Yıl 1984. Yeni Devir gazetesi, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’yla bir röportaj gerçekleştiriyor. Röportajın bir yerinde tevcih edilen bir soruya, şöyle cevab veriyor Mütefekkir; Necip Fazıl’la Başbaşa adlı eserden takib ediyoruz:
«- Herkes birşey yapıyor güyâ… Olunması gerekene âit en küçük bir imaj yok ki, ona doğru gidişte “herkes karınca kaderince çalışıyor” diyelim… Doğru yol üzerinde olunsa, Kâbe’ye giden karınca hikâyesi gibi, hiçolmazssa o gaye ve yolda gidiyor ya, diyebiliriz… Ama, hem karınca ayaklarıyla, hem de Vatikan’a doğru yürünüyorsa, herkes birşeyler yapıyor demenin sahte tesellisine sığınamayız…»
O hâlde, her türlü faaliyetten önce ihtiyacımız olan şey, bize rehberlik edici bir “bütün” ve bu “bütün”den hareketle teşkil edilmiş muhtelif “inşâ plânları” olarak karşımıza çıkıyor. Bu bakımdan, İBDA Mimarı’nın, Kültür Davamız –Temel Meseleler- adlı eserinde sorduğu sorudur herkesin kendisine sorması gereken:
“- Binanın bütünü görülmeden, taşların üst üste konmasıyla ortaya bina mı çıkar, yoksa taş yığını mı?”
İşte Kanunî’den bu yana cemiyetimizin ve yüzyıllarca bayraktarlığını yaptığımız Müslüman toplumların problemi de bizce bu noktada merkezîleşiyor:
Büyük Doğu-İBDA dışında, kimse bize ne olunması ve yapılması gerektiğine dair “bütün” bir “kültür-medeniyet” projesi, İslâmı hayata tatbik için gerekli “ruh ve sistem”i arzetmiyor, arzedemiyor. Uzatmaya ne gerek, kimsenin bir İdeolocya Örgüsü ve Başyücelik Devleti yok! Böyle olunca, birbirini bütünlemesi ve eksiklerini tamamlaması kıymeti belirtebilecek nice “parça” emek ve eser bir nevî hebâ oluyor, “ortak” hedefte buluşamıyor, gayeyi tahakkuk ettiremiyor. Kısacası, “aynı” baraja aktığında müthiş bir enerji doğurabilecek sayısız nehir ve derenin taşıdığı bu potansiyel, ya dağda bayırda savrulup gidiyor ya “başka” değirmenlere su taşıyor.
Ezcümle, “netice” değişmiyor: İslâm toplumları, Batı’nın kültürel, siyasî, iktisadî, sınaî ve askerî emperyalizmi altında inliyor, çürüyor, dağılıyor. Ne “sağlam” bir teşhis sözkonusu, ne “bütün” bir reçete. Eşiğinde bulunduğumuz Büyük Doğu-İBDA İnkılâbı arifesindeki “durum”, işte bu çerçevede.
Öyleyse, cevabına hepimizin muhtaç olduğu “ortak” soru şu: Ne yapmalı?..
KÜLTÜR VE MEDENİYET NEDİR?
Çözüm, İslâm toplumlarının birleşmesi ve mahallî hususiyetleri itibariyle muhtar, bütünü bakımından sımsıkı kenetlenmiş “tek” bir İslâm devleti hâlinde müesseseleşmesidir. “Birleşelim” demekle birleşilemeyeceğine, “devletleşelim” demekle de dünya çapında bir “İslâm devleti” tesis edilemeyeceğine göre, mesele öncelikle bunun “altyapı”sının FİKİR plânında temin edilmesidir. Buysa, “büyük aksiyon”a girişmezden evvel, dünya çapında bir “kültür ve medeniyet” hamlesinin, hem ruh ve fikir, hem de bir “faaliyet plânı” hâlinde meydan yerine konulması demektir. “Kültür” ise, işte bu muazzam aksiyonun bizce “temel meselesi”dir.
Peki, -bu makale çerçevesinde- nedir “kültür”den kasdımız?..
“Kültür” ve çoğu onunla beraber telaffuz edilen “medeniyet”, düşünce tarihinde çok farklı açılardan ele alınmış olsalar da, çoğunlukla “tek” bir vâkıaya ve onun tamamlayıcı yönlerine işaret olarak kullanılagelmiş kelimeler. Bu bahiste Cemil Meriç’’in teklifi şöyle; Umrandan Uygarlığa adlı eserinden:
“Amerika’nın en tanınmış antropologlarından, Kroeber ile Klukhohn, kültürün –şimdilik- 161 târifini tesbit etmişler. Cuvillier, Sosyolojinin Elkitabı’nda medeniyetin 20 târifini vermiş. (…) Ben kendi hesâbıma kültürü de medeniyeti de aynı mânâda kullanacağım; okuyan ne kastettiğimi metinden anlasın. Hegel’den beri bütün büyük yazarlar öyle yapmış.”
Evet, Cemil Meriç böyle diyor. Bizim bu makaleye tahsisen kullanacağımız “kültür” ve “medeniyet” kavramları ise, Büyük Doğu-İBDA külliyatında birçok yerde geçen “kültür-irfan” kavramına bitişik, ancak biraz daha “geniş” çerçevede bir muhtevâya dair olacak. Kısaca biz, “kültür ve medeniyet” mefhumlarını, bunların “hep birlikte” belirttiği ve hem maddî hem manevî yönleri bulunan “içtimaî” bir bütünlüğe işaret kasdıyla kullanacağız. Kaldı ki, böylesi bir kullanımın “çıkış noktası”nı da yine İBDA külliyatından göstermeye çalışacağız. Biraz daha açalım dilerseniz.
Prof.Dr. Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik adlı eserinde, “kültür ve medeniyet” meselesi etrafındaki tarif, tartışma ve değerlendirmeleri ele alır ve akabinde kendi değerlendirmelerini takdim ederken, kültür ve medeniyetin birbirinden ayrılmazlığı temelinde, bu iki mefhumun bir ve aynı vâkıanın iki yüzü oldukları üzerinde karar kılar. Güngör’e göre, kültür “hayatın manevî nizamı” iken, medeniyet “hayatın maddî nizamı”dır. Bir deyişle, biri manevî dünyamız ise diğeri görünür eserlerimiz, biri millî tarihimizden tevarüs ettiğimiz ahlâkî, fikrî ve hissî zenginliğimiz ise diğeri bediî, teknik ve teknolojik verimlerimiz, biri hayatımızı düzenleyici normlar ise diğeri bunların büründüğü maddî formlar, kısaca biri ideal ve ideoloji ise diğeri reel tatbiktir.
Yine –meâlen- ona göre, belli bir kültürün maddî formları olarak “medeniyet” verimleri başka kültürlerin mensublarınca şeklen veya bir ölçüde taklid edilebilirken, o verimlere vücud veren (belli bir topluma has!) kültürün manevî dünyası, başkalarınca hiçbir zaman “tamamen” taklid veya tevarüs edilemez. O “başka” kültürler –şayet becerebilirlerse!- ancak şunu yapabilir: Sözkonusu medeniyet verimlerini “kendi” kültür normlarınca, “kendi” ahlâk ve fikir dünyasınca, “kendi” kültürüne “asimile” edebilir, mâledebilir, bünyeleştirilebilir. Ki bu husus, “teknoloji” ve “sanayileşme” vesilesiyle müteaddit defalar İBDA külliyatında vurgulanan inceliktir. Mütefekkir Mirzabeyoğlu söylüyor; yine Necip Fazıl’la Başbaşa’dan:
«Şimdi işi genel bakış açısından endüstri, makine ile alâkalı ağır sanayi mihrakına doğru daraltalım. Eğer meseleyi niye bu kadar geniş sahada ele aldığım sorulursa, anlaşıldı ya, ben hemen bir başlık gibi bağlayarak söyleyeyim: Bu iş, başın başında bir “jeni-bünye” meselesidir, bir kültür davasıdır. Toplum bünyesinin ve kültürünün, kendi içinden ifrazı, bünyenin tezahürü olacak.»
Erol Güngör’ün, eserinin Dipnotlar kısmında yer verdiği, meşhur Amerikalı antropolog ve dilbilimci Edward Sapir’in şu sözleri, her bir kültürde mevcut olan “hususî” bünyeye olduğu kadar, maddî yahut manevî tüm kültür formlarına sirayet eden “manevî özsuyu”nun mahiyetine de ışık tutucu olsa gerektir.
“Ona (kültüre, HS) kudretli bir ağacın büyümesi gibi bakabiliriz; en uzak yaprakları ve dallarının herbiri aynı özsuyu ile beslenir. Bu büyüme olayı sadece toplum için kullanılan bir benzetme sayılmamalıdır; aynı şey fertler için de sözkonusudur. Kendi mensublarının temel istek ve menfaatleri etrafında kurulmuş olmayan, genel hedeflerden ferdî hedeflere doğru giden kültür, dıştan (external) bir kültürdür; hakikî kültür ise içtendir, fertten hareket ederek gayelere gider.”
“Dıştan” kültür aşılama teşebbüslerinin tutmayacağına; belli bir kültüre mensub olanların kendi “öz” inanç, ahlâk, fikir, sanat, tarih ve tecrübesine dayanmayan haricî “genel hedefler”in (“çağdaş uygarlık seviyesine erişme yolunda evrensel değerler”?) kusulacağına; bu “ithal” gayretlerinin ancak sağlıklı bünyeyi dejenere etme istidadı belirteceğine dair ciddi bir ihtar ve ilmî bir tesbit sayılmalıdır Sapir’in sözleri.
KÜLTÜR MUHTEVÂSI, MEDENİYET İNCELİĞİ
Erol Güngör’ün söyledikleri tamamen yerinde olsa da, yâni bir kültürün maddî ve manevî yönleri hakikaten “içiçe” olsa da, “kültür ve medeniyet” kavramlarının içiçelik ve ayırımında bizim şahsen daha yakın durduğumuz değerlendirme, S. Ahmed Arvasî’ye âit olandır. Türk-İslâm Ülküsü adlı eserinin birinci cildinde, bir “kültür”ün –aynı bünyenin içi ve dışı tarzında- “içiçe” maddî ve manevî varlığının bulunduğuna o da işaret ediyor. Ancak, bir cemiyetin manevî kıymetlerine “kültür”, maddî eserlerine “medeniyet” demektense, “kültür”ü maddî ve manevî cebheleriyle bir “bütün” kabul edip, “MEDENİYET”i tüm bu “kültür” muhtevâsının “incelikle” işlenip işlenmediğine ve “mahallî” kıymetler olarak bırakılmayıp, “yüksek” âlemşümûl kıymetler hâlinde üretilip üretilememesine göre, yâni bir “seviye” ifadesi olarak tesbit ve tarif ediyor:
«Medeniyetin “seviye”si sözü, millete ait maddî ve manevî kültür malzemesinin ne kadar ve ne derecede “işlenmiş” olduğunu ifade eder. Daha önceki yazılarımızda, “vahşi” tabiî olandır, demiştik. İnsan tabiatı işleyerek ve değiştirerek “kültür”e ulaşabiliyordu. Kültür tabiata ne kadar yakın derecede ham kalırsa o kadar “ilkel”dir. Aksine, insan zihninin yardımı ile “tecrit” ve “tâmim”lerle (“genelleme”lerle, HS) ne derece yüceltilirse o kadar “seviye” kazanmış olur. Dikkat ederseniz köylerde, yahut “tarım toplumları”nda kültür değerleri, tabiata daha yakın ve dolayısı ile daha ham bir görünüş içinde ifade bulduğu hâlde, bu kültür değerleri şehirlerde, yahut “sanayi toplumları”nda daha fazla işlenme ve incelme imkânı bulabilir. Gerçekten de millî kültürün ham maddesini daha çok köyler hazırlar, fakat ona seviye ve incelik kazandıranlar ise, “büyük şehirler”dir. Bilindiği gibi, bir milletin büyük ilim, fikir ve sanat adamları daha çok bu şehirlerden çıkar. Bu sebebten, kültürün “tarım”, medeniyetin “şehir” imajı ile birlikte bulunması boşuna değildir.»
Bahsin burasında, S. Ahmed Arvasî’yi doğrulayan bir tesbit arzedeceğiz İBDA Mimarı’ndan, tekrar Necip Fazıl’la Başbaşa’dan:
«Bir askerî dehâ der ki, “bir yamyam kabilesinden askerî dehâ çıkmaz!”… Kültürel çevreyi işaretliyor. Söyle bakalım bana; bir yamyam kabilesinden Einstein çıkar mı?.. (…) İdeolocyanı toplum dokusuna sindirmeden, onun meyvelerini toplamaya çıkabilir misin?.. İstersen işi müsbet yönüyle de al, bütün şubeleriyle müsbet ilimler teşkilâtlanmadan (dedik ya; ağır sanayi edebiyyatı, diye), evet, bu olmadan, bunun pratiği hâlinde endüstri kurulacak (!)… Yağma vardı!…»
S. Ahmed Arvasî, “kültür ve medeniyet” içiçelik ve ayırımını bu şekilde ortaya koyarken, “din” veya din yerine geçmeye talib “doktrin”leri ise, her kültür ve medeniyetin fevkinde bir “üst-sistem” olarak, yönlendirici bir mevkîye koyuyor. Kültür ve medeniyetten ayırmıyor, ancak kültür ve medeniyetin “mahallî” ve belli bir topluma has “millî” niteliğinden ayırdediyor. Bu zâviyeden din, birbirinden çok farklı cemiyetleri aydınlatan bir “güneş”; kültür ve medeniyetler ise, onu kendi hususiyetleri içinde aksettiren birer “ay” hüviyeti kazanıyor. Aynı eserinden:
«Biz, “İslâm medeniyeti” terimini, İslâm dinini kabul eden çeşitli ve çok sayıda milletin “millî medeniyetlerine” yön, ruh ve şuur kazandıran “ortak üst-sistem” mânâsında kullanıyoruz. İslâmiyet bir “üst-sistem” olarak medeniyetlerin terkibini değiştirirken, o millî medeniyete kendi damgasını da vurur. (…)
Tarih bize gösteriyor ki, milletlerin kültür malzemesine biçim ve ruh veren bir “üst-sistem” daima var olagelmiştir. Bu, ya bir din veya onun yerine geçmeye çalışan bir doktrindir. Yeryüzünde “lâik” bir medeniyete rastlayamazsınız. Her medeniyet, bir dine dayanarak ayakta durur.»
“İslâma muhatab anlayış” davasına da delâlet edici tesbitleri yanında, S. Ahmed Arvasî haklıdır. Meşhur İngiliz tarihçi Arnold Toynbee için de, “Her medeniyet, aslında bir dinin medeniyetidir” ve tarihteki tüm medeniyetleri, beşi yaşayan (Uzak-Doğu, Hind, Ortodoks Hristiyanlık, İslâm, Batı), toplam 21 medeniyete ircâ eder. Ve ekler:
“İstikbâl İslâmındır. Denenmedik bir o var!”
KÜLTÜR-MEDENİYET BUHRANI VE ÇÖZÜM
Bugün gerek Türkiye, gerek İslâm dünyasındaki ülkeler, gerek Batılı ülkeler, gerekse Batılılaşmış yahut Batılılaşma yolundaki diğer ülkelerin yaşadığı buhran, bize göre temelde birdir. “Eski” nizam, kökleriyle birlikte devrilen bir çınar gibi gitmiş, “yeni” nizamsa bir türlü oturtulamamış ve kökleştirilememiştir. Geçmişin din, mitoloji, örf ve âdet gibi belki hiç hesaba çekilme gereği duyulmadan yaşatılan ve bir kültür-medeniyeti ayakta tutan değerleri, Batı tipi akılcılık, demokrasi anlayışı ve sanayileşmenin getirdiği zincirleme tesirlerle sarsılmış, “yeni” döneme “intibak” başarılamamış, Batı kültür ve medeniyetinin ürettiği hastalıklara “bağışıklık” yahut teknolojik ürünlere “tahakküm” bir türlü sağlanamamıştır.
İşin tuhafı, kendi eserinin esiri olurcasına, “makine”nin bir hayalet gibi kontrolden çıkmış manevî otoritesi, en başta Batı insanının ruh dünyasını parçalamıştır. Hikmeti kendinden menkûl bir üretim ve tüketim çılgınlığının ortasında, “gayeler vasıta, vasıtalar gaye” olmuştur. Kültürel değerler, artık “içtimaî kıymet ve müeyyidesi” olan birer “gaye” değil, ya “içi boş bir nostalji” ya bir “sakinleştirici sığınak” kıymeti taşır olmuştur ki, bunlar “hayatın gayesi” değil, iktisadî ve sınaî çarklarda “öğütülme gayesi”ni kabullenmişlerin “rahatlama vasıtaları” derekesindedir.
Tüm bu didinme ve sathî kurtuluş çabalarının ortasında, cemiyette “ruhî muvazene” bozulmuş, geçmiş kültürel değerlerin “ahlâkî” otoritesi de artık bulunmadığı için “temelde” kimse kimseyle anlaşamaz olmuş, herkes kendi çıkarının yahut zümre menfaatinin derdine düşmüştür. Kültürel “ideal ortaklığı” gitmiş, Batı tipi “demokrasi”nin aile fertlerini dahi birbirine düşürücü anarşist zemini, toplumda her köşe başını tutmuştur.
Şu hâlde, “çözüm yolu” bellidir. “Ruh”u tekrar maddesine ve eserine hâkim kılmak… Bu hedefe “kültür-medeniyet” bütünlüğü içinde erişilmesine kefil olucu “olması gerekenler” (itikadî, fikrî, ahlâkî, estetik ölçüler) ve “yapılması gerekenler” (ilmî, bediî, idarî, hukukî, siyasî, iktisadî, sınaî, askerî vs. müesseseleşme) kutublarını, yine her sahanın ihtiyaç duyacağı ipuçlarıyla birlikte, “her örgüsü tezatsız” bir İDEOLOCYA manzûmesi hâlinde ve yüzlerce ciltte eserleştirmiş Büyük Doğu-İBDA dünya görüşünü devletleştirmek… Onun “makineyi yapan insan” değil, “makineyi yapan makine”yi temin hedefini içtimaî bir gaye olarak meydan yerine dikmek… “Din ve devlet” birbirinden ayrılmaz bir bütün belirttiğine göre, devletleşinceye dek “DİRENİŞ” ahlâkını her iş ve verim sahasında yükseltmek… Meselenin “kültür davası” olduğu düsturunu bir ân bile hatırdan çıkartmayıp, İBDA’nın “Her mevzu kendi esas, usûl ve kuralları çerçevesinde çözüme kavuşturulur” meâlindeki şiarını her sahada verimlendirmeye bakmak… Bizim için nihaî gayenin, işte bu kültür “jeni-bünye”sinin tutması, kurulması, korunması, geliştirilmesi ve aslî hedef olarak devletleştirilip “medeniyet” gerçeklik ve yüksekliğine kavuşturulması demek olduğunu, “Aydınlar Aristokrasisi”ne giden yolun yalnızca bundan geçtiğini şuurlaştırmak…
Sözün özü, hem toplumumuzun, hem insanlığın beklediği “Kurtuluş”un yolu, fikir, ilim ve sanatta “ağır sanayi”imizi kurmak ve tam da bu yüzden İBDA’yı devletleştirmekten geçiyor. Bunun tabiî neticesi olan tüm “teknolojik” başarıların yolu da.
FAYDALANILAN KAYNAKLAR
Salih Mirzabeyoğlu, Necib Fazıl’la Başbaşa –İntibâ ve İlhâm-, İBDA Yayınları, 2. Basım, İstanbul 1989
Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız –Temel Meseleler-, İBDA Yay., 3. Basım, İstanbul 1993
Cemil Meriç, Umrândan Uygarlığa, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1974
Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ötüken Yayınevi, İstanbul 2007
S. Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü, Burak Yayınevi, 5. Basım, I. Cilt, İstanbul 1989
Kaynak: Aylık Dergisi (Şubat 2010)