Gelelim Üstad’ın “kültürlenme-irfana erme dâvasına” bakışı ile sadeleştirerek günümüz Türkçesine kazandırdığı eserler arasındaki ilgiye… Bu meseleye, Büyük Doğu’nun çıkışından dört yıl önce, 1939 “çerçevelerinde” bir yazı dizisiyle el atmış, memleket çapında bir KÜLTÜR-İRFAN hamlesine girişmek için takib edilmesi gereken yolları, kuşanılması gereken anlayışı ve kültürümüzün köklerini bir bir sergilemiştir.
Önce “kitaba” bakışını tesbit edelim: Ona göre “YENİ bir görüş ve duyuş mimarîsinin toprak üstünde sarayını kuracak TEK VASITA, KİTAP”tır.
(Necib Fazıl, Allah Kulundan Dinlediklerim, 3. Basım, İstanbul 1989, s. 31, büyük harfle vurgu bize âid)
Ve sorar: “İnsan mı kitaptan doğdu; kitap mı insandan?”
Necib Fazıl için kitabın ne mühim bir mesele teşkil ettiğini görüyorsunuz, değil mi? Zaten, “irfana erme dâvasında ilk iş, herhangi bir dil çarşafına BÜTÜN DÜNYA İRFAN YEMİŞLERİNİ silkelemek, o dile bütün dünya hakikatlerini konuşturmak”tan bahseden; “İRFANA ERME DÂVASININ İLK VE BAŞ HAMLESİ, DÜNYA İRFANİYLE TEMASA GEÇMEKTİR” diyen ve “DÜNYA GÖRÜŞÜ, USÛL VE ÖLÇÜ SAHİBİ BİR TERCÜME İŞİ, İRFAN DÂVASININ TEMEL DİREKLERİNDEN BİRİSİDİR” ölçüsünü koyan bir adamdan başka ne beklenebilir ki?
(A.g.e., s. 113, 114, büyük harfle vurgu bize âid)
Üstad (bizim “Allah Kulundan Dinlediklerim”e aldığı son şekliyle naklettiğimiz) beş fıkradan oluşan bu seri yazılarında kültürümüzün “ÜÇ ANA TEMELİ” olduğunu belirtir ve bunları tek tek izah eder.
Bu temellerden birincisi, “Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan Tanzimata ve Tanzimat sonrasına kadar gelen devre içindeki yüksek irfan verimleri”dir. Bir ân önce, “(Osmanlıcadan Türkçeye) ismiyle geniş bir tercüme faaliyeti açıp, tarih, edebiyat, şiir, tasavvuf, usûl ve ilmiyle geçmiş zamana ait bütün zirve örnekleri, günümüzün diline ve üslûbuna maletmek” gerekir. Çünkü, “babadan kalma irfana bağlı olmak veya olmamak değil, fakat sahib olmak şart… Tarih, o irfana sahib olmaksızın onun fethettiği topraklar üzerinde mülkiyet iddia eden millete güler.”
(A.g.e., s. 119, 120)
Üstteki satırları yazan adam, “babadan kalma irfana sahib” olan, yâni “Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan Tanzimata ve Tanzimat sonrasına kadar gelen devre içindeki yüksek irfan verimleri”ni kafasında taşıyan, bir MÜTEFEKKİRE lâzım olduğu kadarıyla TANIYAN ve OKUYAN, Necib Fazıl’ın tâ kendisidir.
İşte bu “yüksek irfan verimleri”ni üreten kimi şahsiyetlere dair en ÖZLÜ hüküm çekirdekleri:
“Bu cemiyetin:
Dinî mizacı Süleyman Çelebi’de…
Derinlik ve olgunluğu Mevlânâ’da…
Mâverâ humması Yunus Emre’de…
Kahramanlık hayali Battal Gazi’de…
Aksülâmel ve isyan psikolocyası Köroğlu’nda…
Nükte ve hicvi Nasreddin Hoca’da…
Halk duygu kumaşı Karacaoğlan’da…
Hassasiyet cevheri Fuzulî’de…
Edâ ve (estetik) ruhu Bakî’de…
Kuru mantık ve aklı Nabî’de…
Belâgat ve hırçınlığı Nef’îde…
Şive ve zarafeti Nedim’de…
İrfan ve inceliği Şeyh Galip’te…
Usûl ve sistemi Kâtip Çelebi’de…
Tarih ölçüsü Naimâ’da…
Nas ve kalıp bilgisi Ebussuud Efendi’de…
Görgü ve merakı Evliyâ Çelebi’de…
Mâverâ görüşü İbrahim Hakkı’da…
Dekor zevki Yesari’de…
(Plâstik) fikri Sinan’da…
(Fonetik) fikri Dede Efendi’de…
Ve bütün bunların hepsi, başka başka mikyas ve kıratlarda hepsindedir.”
(A.g.e., s. 166)
Yukarıdaki isimlerin arasından, Büyük Doğu Mimarı Necib Fazıl’ın Osmanlıca kanalıyla süzüldüğü kültür-irfan ufuklarını görüyor musunuz? Bunların yanında, (Tanzimat sonrasına âid olmakla birlikte) öz kültürümüze sadakati su götürmeyen, Üstad’ın bazı eserlerinde kaynak olarak faydalandığı “Tarih-i Vekâyi-i Devlet-i Aliyye” ve “Kısas-ı Enbiyâ” muharriri Ahmed Cevdet Paşa’nın da adı pekâlâ zikredilebilir kanaatindeyiz.
1939 yılında “(Osmanlıcadan Türkçeye) ismiyle geniş bir tercüme faaliyeti”ne başlanmasını teklif eden Üstad, bunu başkalarından beklemekle kalmamış, önceki bölümlerde bahsettiğimiz birkaç dinî ve tasavvufî eseri bizzat kendi kalemiyle Osmanlıcadan günümüz Türkçesine kazandırmış, imân ve kültür hayatımıza hediye etmiştir.
Büyük Doğu Mimarı’na göre kültürümüzün-irfanımızın ikinci temeli “Şark” kaynaklarıdır:
“Doğuyu, başta Arap, sonra Fars, daha sonra, Hind ve en sonra Çin olmak üzere bütün şaheserleriyle dilimize geçirmiye mecburuz. İşte Garbla Şark arasındaki büyük nefs muhasebesini kavramak ve kendi kaynağımızı bütün saffet ve hâlisiyetiyle yeniden tanımak için tek yol!..”
(A.g.e., s. 120)
Bu satırları yazan adam, mecmuasında “Doğu edebiyatına” dair bir köşe açan ve orayı çoğu zaman kendi kalemiyle tanzim eden; Arab edebiyatının meşhur “Yedi Askı” şairlerinden, Fars edebiyatının zirvesi “Şehnâme” sahibi Firdevsî’ye ve yine Nizâmî, el-Maarrî, Hayyam, İbn-i Fârız, Sadî gibi Doğu’nun diğer şöhretlerine dair özlü bilgiler veren; bunların eserlerinden iktibaslar yapıp okuyucusuna tanıtan Necib Fazıl’ın tâ kendisidir. İlgilenenler “Edebiyat Mahkemeleri” adıyla yayınlanan eserinin “Doğu Edebiyatı” bölümünü tetkik edebilir. Doğuyu asıl temsil mevkiinde olan İmam-ı Rabbânî, Muhyiddin-i Arabî ve İmam-ı Gazzâlî gibi din, imân ve tasavvuf cebhesinin büyük isimlerine ise Üstad’ın ilgisi zaten malûm.
Dikkat edilirse, hep Üstad’ın kitaba ve okumaya verdiği ehemmiyetin üzerindeyiz. Kafasındaki eşsiz fikir mimarîsinin temellerine de bu sebeble değiniyoruz. O, sadece tavsiye etmekle kalmamış, itidal seviyede bile olsa bu Şark kaynaklarını (Doğu edebiyatını) mecmuasında okuyucusuna tanıtmıştır. Hele Hayyam bahsinde, onu “Maarri” ile mukayese eden satırları mevzua ne kadar hâkim olduğunu göstermesi bakımından ayrıca önemlidir:
“Görülüyor ki, Hayyam da Maarri gibi, bedbinlik ve hiçlik yolunun, oradan ilerisine geçit bulamamış menfi ve müntehir dehalarından birisidir. Şu farkla ki, Maarri’nin hikmeti daha fikrî ve derin, Hayyam’ınki ise daha telkinî ve hissîdir. Buna rağmen his örgüsü olarak Hayyam’ın ulaştığı ifade iklimleri Maarri’ye nazaran çok daha san’atkârane bir hususiyet belirtir.”
(Necib Fazıl, Edebiyat Mahkemeleri, Büyük Doğu Yayınları, 1997, s. 155)
Anlaşılıyor ki, Üstad’ın kültürümüzün-irfanımızın temeli olarak işaretlediği kaynaklar, aslında “bir kütübhâne” taşıyan kafasındaki muhteşem fikir mimarîsinin sütunlarından başka bir şey değil. İdeolocyasının beslendiği, terkibe mevzu kültür-irfan kökleri de diyebilirsiniz. Bunlardan üçüncüsü de “Garb temeli”dir. Çünkü “bir azametli kütüphânedir” Garb. Yıl 1939 ve Necib Fazıl sorar:
“Nerede Garb fikirciliğinin ağası Yunan felsefesi ve edebiyatı, nerede Roma, nerede (Rönesans) sonrası yeni zaman fikir ve sanat bütünü, nerede (Klâsik)ler ve (Modern)ler, nerede müsbet ilimler, fenler, ideolocyalar?..”
(Necib Fazıl, Allah Kulundan Dinlediklerim, s. 121)
“Garb kültürünü, her şubede ve bütün örnekleriyle dilimize yığma teşebbüsüne girişmek için 24 saatimiz bile kalmamıştır.”
(Necib Fazıl, Çerçeve 1, s. 119)
Bu satırları yazan adam, “Batı tefekkürünü İslâm tasavvufu karşısında hesaba çeken”; şiirde Homeros’tan Rimbaud’ya, felsefede Sokrat’tan Bergson’a uzanan çizgiyi müdîr fikir etrafında muhasebe ve muhakeme eden; Shakespeare’i seven; Baudelaire’i yutan; “saf tefekkürde” Pascal’ı beğenen; Marcel Proust’un roman anlayışına dair ilk kez “İslâmcı bakışı” misâllendiren Necib Fazıl’ın yine tâ kendisidir.
Hasan Âli Yücel, birkaç yıl sonrasının Milli Eğitim Bakanı sıfatıyla ve elbette “mahremiyetine nüfuz edemeden” Necib Fazıl’ın bu seri yazılarından almış olduğu ilhâmla büyük bir tercüme faaliyeti başlatacaktır. Daha sonra (70’li yıllarda) yine Milli Eğitim’in başlatıp Tercüman gazetesinin devam ettirdiği “bin temel eser” dizisini de, bahsi geçen “kültürlenme dâvası” yahud “irfana erme dâvası” yazılarının doğurduğu havaya dayandırabiliriz.
Üstad Necib Fazıl’ın bir ân önce dilimize kazandırılmasını istediği Osmanlı, Doğu ve Batıya dair dev kütübhâneyi gördük. O, kafasında bir fikir sarayı inşa eden adam olarak, hangi kitabın ne zaman ve ne kadar okunacağını herkesten iyi biliyordu. Dev külliyatı ve yüzlerce sayılık Büyük Doğu’ların devâsâ fikir, ilim, sanat hacmi şâhid!
Kaynak: H.Y. “Kitaplar ve Necip Fazıl” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)