Fazla dağılmadan, Üstad’ın “okuma serüvenini” eserlerine yansıdığı kadarıyla bizzat kendi kaleminden işaretlemeye başlayalım; hem de okumayı yeni söktüğü çocukluk günlerinden itibaren:
“Haftada bir broşür halinde çıkan, bitmez tükenmez “Güzel Prenses”… (Mişel Zevako) ve (Aleksandr Düma)nın bütün eserleri… Kılıcını bir çekişte 5-6 kelle uçuran (Şövalye dö Rogesten), (Lükres Borjiya), (Kont Ablu), sihirbaz (Nostradamüs), (Güliver), filân, falan…
Hele, kasketli, minkâri burunlu ve ağzında piposu (Şarlok Holmes)?..
Kahramanlarım bunlar… Henüz hissî eserlere geçmiş değilim… Sedirin üstüne bir yastık koyup romanımı açıyor ve yüzükoyun uzanmış, bir taraftan da bir tatlı atıştırarak madde ve mâna tadını birleştirici şekilde okuyor, okuyorum.”
(Necib Fazıl, Kafa Kâğıdı, 3. Basım, s. 94)
Devamını bir başka eserinden takib edelim:
“Oniki yaşıma kadar süren bu ölçüsüz, abur cubur okuma hastalığı bende o hale gelmişti ki, on, onbir yaşıma doğru (Pol ve Virjini), (Graziyella), (Ladam –o Kamelya), (Zavallı Necdet) gibi hissîlik ve edebîlik iddiasındaki eserlere kadar tırmanan alâkam, nihayet hastalığa dönmüş, gecelerimi ve gündüzlerimi bir ağ gibi sarmıştı. Sonraları (Pol ve Virjini)yi Heybeliada’da Papaz mektebi tarafındaki çamlar altında sabahtan akşama kadar okuyup gözlerim yaş dolu, oracıkta kaldığımı, güneş battıktan sonra beni arayıp bulduklarını ve zorla eve sürüklediklerini söylersem ne dersiniz?”
(Necib Fazıl, O ve Ben, 8. Basım, s. 25)
Tekrar “Kafa Kâğıdı”na dönüp, aynı bahsi bir de oradan seyredelim:
“Romanlarım arasında bu defa “Zavallı Necdet”, “Ölmüş bir kadının evrak-ı metrukesi”, “Lâdamokamelya”… gibi hissî ve aşkî diye bilinenler de var…
(Margrit)in sevgilisine:
– Az yaşayacağımı biliyorum; onun için çabuk yaşamalıyım ki, kayıbımı kapatabileyim!
Cevabını vermesi, beni hazin hazin düşündürüyor.”
(Necib Fazıl, Kafa Kâğıdı, 3. Basım, s. 115)
Aynı yıllar:
“(Pol ve Virjini)yi, (Verter)i, (Anna Karenin)i okuyor ve henüz 10 yaşındaki beynimi bunların teknesinde yoğuruyorum. (Mişel Zevako) ve benzerlerinden vazgeçmiş değilim”
(A.g.e, s. 118)
Dikkatinizi çekeriz, Goethe’nin meşhur aşk romanı Werther’i ve Tolstoy’un dünya edebiyatının şaheserlerinden sayılan Anna Karenina isimli dev klâsiğini daha 10 yaşında bir çocukken okumuştur Necib Fazıl.
Yine aynı eserde Leon Cahun adlı yahudinin güya Türk tarihine dair yazdığı bir romandan bahsettiğini görüyoruz:
“Elime ‘Gök Bayrak’ diye bir kitap geçti. Onda da büyücülük hikâyeleri… Fakat daha ziyade kahramanlık…”
(A.g.e. s. 119)
Üstad’ın bahsettiği bu “Gök Bayrak” romanını, bilmem kaçıncı sınıf çocuk romancısı Yavuz Bahadıroğlu’nun “Buhara Yanıyor” adıyla şamanî unsurlardan ayıklayıp İslâmîleştirerek(!) yeniden yazdığını ve beleş tarafından bir romana imza attığını hatırlatalım; bahsimizle alâkasız bir not olarak…
Üstad, aynı çocukluk yıllarında, kız kardeşi Selma’nın ölümü üzerine, Boğaziçi’ne bakan pencereler önünde gözyaşı dökerek, Rıza Tevfik’in “Selma sen de unut yavrum!” şiirini okuduğundan da bahseder hatıratında. Uzun sayılabilecek, hissî bir manzumedir bu.
Artık ilk gençlik çağına adım atmış, Bahriye Mektebi’ne yazılmıştır. Hocaları devrin en kaliteli isimleridir. Sonranın meşhur Diyanet İşleri Başkanı Ahmed Hamdi Akseki’den din, şair Yahya Kemâl’den tarih ve “derin irfan sahibi” diye anlattığı İbrahim Aşkî Bey’den edebiyat dersleri almanın zannımızca bir ayrıcalığı olsa gerek.
Tasavvufla ilk teması bu mektebte ve İbrahim Aşkî Bey vesilesiyledir:
“Sınıfın kapısında, ona:
– Ne okuyayım, dedim; ne okumamı tavsiye edersiniz?
– Ben getiririm!
Dedi ve bana iki kitap getirdi: Sarı Abdullah Efendi’nin Semerât-ül-Fuad (Gönül Verimleri) isimli meşhur eseriyle, “Divan-ı Nakşî” diye, sahibini bilmediğim manzum bir kitap…
Tasavvufla, deri üstü bir satıh plânında da olsa, ilk temasım başlıyordu.”
(Necib Fazıl, O ve Ben, 8. Basım, s. 42-43)
“Koltuğumun altında, yaprakları öd ağacı ve gül yağı kokan “Semerat-ül Fuad” ve yumurta akiyle parlatılmış esmer kağıt üzerine yazma “Divan-ı Nakşî”, rıhtım boyunda dalgalara karşı düşünce… Darağacına çekilen Mansur’un menkibesi, taç ve tahtını yele veren İbrahim Ethem’in macerası ve dünyayı bütün nakışlariyle perde üzerindeki gölgelere benzeten Nakşî şair, ruhumu, akşam ıssızlığına çevirmişti.”
(Necib Fazıl, O ve Ben, 8. Basım, s. 44)
Devamlı okur, araştırır, bunun neticesi, “plastik görünüşlere takılan ilk şiir zevki yavaş yavaş istikâmet değiştirmeye” başlar:
“Şeyh Galip’e kadar Divan şiirinin ve Anadolu halk şairlerinin soylu ve köklü hüviyetleri bir tarafa; Abdülhak Hâmid’ine ve Tevfik Fikret’ine kadar bütün Tanzimat ve Tanzimat sonrası edebiyatı, gözümde her ân kuklalaşmakta…”
(A.g.e, s. 44)
Bu yıllar, Necib Fazıl’ın okumaya, öğrenmeğe bir türlü doymadığı, kanmadığı yıllardır. Nietzsche’nin “deve”ye benzettiği, bilgi ve kitab adına ne varsa yüklenilen gençlik yılları… “O ve Ben”den büyük harflerle vurgulayarak aktardığımız aşağıdaki satırlar da bunu işaretlemekte:
“İNGİLİZCE YOLUNDAN GARP EDEBİYATİYLE DE TEMAS KURMUŞ, (ŞEKSPİR)DEN (OSKAR VAYLD)A, (FUZÛLİ)DEN (AHMET HAŞİM)E KADAR, KÖŞE BUCAK, TARAMAKTAYIM.”
(A.g.e. s. 48, büyük harfle vurgu bize âid)
“İngilizce yolundan Garp edebiyatıyla temas kurduğu” bu yılları, bir de Kafa Kâğıdı’ndan okuyalım:
“İngilizcesinden (Oskar Vayld)i, hattâ (Şekspir)i, (Lord Bayrın)ı okuyorum. Amerikan mektebinden aldığım sermayeden ötürü İngilizcem kuvvetli… Gittikçe de kuvvetleniyor.”
(Kafa Kağıdı, s. 161)
Necib Fazıl’ın ilk öğrendiği ve Batı edebiyatıyla doğrudan temas etme fırsatı bulduğu yabancı dil İngilizce olmasına rağmen Maarif Vekaleti tarafından “felsefe eğitimi” almak üzere Fransa’ya gönderilmiş ve Batının düşünce ve edebiyat dünyasıyla “hesablaşma” çapındaki asıl irtibatını Fransızca’nın yardımıyla kurmuştur.
Bahriye Mektebinden sonra “Darülfünun”… Ama fikir ve sanat adına ne varsa yutmak isteyen genç Necib Fazıl hâlâ aç kurt gibi okumaktadır:
“Sonbaharda Darülfünun’a gireceğim. Felsefe şubesine… GÜNDÜZLERİ FELSEFE ve EDEBİYAT OKUYOR, akşam üzerleri de Ok Meydanı’na doğru gezintiye çıkıyorum.”
(O ve Ben, s. 53, büyük harfle vurgu bize âid)
Necib Fazıl’ın bu yıllarda ilgisini çeken ve dikkatle üzerine eğildiği muharrirlerden birisi de Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dur. Üstad’dan okuyalım:
“Yakub Kadri, üslûbu ve “Edebiyat-ı Cedide” budalalarına nispetle zengin dünyasiyle, Bahriye Mektebinden beri ruhumu çekenlerden… Hususiyle onun “Erenlerin Bağından” isimli nesirlerine günlerce abandığım olmuştu.”
(A.g.e, s. 55)
Paris ve onunla birlikte “bohem hayatı…” Yurda dönüşünde aynı yaşantıya devam… Memleketin en önemli sayılan fikir ve sanat adamlarıyla sürekli temas hâlinde… Edebiyat muhitlerinin gözdesidir. Bir bankada çok güzel bir işe başlar… Okumaya ve düşünmeye de son hızla devamda… Kendisinden takib edelim:
“İşi gücü, banka işleri dışında OKUMAKLA ve düşünmekle geçiyor”
(Necib Fazıl, Bâbıâli, 4. Basım, s. 174, büyük harfle vurgu bize âid)
Daha evvel kısa bir askerlik tecrübesi yaşamış, “İhtiyat Zabit Mektebi”nde bile okumaya ara vermemiştir:
“Gündüzleri derslerde sol gözünü öğretmene gösterip, ön sıradaki arkadaşının ensesine sakladığı sağ göziyle uyuyor, GECELERİ DE KUVVETLİ BİR AMPULÜN ALTINA İSABET ETTİRDİĞİ RANZASININ ÜST KATINDA NAPOLYON’A AİT FRANSIZCA ESERLER OKUYOR.”
(Bâbıâli, s. 121, büyük harfle vurgu bize âid)
Yukarıda Fransızca eserler okumasından bahsedilen “Genç Şair”, adıyla sanıyla Necib Fazıl’ın kendisidir. Yine “Bâbıâli”den:
“Hatırına, askerdeyken okuduğu “İmparatorun son günleri” isimli, Napolyon’a dair eser geliyor. Bir Fransız (akademisyen)inin yazdığı eser…”
(A.g.e, s. 177)
Askerde bir ara disiplin cezası alıp hapis odasına da atılmış, ama hiç gocunmamıştır bundan:
“Hapis odası değil bu, konforlu bir revir… OKU OKUYABİLDİĞİN, yaz yazabildiğin kadar…”
(A.g.e. s. 121, büyük harfle vurgu bize âid)
Yıllar sonra dava ve cemiyet meydanına atılıp, üniversite hayatını geçecek hapislik günlerinde aynı rahatlığı, okuma şevkini bulamayacak ve “yılanlı kuyu”ya düşmüş gibi hissedecektir kendisini.
19 Eylül 1939 tarihli “Hadiselerden Ders” başlıklı çerçevesinde ihtiyat zabitliği günleri ve orada okuduklarından bahseder:
“Meslekten asker değilim. Fakat HARP TARİHLERİYLE TÂBİYE ve STRATEJYA MESELELERİNİ OKUMAYA BAYILIRIM. İhtiyat zabitliğimi yaparken, alay kumandanımın hayretini çekecek mikyasta TÜRKÇE ve FRANSIZCA ASKERLİK ESERLERİNE DALMIŞTIM.”
(Necib Fazıl, Çerçeve 1, s. 242, büyük harfle vurgu bize âid)
Üstad, Büyük Doğu’nun birçok sayısında ve “Raporlar” ve “Türkiye’nin Manzarası” gibi bazı kitablarında, askerlik ilminin inceliklerinden bahisle Von Clausewitz, Moltke, Von Der Goltz, Büyük Frederik gibi subay veya hükümdar ünvanının yanında eser sahibi de olan birçok askerî mütefekkirin görüşlerine başvurur. Savaş tarihine damgasını vuran bu ve benzeri isimlerin askerlik sanatına dair yazdıklarını Üstad Necib Fazıl’ın büyük bir titizlikle okuduğu apaçık hakikattir. Ayrıca O’nun bu türden kitablara gösterdiği ilgi, yazı hayatımızda pek örneği olmayan alışılmadık bir durumdur ve daha 30’lu yıllarda bile yazarlığın ötesinde bir aksiyon hasreti çektiğinin işaretidir.
Zaman, kaderin çarkını döndürmekte ve büyük muhasebenin kapısına doğru sürüklemektedir Genç Şairi… Iztırabına kardeş bir ruh aramaktadır. Garb âleminden birkaç isim çıkar karşısına: “Büyük mustariblerden (Paskal), (Bodler), (Göte), (Tolstoy) ve (Rembo)…” Fakat her şeye rağmen bir şeyler yarım kalır iç dünyasında; ve ismini sıraladığı bu “mustaribler” ve benzerleri hakkında genel hükmünü verir:
“Bunların hepsi Allah’ın pervaneleriydi; yol bilmeyen yanık pervaneler… Ve insanda kılavuzsuz, Allah’ı aramanın, bulur gibi olup bulamamanın veya büsbütün kaybetmenin, belki en ileri, fakat ümitsiz cehdini temsil ediyorlardı.
(Sokrat)tan (Bergson)a, (Şekspir)den (Meterling)e, (Epiktet)den (Dekart)a, (Homer)den (Valeri)ye kadar da kol kol, şu veya bu nisbet ölçüsü ve üstelik bir şeye ermiş olmanın mağrur vehmi içinde hep aynı dalgalanış.
Bunlar beni doyuramıyor, büsbütün acıktırıyorlardı.”
(O ve Ben, s. 73-74)
Kaynak: H.Y. “Kitaplar ve Necip Fazıl” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)