İslâm’da ehliyet ve istişare bahsine dair ölçüler bahsini, dinamik bir şekilde çerçevelemek istersek, Allah Sevgilisi’nin şu sözü:
-“Cebrail bana gelip dedi ki: Allah, Ebu Bekr ile istişare etmeni emrediyor.”
Ve yine Allah Sevgilisi’nin şu sözü:
-“İçinde Ebû Bekir’in bulunduğu kavme, ondan başkasını imam edinmek lâyık olmaz.”
•
İstişâre, ehliyle yapılır… Ehliyet, seçme işinde olduğu kadar, nasbetme-tâyin hususunda da geçerlidir.
•
Allah Resûlü defnedilirken, Ehl-i Sünnet, Sakîfe toplantısındaki Müslümanların tavırlarından çıkardıkları sonuca göre, halife seçilmesinin vacip, hattâ her şeyden önce geldiği neticesine vardılar… Said bin Zeyd’e soruldu:
-“Resulullah’ın vefatına şahit oldun mu?”
-“Evet!”
-“Ebû Bekir’e ne zaman bey’at edildi?”
-“Resulullah’ın vefat ettiği gün Müslümanlar başsız ve dağınık cemaat görüntüsü düşüncesinden birkaç gün için bile olsa nefret ettiler!”
-“Onun seçilmesinde kimse ihtilâfa düştü mü?”
-“Hayır; ancak mürted (dinden çıkanlar) ve Ensar’dan bazıları ki, eğer Allah onları kurtarmasaydı neredeyse mürted olacaklardı.”
-“Muhacirlerden kimse ona bey’at etmekten kaçındı mı?”
-“Hayır! Muhacirleri kimse çağırmadan kendileri peşpeşe gelerek ona bey’at ettiler.”
Sekîfe toplantısında olup bitenlere kıyasla şu neticelere varılmıştır: İmam olmaya ehliyeti bulunan ve bunun şartlarını taşıyanlar, diğer yanda da imamı seçme şartlarını taşıyanlar… Ve gerisi, bu iki grubun dışında kalanlar.
•
İktidarı bir “kaymak yeme yeri” olarak görenlerle, vazife ve mesuliyet yeri olarak görenler arasındaki farkı da, yukarıdaki tablodan çıkarılan bir netice olarak gösterelim:
-“Mâverdi bu bahiste şöyle demektedir: Halîfe seçimi farz-ı kifayedir. (Yani birilerinin yerine getirmesiyle, herkesin mesuliyetinden kurtulduğu iş.) Başka bir ifâde ile, hilâfete ehil kişi, görevini ifâ ederse, herkes üzerinde farz olan zorunluluk düşer. Şayet kimse bunu üzerine almazsa, halktan iki grup ayrılır: Bunların bir kısmı seçme liyakatine sahip olanlar, bir kısmı da İmam olmanın şartlarına sahip olanlardır. İmamın seçilmesindeki gecikmede, ümmet içindeki bu iki grup dışında kimseye, ne günah ve ne de haram sözkonusudur.”
Yukarıdaki mesele yanında bir de şunu düşünün: Ne yüreği, ne kültürü, ne aklı ve ne de bileği yetmezken, cihad farzını yerine getirenlere karşı en azından duacı olması gerekirken, onları karalayan adamların hâli… Adam olur mu canım? Bunlar teyze adamlar!..
•
“İşi ehline vermek” ve “emanetin sahibine verilmeyişinin kıyamet habercisi” oluşuna dair ölçüler malûm… Hanbeli mezhebinin kurucusu büyük İmam’dan ikazımızı pekiştirelim ve değerlendirme ölçüsü verelim… İmam Ahmed bin Hanbel’e sorulmuş:
-“Şu iki adamdan hangisi savaşta kumandan olmalı: Onlardan biri, cesur ve kuvvetli, fakat günahkârdır… Diğeri ise, kâmil mümin, fakat zayıf ve acizdir. Hangisi kumandan yapılır ve hangisiyle savaşa çıkılır?”
İmam Ahmed bin Hanbel Hazretlerinin cevabı:
-“Birincisinin kuvveti müslümanlara, günahı ise kendinedir. İkincinin ise, kâmil müminliği kendine, acz ve zayıflığı müslümanlaradır. Bence müslüman fakat günahkâr kuvvetli, harplerde kumandan tayin edilir ve onunla savaşa çıkılır.”
Her faydanın bir ilim olması bakımından, “içtimaî fayda”nın da bir ilim olması bu misâlde… “Fert” ve “toplum” muvazenesi bu misâlde… “Fert hakikati” ile “toplum hakikati” bu misâlde…”İşin işe” ve “adamın adama bağlılığını” ince idrakla yerine oturtma, bu misâlde… “Samimi” ile “sahtekârı” birbirinden ayırma ve ölçüleri yerli yerinde kullanma sanatı, bu misâlde…. Bu misâlde, “topluluk hakikati”nin renk renk daha ne pırıltılarını bulabiliriz.
•
Gerek Kur’ân’da ve gerekse Hadîslerde, müslümanların belirli bir hükümet şekline uymaları istenmemiştir: Lider, ehliyet, şûra, adalet ve topyekûn dünya meselelerini kucaklayıcı ölçülerin belirttiği hükümet zorunluluğu çerçevesinde, toplumun maslahatına ve zamanın şartlarına uygun, “esas”ta sabit, şekilde icada kalmış bir iş… Kısacası, İslâm’da “idare şekli yok, idare ruhu vardır”… Lâfın gelişinden gidişinden sahte mânâ türetmeye alışık ahmak ve hainleri gözönünde tutarak bildirelim ki, “İdare şekli yok” demek, “İslâm’da idare yok-devlet yok” demek değildir; “Ölçülerle belirli bir idare şekli tayin edilmemiştir” muradı kastedilmektedir.
•
Hazret-i Ebû Bekir, müslümanlar tarafından “Resûlullah’ın Halifesi” diye adlandırıldı. Bu isim, sözkonusu ortamın ve şartların, gerek Hazret-i Ebû Bekir’in Allah Resûlü’nün işaretine mazhar olması ve sevilmesi, gerekse doğrudan doğruya ve en başta Allah Resûlü’nün sevilmesi ve onu hatırlatıcı bir isim olarak yorumlanabilir… Hazret-i Ebû Bekir’den sonra Hazret-i Ömer hilâfet makamına geçince, Sahabîler ona “Resûlullah’ın Halifesinin Halifesi” lâkabını taktılar. Allah Resûlü, “Benden sonra Ebû Bekir ve Ömer’e uyunuz” diye buyurmuştu; ve Hazret-i Ebû Bekir’in, Hazret-i Ömer’in halifeliğe geçmesi için ölüm döşeğindeyken tâyini malûm… Başta işaretlediğimiz yoruma nisbetle, “Resûlullah’ın Halifesinin Halifesi” lâkabının kendisini seçenlerce takılmasının sebebi de anlaşılıyor. Hazret-i Ömer, “bu uzun lâkaptır; bana sadece Emir-ül Mü’minin deyin” diye buyurdu; Müminlerin Emiri… Müminlerin Emiri ve “Ulülemr” diye isimlendirilen büyük içtimaî irade ve icra makamı, aynı şey; demek ki iş klişede değil, mânâda… Başyücelik Devleti’nde sözkonusu mânâları kapsayan isim, “Başyüce”dir… Şu hâlde “Hilâfet” kelimesini kullanmak, İslâmî bir vecibe değildir ve İslâm hükümet şeklinin gereklerinden biri değildir.
•
Galiba açık oldu: İslâm devletinde, devletin başı, tabiî olarak halifedir de… Hilâfet müessesesinin ayrı bir yapılanma gibi zannedilmesinin sebebi, müslüman toplulukların ayrı ayrı devletler hâlinde görünmesi ve bunlardan hangisinin başının kapsayıcı olduğunun belirtilmesi zaruretinden doğmuştur… Gerek coğrafya ve gerekse temsil liyakati ve güç unsurunun kendinde görünmesi bakımından doğan ayrılık, neticede hilâfet çekişmesine sebep olmuş; ve hilâfet şurada, hilafetsiz iktidar burada ikiliği doğmuştur… Yani aslolan, dünyadaki müslüman toplulukların tek devlet ve lider etrafında birleşmeleridir; coğrafya uzaklığı, güçsüzlük vesaire gibi arızî sebepler bir yana, ayrı ayrı İslâm devletleri olmaz… “Asillerin dilinden asiller anlar” hesabı, muradı sadece İslâm olan asil ruhluların anlayabileceği bir incelik olarak belirtelim: Yavuz Sultan Selim Han ve Memlûk Sultanı Tomambay arasındaki savaş misâli, Hilâfet kavgası, bir saltanat ve adi nefs savaşı değil, bayrağın lâyık olanda kalması hasbî duasıyla Allah’ın rızası -Ümmetin birliği ve güçlenmesi- kaygısıyla yapılmıştır… Şunu söylemek istiyoruz: Hilâfet bahsinde her şahıs ve kişi, uydurma genellemelere gidilmeden, iyi niyetiyle, kötü niyetiyle, şartların zorunluluğuyla vesaire, ona mahsus ahvâli ile değerlendirilir… Bir işaret daha: “Tek İslâm devleti” meselesini işaretlememizden dolayı, bir takım uyduruk kafalar, ortada bir teki bile yokken, içinde bulunduğumuz mücadele şartlarını saptırmak için “İslâm birliği kurmalıyız” zekâîliğini ortaya atmasınlar… İslâm birliği, İslâm devletinden sonraki iştir; uyduruk İslâm Konferansı cinsinden cansız teşkilatların fonksiyonu ne ise, görünür şartlardaki her türlü İslâm birliği de o olur… Neticenin neticesi de şu: Dünya İslâm birliğini sağlayacak olan husus, hemen içinde bulunduğumuz şartlarda, var gücümüzle İslâm devletini kurma zorunluluğunu ve mesuliyetini ihtar etmektedir.
•
Başyücelik Devleti: Devletimizin şekli ve ismi bu… Evvelâ şu incelik: Geçmişteki müslümanların devletlerine baktığımız zaman, bunların hiçbirinde, “ümmet” anlayışından dolayı kavmi öne çıkarıcı bir isim yoktur. Emeviler, Abbasiler, Eyyubiler, Selçukîler, Osmanlılar vesaire… Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere, isim, kavim değil de, iktidarı elinde bulunduran Ulülemr’in -içtimaî irade ve icra makamını temsil eden şahsiyetin- adı ile anılmıştır; bu durumda sözkonusu isim, belirli ve fâni bir şahıs sultasının değil, içtimaî irade ve icrâ makamının ismidir ve ismin tanımaya mahsus rolünden başka bir mânâ ifade etmez… Ve aynı nesep zinciri içinde elden ele geçen bayrak tutan sürecinde, sürecin toplamı bir remz olarak devam eder gider… Büyük Doğu idealinin çizdiği devlet modelinin monarşiye dair bir yönü -yani saltanat- olmamasına nazaran, büyük içtimaî irade ve icrâ makamının ismi, en lâyık şahıs tarafından doldurulacak bir mücerret isim olarak, Başyücelik’tir. “Başyücelik”in bir isim ifâde etmesinin yanında, sıfat belirten bir rolü de vardır; devlet’in hükmî şahsiyet olması ve “sıfat”ın da “bir şahıs veya şeyin hâl ve vasfı, keyfiyeti, nişân ve alâmeti” mânâlarına gelmesi, durumu izaha yeter… “Başyücelik”, evvelâ bir isim; bu bakımdan da, bir devletin kendisini “enfes, sevimli, güzel” der gibi sıfatıyla isimlendirmesindeki hafif edaya uzaktır. Bu mesele şu bakımdan mühimdir ki, “İslâm Devleti” gibi bir isimlendirme, sanki devletin zâtı İslâm’ın kendisiymiş gibi tahdidî bir mânâya yol verirken -ki daha önce belirttiğimiz gibi, esas sabit ve şekil de zamanın ihtiyaçlarına nisbetle değişkendir-, ortaya çıkan her olumsuzluk da İslâm’ın imiş gibi intibâ doğurmaktadır… Nitekim, bırakın müşahhas devleti, “İslâm Devleti” diye kaleme alınan kitapların çoğundaki hafiflikler, onu ele alan adama değil de, İslâm’ın zâtına aitmiş gibi idrak edilmektedir; bir takım İslâmî klişeleri gevelerken ve kendi salaklığını perdelemek için İslâmî motifleri kalkan olarak kullanırken, doğrudan doğruya İslâmı küçük düşürme durumunda olan adamların cinayetini düşününüz… “İslâm Devleti” yerine “İslâmî Devlet”, yani “İslâm” isminin bir sıfat ekiyle “İslâmî” diye kullanılması ve böylece “devlet”in niteliğini belirtmek daha doğru olsa da, yukarıda belirttiğimiz veçhile, sıfatla isimlendirme gibi bir hafifliğe düşülmüş olur; kereste dükkânının üzerine “eczahâne” tabelâsı asmanın onun niteliğine dair bir değiştirme getirmemesi gibi, acûzeye “güzel” demenin de ona bir faydası yoktur… Bütün bu anlattıklarımıza nazaran ikinci mesele: Devletimizin isminin “Başyücelik” olması, devletlerin “idare şekilleri”nin onlara isim olması bakımından da, hem doğru ve hem de güzeldir… İslâm, bir idare şekli değildir; “Başyücelik” ise, İslâm’a nisbetle kurulmuş bir idare şeklidir.
•
“Başyücelik Devleti”mizin hususiyetine dair, “Cumhurî ve Şahsî İdareler” bahsinden süzülmesi gereken hikmetler, Üstadım’ın kaleminden:
Bütün garp ve şark irfan kökleri üzerinde pösteki saymış ve çile doldurmuş bir kalem sıfatıyla kaydediyorum ki, irfânın ne demek olduğunu, gelsinler de büyük İslâm mutasavvıflarında görsünler… Bu münasebetle meşhur Şiblî’den bahsetmek isterim… Mansur (Hallâç) için:
-“Biz İlâhî sırları, izbelerde ve mahzenlerde konuşurken, o, halkın karşısına çıktı, meydanlarda boy gösterdi ve esrarı fâşetti!”
Diyecek kadar bâtın âleminin ve ötelerin, bütün edepleriyle mütehassıs olan Şiblî, yeryüzünün ve halk idaresinin de bütün incelikleriyle ustasıydı… Bakınız cumhurî ve şahsî idare tarzları hakkında ne muazzam ölçüler koyuyor:
-“Cumhurî idareyi şahsî idareden uzak tutan başlıca ayırıcı sıfat, halkın memleket idaresi üzerinde mâlik bulunduğu nüfuzdur. Halkın, Hükûmeti murakabe hususunda mâlik olduğu hak ne kadar büyük olursa, idaredeki cumhurî ruh da o kadar kuvvetli olur. Devlet büyükleri, şahsî kuvvetlerini kaybederek icra heyetinin ancak birer uzvu oldukları zaman, halkın murakabesi en ileri haddine varmış demektir… Mutlak idarelerde -ismi ne olursa olsun-, bütün iktidar bir ferdin veya birkaç mensubun elinde toplanır ve bundan da şu neticeler çıkar: Mücerret liyakat ve iktidar diye ortada bir şey kalmaz. İnsanlar da, zarurî olarak, davaların değil, birkaç şahsın etrafında kümelenir. Şahıslarla beraber herşey kaybolur… Millet, devlet işlerini murakabe vaziyetinden düşünce esirler sürüsüne döner… Muhalif sınıflar ve topluluklar, kendilerini hükûmet idaresinde müşterek görmedikleri için haklarını koruyamazlar. İdareyi ellerinde tutanlar ise o haklara riayet etmezler… Böylece, işleri milletçe mütalâa etmek melekesi mihver olur; ve herkes, kendi başının derdine düşer… Halka istinat eden gerçek cumhurî idarelerde ise bu neticelerin aksi hâsıl olur.”
Allah ve dünya sırlarının en bâkir mıntıkalarına kadar varmış olan bu velînin işte bu tarifinden üstün, inanınız ki, demokrasi bahsi üzerinde Haymana ovasını dolduracak kadar kitaba mâlik olan garp irfânında tek bir misâl hatırlamıyoruz.
•
Batı hâkimiyetini çelici ve “Yeni Dünya Düzeni”ne İslâmı teklif edici, yani bizim “Yeni Dünya Düzenimiz”i belirtici “Başyücelik Devleti” modelimiz, her unsuru yerli yerinde bir ideolocya manzumesi olarak Büyük Doğu-İbda sisteminde mevcuttur… Bu çekirdek, bulunduğu toprakta köklerini perçinledikten sonra, dünyanın her tarafından fışkıracak kökleri ve hava tabakasına yayılacak dallarıyla dünya nizâmı olmaya taliptir… Çepeçevre gösterilen “Anayasa”mız, her coğrafi bölge ve kavim özelliklerine nisbetle, bir iç teşkilâtlanma mevzuu olarak ikinci, üçüncü, beşinci derecede kalan “esası” zedelemez teferruat hâlindeki bütün ayırımları toplayarak, birbirine eklenen halkalar hâlinde pratiğe nakşolunmayı ister!..
•
İslâm dünyasının bugün derece derece benimsemesi, benimsetmesi ve kavgasını yapması gereken husus, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nı reddetmek; bizim için de buna ek olarak Avrupa Ortak Pazarı’na girilmesine şiddetle karşı çıkmaktır… Bunun, başkasının “ol!” dediği şeye sadece “olmam!” demekten ibaret aciz bir tavır belirtmemesi için tek tezi de, bizim “Başyücelik Devleti” modelimizdir; yani, Büyük Doğu-İbda anlayışının otoritesini benimsemek ve hâkim kılmak!..
Kaynak: Salih Mirzabeyoğlu, BAŞYÜCELİK DEVLETİ -Yeni Dünya Düzeni-, İBDA Yayınları, 2. Basım, İstanbul 2004, s. 217-226. (Eserin orijinalinde sadece “Noktalamalar” arabaşlığı bulunmaktadır. Başlığımızda bulunan parantez içi konu başlıkları, okuyucularımız için tarafımızdan eklenmiştir.)