre fi’l-Fikri’l-Arabî, (Dâru’t-Talia, Beyrut 1986). Ve Kâf’ın remzler âlemindeki zengin anlamı, “Kevn”, “Kün”, “Tekvin” için bakınız: İbn Arabî hazretlerinin veciz eseri Şeceretü’l-Kevn, s. 3 ve devamı, (Mektebetü’ş-Şemerlî, İskenderiye, tarihsiz). Ayrıca, Futûhat’ın 3. cildine s. 46-47 arasına ve s. 531’e bakınız, (Dâr-ı Sadır, Beyrut baskısı)

 

Kaynak: S.A., Akademya I. Dönem Sayı 11, Şubat 1999. (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!