(…)
Osmanlı Hakimiyetine Kadar…
Ada M.Ö. 15’inci yüzyılda, Hitit egemenliğinde bulunuyordu. Hitit egemenliği M.Ö. 1450 yılında Mısır ile yer değiştirdi. Bu tarihten itibaren Kıbrıs’ta M.Ö. 450 yılına kadar Mısırlılar egemen oldular.
M.Ö. 1320 yılında Ada bir ara tekrar Hitit egemenliği altına girdi. Daha sonra sırası ile Finike, Asur, tekrar Mısır, Persler, Photomeler, Roma ve Bizans imparatorlukları Ada üzerinde egemenlik kurdular.
M.S. 395 yılında Roma’nın doğu ve batı olarak ikiye ayrılmasıyla birlikte Ada’nın Bizans (Doğu Roma) egemenliğine girdiğini görüyoruz. M.S. 647’de Hazret-i Osman’ın (RA) hilafeti zamanında bütün Ada İslam egemenliği altına girdi.
Kıbrıs adası, 9.251 km2 (3.584 mil2)’lik yüzölçümü ile, Doğu Akdeniz’in en büyük Sicilya ve Sardunya’dan sonra da, Akdeniz’in üçüncü büyük adası olup, çok eski, bu itibarla çok zengin bir tarihe sahiptir.
Kıbrıs, adaya adını veren zengin bakır madeni yatakları dolayısıyla iktisadi; Suriye, Mısır ve Anadolu kıyıları arasındaki konumu itibariyle de coğrafi bakımdan, daha ilk çağlardan itibaren büyük önem kazanmıştır. Ada bu özellikleri dolayısıyla çeşitli kavimlerin istilalarına uğramış; ilk çağ boyunca, Mısır, Asur, Sasanî, Helen ve Roma Imparatorluğu idarelerinde kalmıştır. Kıbrıs, Roma Imparatorluğu’nun ikiye ayrılmasından sonra Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun hissesine düşmüş, Bizans hakimiyeti, Müslümanların adayı fethine kadar devam etmiştir.
Kıbrıs’a ilk İslâm akınları Hazret-i Osman (RA) zamanında başlamıştır. Şam valisi olan Hazret-i Muaviye (RA), 650 yılında Ada’ya bir sefer düzenleyerek burada İslâm hakimiyetini tesise muvaffak olmuştur. Hazret-i Muaviye, Kıbrıs idaresi ile, Bizans’a ödedikleri vergi miktarınca, yani 7.200 dinar ödemeleri kaydıyla üç yıllık bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma ayrıca, Kıbrıs idaresini Bizans ile işbirliği yapmaktan da alıkoyuyordu. Ancak bu seferin sonuçları bakımından en mühim tarafı, Müslümanların denizlerdeki hakimiyetlerinin başlangıcı olmasıdır.
Kıbrıslılar’ın anlaşma şartlarına tam riayet etmedikleri gerekçesiyle, 653 yılında, 500 gemilik bir donanma ile adaya ikinci bir sefer daha düzenlendi. Bu defa ada baştan başa fethedilerek, Suriye’den göç ettirilen Müslüman ahali Ada’da iskân edildi. Müslüman halk için ayrı bir şehir kurularak camiler inşa edildi. Fetihten sonra imzalanan anlaşma, Emevî halifesi Abdülmelik (685-705) zamanına kadar, yıllık vergiye her yıl 1.000 dinar ilavesiyle yürürlükte kaldı. Sözkonusu ilave Abdülmelik tarafından kaldırıldı ise de, Halife Hişam (724-775), Kıbrıs halkını daha fazla tazyik etmemek için, bu anlaşmayı kaldırarak, Muaviye devrinde yapılmış olan anlaşmayı yürürlüğe koydu.
Araplar’ın Suriye, Mısır ve diğer Kuzey Afrika ülkeleriyle Girit, Sicilya ve Kıbrıs adasını fethettikleri bu çağlarda, Akdeniz hakimiyeti tamamen Müslümanların elinde bulunuyor, Hıristiyanlar ise, İbni Haldun’un ifadesiyle, bir tahta parçası bile yüzdüremiyorlardı. Bu devirde ticaret yolları Orta Asya, Bağdad-Suriye güzergâhını izliyor, Orta Asya’dan yola çıkan kervanlar önce Bağdad’a geliyor, Suriye limanları vasıtasıyla da Kuzey Afrika ve Endülüs limanlarına ulaşıyorlardı. Aynı tarihlerde, güneydeki sınır şehirleri Müslümanların elinde bulunan ve yüzyıllardır devam eden Bizans-Arap savaşlarının tahrib ettiği Anadolu da, aynı sebeplerle, kara-deniz ticaret faaliyetlerinin dışında kalıyordu.
Ancak Bizans İmparatorluğu, Nikephoros II. Phokas (963-969)’dan itibaren Müslümanlar karşısında başarılar elde etmeye başlamış; Anadolu’da Çukurova ve Akdeniz’de Girit’ten sonra, 965 yılında Kıbrıs da zabtedilmişti. Böylelikle Bizans Imparatorluğu için, Doğu Akdeniz’deki konumunu güçlendirecek olan Suriye yolu da açılmış oluyordu.
Ada, 1096 yılında I. Haçlı seferinde, Haçlılara gönderilen Latin yardımlarının ulaştırılması bakımından önemli bir üs vazifesi görerek yeniden ehemmiyet kazanmaya başladı. Ancak Haçlı seferleri sırasında başlayan Bizans-Latin düşmanlığı, Kıbrıs için de tahripkar sonuçlar doğurdu. Bizans Imparatorunun kardeşi lonnes Komnenos’un idaresinde bulunan ada, 1157 yılında, Kilikya Ermeni prensi Toros ve Antakya prinskepsi Renaud de Chatillon tarafından işgal edilerek yağmalandı ve tahrip edildi. Müstevliler, Bizans donanmasının yaklaşmakta olduğu haberi üzerine, ganimet yüklü gemilerle, adayı terkettiler. Haçlı tarihi yazarı Runciman’ın ifadesiyle “Kıbrıs adası, Fransızlarla, bunların Ermeni müttefiklerinin yaptıkları tahribatın ve vermiş oldukları zararların etkisinden bir daha hiç kurtulamadı”. Bütün bunlara ilave olarak, Suriye limanlarının tamamen Haçlı hakimiyetlerinin eline geçmesinden sonra Batı ticaretinin akışı bu limanlara yönelmiş; Kıbrıs, ticarî bakımdan önemini büsbütün yitirerek alelâde bir istasyon durumuna düşmüştür. Kıbrıs’ın bu ikinci plândaki durumu, adada bir Haçlı (Fransız) krallığının kurulduğu XII. yüzyıl sonlarına kadar devam etmiştir.
Kıbrıs’ta Haçlı krallığı, Salahaddin Eyyûbî’nin Kudüs’ü fethetmesi üzerine, 1189 yılında düzenlenen III. Haçlı seferi sırasında kuruldu. Bu sefere iştirak eden İngiltere kralı Arslan Yürekli Richard, gemilerinin fırtınaya yakalanması yüzünden sığınmak zorunda kaldığı adayı, gelişen hadiselerin sevkiyle işgal etti. Kıbrıs’ta kaldığı kısa süre içerisinde büyük bir servet edinen kral, adayı ertesi yıl (1192), 100.000 altın karşılığında, tahtsız Kudüs kralı Guy de Lusignan’a sattı. Müslümanların Suriye ve Filistin’deki Haçlı devletlerini bir bir yıkmaları üzerine yurtsuz kalan çok sayıda Haçlı, Lusignanlar idaresindeki adaya göç etti.
Kıbrıs’ta bir Frank krallığının kurulduğu bu tarihlerde, Anadolu, Selçukluların idaresinde bulunuyordu. II. Kılıç Arslan’ın haleflerinden I. Gıyaseddin Keyhüsrev 1207 yılında Antalya’yı fethederek Batı-Doğu yolunun; I. İzzeddin Keykavus da, 1214 yılında Sinop’u fethederek Kuzey-Güney yolunun kilit noktalarını ele geçirdiler. Daha sonra bu limanlara kuzeyde Samsun ile, kısa bir süre için deniz aşırı Soğdak, güneyde ise Alanya (Alaiyye/Kolonoros) limanları eklendiler.
Selçuklu sultanları, takip ettikleri iktisadî politikalarının sonucu olarak, Sultan II. Kılıç Arslan’dan itibaren, söz konusu ticaret yolları üzerinde çok sayıda kervansaraylar inşa ettiler. Her 30-40 km’de bir inşa edilen bu kervansaraylar, kervan kafilelerinin her türlü ihtiyaçlarını karşılayabilecek zenginlikte ve onları her türlü saldırılara karşı koruyabilecek güvenlikte, adeta birer kale durumunda idiler. Selçuklu sultanlarının, beynelmilel ticareti geliştirmek bakımından, çok mühim teşebbüslerinden birisi de, batılı Hristiyan tüccarlara, imtiyazlar tanıyan ahidnameler vermeleridir. Bu ahidnameler ilk olarak, I. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından, Antalya’nın fethini müteakip, Kıbrıs krallarına ve Venedikliler’e verilmiştir. Gerçi Kıbrıslı tacirler, Antalya’nın fethinden önce de verimliliği, ürünlerinin çeşitliliği ve coğrafî konumu nedeniyle ticarete çok uygun bir durumda bulunan Anadolu’ya sık sık geliyorlardı. Hatta Kıbrıs kralları, özellikle gıda maddesi ihtiyaçlarını temin bakımından bağımlı oldukları Anadolu’nun, güneydeki giriş kapısı olan Antalya’nın fethi sırasında, Selçuklular’a karşı, şehrin hakimi Aldobrandisi’ye yardım etmişlerdi. Ancak Antalya’nın fethini müteakip, iktisadî zaruretler ve karşılıklı ticarî menfaatler dolayısıyla, bu düşmanlık bir tarafa bırakılarak, iki ülke arasında ticari anlaşmalar imzalanmıştır.
İki devlet arasındaki ticaret münasebetlerini düzenleyen anlaşmalara dair vesikalar değerlendirildiğinde, başlıca şu hususlar ortaya çıkmaktadır: Iki ülke arasındaki ticaret, hükümlerin karşılıklı olarak taahhüt edilmesi, yani mütekabiliyet esasına göre düzenlenmiş olup, 1220 yılında, Sultan Alâeddin Keykubat ile Venedikliler arasında yapılan anlaşmada görülen hukukî teferruattan mahrumdurlar. Bu anlaşmalara göre, kralın tebaası, Selçuklu ülkesine serbestçe girip çıkabilecekler; giriş ve çıkışlarda yalnızca mutat olan gümrük vergisini ödeyeceklerdi. Islâm gümrük esaslarına göre, yabancı tüccarlardan alınacak gümrük miktarı % 10 iken, burada “mutad” kaydıyla ifade edilmiş olan miktar, eşyanın kıymeti üzerinden % 2’dir. Bu husus Selçuklu sultanlarının uluslararası ticarete verdikleri önemle izah edilebilir. Bu cüzi miktara rağmen, gümrük vergilerinin Selçuklu devlet gelirleri içerisinde büyük bir meblağa ulaşması, ticarî faaliyetlerin yoğun olmasından kaynaklanması ve gümrük vergilerinin düşük tutulması yolundaki ekonomik politikanın tutarlılığını göstermektedir. Tabir-i amiyane ile sürümden kazanılmıştır…
Bu muahedenamelerde, Ortaçağ teamüllerine aykırı olarak yürürlüğe konulan bir diğer husus da, çeşitli sebeplerle batan veya hasara uğrayan gemilerle, içerisinde bulunan eşya ve mürettebat ile alakalıdır. Orta çağda, batan veya kazaya uğrayan gemilerin kurtulan malları ile mürettebatlarının, olayın meydana geldiği yere hâkim olan devlete ait olduğu şeklinde bir korsan kanunu vardı. Selçuklu sultanları ile Kıbrıs kralları arasında yapılan anlaşmalarda bu kural kaldırılmıştır. Buna göre; Kralın tebaasından olan bir tüccar Sultanın topraklarında ölür veya gemileri Sultana ait sahillerde kazaya uğrarsa, kralın tebaası oldukları tesbit edildikten sonra, kurtulan mal ve mürettebat ülkesine iade edilecek; aynı hükümler mütekabiliyet esasına göre, Krallık topraklarında Sultanın tebaası için de geçerli olacaktı. Aynı anlaşma, korsanların, mesela, Selçuklu sahillerinde bir Kıbrıs gemisine zarar vermeleri halinde, yakalanabilirlerse, gemileriyle birlikte zarara uğrayan tarafa verilmesini öngörüyordu.
Selçuklu Sultanları ile Kıbrıs Kralları, aralarında imzaladıkları bu tür anlaşmalar ile, Ortaçağlarda ticaret faaliyetlerine büyük sekte vuran korsanlık ve eşkıyalık faaliyetlerini önledikleri gibi, tüccarların zararlarını mütekabiliyet esasınca karşılıklı olarak devlet hazinesinden tazmin etmek suretiyle de, bir nevi “Beynelmilel Sigorta” sistemini geliştirmişlerdi.
Selçuklu Devleti ile Kıbrıs Krallığı arasındaki ticaret münasebetlerinden söz eden kaynaklardan anlaşıldığına göre, iki ülke arasında; ya da Kıbrıs vasıtasıyla Batı’dan Türkiye’ye, Türkiye’den Batı’ya ihraç ve ithal edilen mallar da şöyle sıralanabilir: Yün, pamuk, pamuklu dokumalar, ipek ipekli kumaşlar, kenevir, yünlü kumaşların boyanmasında kullanılan ve Avrupalılarca çok rağbet gören şap, kırmızı böceği, kök boyası, meşe mazısı ve diğer boya maddeleri ile ladin zamkı, balmumu, meyve, kuru üzüm, daha çok Antalya’da pazarlanan kitre, deri, Konya, Kayseri ve Kastamonu marokeni, Ankara keçisi tiftiği, Bursa ve Antalya sabunları ve enva-i tür halılar…
Sultan Keykubat’ın 1220 yılında Venedikliler ile yaptığı muahededen anlaşıldığına göre, altın, gümüş, kıymetli taşlar ve buğdayın ithali tamamen serbest olup gümrük muafiyeti vardı. İthalatın belli başlı maddeleri olan altın, gümüş, kıymetli taşlar ve buğdayın ihracı ise şiddetle yasaklanmıştı.
***
İngiliz Hakimiyetine Kadar…
15. Yüzyılın sonlarında doğu Akdeniz’e egemen olan Osmanlı siyasi, askeri, ekonomik ve dini vecibelerle Kıbrıs’ı ele geçirdi. 1 Temmuz 1570 tarihinde, 50 bin asker ve 80 top taşıyan Osmanlı filosu, Kıbrıs’a çıkartma yaptı, ancak Ada’yı bir yılda alabildi. Kıbrıs’ın en kuvvetli kalesi olan Magosa’nın 1 Agustos 1571’de teslim olmasıyla bütün Ada Osmanlı İmparatorluğunun eline geçmiş oldu. Venedik Komutanı Bragadino teslim şartlarına uymadığı gerekçesiyle idam edildi. Teslim olan 4.000 Venedik askeri Osmanlı donanmasına forsa olarak dağıtıldı. Kıbrıs 1571 yılından 1878 yılına kadar, 308 yıl Osmanlı egemenliğinde kaldı.
Adanın fethinden sonra, bir emin ve bir kâtibin idaresinde, adanın bütün gelir kaynakları ve nüfusu tafsilatıyla kayıt altına alındı ve gelirlerinin bir kısmı padişaha has olarak ayrıldı, bir kısmı da fetihte emeği geçen askerlere dağıtıldı. Bu tarz, Osmanlıların her fetihten sonra uyguladıkları bir usuldü. Bundan başka, fetihten hemen sonra, Kıbrıs beylerbeyiliği kuruldu ve Lefkoşa, beylerbeyiliğin merkezi (Paşa sancağı) yapıldı. Avlonya sancakbeyi Muzaffer Paşa, Kıbrıs beylerbeyi olarak tayin edildi. Karaman beylerbeyiliğine bağlı İçel, Anadolu’ya bağlı Alâiye, Halep’e bağlı Tarsus ve Dulkadiriye’ye bağlı Sis sancakları, Kıbrıs Beylerbeyiliğine bağlandı ve Ada’da Karaman vilayeti kanunları yürürlüğe konuldu. Bunlara ilaveten Ada’ya sancakbeyi, kadı, müftü, defterdar ve yeniçeri ağası tayinleri yapıldı. Gönüllü bölüğünden oluşan takribi üç-dört bin asker Ada’nın muhafazası için bırakıldı.
Adanın imar ve iskânı için, 21 Eylül 1571 tarihli Sultan fermanıyla, İç Anadolu’nun (Karaman vilayeti) belli şehir ve köylerinden Ada’ya mecburi iskan (tehcir) yapılması kararlaştırıldı. Buna mümasil iskan politikası, kadim Osmanlı tarz-ı siyasetindendir. Nitekim Gelibolu yarımadasına Karesi’den; İstanbul’a Karaman, Konya, Aksaray, Trabzon, Kefe, Akkerman, Mora, Sırbistan ve Arnavutluk’tan pek çok müslim ve gayrımüslim tehcir edildiği bilinmektedir. Yine Rumeli’ye, Anadolu’dan kızılbaşların gönüllü ve cebren göçürülmüş oldukları, Rumeli’deki meskun mahal isimlerinden ve bu bölgedeki alevi-bektaşi varlığından da anlaşılmaktadır. Bu konuda, Arnavutluk ve Makedonya ile ilgili evvelki makalelerimizde biraz tafsilat vermiştik.
Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinden itibaren uyguladığı bu iskan siyaseti, merkezi otoritesini kuvvetlendirmek ve mahsurlu gördüğü unsurları tasfiye etmek içindi. Orhan Gazi’den II. Selim’e kadar bütün Osmanlı sultanları, bu iskân metodunu uygulamışlardır. Çelebi Sultan Mehmed, Canik’e giderken İskilip civarında gördüğü Tatarların Rumeli’de; II. Murad, Egeli sipahilerin Arnavutluk’ta; II. Bayezid Teke ve Hamit’teki kızılbaş Türkmenlerin Mora, Modon ve Koron’da; Kanuni Sultan Süleyman da benzeri unsurların Rodos’ta iskan edilmesi işini gerçekleştirmişlerdir. Buna mukabil, Balkanlardan Anadolu’ya çok az ve çok seçmece kişiler getirildi. Taki Balkan savaşlarına kadar… Bu dönemden itibaren, Balkanlardan Alevi-Bektaşi-Yahudi unsurlar Anadolu’ya akın etmeye başladılar; ve bilhassa İzmir, Manisa, Tire, Urla gibi Ege şehirlerini ticari ve zirai özelliklerinden dolayı; İstanbul’u ise siyaset merkezi olması hasebiyle mesken tuttular.
Anadolu’dan göçürülmelerinde fayda mülahaza edilenlerin Kıbrıs’a sürülmeleri ile ilgili olarak Anadolu, Karaman, Rum ve Dulkadir kadılarına gönderilen 21 Eylül 1571 tarihli iskân emrinde: Ada toprağının çok bereketli olduğu, bağ, bahçe ve şeker kamışı için uygun yerlerin bulunduğu; ikliminin ılıman olduğu ve ziraat için yeterli suyun bulunduğu; Ada’ya göçenlerden iki yıl öşür alınmayacağı; ekecek toprağı olmayan, yerlerini yurtlarını terkederek şehir ve kasabalara göçen, aralarında mal ve mülk davaları olan ve erbab-ı hıref ve ehl-i sanayiden olan kişilerin malzeme, duvar ve çiftleriyle adaya ihraç edileceği; Ada’ya göçürülecek kişilerin güçlü kuvvetli kişiler olması; Kıbrıs’ta iskân edilecek kişilerin isimlerinin deftere yazılması ve bu defterin bir nüshasının İstanbul’a, diğer nüshasının Kıbrıs beylerbeyiliğine ve diğer birinin de kadı mahkemesine konulması gerektiği; iskân yazımında görev alan mübaşirin adaletle davranması; “iki yıl has alınmayacak” sözünün her tarafa yayılması ve kişilerin özendirilmesi gerektiği; deftere yazılıp da gitmeyenlerin, her nerede yakalanırlarsa asılacakları; Ada’ya geçen kişilerin, uygun bir mahalle yerleştirileceği ve kendilerine gereken yardımın yapılacağı; iskân yazımında, kişi veya toplulukların himaye edilmemesi gerektiği, açık olarak belirtildi ve toplam 5720 hanenin Ada’da iskanı kararlaştırıldı.
Bu emir çerçevesinde Kasım 1572’de mübaşir Hüseyin Çavuş, Ilgın müvellâsı Ali bin Mehemmed ve Aksaray müvellâsı Nurullah bin Ali’nin nezaretinde bir iskân (sürgün) defteri hazırlandı ve bu defter İstanbul’a gönderildi. Beyşehir, Seydişehir, Aksaray, Anduğu (Niğde’de), Develikarahisar, Ürgüb, Koçhisar, Niğde, Bor, Ilgın, İshaklı (Sultandağı) ve Akşehir’den toplam 1690 hane deftere yazıldı. Bazı köyler, kendilerinin vakıf reayası ve hassa haymana olduklarını belirterek, iskân edilmekten kurtulmak istediler. Hatta, bazı köyler, yazım sırasında köylerinden kaçtılar yazılmak istemediler. İskân emrine göre, her on haneden bir hane gönderilecekti. On haneden daha az köy ve mahalleler, başka yerlerle birleştirilerek yeni haneler teşkil edildi. Belgeye göre, Beyşehir, Seydişehir ve Bozkır bölgesindeki 345 köyden toplam 463 hane Kıbrıs’ta iskân yazıldı. Bunların yetmiş biri çiftçi, on biri hallac, dördü dellak, üçü demirci, üçü imam, ikisi eskici, ikisi hayyat, biri çilingir, biri haffaf, biri boyacı, biri aşcı, biri tefekci ve biri de pabuccu idi. Kalan üçyüzaltmış birinin de mesleği yoktu. Bu bölgeden gönderilmek istenenlerin % 30’u kendi istekleriyle % 70’i de cebren gönderildi. Kendi isteğiyle gidenlere adada hürmet edilmesi defterde ayrıca belirtildi. Tehcirler, Anadolu isyanlarının neticesi olarak 1581 yılına dek sürdürüldü. Yani Kıbrıs tam bir sürgün yeri oldu.
Kıbrıs’a yapılan iskân konusunda Osmanlı Arşivleri’nde Divân-ı Hümâyûn Mühimme, Mevkûfât, Maliyeden Müdevver, Tapu Tahrir ve Divan Defterleri gibi kaynaklarda bütün bilgiler mevcut olup, bunlardan, Anadolu’dan Kıbrıs’a ilk göçmen naklini konu alan 22 Eylül 1572 (13 Cemaziyelevvel 980) tarihli defterin Kâmil Kepeci Tasnifi’nde, Mevkûfât Defteri adıyla ve 1551 numara kaydıyla, Kıbrıs’a çeşitli Anadolu kasaba ve köylerinden nakledilen nüfus isim isim, köy köy, meslek ve hatta sahip oldukları öküz, inek, merkep gibi hayvanlara varıncaya kadar kaydedilmiştir. “Hâliyâ feth olunan Kıbrıs Cezîresine âdem sürmek içün müfettiş ta`yîn olunan Seydişehri kadısı fahrü’Ikuzâd mevlânâ Muhyiddin Efendi dâ`îleri ile İç-il sancağı kadılarına hitâben vârid olan emr-i şerîf vâcibü’ş-şerîfde bile mübâşir kayd olunan dergâh-ı âlî çavuşlarından fahrü’I-emâsil ve’I-akrân Hüsrev Bey zîde kadruhu mübâşereti ile Ermenak kazasında olan beşyüz kırk hâne-i avârızdan her on hâneye bir .hâne hesâbı üzre müşârünileyh efendi ile ta yîn ve ihrâc olunan elli dört hâne, sahiblerinin ve mücerred oğlanlarının ve mahalle ve karyelerinin ve mallarının ve davarlarının mikdârın ve adedin ve ne hırfetden oldukların ve tayîn olunan kimselerin vakt-i mutâlebede gıybet ederlerse ihzârları içün alınan kefillerinin ve ehl-i ıyâllerin göçürüb Kıbrıs’a iletmek içün vekil-i mutlak eyledükleri eşhâsın isimlerini beyân eder” kaydıyla nakle tâbi tutulacak kimseler hakkında bilgi verilmektedir. Devamında ise, “İşbu defterde mestûr olan yüz seksen altı hane sahiblerinin cümle zâd ü zevâda ve âsâs-r beyt ve alât-ı ziraat ve hırfetleri mükemmel olduğundan gayri nakle kâbi! olmayan emlâk ve esbâbları bermûceb-i fermân-ı âlî bey`-i men-yezîd olunup nihayet buldukda ehl-i vukuf ve mu`femed-i aliyye olan Müslümanlara dahi ziyade değmediğine yemin verildikden sonra bey` olunup, kıymetleri ellerine verilüb…..” şeklinde kayıt bulunmaktadır. Anadolu’daki emlâkinin gerçek değerini alan, Kıbrıs’ta da herhangi bir ücret ödemeden kendisine ev, tarla tahsis edilen ve mesleği ile ilgili iş bulunan sürgünlerin, iki yıl da vergiden muaf tutulmalarına rağmen bir kısmı kaçtılar, yakalananların kimi asıldı, kimi cebren ihzar edildi. Bugün olsa, herhalde bütün Türkiye gönüllü sürgün yazılırdı…
***
Ada’nın İngiliz Hakimiyetine Girişi…
1878 Osmanlı-Rus savaşı’nda Kars, Ardahan ve Batuma giren Rus ordularının geri püskürtülmesinde yardımcı olması karşılığında, Kıbrıs, yıllık 92 bin altına İngilizlere kiralandı. I. Dünya savaşı sırasında İngiltere Ada’yı ilhak ettiğini açıkladı ve kira ödemesini de durdurdu. Savaşın sonlarına doğru, 27 Kasım 1917’de yayınladığı bir “Krallık Konseyi Emri” ile de, ada halkına İngiliz vatandaşlığına geçmeleri için iki yıllık bir süre tanıdı.
Bu emirname şunları ihtiva ediyordu:
1- Osmanlı uyruğunda olup da Kıbrıs’ta oturan ve 5 Kasım 1914’de gerçekten adada oturuyor olanlar,
2- Osmanlı uyruğunda olup da Kıbrıs’ta oturuyor olan ama 5 Kasım 1914’de geçici bir nedenle adada bulunmayanlar,
3- Adada yerleşik olmayan ama, 5 kasım 1914’de adada bulunan Osmanlı vatandaşlarından savaşın bitiminden sonraki iki yıl içinde Yüksek Komisere başvurarak bağlılık yemini eden ve yerleşiklik koşullarını yerine getirenler, İngiliz vatandaşlığına alınacaklardır.
20 Temmuz 1923 Lozan anlaşmasının 20. maddesi ile Ada hukuken de İngiltere’ye bırakıldı. Bu maddeye göre “Türkiye İngiliz hükümetince 5 Kasım 1914 tarihinde ilan edilen Kıbrıs’ın İngiltere’ye katılışını tanıdığını” bildirdi. Bu anlaşma ile Kıbrıslı Türklerin “Hakkı Hıyar”larını (seçme hakkı) kullanarak Türk vatandaşlığı ile İngiliz vatandaşlığı arasında tercih yapmaları istendi.
TC’nin iddiasına göre bugün 400 binden fazla Kıbrıslı Türk dışarıda yaşıyor. Aynı teze göre bunların 225 bini Türkiye’de, 120 bini İngiltere’de, 40 bini Avustralya’da, 10 bini ABD ve Kanada’da ve 5 bini de diğer ülkelerde yaşamaktadır. Tabii, TC resmi tezi, Kıbrıs’tan kaçan Türklerin yerini mütemadiyen ve fazlasıyla doldurduğunu ve hepsini de maaşa bağlayıp ajanlaştırdığını yazmıyor…
***
Neo-Liberal Kuşak…
Bugün Kıbrıs’ta İngiliz kültürüyle yetişmiş bir liberal kesim var. Bunlar daha çok Avrupa isimli gazete etrafında örgütlenmiş durumdalar. TC’nin Kıbrıs’taki varlığını işgal olarak niteliyorlar ve Kıbrıs’ın geleceğini, TC Genelkurmayının vesayetinden kurtulup tam olarak AB’ye entegre olmakta görüyorlar. Bu yüzden gazete binaları bombalanıyor, çalışanları suikastlere uğruyor, gözaltına alınıyor devamlı. Avrupa gazetesi, kendisine yapılan baskıları kınamak amacıyla birkaç aydır Afrika ismiyle yayınlanıyor. Eleştirilecek yanları bir tarafa, TC’nin Kıbrıs’taki kirli varlığını deşifre etmek anlamında çok faydalı yayınlar yapıyorlar. Denktaş sülalesinin karanlık ilişkilerini, Ada’nın nasıl kara para aklama, kumar ve fuhuş merkezi haline getirildiğini ve TC’nin Kıbrıs halkını ajanlaştırma faaliyetlerini korkusuzca yazıyorlar. O kuşaktan Dr. Ahmet Cavit An’ın “Amacından saptırılan Kıbrıs müdahalesi ve Kıbrıs’ın taksiminin 25. Yıldönümü” başlıklı bir değerlendirmesi:
Atina’daki Albaylar Cuntası’nın, Lefkoşa’daki işbirlikçileri ile birlikte zamanın Kıbrıs Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios’a karşı bir hükümet darbesi düzenledikleri 15 Temmuz 1974 tarihinden 5 gün sonra, 20 Temmuz 1974’de, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin üç garantör ülkesinden biri olan Türkiye Cumhuriyeti, adaya askeri müdahalede bulunmuştu. Başarısız Cenevre görüşmeleri ardından başlatılan ikinci askeri harekatla, 16 Ağustos 1974’de, yani Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1960’da aynı gün ilanından 14 yıl sonra, ada topraklarının %37’si Türk Silahlı Kuvvetleri’nin denetimi altına alınmıştı.
Zamanın Türkiye Başbakanı Bülent Ecevit, 20 Temmuz 1974 günü yaptığı bir açıklamada şöyle demekteydi.
“Türk Silahlı Kuvvetleri ateş açılmadıkça, ateş etmeyeceklerdir. Savaş için değil, barış için Kıbrıs’tadırlar. Kıbrıs’ı istila için değil, zorbaca bir istilaya son vermek için Kıbrıs’tadırlar. Kıbrıs’taki son Yunan harekatı yalnız bir hükümet darbesi değildir, onun ötesinde Bağımsız Kıbrıs devletini temelinden yıkmayı amaçlayan ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yasal dayanakları niteliğindeki anlaşmaları çiğneyen bir harekettir.” (Mehmet Ali Birand, 30 Sıcak Gün, İstanbul 1984, s.133)
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü güvence altına almış üç garantör ülkeden biri olan Yunanistan’ın anlaşmaları çiğneyen bu tutumu karşısında, duruma müdahale eden Türkiye’nin o zamanki Dışişleri Bakanı Turan Güneş, Ankara’daki Yunanistan Büyükelçisi Kozmopulos’a 20 Temmuz 1974 sabahı şu bildirimde bulunmuştu:
“Türk Silahlı Kuvvetleri şu anda, Garanti anlaşması uyarınca Kıbrıs’a müdahale etmişlerdir. Türkiye, Kıbrıs’ın toprak bütünlüğü, egemenliği ve her iki toplumun haklarını korumak için adaya çıkmaktadır.” (agy, s.137)
İngiltere, Yunanistan ve Türkiye’nin 1960’da imzaladıkları Garanti Andlaşması’nın 4. maddesi, acaba askeri bir müdahale hakkından mı söz etmekteydi?
“Bu andlaşma hükümlerinin ihlali durumunda Yunanistan, Türkiye ve İngiltere, bu hükümlere uyulmasını sağlamak için gerekli teşebbüs ve tedbirler konusunda birbirleriyle istişare etmek yükümünü yüklenirler.
Ortaklaşa veya anlaşmayla harekete geçmek mümkün olmuyorsa, garanti eden devletlerden her birisi, bu Andlaşma ile yaratılan düzeni yeniden kurmak münhasır amacıyla harekete geçme hakkını saklı tutarlar.”
Bu HAREKETE GEÇME HAKKI’nın, askeri bir müdahaleyi içerip içermediği; bunu içeriyorsa, Garanti Andlaşması’nın, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün tüzüğünün zor kullanımını yasaklayan 2. maddesinin 3. ve 4. paragraflarıyla uyuşup uyuşmadığı konusunu gündeme getirdiği bilinmektedir.
1959’da Türkiye ile Yunanistan yetkilileri arasında İsviçre’nin Zürih kentinde yapılan görüşmelerde de bu madde tartışmalarda önemli rol oynamıştı. Tartışmalara rağmen, bu 4. madde Garanti Andlaşması’na alınmıştı. Türk tarafı, askeri müdahalenin belirgin bir biçimde ifade edilmesinden daha çok hoşnut olacaktı, ama bu soyut formülasyondan da memnundu. Yunan tarafı ise, somut olan bir askeri müdahalenin bu kapsama girmediği hayaline kendini kaptırmıştı.
BM Genel Sekreterliği’nin Hukuk Bürosu tarafından hazırlanan 12 Mayıs 1959 tarihli gizli bir bilirkişi raporunda ise, konuyla ilgili olarak şu sonuca varılmıştı:
“Garanti Andlaşmasının sözü edilen hükmü gerçi geçerlidir, ama silahlı bir müdahaleyi de kapsamamaktadır. Zor kullanımı, sadece BM denetimi altında ve nefsi müdafaa hallerinde veya Kıbrıs devletinin çağırması halinde haklı olabilir. Silahlı müdahale hakkı olduğuna ilişkin çok geniş bir anlam çıkarılsa bile, bu daha önce barışçı yolların kullanılması zorunluluğu ile sınırlandırılmalıdır.” (Vlahos ve Averof’un anılarından aktaran Pavlos Tzermias, Geschichte der Republik Zypern, Tübingen 1991, s.227)
İlginçtir, BM Hukuk Raporu’nun hazırlanmasını talep eden Atina hükümetiydi. Bu rapor uzun süre yayımlanmadı. Çünkü Atina, Garanti Andlaşmasının bu tartışmalı hükmündeki bu hassas noktanın farkındaydı ve Averof’a göre, Yunan tarafı, BM Tüzüğü’nün 102. maddesindeki “BM üyesi ülkeler, imzaladıkları her sözleşme ve uluslararası anlaşmayı BM’ye kaydettirmekle yükümlüdürler” maddesine ağırlık vermekteydi. Buna göre, Kıbrıs’ın BM örgütüne üyeliği sorununda herhangi bir önyargı yoktu. Çünkü anlaşmaların kaydedilmesi yükümlülüğü, ancak bu anlaşmanın taraflarından birinin BM üyesi olması halinde geçerliydi. BM’nin Hukuk Raporu’nda gerçi Tüzüğün 103. maddesinde belirtilen “BM üyelerinin BM Tüzüğü altındaki yükümlülükleri arasında bir uyuşmazlık olursa, BM Tüzüğü’nün yükümlülükleri geçerlidir” hükmünün üstünlüğü vurgulanmıştı, ama tek yanlı müdahale hakkı ile ilgili hüküm geçersiz addedilmemekteydi. (agy, s.227-228)
Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesi ardından ABD Temsilcisi Joseph Sisco’nun Yunanlılara bazı prensipleri kabul ettirebildiği kaydedilmiştir:
“1. Darbeye katılmış Yunan askerleri, geri çekilecek,
- Adaya çıkmış olan Türk askerleri, Türklerin yaşadıkları bölgelere sokulacak,
- Şu anda tuttukları bölge de nihai çözüme kadar Türk kontrolünde kalacak,
- Derhal bir konferans toplanacak.” (Mehmet Ali Birand, agy, s.144)
“Her şey, başından sonuna kadar Kissinger’in kafasındaki senaryo dahilinde geçmişti. Zaman zaman beklemediği olaylarla da karşılaşmış, ancak hiçbir zaman kontrolü tamamen kaybetmemişti…Amerika’nın amacı, Makarios’tan kurtulmaktı. Onun etkisini azaltacak her harekete göz yummaya hazırdı. Geri dönüşüne kadar da bu yolda çaba harcadı. Ortadoğu gibi çok tehlikeli bir bölgede söz sahibi olabilecek Kıbrıs Adasında, tarafsızlığa özenen ve Sovyetlere doğru kayabilme ihtimali olan bir lider istemiyordu. Makarios’un, İngiliz üslerini çıkartma niyetleri ve tarafsızlarla sıkı ilişkileri Washington’u açıkça rahatsız ediyordu. Bundan dolayı Makarios’a karşı darbeyi, haberi olduğu halde önlemedi. Bir taşla birkaç kuşu birden vurabilecekti:
- Makarios’un yerine ABD çizgisine daha sadık bir kişi gelecekti,
- ABD’yi zaman zaman rahatsız eden Ecevit de müdahale edemediği takdirde iç politikada hırpalanabilecekti,
- Türkiye müdahale ettiği takdirde, Kıbrıs içindeki denge değişmiş olacaktı, o kadar. Hatta Türkiye, Kıbrıs’ın Sovyet etki sahasına kaymaması için, daha da sağlam bir garanti sayılmaz mıydı? Yunanistan’ın Türkiye’ye tepki gösterip saldırması ise mutlaka durdurulacaktı,
- Artık ayak bağı haline gelen Cunta da belki değiştirilecek, ancak yerine yeni bir Cunta ekibi veya ılımlı politikacılar oturacaklardı,
- Cerahatlanmış Kıbrıs yarası da böylece ameliyatla halledilmiş olacaktı.” (agy, s.147-148)
Nitekim ABD’nin hedeflerinden birçoğuna ulaşılmıştı. Ama “ilk günkü barışçı yaklaşım 21 Temmuz Pazar sabahından itibaren değişiverdi ve ÖLÜM yağmuru bütün gün devam etti. Kıbrıs bir cehennem adası haline dönüşmüştü.” (agy, s.167)
22 Temmuz 1974 akşamı bir basın toplantısı düzenleyen TC Başbakanı Ecevit şöyle konuşmuştu:
“Harekatımızın ilk safhasında, ilk HEDEF Türklerin denize açılmalarına olanak sağlayacak emin bir bölgenin ele geçirilmesi ve Ada’daki Türk varlığını güçlendirmek olmuştur. Bu amaca ulaşılmıştır. Bu bölge daimi bir KUVVET BÖLGESİ olacaktır ve bu bakımdan Türkiye’nin kuvvet açısından hareket etmesi nedeniyle Kıbrıs için bulunacak nihai çözüm de etkilenecektir.” (agy, s.234)
“22 Temmuz günü varılan sınırlar, Türkiye’nin nihai siyasal çözümü elde etmesi için o anda yetersizdi. Ancak, durum 2. safhada belli olacaktı. Her şey ona göre hazırlanmıştı.” (agy, s.235)
Birand, “İkinci harekat başından beri biliniyor muydu?” sorusuna, hükümet yetkililerinin şöyle yanıt verdiklerini yazmaktadır:
“Evet, tüm planlar iki safhalıydı. İki harekat arasında bir boşluğun bulunması da teknik zorunluluktu. Hem bu zorunluğa uymak, hem de BM’nin ateşkes çağrısına uyarak, Türkiye’yi antipatik bir duruma sokmamak için durulmuştu.” (agy, s.240-241)
“Türkiye hiç durmadan adaya asker yığıyordu. Cenevre’de, NATO’cular arası bir konferansla Ada’nın bağımsızlığının tamamen kaldırılma varsayımı, Moskova’yı kaygılandırıyordu. Ankara’ya başında gösterdiği sempatiyi değiştirmeye başlamıştı.” (agy, s.268)
Güneri Civaoğlu şöyle yazıyor:
“Birliklerimiz Girne kıyılarına yığınak üstüne yığınak yapıyordu, ama birkaç kilometre içerilere kadar dahi girememiştik. Cenevre’deki görüşmelerin kahve molalarında merhum Turan Güneş (dönemin Dışişleri Bakanı) “Ada’nın kuzeyine öylesine asker, araç, gereç yığdık ki Ada kuzeyinden su almaya başladı, batmaya başlayacak neredeyse” diye nükteler yapıyordu. Ama…Çok da kaygılıydı. Girne kıyılarında dar bir şeride yaptığımız bu yığınağa müthiş bir baskın, hepsini sulara dökebilirdi…
Bir an önce harekatın ikinci bölümü başlatılmalı, birliklerimiz Ada’nın içlerinde sağlam, doğal mevziler kazanarak iyice ilerlemeliydiler. Ada’nın yarısını almalıydık… O zamanlar Cenevre’de bu harekatımız üzerine yapılan görüşmeleri izleyen gazetecilerden beraber olduğumuzu anımsadığım rahmetli Örsan Öymen, Mehmet Barlas, Mehmet Ali Birand’dır.
Güneş’in “Ada’nın yarısına kadar işgal edilmesi gerekir” sözleri üzerine kaygıyla şöyle sormuştuk: “Ya sonra? Bırakırlar mı orada süperler?” Merhum Turan Güneş o her zamanki bilgeliği ve doğallığıyla yanıtlamıştı bizleri:
“Hele biz oralara kadar ilerleyelim, Ada’nın yarısını alalım, oldu bittiyi yapalım…20 yılda sökemezler bizi oradan…Ondan sonrası da Allah kerim. Birbirini tanımayan, birbirinden farklı Türk ve Rum nesilleri artık birarada kimse yaşatamaz.”
Gerçekten… Bakınız aradan 20 yıl geçti. Merhum Turan Güneş’in siyaset görüşü gerçekleşmiş bulunuyor. Ve Türkleri kimse sökemiyor.” (Sabah gazetesi, 19 Temmuz 1994)
“Kıbrıs Barış Harekatı ve Sonrası” başlığı altında anılarını kaleme alan ve Cenevre görüşmelerine katılmış olan diplomatlardan Ecmel Barutçu, şöyle yazmaktadır:
“(Cenevre’de) Anlaşma metni üzerinde en ziyade müşkülat çekilen nokta, Türk kuvvetlerinin adadan çekilmesiyle ilgili madde oldu. Bu maddenin ilk mutabık kalınan metni; siyasi çözüm üzerine Türk askerlerinin geri çekileceğini söylüyordu. Bu madde Ankara’da büyük hiddet yarattı…Çok geçmeden Kıbrıs Barış Harekatı sırasında Ecevit ile Dr.Kissinger arasında kurulmuş olan telefon diplomasisi yeniden harekete geçti. Böylece anlaşma metnindeki dördüncü madde doğdu. Bu madde iyice okunursa görülür ki, Türk kuvvetlerinin adadan geri çekilmesi diye bir mesele yoktur. Bu madde Dr.Kissinger’e daha sonra “Türk ordusu bir yere girdi mi, en az 300 sene kalır” dedirtecek şekilde kaleme alınmıştır. Bu sonuç, doğrudan Bülent Ecevit’in müdahalesiyle sağlanmıştır.” (Cumhuriyet gazetesi, 25 ve 26 Temmuz 1992)
Görüldüğü gibi, Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü güvence altına almış üç garantör ülkeden Yunanistan, bu ilkeleri ayaklar altına alıp, Kıbrıs’taki uzantıları eliyle yasal hükümete ve Cumhurbaşkanına karşı bir darbe düzenlemiş, Türkiye ise bozulan anayasal düzeni yeniden oluşturmak için askeri müdahale yaptığı adanın %37’lik bir bölümünü denetimine alarak, 25 yıldır ne askerlerini geri çekmiş, ne de öngördüğü federal (?) çözümü uygulatabilmiştir. Adada iki askeri egemen üs bulunduran İngiltere ise, bütün olanlara uzaktan bakmış ve sorumluluklarını yerine getirmeye yanaşmamıştır.
Aslında Türkiye’nin resmi tez olarak öne sürdüğü “federal çözüm”, adanın taksimini kalıcılaştırmaktır. Daha anlaşmazlığın ilk yıllarında, TC Başbakanı İsmet İnönü, 8 Eylül 1964 tarihinde, TBMM’de Kıbrıs’ın geleceği ile ilgili politikalar tartışılırken, şöyle konuşmuştu:
“Muahede hükmü dahilinde bulunmak için resmi ağızdan taksim sözü ile değil, federasyon şekli ile münakaşaya başladık.” (Dışişleri Belleteni, Ekim 1964, Sayı:2, s.63)
Nitekim BM arabulucusu Dr.Galo Plaza da 26 Mart 1965 tarihli raporunda Türk tarafının federal çözümle, iki toplumun coğrafi olarak ayrılığını sağlamak istediğini vurgulayarak (paragraf 150), hem Türkiye hükümetinin, hem de Kıbrıs Türk toplumunun verdikleri planda (paragraf 73-75) Kıbrıs’ta otonom Türk ve Rum devletlerinin oluşturulmasını amaçladıklarını vurgulamıştı. Plaza’nın “federal rejimlerin kurulması için bölgesel temel gereklidir ve bu temel Kıbrıs’ta yoktur” görüşü, 20 Temmuz ve 14 Ağustos 1974 askeri harekatları ile Türkiye tarafından zorla dayatılarak var edilmiştir.
Daha sonraki yıllarda gerek TC hükümeti yetkilileri, gerekse iktidardan uzaklaşmış olan zamanın başbakanı Bülent Ecevit, Türkiye’nin Kıbrıs’a yaptığı askeri müdahalenin adanın taksimine yönelik olmadığını vurgulamışlar, ama eylemleriyle de bu coğrafi ayrılığın kalıcılaşması için ellerinden geleni yapmışlardır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin denetimi altında tutulan adanın %37’lik bölümü üzerinde ilan edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adlı devletçik, bugün sadece Türkiye tarafından tanınmakta olup, BM örgütü, hiçbir üye devletin KKTC’yi tanımaması gerektiğini ve bu ilan kararının geri alınmasını talep etmiştir.
İngiltere Dışişleri Bakanı Callaghan 26 Temmuz 1974’de Cenevre’deki Türk heyetine ne demişti?
“Siz bir bataklığa giriyorsunuz. İngiltere’nin İrlanda’daki durumuna benzer duruma düşebilirsiniz. Bunun için bir anlaşma imzalayıp, askerlerinize geri dönüş için kapıyı açık bırakmazsanız, ileride batarsınız.”
Callaghan, 13 Ağustos 1974’de ise şöyle diyordu:
“Mr.Güneş bu sözlerimi unutmayın. Bugün Kıbrıs ordunuzun esiridir, ancak yarın ordunuz Ada’nın esiri olacaktır.” (M.A.Birand, agy, s.301 ve 466)
Kıbrıs Türk tarafı temsilcisi Rauf Denktaş ne demişti?
“Biz coğrafi esasa dayanan, güvenlik içinde yaşayabileceğimiz bir bölge ve idarede de taksimi istiyoruz. Gerisi hayaldir. 1960 Anayasasına dönüş gibi.” (agy, s.416)
Kıbrıs Rum tarafının temsilcisi Glafkos Kliridis ne demişti?
“Türk ordusu müdahalesini Garanti Anlaşmasına göre yaptıysa, 1960 Anayasasının öngördüğü esaslar çerçevesinde, Türk ve Rumlardan oluşacak bir hükümet kurmaya hazırız. Eğer 1960 Anayasasında değişiklik yapılmasını istiyorsanız, bunun silah tehdidi altında yapılmayacağı bilinmelidir.” (agy, s.413)
Demek ki sorun, dün ne idiyse, bugün de odur. Yeter ki uluslararası hukuk ve insan haklarına saygı temelinde verilen sözlere sadık kalınsın ve Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak alınmış bulunan onlarca BM kararı hayata geçirilsin.
***
11 Eylül’den Sonra…
11 Eylül’ün müşahhas tezahürlerinden biri, Türkiye’nin daha fazla İsrail-ABD kontrolüne girmesi ve AB ile daha fazla arasının açılması oldu.
Kıbrıs meselesinin uluslararası hukuk çerçevesinde muhasebesine ve taraflar arası meşruiyet tartışmalarına hiç girmiyoruz, çünkü pratikte hukuk değil güç işliyor. Açık konuşmak gerekirse, yıllardır Rum tarafının, Türk tarafını hukuk masasına ısrarla davet etmesine bakıldığında, kimin uluslararası hukuk nezdinde elinin daha güçlü olduğu anlaşılıyor; tabii uluslararası hukukun hakkaniyeti de ayrı bahis…
Aslında figüranları (Türkiye-Yunanistan) bir yana bırakırsak, savaş ABD-AB arasında yoğunlaşmış durumda. ABD’yi panikleten gelişmelerden biri de, bugün itibariyle (1 Ocak 2002) Evro’nun tedavüle giriyor olmasıdır. AB ise henüz ABD’ye açık tavır alacak gücü kendinde hissetmemektedir. Böyle olduğu, ABD’nin Afganistan’ı işgaline alkış tutmaktan öte bir politika geliştirememesinden de anlaşıldı. Şimdilik ABD istiyor, AB susuyor ve Klerides ‘imambayıldı’yı yiyor…
Aynı ABD, Türkiye’nin AB’ye girmesini kesinlikle istemiyor.
Aynı ABD, Türkiye’nin Kıbrıs’tan çıkmasını, yani Kıbrıs’ın tamamen AB kontrolüne geçmesini kesinlikle istemiyor.
Aynı ABD, Türkiye’nin Musul-Kerkük’e burnunu sokmasını, en az elli yıl burada debelendikçe kendisine daha da bağımlı hale gelmesini istiyor.
Bu talepler Türkiye’nin de hoşuna gidiyor, çünkü ABD’den, AB’den olduğu gibi farklı sesler, sözde bile olsa demokratikleşme talepleri filan gelmediği gibi, tam tersine bugüne kadar dünyaya kendisini özgürlükler ülkesi diye yutturan ABD, demokrasi ve özgürlükler alanında her geçen gün daha fazla TC’leşiyor…
Akşam gazatesinde yer alan bir haber: CIA’DAN AVRUPA’YA : KIBRIS’I ALMAYIN!
Terörizmle mücadele etmek için kolları sıvayan Amerika’nın daha önce AB’ye ‘kara para aklayıcısı Rumları’ birliğe almamalarını tavsiye ettiği ortaya çıktı. Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı’nın (CIA) eski başkanlarından James Woolsey, ‘Biz Avrupa’daki dostlarımıza, Kıbrıs’a 300-400 yıl sonra AB’ye girmeyi denemesini söylemelerini tavsiye ettik’ dedi. James Woolsey İtalya’daki La Repubblica gazetesinde dün yayımlanan demecinde, ilginç açıklamalarda bulundu. Terörizmin finansmanının kara paradan sağlandığını savunan Woolsey, bunun bir an önce kesilmesi gerektiğini söyledi. Kara parayı yasal işlerde kullanan ülkeler arasında en kötüsünün Kıbrıs Rum Kesimi olduğunu öne süren Woolsey, demecinde şu ifadelere yer verdi: ‘Kıbrıs, Avrupa Birliği’ne girmek istiyor. AB’deki dostlarımıza, Kıbrıs’a, 300-400 yıl sonra AB’ye girmeyi denemesini söylemelerini tavsiye ettik.’
Rejimi devirin!
Terörizmi destekleyen ülkelerde muhalefetle de işbirliği yapılması gerektiğini bildiren Woolsey, bu sayede rejimi devirip savaşı kazanacaklarını söyledi. ‘Hükümetlerin silinemeyeceğini’ belirten Woolsey, ancak baskı oluşturan rejimlerin ortadan kaldırılabileceğini kaydetti. Eski Başkan Woolsey, İran ve Suriye’nin bu kez işbirliği yapmak zorunda olduklarını dile getirdi ve Pakistan’ın eski bir dost olduğunu belirtti. Woolsey ayrıca, ‘Japonya’ya karşı savaş 3 yıl 8 ay sürdü. ABD Başkanı George Bush’un ilan ettiği savaş daha uzun sürecek. Bu savaşı Suudi asıllı terörist Usame Bin Ladin ve Irak lideri Saddam Hüseyin’in istediği gibi İslam’a karşı bir meseleye dönüştürmemek gerekir’ dedi. (Akşam – 19.09.2000)
Gelişmelerin, rutin seyr halinde bu minvalde gelişeceği görülüyor. Oysa büyük altüst oluşlara gebe dünya…
***
Hangi Kıbrıs?
Meseleyi, daha fazla uzatmadan ve ‘bağlamından’ kopartmadan, son söz yerine, Asım Yenihaber dostumuzun ‘eksiği var fazlası yok’ denilebilecek tesbitleriyle noktalayalım:
Kıbrıs’ta olup bitenlerin iki yüzü var. Biri siyasi ve diplomatik tarafı. Bu tarafıyla ilgili olarak Türkiye’nin başarılarından söz edilebileceği gibi başarısızlıklarından da söz edilebilir. Fakat ikinci tarafı, yani insan ve toplum tarafı sözkonusu olduğunda, “felaket”ten başka bir şey yoktur ve hiç bir başarıdan söz etmek mümkün değildir.
Türkiye, sakar-sakat laiklik ilkesini Türkiye’de tam manasıyla uygulayamadı (iyi ki!). Fakat, Kıbrıs’ta uygulamakta daha fazla başarılı oldu. Türk laikçileri Kıbrıs’taki başarılarıyla ne kadar iftihar etseler azdır!
Kıbrıs “Türk kimliği”nin asıl yapıcısı, ahlâk kriterlerimizin, değerlerimizin asıl belirleyicisi “din” konusunda Türkiye’den daha problemli bir coğrafya haline getirildi. Son yarım asırda Kıbrıs Türk kesimi maneviyat ilgilerini asgariye indirdi.
Kıbrıs, din eğitimi ile hiç tanışamadı. Hiçbir imam hatip okulu açılamadı. Kur’an kursu nedir bilmedi. Halk inisiyatifiyle cami yapılmadı. Başörtüsü sorunu yaşanmadı. İnsanların çoğu İslâm’ın “İ”sinden, Müslümanlığın “M”sinden nefret ettirildiler. Türkiye’de aynı şeylerin olmasını arzu eden kesimler için ne kadar memnuniyet verici değil mi? Din problemi yok. Tehdit değerlendirmesinde böyle bir hane yok. Öyleyse Kıbrıs’tan daha iyisi yok. Kıbrıs tam manasıyla kurtulmuş! Kıbrıs’ın uzun yıllardır müftüsü yok. Din adamları Türkiye’den gidip geliyor. Bir zamanlar İslam dünyasının Birleşmiş Milletler’de desteğini sağlamak için camiler canlandırılmaya çalışıldı. O da kısa sürdü, çünkü Türkiye Arap-İslam dünyasının ağırlıklı desteği yerine, Kıbrıs kadar bir devletin, İsrail’in desteğini yeğledi.
Kıbrıs, insan yetiştirme projesinde “Atatürkçülük”ün daha fazla başarıyla uygulandığı bir coğrafya oldu. Kıbrıs Türk kesimi ahalisinin muhtemelen yüzde doksandokuzu, Türkiye’nin laiklik, Atatürkçülük kriterlerine uygun bir hayat yaşıyor. “Laik hayat, oh ne rahat!” Türkiye’de bazı kuruluşlarda yükselmek için gerekli görülen, içki kullanma, Kıbrıs’ta mesele değil. Yani bu ülkede bu kritere uymayan yok gibi. Serbest hayatla ilgili de aynı şeyi söylemek mümkün. Kılık kıyafet derdi hiç yok. Türkiye’de BÇG’yi fazlasıyla meşgul eden, namaz kılan, camiye giden kitle için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Kıbrıs BÇG’si işsizlikten sinek avlıyordur her halde! Kıbrıs BÇG kriterlerine göre, “mürtecisiz toplum”!
Kıbrıs’ta insan unsurunun yozlaşmasından şikayet eden efendiler; bu halkı siz bu hale getirdiniz. Bu tabloyu siz resmettiniz. Mes’ul sizsiniz. Kıbrıs’ta Rumlar’ın kiliseyle bir problemi yok. Fakat Türk halkını diniyle problemli hale getirdiniz. Kıbrıs’ta Rum kimliğine karşı, Kilisenin ağırlığına karşı Türkiye hiç bir şey yapamadı. Halkını dini (aynı zamanda milli) bakımdan teçhiz edemedi. Rumlar kilise yaptıkça, Türkiye tarafı, köylere büst dikti. Her yer Atatürk büst ve heykelleriyle dolu. Türkiye’de Atatürk büst ve heykelciliğin ideolojik bağlamı, asla dış düşmanlara karşı tayin edilmemiştir. Türkiye’de büstçülük ve heykelcilik, içe karşı, manevi yapıya karşı konumlandırılmıştır. Bunu Kıbrıs’ta dışa karşı kullanmak en önce bu konumu bilmemektir. Sonra da yanlışı baştan yapmak demektir.
Rumlar kimlikleri için, komünist de olsa, kiliseye muhtaç olduklarını biliyorlar. Başpiskopos Makarios yalnız mütedeyyin Rumlar’ın değil, komünist Rumlar’ın da lideri idi. Kıbrıs Türkü ise bırakın sosyalistlerini, komünistlerini, en aşırı milliyetçisi bile kimliği için dine muhtaç olduğunu pek aklından geçirmiyor.
Kıbrıs Atatürkçülüğün deney alanı yapıldı. İnsan unsuru yavaşlatıldı, manevi hayat bitirildi. Kısa dönemli, aktüaliteye bağlı “milliyetçilik gazı” tesirini kaybediyor. İnsanları bir arada tutan ve Türkiye’ye bağlayan bağlar kopuyor. Korkarım -pek fazla ihtimal olmasa da- siyasi ve diplomatik başarılar da Kıbrıslıları bize bağlamaya yetmeyecek! (Asım Yenihaber / 29.7.2000 / Akit)
***
1 Metrekare Özgürlük…
Körkütük Kemal medyunları ve idrak fukarası zeker milliyetçileri tesbitlerimize ne kadar bozulurlarsa bozulsunlar, haysiyet ve izan sahiplerine Kıbrıs münasebetiyle söylenebilecek en son söz; hakiki insan soyu için yeryüzünde bir metrekare bile bir özgürlük adasının bulunmadığıdır!..
(1 Ocak 2002)
Kaynak: “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005.