Kürd’ün Meselesine Siyasî Bakış

– ALFABETİK TEMEL BİLGİLER –

II. ABDÜLHAMİD HAN

Sultan II. Abdülhamid’in sıfatlarını biliyorsunuz. Bunlardan biri de “Kürtlerin Babası” olarak baş tacı edilmesi. O, “Bavê Kurdan” olarak anılırdı Kürt aşiretleri arasında. Çünkü Kürtlerin eğitimine, gelişmesine, devletin idari kadrolarında yer almasına oldukça düşkündü ve bu yönde çalışmaları oldukça yoğun ve programlıydı. Bu inanç ve güven boşuna değildi. İbrahim Paşa ayaklanması, hilafet makamından indirilen Abdülhamid’in intikamını almak için başlatılmıştır. 24 Temmuz 1908 tarihli Jön Türk ihtilâlinin ardından yeni rejimi, Meşrutiyet’i tanımadığını ilân eden Millî Konfederasyonu reisi ve Abdülhamid’in en güvendiği Hamidiye alaylarının komutanlarından İbrahim Paşa ayaklandı ve bağımsızlığını ilân etti. Nisan 1909’da tahtından indirilen Abdülhamid’i desteklemek amacıyla 1.500 silahlı adamıyla Şam’a yürüdü…

Ağustos 1896’da, Sultan Abdülhamid, 26 Aşiret Mektebi mezununun ve son sınıftaki 25 öğrencinin Mekteb-i Harbiye ve Mekteb-i Mülkiye’deki özel sınıflara gönderilmelerini emretmişti. Okulun açılmasının ve aşiret gençlerinin bir Osmanlı Beyefendisi olarak eğitilmeye başlanmasının ardından 5 yıl geçmişti. Yüksek eğitim için yapılan hazırlıklar, Sultan’ın Aşiret Mektebi tecrübesinin meyvelerini elde etmek konusundaki sabırsızlığını göstermekteydi. Yapılan bu hazırlıklara bakılırsa, Aşiret Mektebi’nin son sınıfında olan öğrenciler, zamanından önce Harbiye ve Mülkiye’ye alınmakla kalmıyor, her iki akademideki diğer öğrencilerin bitirmek zorunda oldukları üç yıllık standart program da aşiret gençleri için tek yıla uyarlanıyordu. Bu durum açıkça gösteriyor ki, Sultan, mümkün oldukça çok Aşiret Mektebi mezununun hızlıca kendi memleketlerindeki resmî makamlara tâyinini istiyordu.

ABDULLAH ÖCALAN

1948 yılında Şanlıurfa’nın Halfeti ilçesi Amara (Ömerli) köyünde doğdu. İlkokulu Amara’da, ortaokulu Nizip’te okuduktan sonra, 1966’da Ankara Tapu Kadastro Meslek Lisesi’nde yatılı okudu. 1969 yılında mezun olan Öcalan 1971 yılına kadar Diyarbakır’da tapu memurluğu yaptı. 1971 yılında İstanbul Hukuk Fakültesine kaydını yaptırdı. İstanbul’da, hukuk okumaya devam ederken tekrar üniversite sınavlarına girdi ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi bölümünü kazandı.

Ancak Ankara’daki eğitimini yarıda bıraktı. Üniversite yıllarında Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürülmeleri üzerine bir protesto eylemine katılmak, Doğu Perinçek ve arkadaşları tarafından çıkarılan Şafak Dergisi’ni dağıtmak suçlarından Nisan 1972’de tutuklandı ve Mamak Cezaevi’nde yedi ay tutuklu kaldı. Öcalan, 1975 yılında ilk kez silahlı mücadelenin gerekliliğinden söz etti. Ankara Yüksek Öğrenim Derneği Yönetim Kurulu’ndayken Öcalan, arkadaşı Baki Karer’le, Kürtlerin bir “ulus” olduğunu, haklarını almak için bağımsız bir örgütlenmeye gitmeleri gerektiğini savunmaya ve yeni bir örgüt kurmanın hesablarını yapmaya başladı.

Ulusal Kurtuluş Ordusu (UKO) adıyla ortaya çıkan yeni oluşum, Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Fis köyünde, 1978’de yapılan bir toplantıda tamamlandı. Marksist-Leninist temellere dayalı bir Kürdistan devletini silahlı mücadele yoluyla kurmayı hedefleyen örgüte Partiye Karkeren Kürdistan (Kürdistan İşçi Partisi) açılımlı “PKK” adı verildi ve genel sekreterlik görevine Abdullah Öcalan getirildi.

Örgütü belirli bir süre Lice’den yönetti. Kısa bir süre sonra Suriye’ye geçen Abdullah Öcalan, örgütün eylemlerini buradan yönetmeye devam etti. Türkiye’nin baskıları sonucu Suriye, Öcalan’ı topraklarından çıkarmak zorunda kaldı. Suriye’den Rusya’ya, oradan İtalya’ya geçen Öcalan, İtalyan hükümeti tarafından da ülkeden çıkarılınca kendisine başka yer aramaya başladı. Yunanistan hükümeti, PKK’nın liderini Kenya Büyükelçiliği’nde saklamaya karar verdi.

Kenya’da ABD ve İsrail desteği ile yakalanıp MİT ve Bordo Berelilere teslim edilen PKK liderinin üzerinden sahte bir Kıbrıs Rum Kesimi pasaportu çıktı. Türkiye’de, İmralı Cezaevi’nde yargılandı ve idam cezasına çarptırıldı. Abdullah Öcalan’ın idam cezası Yargıtay tarafından 25 Kasım 1999 tarihinde onandı. Fakat daha sonra çıkarılan bir kanun ile idam cezası kaldırıldı. Hâlen tutuklu olarak İmralı Cezaevi’ndedir.

ALPARSLAN VE KÜRTLER

Müslüman Kürtler ile Müslüman Türklerin ilk ilişki ve birliktelikleri, bundan 1000 yıl öncesine, Anadolu Selçuklu Hükümdarı Alparslan’a kadar uzanır. Bizans İmparatorluğu ile Alparslan arasındaki Malazgirt (Me-lez-girt) savaşında, Kürtler’in Alparslan’ın ordusunda yer almasıyla, savaş Selçuklu Türkleri’nin zaferiyle sonuçlandı. Bu savaşı kazanmakla, Türkler için Anadolu’nun kapısı açılmış oluyordu. Eğer Türkler bugün Anadolu’yu kendilerine yurt edinmişlerse (resmî tarihin inkârına ve sessizliğine rağmen) bunun en büyük destekçisi ve yardımcısı Müslüman Kürtler olmuştur. Malazgirt Savaşı’nda Kürtler’in, Türklerin safında yer almasının en büyük nedeni ise, Türklerin Müslüman ve Ehli Sünnet olmasıdır. Selçuklular Anadolu’ya akın başlattıklarında oranın yerli kavimlerinden olan Kürtler zaten birkaç asır önce Müslüman olmuşlardı.

AKİL İNSANLAR HEYETİ

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tarafından demokratik açılım ve çözüm süreci kapsamında oluşturulan grubtur. 4 Nisan 2013 itibari ile 63 üyesi bulunmaktadır. Toplamda altmış üç üyesi bulunan Akil İnsanlar Heyeti, Türkiye’nin bölgelerinde çeşitli illerde temas ve sempozyumlar yapmışlar ve çalışmalarını bir rapor hâline getirip devletin ve hükümetin ilgili birimlerine sunmuşlardır. Toplamda üç ile dört ay süren bir aktivite olarak siyasi tarih sahnesinde yerini almıştır.

ALEVİLİK VE KÜRTLER

Türkiye’de Türkler ve Kürtler arasında çok sayıda müntesibi olan inanç sistemi. Kanonik metinlere sahib olmayan Alevi inancının muhtevası ve niteliği hakkında birçok tartışma vardır. Bazı araştırmacılara göre İslamın heteredoks bir mezhebi olan Alevilik, bazı kişi ve grublar tarafından İslam dışı bir inanç olarak tanımlanmaktadır. Aleviliğin an’anevî adı Kızılbaşlık olup Alevi isimlendirmesi nisbeten yenidir. Alevi inancı, ağırlıkta olan İslam unsurların yanında, İslam öncesi Zerdüştlük, Şamanizm ve Hıristiyanlık gibi farklı inanç ve mistik düşüncelerden birçok unsuru ihtivâ etmektedir.

Alevi tarihinin en önemli dinî ve siyasi olayı, Şah İsmail ve onun Osmanlı Devleti ile mücadelesidir. Bu mücadele sonunda yaşanan yenilgi ve acılar Alevi tarihinin temel kırılma noktasını ve muhayyilesinin en önemli belirleyicisi olmuştur. Alevilikte, Alevi olarak doğmamış birisi sonradan Alevi olamaz. Diğer Aleviler, efsanelerin mahallî folklorla karıştığı mitlere inanırlar. Babaların lider olabilmesi için belli bir tarikat eğitimden geçme şartı aranırken, dedelerin şeceresi Hazret-i Ali’ye kadar dayandığı iddia edilen bir ocaktan gelmeleri gerekir.

ANADİLDE EĞİTİM

“Anadilde eğitim” dediğimizde önce “mevcudu” reddetmek icab eder ki hakikate doğru ilk adım da budur. Mevcut derken kastedilen; Latin dili, Latin hukuku, Latin alfabesi, Latin kültürü ve tarihidir. İyi bakın Türk İnkılab Tarihi diye bilinen ne varsa hakikatte bir Latin İnkılab Tarihi’dir. Ve yüzyıla yakındır Türk’e de Kürd’e de dayatılan bu Latin İnkılabıdır. Bu mânâda Kürt de Türk de Harf devriminde kaybetti dilini, sadece dilini değil o dilde konuştuğu her şeyi de.

Dil ruha açılan anahtar görevi görüyordu ve onu elimizden alıp ruhumuzun en mahrem noktalarına kadar el uzattılar ve geçtikleri her yeri kirlettiler, lağımlaştırdılar. Yüzyıla yakın bir zamandır İncil dili (İngilizce) bütün okullarımızda ilköğretimin 4. sınıfından başlamak üzere çocuklarımıza öğretilmektedir. Hattâ bununla ilgili onlarca üniversitede filoloji bölümleri açılmakta, kariyer yapmak isteyenler İncil dili’nden imtihana tâbi tutulmaktadır. Arabça öğretmeni olacak bir kişiyi bile İncil dili’nden imtihana almak gibi garabetler yaşanmaktır. Buna rağmen 10 milyon kişinin konuştuğu bir dil olan Kürtçe (Kurmanç) eğitimi verilen, son günlerde Mardin’de açılan bir bölümü saymazsak hiç yoktur. Hiç kimsenin konuşmadığı Hititoloji bile var ama Kürtçe yok.

Dil bir milletin hafızasıdır, dili inkâr bir milletin hafızasını inkâr etmektir. Dili ırkîleştirmek de bir o kadar tehlikeli ve dili kısırlaştırarak yok etmektir. Nitekim son 80 yılda Kemalist Batıcılarca Türkçe’nin getirildiği nokta ortada. Kimse birbirini anlamıyor, ortada bir dil var ama bu kesinlikle o zengin bir alt yapısı olan Türkçe değil. Türkçe, Arabça ne varsa yasakladılar, hem yazılı hem sözlü, bu yasaktan Kürtçe de payını aldı. Ancak tüm bu yasaklara rağmen ve yine Bedirhan’lardan bazı ulusalcı Kürtler, Kemalistlere özenip Latin alfabesinde Kürt Alfabesi icad edip Kürtlere dayatmalarına karşılık, medreselerde Kürtçe eğitim verilmeye devam etti.

Arabça bir kitab medresede bir “fakî”ye (Kürtçede medrese talebesi) okutulurken, Arabça metin okunup, Kürtçe anlatılıyor, şifâhen Kürtçe’ye tercüme ediliyordu. Medresede okutulan sıra kitablarından (Kitébé Rézé) en sonuncuları olan Sa’duddîn-i Taftazânî’nin Şerhu’l-‘Akâid’i ile Cem’u’l-Cevâmi’ kitabları dahi bu şekilde okutulur. Ayrıca, zâten medrese’ye başlarken mübtedi talebeler, Kur’ân-ı Kerîm’i hatmettikten sonra, Kürtçe Mevlid-i Şerîf, ‘Akîda İmané, Nubihâra Piçukân, Nehcu’l-Enâm, Zurûf ve Terkîb gibi Kürtçe manzum ve mensur dinî eserler okuyor. Daha sonra İzzî, Avâmil-i Cürcânî gibi Arabça Sarf kitablarına geçiş yapıyor. Kürtçe’yi bölgede asırlarca ayakta tutan bu oldu.

İlerleyen zamanlarda 1966’da eski Kulp Müftüsü Mehmet Emin Bozarslan Kürtçede ilk Latin karakterli alfabe kitabını çıkardı. Daha sonra PKK ve onlara yakın olan laikçi Kürtler buna dayanarak Kemalistler gibi dil devrimi yaptılar. Arabça ve İslamî-dinî kelimeleri, terimleri sürekli ayıklamaya çalıştılar, çalışıyorlar.

Bu çerçevede denilebilir ki, “anadilde eğitim” şart ve en tabiî hak. Ancak burada şuna dikkat çekmek gerekiyor; Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’ndan öğrendiğimiz kadarıyla; dil önemli olmakla beraber, asıl olan o dilde ne ifade edeceğin, neyi söyleyeceğindir.

ARVASÎLER

Önceleri Kadirî tarikatına mensub iken sonradan Nakşibendî tarikatına intisab eden Nakşî şeyh ailesi. Meskûn oldukları Van ilinin Müks (şimdiki Bahçesaray ilçesi) civarındaki Arvas Köyü’nden (Doğanyayla) dolayı Arvasî nisbeti ile adlandırılmışlar.

Ailenin Cumhuriyet tarihindeki iki önemli ismi ise Abdülhakim Arvasî ile Şefik Arvasî’dir. Abdülhakim Arvasî, etkileri günümüze dek süren şahsiyetlere hocalık yapmıştır. Bunlardan biri de Üstad Necib Fazıl’dır. Abdülhakim Arvasî, Said Nursî’nin (yeni Said dönemi) faaliyetlerine ve yazdıklarına olumsuz yaklaşmış ve eleştirmiştir. Şefik Arvasî ise Said Nursî’nin talebesi olmuş ve Kürdistan Teali Cemiyeti içinde yer almıştır. Cumhuriyet döneminde herhangi bir siyasi faaliyet içine girmeyen Şefik Arvasî, Sultan Ahmed Camii İmamlığı yapmıştır. Ailenin bir diğer önemli ismi Ahmed Arvasî ise bir çok eğitim ve kültür faaliyetinde yeralmış, onlarca eser bırakmıştır.

AŞİRET MEKTEBLERİ (1892)

Sultan II. Abdülhamid Han tarafından, 21 Eylül 1892’de açılan okul, İstanbul’da Akaretler’deki bir binada bir yıl faaliyet gösterip, buradan Kabataş’taki Esma Sultan Konağı’na taşınmış, kapanana kadar da burada eğitime devam etmiştir.

Bu okul, aşiretlerin yoğun ve hâkim olduğu bölgeleri muhafaza etmek, buralardaki ağaların ve aşiret liderlerinin çocuklarını yüksek seviyeli ilimle yetiştirip devlete, İttihad-ı İslâm dâvasına bağlamak amacıyla açılmıştır. Okula Halep, Bağdat, Musul, Diyarbekir ve Trablusgarb vilayetlerinden 12–16 yaş arasındaki çocuklar alınmıştır. Bu çocuklar, özenle yetiştirilmiş ve sonraki yıllarda çocukların sayıları arttırılmıştır. İki yıllık öğretim programı beş yıla çıkarılan okulda Kur’an-ı Kerim, fıkıh, ilmihal gibi dinî muhtevalı derslerin yanında, zamanın fen bilgisi, Fransızca, Türkçe, coğrafya, tarih, edebiyat ve askerî dersleri de okutulmuştur. Bu okulların açılmasıyla asıl hedeflenen, Osmanlı İmparatorluğu’nun birliğini sağlamak ve aşiretlerin Osmanlı Devleti’ne olan bağlarını güçlendirmekti.

Sultan Abdülhamid’in bu çok önemli projesi, ekseriyetle başarısız bir proje olarak lanse edilir. İddiaya göre, okul kavmiyetçi çatışmaların odağı hâline gelmiş ve açılış gayesinin tamamen aksine bir netice verdiği için kapatılmıştır. Hâlbuki bu acele verilmiş bir hükümdür. Aşiret mektebinde tartışan Arab, Kürt ve Arnavut talebeler aynı tartışmaları başka okullarda da yapıyorlardı. Burada gözden kaçırılan önemli bir nokta, o yıllarda adı geçen unsurlar birbirleri ile henüz kavga etmiyorlardı. Sultan Abdülhamid’e karşı olmak, muhalefeti bir arada tutan ortak noktaydı. Osmanlı etnik unsurlarının birbiri ile kavgalı hâle gelmesi, İttihatçıların iktidarı ele almasından, yâni Meşrutiyet’in ilânından sonradır.

15 yıl içerisinde ortalama 600 öğrenci okula alınmış, bunların 400’ü mezun olmuştur. Okulda verilen eğitimin başarısız olduğunu kabul etmek için, bu 400 ismin üzerinde ayrıntılı bir çalışma yapılmasına ihtiyaç vardır. Sonraki yıllarda bu mektebten mezun olanların tavır ve davranışlarında rahatlıkla görülecektir ki, bir çoğu II. Abdülhamid Han’ın siyasetinin yanında olup, Yahudici ve Batıcı İttihatçıların karşısında olmuşlardır.

Aşiret Mekteblerinin üzerindeki bu soğuk propaganda, Batılıların hâdiseye el atmış olmaları ve konuyu istismar etmelerindendi. Aşiret Mektebi’ne talebe alınan bölgelerde, dönemi itibarıyla İngilizlerin yoğun faaliyetleri ve uzun vadeli plânları vardı. Aynı şekilde Almanların da niyetleri, İngilizlerden farklı değildi.

Batının, II. Abdülhamid’in Kürtlere karşı politikasına şiddetle karşı çıkmasının temelinde yatan sebeb malûm, ama bunu bir de O’nun ağzından dinleyelim: “Kürt ağalarının bazılarının çocuklarını, İstanbul’a getirip memuriyete yerleştirdiğim için tenkit edildiğimi biliyorum. Senelerdir Hıristiyan Ermeniler nazır [bakan] mevkilerini işgal etmişlerdir. Bundan sonra da kendi dinimizden olan Kürtleri kendimize yaklaştırmakta ne gibi bir zarar olabilir?” (Hatıratım, II. Abdülhamid Han)

AYETULLAH HUMEYNİ

İran’da Pehlevi saltanatını yıkarak İran İslâm Cumhuriyeti’nin kuruluşunu gerçekleştiren Ayetullah Humeyni 25 Eylül 1902’de dünyaya gelmiştir. Humeyni, çocukluğunda ve gençliğinde İran’ın ileri gelen Caferi âlimlerinden dersler aldı. 19 yaşında en önemli Caferi medreselerinin bulunduğu Erak’a gitti. Humeyni daha sonra hocası Ayetullah Hairi’nin 1922 yılında Kum’a yerleşmesi üzerine bu şehre göçtü ve öğrenimini orada devam ettirdi. 1962 yılında başlayan Şah rejimine karşı muhalefetin içinde yer aldı. 1964’te önce Türkiye’ye, sonra Irak’a sürgün edildi. Bu tarihten itibaren 1979 devrimine kadar sürekli sürgün hayatı yaşadı. 9 Şubat 1979’da yeniden vatanına dönen Humeyni, 3 Haziran 1989 tarihinde öldü.

Ehli Sünnet ve’l Cemaat düşmanlığı ile tanınan Humeyni, iktidarı boyunca Sünni Kürtlere göz açtırmadı. On binlercesini sürgün, binlercesini katletti. Ahmet Müftüzade gibi Ehli Sünnet Âlimleri ve Abdurrahman Kasımlo gibi Kürt aydınları bunlardan sadece bir kaçıdır.

Oysa İran Devrimi sırasında Kürtler Şah Karşıtı gösterilere destek verdiler. Şahlık rejiminin çökmesi ile İKDP ve Komala, İran Kürdistanı’nda kontrolü önemli ölçüde ele geçirdiler. Ancak Humeyni’nin başı çektiği Şii endeksli rejimin iktidara gelmesi ile birlikte, Kürtlere verilen sözler bir tarafa, Şah dönemindeki hakları dahi ellerinden alındı ve üstelik hain ilan edilerek, Kürtlerin yaşadıkları şehirler ve köyler uçaklarla ve ağır toplarla ateş altına alınıp binlerce Kürt öldürüldü.

BABANLAR YAHUD BABANZADELER

Babanlar, kökeni Baba Süleyman’a dayanan aile. İlk yönetim merkezleri olan Kala Çuvalan’da (Süleymaniye yakınlarında) uzun süre kendi kurdukları ocağın (beylik) mutasarrıflığını yaptılar. Ocağı ilk kez kurup çevre ilçeleri de ele geçiren Fatih Ahmet adlı bir derebeyinin, daha sonra yönetimi Süleyman Bey’e devrettiği (1669/70) söylenir. Böylece Süleyman Bey’in kardeşleri ve ardından da onların oğulları sırasıyla mutasarrıf olarak başa geçtiler. Ancak, Baban ailesi içindeki çekişmeler sonucu ocak ortadan kalkınca, ailenin fertleri bölgede ayrı yerlere dağıldı. Bunlardan Abdurrahman Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa, Süleymaniye adını verdiği yeni bir şehir kurdu (1783). 1830’da sülalenin başına geçen Ahmet Paşa’nın Koi savaşı’nda Bağdatlı Necip Paşa’ya yenilmesi üzerine bağımsızlıklarını yitirdiler (1847). Süleymaniye’de bugün eski Baban ailesinden pek çok kişi bulunmasına karşın, yalnız Süleyman ve İbrahim paşaların torunlarına önemli büyüklükte topraklar miras kaldı. Babanlar’ın çoğu, ayrıca hukukçu olarak sivrilip şöhret kazandığı gibi, Türkiye ve Irak’ta bakanlık yapanları da vardır. Babanzade Ahmet Naim, Prof. Şükrü Baban, Cihat Baban, bu ailenin Türkiye’deki ünlü üyelerindendir.

BARIŞ VE DEMOKRASİ PARTİSİ (BDP)

Barış ve Demokrasi Partisi (BDP), Türkiye’de 2008 yılında kurulmuş sosyal demokrat ve sosyal liberal görüşlü Kürt milliyetçisi siyasi partidir. Genel merkezi Ankara’nın Çankaya ilçesinin Balgat semtinde olan partinin amblemi, sarı zemin üzerine, yeşil meşe ağacıdır.

Barış ve Demokrasi Partisi, kendisini parti tüzüğünde şu şekilde tanımlamıştır: “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından uluslar arası hukuka uygun olarak kabul edilmiş insan hakları, siyasi haklar, sosyal ve ekonomik haklara ilişkin hak ve hürriyetleri benimsemiş ve içselleştirmiş; özgürlükçü, eşitlikçi, barışçı, çoğulcu demokratik devlet anlayışını benimseyen, çok kültürlü ve çok renkli toplumsal yapıyı savunan, her türlü ırkçılığı, ayrımcılığı, emek simsarlığı yapanları, baskı ve despotizmi reddeden, kadın ve çocuk haklarını savunan, demokratik sol kitlesel bir siyasi oluşumdur.”

Eylül 2008’de Türkiye’nin Diyarbakır ilinin TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Konferans Salonu’nda 234 delegenin katılımıyla yapılan birinci olağan kongresinde, dönemin Demokratik Toplum Partisi Hakkari Milletvekili Hamit Geylani, Siirt Milletvekili Osman Özçelik, Demokratik Toplum Partisi genel başkan yardımcıları Selma Irmak ile Kamuran Yüksek’in de katılımıyla Muş’un Varto ilçesi eski belediye başkanı Demir Çelik, Barış ve Demokrasi Partisi’nin genel başkanı oldu.

Barış ve Demokrasi Partisi 29 Mart 2009’da yapılan mahallî seçimlere 41 ilde örgütlenme şartını tamamlayarak katıldı. İlk seçimde parti Türkiye genelinde yüzde 0,06 oy aldı.

Demokratik Toplum Partisi’nin kapatılmasından sonra Aralık 2009’da bu partinin genel merkezine taşınan BDP, eski DTP’lileri partilerinde siyaset yapmaya çağırdı. DTP’nin siyasi yasaklı dört belediye başkanı haricindeki 94 belediye başkanı 23 Aralık 2009’da Diyarbakır’da yapılan bir törenle BDP’ye katıldılar. Eski 19 DTP’li milletvekili ve İstanbul bağımsız milletvekili Mehmet Ufuk Uras 25 Aralık 2009’da BDP’ye geçerek mecliste grub kurdular. Meclisteki grubun başkanlığına yeni bir genel başkan seçilinceye kadar yapılan bir seçimle Muş milletvekili Mehmet Nuri Yaman getirildi.

BARZANİLER

Mesud Barzani, Mustafa Barzani ve İdris Barzani gibi Iraklı Kürt liderlerin mensub olduğu aile. Bu aile 19. yüzyılda Nakşibendi şeyhlerinin halifeleri olarak Barzan köyüne yerleştikten sonra, kısa bir süre sonra aşiretleşti. Barzani Aşireti, Beroji, Mizorî, Şarvanî ve Dolemarî olmak üzere dört aşiretten müteşekkil bir aşiret konfederasyonudur.

Barzan bölgesi Irak’ın Erbil iline bağlı olup ülkenin en kuzey ucunda yer almaktadır. Bölgenin merkezi Mergesor kazası olup, kaza Mergesor, Barzan ve Şirvan olmak üzere üç kazadan oluşmaktadır.

 Barzan adı, Kürtçenin de mensub olduğu kuzeybatı İrani dilerde “mahalle” anlamını taşımaktadır. Kökeni avestadaki varəzāna kelimesine dayanan “barzan”, eski Hintçedeki karşıtı vrjána-cemaat’tır.

Barzan Şeyhleri, Amidiye Emirleri soyundan gelmektedir. Mesud, Barzan’a yakın Hewinka Köyüne yerleşmiş ve o köyden bir kızla evlenmiştir. Aşiret reisliği Mesud’dan oğlu Said’e, Said’den torunu Şeyh Taceddin’e geçmiştir. Şeyh Taceddin büyük bir din alimi idi. Bu vesileyle Barzan Tekkesi kurulmuş ve aşiret reisliği ile beraber tekkenin faaliyetleri de Şeyh Taceddin’den oğlu Şeyh Abdurrahman’a, Şeyh Abdurrahman’dan da oğlu Abdullah’a geçmiştir. Abdullah zühd ve takva ile şöhret kazanmış ve oğlu Şeyh Abdusselam’ı Şeyh Seyyid Taha Nehri’nin medresesine göndermiştir. Şeyh Abdusselam Barzan’da bir medrese kurunca her taraftan öğrenciler Barzan’a okumaya gelmeye başlamıştır. Mevlana Halid Nakşibendi, Barzan’a uğrayarak Şeyh Abdüsselam’ı halifesi olarak tayin etmiştir.

1872’de Şeyh Abdusselam öldüğünde Şeyh Muhammed reis olmuştur. Şeyh Muhammed de zühd ve takva ile şöhret kazanmış ve Barzan tekkesi komşu aşiretlerden mazlumların sığınağı hâline gelmiştir. Bu yüzden diğer aşiret reisleri Şeyh Muhammed’i Osmanlı yönetimine şikayet etmişlerdir. Osmanlı da Şeyh Muhammed’i Bitlis’e sürgün etmiştir. Şeyh Muhammed Bitlis’te bir yıl hapis yattıktan sonra Barzan’a dönmüş ve 1903’de ölmüştür.

Şeyh Abdusselam bölgede sosyal ıslahatlar gerçekleştirmiş ve hem dinî hem de millî bir lider mevkiine gelmiştir. Ondan dolayı Barzan tekkesiyle irtibatlı olmayan aşiret de dâhil olmak üzere, Şirvani, Dolameri, Mirozi, Beroji, Nizari, Kerdi, Hereki ve Bıneci aşiretleri Şeyh Abdusselam’ın liderliğinde Barzani adı altında ittifak kurmuşlardır.

Kürt Teali ve Terakki Cemiyeti, Kürt Talebe Hêvî Cemiyeti ve Kürdistan Bağımsızlık Cemiyeti (Azadî) gibi Kürt örgütleri ve Şeyh Mahmud Hafid, Şeyh Abdulkadir Nehri ve İsmail Ağa Şikaki (Simko) gibi önde gelen liderler ile ilişki kurmuştur.

BEDİRHANİLER

Bedirhani ailesinin geçmişi çok eskilere dayanmaktadır, Şerefname kitabının yazarı Şerefhan Bitlisî, Belek burcunun adını aldığı Belek bey, Mem û Zin kahramanları, bir dönem hüküm sürmüş ve ondan sonra ailenin ismi onunla anılmış olan Bedirhan bey, kültürel alanda çalışmaları olan Celadet ve Kamuran kardeşler, gazeteci-yazar-tarihçi Cemal Kutay, bu ailenin mensubları arasındadırlar. Bu aile fertleri Bedirhan bey dönemine kadar çoğunlukla Cizre yöresinde ikamet etmekteydiler ama daha sonraları çeşitli hadiselerden dolayı aile dünyanın dört bir yanına (Almanya, Rusya, Irak gibi) dağılmıştır. Aile efradının çok azınlık bir kısmı Cizre’de kalmıştır.

Botan Emiri Bedirhan Bey’in aşireti, 1843-47 yıllarında Osmanlı’da ilk Kürt isyanını gerçekleştiren geniş ve köklü bir aşirettir. Bedirhan Bey, 1845 yılında Osmanlı’ya başkaldırarak, Cizre merkezli Botan bölgesinde hükümet kurup kendi adına para bastırmıştır. Bedirhan ailesi tarafından yönetilen Botan Beyliği 1847 yılında tasfiye edilmiştir. II. Abdülhamid Han uzlaşma vaadiyle Bedirhan Bey’i İstanbul’a çağırmış ve gözaltına alıp daha sonra bir ordu göndererek Bedirhan birliklerini yenilgiye uğratmış ve Bedirhan aşiretine mensub herkesi İstanbul’a getirtmiştir. Aile bireyleri feodal güçlerini de kullanarak ilerleyen yıllarda Kürt milliyetçiliği faaliyetlerinin liderleri mevkiine gelmişlerdir. Kürtler arasındaki ayrılıkçı fikirlerin liderliğini çoğunlukla Bedirhan Bey’in çocukları ve torunları yapmıştır.

Kürt Bedirhan ahfadı çok geniş bir ailedir. Sabetayistlerin Karakaş koluna mensub Selanik Mevlevi postnişi İshak Dede’nin torunlarından olan Eski Dışişleri bakanı Prof.Dr. Emre Gönansay’ın annesi Müveddet Gönensay, Bedirhan Paşazade Abdurrahman Çınar’ın kızıdır. Kürt Bedirhan’ın torunlarından Kürt tarihçi Cemal Kutay, Teşkilat-ı Mahsusa’nın ilk lideri Eşref Kuşçubaşı’nın damadıdır. Kürt Bedirhan ailesinden olan Bedri Paşanın hanımı, Eşref Kuşçubaşı’nın teyzesinin kızıdır. Bedirhan Bey’in çocuklarından Murat Bedirhan Bey, Şurayı Devlet Reisliği yapmıştı. Torunu Tevfik Ali Çınar da Galatasaray’da başkanlık yapmıştı. Bedirhan Bey’in kardeşi, Abdullah Bey’in oğlu, Atatürk’ün yakınında yer alarak Maarif Bakanlığı yapan ve eğitim alanında köklü ve sarsıcı değişikliklere imza atan Vasıf Çınar ailenin diğer fertlerindendir. Kürt Bedirhan’ın oğlu Ali Şamil Paşa ilk evliliğini Bedrifem hanımla yapmıştı. Bedrifem Hanım daha sonra ikinci evliliğini ise Selanikli Mehmet Edip Bey ile yaptı ve bu evlilikten Halide Edip Adıvar doğdu. AKP’nin kurucularından Cüneyt Zapsu’nun babaannesi Fatma Hidayet Zapsu da ünlü Bedirhan Paşa’nın ailesindendir. Bedirhanilerden Kaymakam Abdullah Hulusi Bey’in oğlu Vasıf Çınar, iki kez Milli Eğitim Bakanlığı yapmış ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun uygulayıcısı ve Altay Spor Kulübü’nün kurulmasına ön ayak olmuştu. Menderes hükümetinin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu da Kürt Bedirhan ahfadındandır. Bedirhanlar, Mardinizadeler ile akrabalığa kadar uzanmaktadır.

BEKAA VADİSİ

Lübnan’ın başkenti Beyrut’un 30 km doğusunda, Asi nehrinin de doğduğu, bağları ile ünlü, verimli tarım bölgesi. Bekaa Vadisi Suriye’nin kontrolünde olduğu dönemlerde birçok örgüt tarafından karargah ve eğitim kampı olarak kullanıldı. Bunlardan biri de Kürdistan İşçi Partisi’dir (PKK). Bekaa Vadisi uzun süre PKK’nin en önemli askeri üssü oldu ve PKK militanları burada uzun süre Filistinli Marksist gerilla örgütlerinden eğitim aldı. 1984’ten itibaren Türkiye içinde eylemler gerçekleştirmeye başlayan PKK, Bekaa’da kurduğu Mahsun Korkmaz Kampı’nda bulunan Akademi’sindeki faaliyetlerine 1992’ye kadar devam etti. Türkiye devletinin baskıları sonucu aynı tarihte buradaki kamp kapatıldı.

BERZENCİLER

Süleymaniye ve çevresinde meskun olan Kadiri tarikatına mensub meşhur şeyh ailesi. Aile 1930’lara kadar Irak Kürdistanı’nın en faal ulema ve şeyh ailesi olarak kaldı. Seyyid olduklarını belirten Berzenciler, 15. yüzyılın ortalarında Hamedan’dan gelerek lrak Kürdistanı’nda Berzenc adındaki mevkiye yerleşmişlerdir. Bu dönemde ailenin Nurbahşiye tarikatı ile ilişkili olduğu düşünülmektedir.

Ailenin bugünkü kolu, ailenin atası Seyyid İsa’dan dokuz kuşak sonraki Baba Resul’ün (1646) soyundandır. Baba Resul, Nurbahşiye ve Halvetiliğin Aleviye kolundan icazet almıştır. Ve oğulları Şehrezor’un farklı köylerine yerleşerek kendi zaviyelerini kurmuşlardır. Baba Resul’un oğullarından Muhammed, Haleb, Mardin, Bağdat, Kahire gibi birçok yeri gezdikten sonra Medine’ye yerleşerek buranın Şafii müftüsü oldu ve soyundan gelenler Medine’nin etkili ailelerinden biri olarak müftülük görevini deruhte ettiler.

Berzenci ailesinin en meşhur ismi ise, kimi çağdaşı ve sonraki kuşaklarca bir yurtsever, kimilerince de bir feodal ve baskıcı olarak görülen Şeyh Mahmud Berzenci’dir (ö. 1956). Şeyh Mahmud, I. Dünya Savaşı’nı müteakib birkaç kez İngilizlere karşı isyana girişti ve 1922 yılında kendisini Kürdistan Kralı ilan etti. Oğlu Şeyh Latif ise, 1947-48 Komünist isyanının hedeflerinden biri oldu. 1958’den sonraki toprak reformundan önce, topraklarını-mülkünü korumak için, Irak Komünist Partisine katıldı. Diğer bir Berzenci Şeyhi, Süleymaniye bölgesindeki Kasnazan’daki Şeyh Abdülkerim ise, 1950’li yılların başında hâlâ önemli bir mürid kitlesine sahibti. Ayrıca bölgede Mahabad ve Senendec dahil ailenin birçok kolunun sahib olduğu, bağımsız fakat birbiri ile bağlantılı birçok tekkeleri vardı.

CABAN EL-KÜRDÎ (R.A)

Caban el-Kürdî isimli sahabî, Hazreti Peygamber zamanında Müslüman olan ilk Kürtlerdendir. Allah Resûlünün şu meşhur hadisini rivâyet eden sahabî, Caban el-Kürdî’dir. “Sizlere iki ağır ve paha biçilmez emanet bırakıyorum: Kitabullah ve Sîretimdir. Bu ikisi asla birbirinden ayrılmaz ve Havzada birlikte bana gelirler” meâlindeki hadisi, Caban el-Kürdî’den sonra yaşayan Tirmizî, Cabir bin Abdullah’tan nakletmiştir.

CEMİL BAYIK

1955 Elazığ Keban doğumludur. Cuma kod adı ile bilinen Bayık, PKK’nın yaşayan beş kurucusundan biridir. Murat Karayılan ve Bahoz Erdal’la birlikte PKK’nın yönetim kurulunu oluşturmaktadır. Ayrıca 12 kişilik KCK yürütme konseyinin bir üyesi ve Bese Hozat’la birlikte KCK eşbaşkanıdır.

1970’li yılların başında, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde öğrenci olduğu dönemde Kemal Pir’in aracılığıyla Abdullah Öcalan’la tanışmıştır.

PKK’nın temellerinin atıldığı Ankara’daki (1974) ilk toplantıda yer aldı. Duran Kalkan, Ali Haydar Kaytan, Rıza Altun ve Mustafa Karasu ile birlikte PKK’nın çekirdek kurucu kadrosunda yer aldı. Kasım 1978 tarihinde Diyarbakır-Lice/Fis köyünde gerçekleştirilen PKK kuruluş kongresinde genel sekreter yardımcılığına seçildi. 12 Eylül 1980 tarihinin hemen öncesinde Suriye’ye çıktı. 1992 yılında Kuzey Irak’taki PKK ana karargah sorumluluğunu yürüttü. 1994 yılında başkanlık konseyi üyeliğine seçildi. 2003’te PKK’da ikinci adam oldu. Daha sonra Öcalan tarafından örgüt bünyesindeki Kültür ve Sanat Komitesi üyeliğine seçildi. Bayık, 2004’te yaşanan gelenekçi-reformcu ayrışmasında gelenekçi kanatın liderliğini yaptı. Bu ayrışma nedeniyle Öcalan’ın talimatıyla özeleştiri verdi. Cemil Bayık’ın İran’a yakın olduğu ve örgütün şahin kanadını temsil ettiği ileri sürülüyor.

Ergenekon davasının gizli tanıklarından ‘İlk Adım’, eski Jandarma İstihbarat Dairesi Başkanı Tuğgeneral Levent Ersöz ile Cemil Bayık’ın, 2000 yılında Hezıl Çayı kenarında görüşerek birbirlerine zarflar verdiklerini söylemişti. Gizli tanık, ikili arasındaki ikinci görüşmenin ise Türkiye, Kuzey Irak ve Suriye üçgeninde telsizle gerçekleştiğini belirtmişti. Levent Ersöz, 1999-2000 yılları arasında Şırnak İl Jandarma Alay Komutanlığı görevinde bulunmuştu.

Örgüt üzerinde askeri ve ideolojik anlamda etkisini sürdürmeye devam eden Bayık’ın zaman içerisinde yüzlerce örgüt üyesini infaz ettiği iddia edilmektedir.

CELAL TALABANİ

1933 yılında doğan Celal Talabani, siyasi kariyerine KDP’ye bağlı Kürdistan Öğrenci Birliği’nin kurucu üyesi ve lideri olarak 1950’li yılların başında başladı. KDP’nin üst seviye üyelerinden biri hâline geldi. 1961 yılında, Irak Abdülkerim Kasım hükümetine karşı Kürt ayaklanmasına katıldı. Kasım’ı iktidardan uzaklaştıran darbenin ardından, 1963 yılında Cumhurbaşkanı Abdüsselam Arif’in hükümetiyle yürütülen görüşmelerde Kürt delegasyonunun liderliğini yaptı.

1975 yılında KDP lideri Mustafa Barzani’yle aralarında derin görüş ayrılıkları oluşmaya başladı ve KDP’den ayrılanların kurduğu ve gelecekte kayınpederi olacak olan İbrahim Ahmed’in önderliğindeki KDP Siyasi Bürosu’na katıldı. Grup, 1966 yılında merkezi hükümetle bir ittifak kurdu ve KDP karşıtı askeri kampanyada yer aldı. 1970 yılının Mart ayında KDP ve hükümet arasında bir barış anlaşması imzalandığında, grubun siyasi hayatına son verildi.

Talabani ve Barzani uzun yıllar birbirleriyle mücadele etti. Bunun üzerine Celal Talabani ve kendisini destekleyenler, 1975 yılında Kürdistan Yurtseverler Birliği’ni kurdu. Talabani, KYB’nin sosyalist bir parti olacağını ve KDP’nin aşiret çizgisinden uzak duracağını söyledi. Bir yıl sonra, merkezi hükümete karşı silahlı kampanya başlattı. 1988 yılında Irak hükümeti Kürtlere karşı kimyasal silahlar kullandığında (Halepçe Katliamı), KYB ağır bir darbe aldı. Türkiye bu dönemde Barzani’yi desteklemiştir, İran ise Talabani’nin tarafını tutup güç dengesi sağlamaya çalışmıştır. Bu yüzden Talabani de, Kuzey Irak’ı terk edince İran’a sığınmak zorunda kalmıştır. Talabani-Barzani yahud diğer bir deyişle KYB-KDP mücadelesi, Kuzey Irak’taki Kürt siyasi hayatının yaklaşık son 30 yılına damgasını vurmuştur.

İki parti arasındaki gerilim, 1994 yılında silahlı çatışmalara ve iç savaşa neden oldu. ABD ve kısmen İngiltere’nin çabalarıyla, iki parti heyetleri arasında yapılan çok sayıda toplantının ardından, Talabani ve KDP lideri Mesut Barzani 1998 yılında Washington’da bir barış anlaşması imzaladı.

Anlaşma, 4 Ekim 2002’de iki partiden milletvekillerinin katılımıyla bölgesel parlamentonun toplanması sonucu bir kez daha pekişti. ABD önderliğindeki güçlerin Irak’ı işgale başladığı 2003 yılının Mart ayı öncesinde, iki parti aralarındaki anlaşmazlıkları bir yana iterek Talabani-Barzani liderliğini oluşturdu. Her iki lider de daha sonra Irak Yönetim Konseyi’ne atandı. Talabani bir dönem Irak Cumhurbaşkanlığı da yapmıştır.

DEMOKRATİK TOPLUM PARTİSİ (DTP)

Demokratik Toplum Partisi (DTP); 9 Kasım 2005 tarihinde kurulmuş ve 11 Aralık 2009 tarihinde Anayasa Mahkemesi kararı ile kapatılmış olan Kürt milliyetçisi siyasi parti. Genel merkezi Ankara’nın Çankaya ilçesinin Balgat semtinde olan partinin amblemi sarı zemin üzerine, yeşil yapraklı kırmızı gül idi. Partinin kurucuları arasında Demokrasi Partisi eski milletvekillerinden Leyla Zana ve Orhan Doğan ile Cumhuriyet Halk Partisi eski milletvekillerinden Ahmet Türk bulunmaktaydı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, DTP’nin PKK’yi desteklediği gerekçesiyle kapatılması için 16 Kasım 2007 tarihinde Anayasa Mahkemesi’nde dava açtı. İddianamede partinin 8 milletvekili ile 221 DTP’linin siyasetten yasaklanması istendi. Haklarında siyasî yasak istenen milletvekilleri şunlardı: Mardin milletvekili Ahmet Türk, Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk, Van milletvekili Fatma Kurtulan, Şanlıurfa Milletvekili İbrahim Binici, Siirt milletvekili Osman Özçelik, İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel, Diyarbakır milletvekili Selahattin Demirtaş ve Şırnak milletvekili Sevahir Bayındır. Anayasa Mahkemesi, partinin kapatılmasıyla ilgili davanın 4. gününde yapılan 9 saatlik görüşmenin ardından kararı açıkladı ve parti, 11 Aralık 2009’da kapatıldı.

Anayasa mahkemesi ayrıca 37 kişiye 5 yıl siyaset yasağı getirirken, Genel Başkan Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’un milletvekilliliğinin düşürülmesini kararlaştırdı. DTP lideri Ahmet Türk, karar açıklanmadan önce partinin kapatılması durumunda sine-i millete döneceklerini açıkladı. Partinin kapatılmasından sonra Türk yaptığı açıklamada DTP’nin meclisten çekileceğini açıkladı. Aynı dönemde DTP’nin kapatılması ihtimaline karşın 2 Mayıs 2008 tarihinde Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) kuruldu.

DEMOKRATİK AÇILIM YAHUD KÜRT AÇILIMI

Demokratik açılım süreci, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın başlatmış olduğu, Türkiye’de insan haklarına saygı, demokrasi, özgürlükler ve standartlarını geliştirmeyi amaçlayan bir projedir. Projenin bir diğer ismi de Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi’dir. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, projenin temel hedefinin, demokratik standartların geliştirilmesi ve Türkiye’nin terörle sorununun bitirilmesi olduğunu ifade etmiştir. Erdoğan, “Biz kısa vadede genelge yayınlayarak, orta vadede yasalar ve uzun vadede anayasa değişiklikleri yaparak gerekli adımları atacağız.” demiştir.

DEMOKRATİK ÖZERKLİK (PROJESİ)

Kürt sorununa çözüm ve Kürtlerin siyasi talebi olarak 24 Ekim 2007 tarihinde Diyarbakır’da yapılan Demokratik Toplum Kongresinde hazırlanan ve 8 Kasım 2007 tarihinde yapılan DTP’nin 2. Olağan Kongresinde kabul edilen proje. Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan DTP’nin devamı mahiyetinde kurulan BDP de Demokratik Özerklik Projesini temel talebi haline getirdiğini duyurdu.

BDP, Demokratik Özerklik Projesi çerçevesindeki taleplerini 9 ayrı maddede sıralamıştır. Projenin özünü oluşturan bu maddeler içerisinde siyasi ve idari yapıda demokratikleşmeyi sağlamak amacıyla köklü reform, halkın karar süreçlerine dâhil edilmesi, kültürel farklılıkların özgürce ifade edildiği bölgesel ve mahallî bir yapılanmayı, Bayrak ve Resmi Dil tüm Türkiye Ulusu için geçerli olmakla birlikte her bölge ve özerk birimin kendi renkleri ve sembolleriyle demokratik öz yönetimini oluşturması, bölge meclisleri oluşturulması, bölgelerin her biri o bölgenin özel adı veya bölge meclisinin yetki sınırları içinde bulunan en büyük ilin adıyla anılması, Demokratik özerklik modelinde il valilerinin hem merkezi hükümetin hem de bölge yürütme kurulunun aldığı kararlan uygulamakla görevlendirilmesi gibi çözüm önerileri yeralmıştır.

DERSİM VE DERSİM İSYANI

Dersim İsyanı, Dersim Katliamı veya Dersim Jenosidi; şu ânki adıyla Tunceli ilinde 1937 yılında merkezi hükümetle Dersim aşiretleri arasındaki anlaşmazlıklar sonucu yaşanan olaylara verilen isimdir. Dersim’de mutlak devlet hâkimiyetini sağlamak için Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından harekât düzenlendi. Harekât neticesinde bölgede yaşayan 13.000’den fazla insan ile 199 asker öldü, 12.000 insan zorunlu göçe tabi tutuldu.

Bölge gerek coğrafi yapısı, gerekse merkeze uzaklığı nedeniyle merkezi otoritenin tam sağlanamadığı, ağalık tarzı feodal bağların kuvvetli olduğu bir yapıdaydı. Bu açıdan Osmanlı döneminde de bölgede pek çok ayaklanma yaşanmıştır. Dönemin içişleri bakanlarından Şükrü Kaya 1876 yılından beri bölgeye 11 askeri harekat düzenlendiğini; ancak bir çözüm sağlanamadığını belirterek bölgenin bu alandaki geçmişini ortaya koyar. Dersim ayaklanmaları olarak adlandırılan, bölgedeki isyanlar arasında bir önceki isyan 1916 yılına tarihlenir.

Bunun yanında Rus işgaline karşı Dersimliler, Osmanlı hükümeti ile bir anlaşma yaparak özerklik vaadi içinde “savunma savaşı”na girerler. Osmanlı idaresinden aldıkları silah-mühimmatla, doğrudan Osmanlı ordusunun emrine girmeden Ruslara karşı durma karşılığında Dersimlilere “bağımsız çatışma hakkı” tanınır. Ruslar geri çekildikten sonra Osmanlı idaresi tarafından Dersimlilere ve bu aşiretlere madalya ve hediyeler verilir. Seyit Rıza ise ayrıca ödüllendirilerek Erzincan’da “İl İdaresi Üyeliği”ne atanır. Dönemin Erzincan valilerinden Sabit Bey yazdığı bir mektubta -Seyit Rıza ile ilgili olarak- “şimdiye kadar bize din ve namusuyla hizmet etti” ifadesini kullanır. Dersim olaylarının meydana gelmesinde, Dersim aşiretlerinin ve önde gelenlerinin Ermeni Tehciri’nde Ermenileri kurtarmış olmalarının, Rus işgaline karşı kendilerine vaat edilen özerklik durumları ile daha önceki Koçgiri İsyanı’nın etkisi olduğu düşünülür.

EL-CEYŞU’L İSLÂMİYYİ’L-KÜRDİSTÂNÎ

1979′da İran’daki Humeyni devrimi ve Sovyet Rusya’nın Afganistan’ı işgali, Kuzey Irak’taki İslami oluşumları silahlı örgütler kurmaya itmiştir. Böylece ilk silahlı grup 1980 yılında Kuzey Irak’ın dağlarında el-Ceyşu’l İslâmiyyi’l-Kürdistânî (Kürdistan İslam Ordusu) adıyla tesis edilmiştir.

Bu arada bu gruba Afganistan’daki direnişçilerin komünistlerle çarpışma haberleri gelmekte ve örgütü yeni atılımlara sevketmektedir. 1985 yılına kadar askeri eğitimlerini sürdüren grup, 1985′te er-Rabıtatü’l-İslâmiyyeti’l-Cihadiyye (İslami Cihad Birliği) adını alır. İki sene sonra ismi, başında Şeyh Osman bin Abdulaziz’in olduğu İslami Hareket Örgütü’ne döner.

Cihadî oluşumların karşısında ise yedi adet farklı grub oluşur. Bunların en önemli iki tanesi ise başında Celal Talabani’nin olduğu Kürdistan Yurtseverler Birliği ile Mesud Barzani’nin başında olduğu Kürdistan Demokratik Partisi’dir.

ENSAR EL-İSLAM YAHUD ENSAR ES-SÜNNE ORDUSU

Aralık 2001′de Cündü’l İslam, Hamasu’l-Kürdiyye (Kürtlerin Hamas’ı) ve Tevhid Hareketi birleşerek Ensar el-İslam’ı kurmuşlar, başlarına da gerçek ismi Necmeddin Ferec olan Molla Fatih Kraker’i getirmişlerdir. Ensar el-İslam Halepçe, Hormal ve Bayare’de hakimiyet kurabilmiştir.

Ensar el-İslam’ın beslendiği iki kaynaktan biri Suudi Selefiliği, diğeri Seyyid Kutub’un devrimci çizgisidir. Bu grub Türkçe olarak da yayınlanan videolarında, hakim olduğu bölgelerdeki eğitim kamplarını göstermekte, şer’i kuralları uyguladıklarını açıkça ifade etmektedirler. Yönetim kadrosu daha çok Arablardan oluşan Ensar el-İslam’ın, askeri unsurları daha çok Kürtlere dayanmaktaydı.

Askeri açıdan çok güçlü olmayan grup, ABD’nin Irak’a yaptığı son saldırıda ilk hedeflerden birisi olmuş, eğitim yerleri yıkılmış ve lideri İsveç’e göç etmiştir.

Ensar es-Sünne, Eylül 2003′te Ensar el-İslam’dan ayrılarak, daha önceden Ensar el-İslam komutanlarından olan Ebu Abdullah el-Hasen bin Mahmud’un liderliğinde teşekkül etmiş silahlı bir cihad grubudur. İşgalin başından beri etkili saldırılarda bulunan Ensar es-Sünne aslında eski Ensar el-İslam’ın devamıdır. Çünkü 2007’nin sonlarında tekrar ismini değiştirerek Ensar el-İslam adını alan grub, liderliğine örgütün ilk hâli olan 2001’de kurulan Cündü’l İslam’ın lideri olan Ebu Abdullah eş-Şafii’yi getirmiştir. Örgütün tekrar eski ismine dönmesinin en büyük sebebi ise Ensar es-Sünne Şer’î Heyeti adıyla ortaya çıkan ve Ensar es-Sünne’den ayrılan bir grubun Islah ve Cihad Cebhesi’yle hareket etmesidir. Başını Irak İslam Ordusu’nun çektiği Islah ve Cihad Cebhesi, Irak’taki en büyük direnişçi koalisyonuyken, önce Fatihler Ordusu, sonra da Mücahidler Ordusu’nun cebheden ayrılmasıyla güç kaybetmişti. Ensar el-İslam ismini alan eski Ensar es-Sünne, Ensar es-Sünne Şer’î Heyeti adıyla kurulan yeni gruba tepki göstermiş, örgütü bölmekle suçlamıştı.

EY RAKİB/EY REQÎB

Kürdistan Bölgesel Yönetimi milli marşı. Ey Reqîp, milliyetçi şair ve aktivist Yunus Mela Rauf Dildar (1918-1945) tarafından 1938 yılında hapiste iken yazıldı. 1946 yılında bir yıllık ömrü olan Mahabad Cumhuriyeti tarafından milli marş olarak bestelendi. Şimdilerde Kürdistan Bölgesel Yönetimi tarafından da milli marş olarak kabul edilmiştir.

FEHMAN HÜSEYİN (DR. BAHOZ ERDAL)

Suriye Kürtlerinden 1969 doğumlu olan Bahoz Erdal Şam’da tıb eğitimi aldı. Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardından Murat Karayılan ve Cemil Bayık’la birlikte örgüt yapılanmalarının kontrolünü ele geçirdi. 2004 ve 2009 yılları arasında örgütün askeri kanadı olan Halk Savunma Güçleri’nin komutanlığını yaptı. Kürdistan Özgürlük Şahinleri adlı grubu yönettiği düşünülmektedir.

HACI MUSA BEY

Kurtuluş savaşı yıllarında milli güçleri kontrol altında tutabilmek için, Erzurum Kongresinin hemen ardından Temsil Heyeti oluşturulur. 24 Ağustos 1919’da kurulan Temsil Heyeti, Mustafa Kemal başkanlığında 9 kişiden oluşur. Temsil Heyeti’nin üyelerinden biri de Mirza Bey’in oğlu meşhur Mutki Aşiretinin reisi Hacı Musa Bey’dir.

Mutki Aşireti, Bitlis ve Muş civarında uzun yıllar yaşamış ve hüküm sürmüş bir aşirettir. Aşiretin lideri Hacı Musa Bey, I. Dünya Savaşı yıllarında 16. Ordu komutanı olan Mustafa Kemal’in emri ile Muş ve Bitlis bölgesindeki milislerin komutanlığını yürütmüştür. Mustafa Kemal, Hacı Musa Bey’e çeşitli görev ve yetkiler vermişse de, kendisini pek sevmez.

Hacı Musa Bey, 1923 yılında kurulan “Kürt Azadi” cemiyetinin kurucuları arasında bulunur. Şeyh Sait ve Cibranlı Halit Bey gibi isimler de bu cemiyetin yöneticilerindendir.

1925 yılında Şeyh Sait isyanının ardından Kürt Azadi cemiyeti üyeleri yakalanır ve hapse atılır. Bölgede, önemli Kürt önderlerinden biri olan Hacı Musa Bey’in Kürtler üzerindeki etkisini bilen hükümet bundan istifade etmek ister ve 1925 yılının sonlarına doğru Hacı Musa Beyi serbest bırakır. Daha sonraki yıllarda Şeyh Sait isyanı davası yeniden açılır ve 10 yıl hapse mahkûm edilir.

Mustafa Kemal Atatürk, tüm bu yaşananlardan sonra Nutuk’ta Hacı Musa Bey’den şöyle bahseder: “…Baylar, ulus, ülke, siyasa ve ordu yöneticiliğinde hiç bulunmamış ve bu alanda değeri belirmemiş ve denenmemiş gelişigüzel kişilerden, örneğin Erzincanlı bir Nakşî Şeyhi ve Mutki’li gibi zavallılardan da kurulabilecek herhangi bir temsilciler kuruluna, söz konusu durum ve görev bırakılabilir miydi?”

İlerleyen zamanlarda Hacı Musa Bey ve ailesi ile Ağrı Patnos Hayderanlı Aşiretinin Reisi ve Hamidiye alaylarının Patnos bölgesi komutanı olan Kör Hüseyin Paşa, önce Kayseri’ye ardından Suriye’ye sürülmüşlerdi. Sonraki yıllarda Hacı Musa Bey, Suriye’de hastalanır ve vefat eder.

HALEPÇE VE HALEPÇE KATLİAMI

Halepçe Kuzey Irak’ta, İran sınırının 15 km batısında, Süleymaniye’nin 61 km güneydoğusunda, başkent Bağdat’ın 241 km kuzeydoğusunda bulunan şehir. 57.000’lik nüfusunun çoğu Kürt’tür. Kürdistan Bölgesel Yönetiminin bir parçasıdır.

İran – Irak savaşı sırasında 16 Mart 1988 tarihinde Saddam Hüseyin yönetimindeki iktidar tarafından gerçekleştirilen, İran’ın katliamdaki payının ve oynadığı rolün hâlâ sırrını koruduğu katliam. Bu katliamda 3 saat süren zehirli gaz bombardımanı sonrası çoğu çocuk ve kadın olan 6.357 kişi zehirlenerek yahud yanarak öldü, 14.765 kişi ağır derecede yaralandı.

HPG (HALK SAVUNMA GÜÇLERİ)

PKK’nin askeri kanadı ve ARGK ve HRK’nin devamıdır. 1999 Şubatında PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardından onun çağrısı ile Irak Kürdistan’ına çekilen PKK, 2000 yılında düzenlediği 7. Kongresi’nde silahlı kanadı ARGK’nin adını yeni bir strateji doğrultusunda HPG olarak değiştirdi. 2013 Ekim ayı itibari ile birimin başında KCK kurucu üyelerinden Murat Karayılan bulunmaktadır.

HÜDAPAR

Hür Dava Partisi, kısa adıyla HÜDAPAR, 2013 yılında resmileşen siyasi partidir. Partinin, çoğunlukla Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerinde tabanı mevcuttur. Batı illerinde de teşkilatlanma çalışmaları hızla sürmekte ve 2014 yılında yapılacak mahallî seçimlere katılım amaçlanmaktadır. HÜDAPAR Kurucu Genel Başkanı Mehmet Hüseyin Yılmaz’dan sonra 1. Olağan Kongre sonucunda genel başkanlığa Zekeriyya Yapıcıoğlu gelmiştir.

Temelleri her ne kadar Hizbullah Cemaatine dayandırılsa da, bu iddialar parti tarafından reddedilmektedir. Partinin tabanının büyük çoğunluğunu Kürt kökenli muhafazakâr vatandaşlar oluşturmaktadır. Partinin İslami bir çizgide olması, diğer partilere alternatif olabilecek bir potansiyel olarak görülmektedir.

IKDP

İran Kürdistanı Demokrat Partisi (Partî Dêmokiratî Kurdistanî Êran, PDKİ), demokratik federal bir İran Cumhuriyeti sınırları içinde Kürtlerin millî haklarına ulaşmasını hedefleyen İran Kürdistanı’nda etkin bir Kürt siyasi partisidir. Kurucusu Kadı Muhammed, 1947’de Mahabad Cumhuriyeti’nin yıkılışının ardından idam edildi. Genel sekreterlerinden Dr. Abdurrahman Kasımlo 1989’da, Dr. Sadık Şerefkendi 1992’de suikasta kurban gitti.

İDRİS-İ BİTLİSÎ

Türk ve Kürt kardeşliğinin tesisinde iki büyük kumandanın adı ön plâna çıkmaktadır; Yavuz Sultan Selim ve İdris-i Bitlisî Hazretleri… İslâm ittihadı dâvasının yılmaz öncüleri, gönüldaşları, kardeşleri ve bin yıllık Türk ve Kürt kardeşliğinin mimarları… Kürtlerin gözünde Yavuz Sultan Selim ikinci İdris-i Bitlisî iken, Türklerin gözünde İdris-i Bitlisî ikinci Yavuz Sultan Selim’dir.

İdris-i Bitlisî Hazretleri; bazı kaynaklara göre 1452 tarihinde Bitlis’te dünyaya gelmiş, babası meşhur âlimlerden Molla Câmi’nin sohbetlerine iştirak eden, mutasavvıf bir âlim olan muhterem Mevlâna Şeyh Hüsameddin Ali’dir. Babasının eserlerinden bazıları, İrşadü’l-Menzili’l-Küttâb adlı tefsir, Şerhu İstilâhâti’s Sufiye adlı tasavvufî eserdir.

İdris-i Bitlisî, ilk resmî siyasî vazifeye 1478 yılı veya hemen sonrasında Akkoyunlu Sultanı Yakub Bey’in münşî’i olarak Tebriz’de başlar. Saray’da daha başka vazifeler de yüklenen İdris-i Bitlisî, bu devletin 1501 yılında Safavilerce tamamen ortadan kaldırılmasına kadar hizmetlerini sürdürür. Sultan Yakub Bey’den sonra yerine geçen Sultan Rüstem ve Elvan Bey de ona siyasî ve askeri yeteneklerinden dolayı büyük bir saygı göstermişler ve devletin idarî işlerinde ona danışmışlardır. İdris-i Bitlisî, yaklaşık yirmi yıl kadar Akkoyunlu devletinin hizmetinde bulunmuştur. Şah İsmail Tebriz’i işgal edip Akkoyunlu devletini yıkınca, kendisi bizzat İstanbul’a gelip II. Bayezid’le görüşür. Padişah bu Kürt din âlimine büyük saygı gösterir ve onu Osmanlı sarayında tarih yazıcılığıyla görevlendirir. İdris-i Bitlisî Osmanlı’nın ilk sekiz padişahının hayatını anlatan Heşt Behişt (Sekiz Cennet) adlı ünlü eserini bu görevi esnasında yazar.

Sultan Beyazid’in yerine Yavuz Selim tahta geçince, İdris-i Bitlisî, yeni sultanın Doğu siyasetinin danışmanı olur. Yavuz Sultan Selim’le birlikte Çaldıran seferine katılır, savaş sonunda Osmanlı hâkimiyetine geçen Tebriz’de bir süre kalarak Ulu Cami’de halka vaazlar verir. 1516 yılında, Şah İsmail’in Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu yeniden istilâ etme hazırlığında olduğu ortaya çıkınca, bölgedeki Kürt aşiretlerinin beyleri bir araya gelerek Osmanlı’ya katılma kararı alırlar. Bu talebi de “Ariza” adlı bir metinde anlatan beyler, kendilerini temsilen İdris-i Bitlisî vasıtasıyla bunu Sultan’a iletirler.

Yavuz Sultan Selim, kendisine başvuran Kürtlerin isteğini geri çevirmez ve bu “bendeleri” Safevî tehdidinden kurtarmak için harekete geçer. Yavuz Sultan Selim Han’ın emriyle, Konya Beylerbeyi Hüsrev Paşa, İdris-i Bitlisî’nin bilfiil desteğiyle 10 bin kişilik bir gönüllü ordusu toplanır ve Diyarbekir Safevîlerin zulüm ve işkencesinden kurtarılır.

Yavuz Sultan Selim ile birlikte Osmanlıların Doğu siyasetini belirleyen İdris-i Bitlisî’dir; aynı zamanda o bu siyasetin mimarlarından birisidir. İdris-i Bitlisî’nin basiretli siyaseti sayesinde, Çaldıran Savaşı’nın hemen akabinde bu bölgeler Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. 1514 tarihli Çaldıran Savaşı ile Yavuz, Safevî tehlikesini önemli ölçüde püskürttü. O zamana kadar Safevîlerden rahatsız olan Sünnî Kürt ve Türkmen aşiret beyleri, bu savaşta Osmanlı ordusuna büyük destek verdi.

Bu, Osmanlı ile Kürt beyleri arasında tabiî bir ittifakın oluşması anlamına geliyordu. Ancak Çaldıran savaşı, Kürdistan’ın Osmanlı tarafından fethedilmesi anlamına gelmiyordu. Savaştan sonra da bölge, aralarında herhangi bir birlik olmayan Kürt beylerinin hâkimiyeti altında ve Safevî tehlikesine açık kalmıştı. Savaştan sadece iki yıl sonra bu sorun da hâlledilecek ve Kürtlerin yaşadığı bölgeler Osmanlı toprağı hâline gelecekti. Bunu sağlayan en önemli aktör ise “İdris-i Bitlisî” adlı Kürt din âlimidir.

Bu tarihten itibaren, Diyarbekir ve Mardin Osmanlı topraklarına dâhil edildiği gibi, İdris-i Bitlisî’nin Yavuz Selim Han adına bölgenin Kürt-Türk beyleriyle anlaşması sayesinde Bitlis, Urmiye, İtak, İmadiye, Cizre, Eğil, Hizran, Garzan, Palu, Siirt, Hısn-ı Keyfa (Hasankeyf), Meyyafarikin ve Cezire-i İbn Ömer gibi toplam 25 mıntıka barışçı yollarla Osmanlı idaresine bağlanır. Bu üstün başarılarından dolayı Yavuz Sultan Selim Han, İdris-i Bitlisî’ye bir ferman göndererek Diyarbekir bölgesini ona “temlik” olarak verir. Bu ferman akabinde Osmanlı Devleti’nin üçüncü Kazaskerliği olan “Arab ve Acem Kazaskerliği” Diyarbekir’de 1516 yılında kurulmuş ve Diyarbekir başkent yapılarak bölgenin idaresi İdris-i Bitlisî’ye bırakılmıştır.

İLK KÜRT GAZETESİ; KÜRDİSTAN (1898)

İlk Kürt gazetesi olan Kürdistan, 22 Nisan 1898’de Kahire’de yayın hayatına başlamıştır. Mikdat Mithad Bedirhan tarafından çıkartılan gazetenin ilk beş sayısı Mısır’ın başkenti Kahire’de, 6-19 arası sayıları Cenevre’de, 20-23 arası sayıları Londra’da, 24-29 arası sayıları Folkston’da, 30 ve 31. sayılarıysa Cenevre’de yayımlandı. Gazetenin ilk beş sayısında gazetenin künyesinde sahibi ve yazı işleri sorumlusu olarak Mikdat Mithad Bedirhan görünmektedir

Gazetenin ilk 3 sayısı tamemen Kürtçe yazılmıştır. Daha sonra 4-5-6 ve 7. sayısında Kürtçe’nin yanı sıra Türkçe yazılar da yer almıştır. 8. sayıdan itibaren Kürtçe yayına devam etmiştir, fakat son sayılarında tekrar Türkçe yazılar görülmektedir.

Kürdistan gazetesinin İttihat ve Terakki’nin kontrolünde olduğuna dair eleştiriler yapılmaktadır. Hattâ bazı Kürt aydınları bu gazeteyi Kürt gazetesi olarak kabul etmemektedir. Gazetenin Avrupa döneminde İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından çıkarılan Osmanlı gazetesinin matbaasında basılması bu eleştirilere dayanak oluşturmaktadır.

İttihat ve Terakki’nin yayın organı “Osmanlı”nın defalarca Kürdistan gazetesi lehine propaganda yaptığını anlatan Ferhad Pirbal, Kürdistan gazetesinin da aynı biçimde Osmanlı gazetesi ve İttihat Terakki’yi desteklediğini dile getirerek şunları ifade etmektedir: “Osmanlı gazetesi yazı kurulu üyesi ve İttihat Terakki kurucularından İshak Sıkuti öldüğünde, 14 Mart 1902 tarihli Kürdistan gazetesinin 30. sayısında başsağlığı mesajı yayınlandı.” Osmanlı gazetesi ile Kürdistan gazetesinin yayınlandığı yer ve tarihlerin aynı olduğunu belirten Ferhad Pirbal şu bilgileri vermektedir: Osmanlı gazetesi 1897 yılının 12 sayından 1904 yılının 11. ayma kadar sırasıyla Cenevre, Volkstown ve Kahire’de yayınlandı. Kürdistan gazetesi de 1898 yılının 4. ayından 1902 yılına kadar aynı yerlerde yani Cenevre, Volkstown ve Kahire’de yayınlanmıştır.

İLK KÜRTÇE DERGİ ROJÎ KURD (1913)

Kürt Talebe Cemiyeti Hevî üyelerinin çabalarıyla yayınlanan ilk periyodik yayın olan Rojî Kurd dergisi, 6 Haziran 1913 yılında İstanbul’da yayınlanmaya başlamış ve dört sayı çıkmıştır. Ayda bir kere çıkan derginin her sayısı 32 sayfadan oluşmaktadır.

Rojî Kürd’ün yönetim yeri Hevî derneğinin bulunduğu daire, dağıtım yeri aynı derneğin merkezinin yanı sıra Şafak Kütübhânesi de bu iş için kullanılmıştır.

Türkçe ve Kürtçe (Kurmanci ve Sorani Kürtçesiyle) yazılar bulunan derginin imtiyaz sahibi ve sorumlu müdürü Abdülkerim (Süleymaniyeli Abdülkerim) idi. Harbiye Okulunda okuyan Süleymaniyeli Abdülkerim daha sonra topçu yüzbaşısı olmuştur.

Derginin muhtevasına bakıldığında Kürt tarihi ve diline önem verilen yazıların ağırlıkta olduğu göze çarpar. İlk sayısının kapağında Selahaddin Eyyubi’nin resmi yer almıştır.

İRAN KÜRTLERİ

İran’da yaşayan Kürtler çoğunlukla İran-Irak ve İran-Türkiye sınırında yaşamaktadırlar. Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı, İran Kürdistanı olarak da adlandırılan bölge Batı Azerbaycan, Kürdistan ve İlam eyaletlerinin büyük bölümünü kapsamaktadır. Gerek çeşitli Kürt hareketleri gerekse İran Irak Savaşı dolayısıyla kırsal kesimlerdeki Kürt nüfusunun azaldığı gözlemlense de, ayrıntılı araştırmalar yapılmadığı için net veya ayrıntılı bilgi mevcut değildir.

Amerikan istihbarat kurumu CIA tarafından İran’da Kürt nüfusunun toplam nüfusun %7’sini bulduğu iddia edilmektedir. Aynı kuruma göre İran nüfusunun 66.429.284 olduğu göz önünde bulundurulursa, bu oran (%7) 4 milyon 650 bin civarı bir sayı vermektedir. Bazı tahminlerse 8 milyon civarındadır.

İran’da, başka ülkelerden, örneğin Türkiye’den farklı olarak Kürt kimliği reddedilmemiş, bununla birlikte Farsî kimlik üst kimlik olarak vurgulanmış ve Kürt kimliği Fars kimliğine oranla daha alt bir kimlik olarak sunulmuştur. Örneğin üst İranî kimliği vurgulamak adına, Kürtçe sıklıkla Farsçanın bir lehçesi olarak sunulmaktadır. Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı diğer bölgelerden farklı olarak İran’daki Kürtlerin bir özelliği de, İranlılar Şiiyken, Kürtlerin genelinin Sünni olmasıdır. Bu farklılık İran’daki Kürt kimliği açısından önemli bir yer tutar. Bununla birlikte özellikle Kermanşah’ta yaşayan Kürt nüfusun önemli bir kesimi Şiidir; yine de bunlar genel Kürt nüfusta azınlık teşkil ederler ve Sünni Kürtler Kürt nüfusun yaklaşık %75’ini oluşturur.

İranlı Kürtler ve İran’da Kürt kültürünün gelişimi açısından önemli bir nokta da, 1946–1947 yılları arasında varlığını sürdüren ve Mahabad Cumhuriyeti veya Kürdistan Cumhuriyeti olarak anılan kısa süreli Kürt devletidir. Cumhuriyet, Ocak 1946’da ilan edilmiş olsa da bölge 1942 yılından beri Kürtlerin etkisi altındaydı ve Kürt komiteler çeşitli idarî fonksiyonları bir süredir karşılamaktaydı.

İran’daki aktif ana Kürt partileri, federal bir İran’ı ve bu bağlamda Kürt millî haklarının ve kimliğinin tanınmasını savunan İran Kürdistan Demokrat Partisi (İKDP) ve Marksist Kürt İşçileri Devrimci Örgütü’dür (KOMALA). İki partinin görüşleri birbirinden farklı olsa da, ikisi de mevcut rejimin karşıtıdır. İran dâhil bölgede Kürtlerin yaşadığı birçok ülkede aktif faaliyet gösteren bir başka Kürt örgütlenme ise, özellikle Türkiye’de aktif olan PKK ile yakınlığıyla bilinen Kürdistan Özgür Yaşam Partisi’dir (PJAK).

İSMET İNÖNÜ (1884-1973)

Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde aktif rol alan laik, Batıcı asker. Hilafeti, İslam Alfabesini, Şer’i Kanunları kaldırmak gibi icraatların sahibi. Ve tarihimize kara bir leke olarak geçen Lozan Hezimeti’nin mimarlarından… Tarihçi ve İnönü’nün yol arkadaşı Rıza Nur’un deyişiyle Malatyalı Kürt ve hain ve güvenilmez.

Kurtuluş Savaşı sonrasında Kürt meselesinde uzlaştırıcı-uzlaşmacı bir yaklaşım sergileyen İsmet İnönü, bu dönemde Türkiye’nin Türklerin ve Kürtlerin ortak yurdu olduğunu ifade etti. Lozan’a baş müzakereci olarak tayin edilen İnönü, görüşmeler sırasında, görüşmelere Kürtler ve Türkleri temsilen katıldığını belirtti. 1925 Şeyh Said Ayaklanmasından sonra ise Türkiye’de yalnızca Türk olanların etnik kimlik iddia etmeye hakları olduğunu söyleyen İnönü, Şeyh Said İsyanında izlediği politika sebebi ile istifaya zorlanan Fethi Okyar’ın yerine Mustafa Kemal’in desteği ile başbakanlığa getirildi (3 Mart 1924). İlk icraat olarak Takrir-i Sükun kanunlarını çıkararak muhaliflere karşı sert önlemler aldı (4 Mart 1924). Takrir-i Sükun Kanununa binaen biri Ankara, diğeri Diyarbakır’da iki İstiklal Mahkemesi kuruldu. M. Kemal ile birlikte Şeyh Said İsyanının bastırılması plânlarını yapan İnönü, isyanı askeri tedbirlerle bastırdıktan sonra isyancıları şiddetli bir şekilde cezalandırdı. İsyanın akabinde binlerce Kürt katledildi, evsiz barksız bırakıldı.

İnönü’nün başbakanlığı döneminde Türkleştirme politikası çerçevesinde 2510 sayılı 13 Haziran 1934 tarihli İskân Kanunu çıkarıldı. Kanun çerçevesinde binlerce Kürt, Türklüğe asimile olunmaları gayesiyle Türklerin yoğun olduğu yerlere iskân edildiler. Yıllar sonra, batıya sürülen Kürtlerin bir kısmı tek parti yönetiminin sona ermesi ile ancak memleketlerine geri dönebildiler.

İSRAİL

Genelde topyekûn dünya, özelde İslam coğrafyasına musallat olmuş veba ötesi mikrop. İnsanlığın kurtuluşunun ve yeryüzünün fitne ve fesattan arındırılmasının önündeki imha edilmesi gereken en önemli engel, kanser hücresi. Milyonlarca insanın ölümünden tecavüze uğramasına, şehirlerin yangın yerine döndürülüp harabe hâline getirilmesinden tarım alanlarının yağma edilmesine, sömürgecilikten insanlığın çeşitli biyolojik hastalıklara maruz kalmasına kadar her pisliğin, iğrençliğin, acımasızlığın kaynağı… İmhası zaruri ve elzem devlet. Kürdistan topraklarını “Arzı Mev’ud – Vadedilmiş Topraklar” idealleri içerisinde gösteren ve bölge insanını zihniyet olarak köleleştirici, birbirini kırarak tüketici hâle getirerek Arzı Mev’ud ideallerini gerçekleştirmek isterler. Bu amaçla, bir dönem nasıl ki Türklere sahte bir tarih ve İsrail-Türk akrabalığı ve dostluğu uydurup  iddia ettilerse; hemen hiç değiştirmeksizin, milletin gözünün içine baka benzer bir uygulamayı ve plânı Kürtler için de uygulamaya koydular. Bunda da kısmen adım aldıkları söylenebilir. Barzani ve PKK gibi laik ve Batıcı fikre sahib güçlerle oldukça yakın ilişkiler içerisinde olan İsrail ve Yahudiler, zaman zaman bu yakınlıklarını çeşitli etkinliklerle basına aksettirmektedirler.

İSTİKLAL MAHKEMELERİ

Fransız Devrim Mahkemeleri örnek alınarak kurulmuş olan ve 1920-1927 yılları arasında yeni kurulan rejimin hakimiyetini sağlamak üzere işletilen, aldığı kararlar ile tarihe kara bir leke olarak adını yazdıran katliam mahkemeleridir. Birinci dönem mahkemeler daha çok askeri suçlarla ilgilenip savaş düzenini sağlamaya çalışmışken, ikinci dönem mahkemeler ise siyasi muhalifleri tasfiye etmiş, inkılâpları benimsemeyenleri ve yönetime karşı isyan edenleri cezalandırmıştır. 500 bine yakın insandan bahsediliyor ki, bu bile vahşetin çapını göstermeye yeter.

İTTİHAT VE TERAKKİ PARTİSİ – ERGENEKON

“1908 Meşrûtiyet Devrimi”ni sağlayan siyasî dernek (parti)… İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin temeli, 1893 yılında İstanbul’da Askerî Tıbbiye’de atıldı. Kurucuları Dr. İshak Sukûtî, Dr. Abdullah Cevdet, İbrahim Temo ve Şerafettin Maidumî’dir. Cemiyetin amacı Osmanlı mevcut idaresine karşı çıkmak, Meşrûtiyet yönetiminin yeniden yürürlüğe girmesini; Batı tipi hürriyete, eşitliğe, mal ve can güvenliğine yer veren bir yönetimin kurulmasını sağlamaktı. Cemiyet, İngiltere ve Fransa gibi Batılı ülkelerin desteği ile kısa zamanda gelişti, İstanbul’da birçok semtte gizli komiteler kuruldu. Kahire’de ve Paris’te dernek adına yayınlara girişildi. Bunun üzerine II. Abdülhamid Han yönetimi, devlet ve millet düşmanı bu güruh için İstanbul’da sıkı araştırmalar gerçekleştirdi. 1897’de cemiyet üyelerinin çoğu ele geçirilerek bir kısmı hapsedildi, bir kısmı sürgün edildi. Ancak Batı’da ve ülkenin birçok yerinde faaliyetlerini yürütmeye devam eden bu cemiyet mensubları, Yahudi gibi en sinsi ve en hain milletlerle irtibata girmekten çekinmedi. Hattâ denilebilir ki, İttihat ve Terakki Partisi bu çerçevede bir örgüttür. Ergenekon ve benzeri örgütlere kaynaklık eden, Osmanlı Devletinin parçalanmasını ve Osmanlı coğrafyasında yaşayan milletlerin ayrışmasını sağlayıcı dehşetengiz politikalara imza atmış ve bunu “sureti hak”, “vatanperverlik” gibi maskelerle örtebilmiş bir örgüttür. Hâlihazırda yaşanan Türk ve Kürt kavmiyetçiliğinin ve yine “Kürt Meselesi” olarak yıllardır Anadolu insanının kafasına kanser hücresi gibi yerleştirilen problemin ana kaynağı ve müsebbibleri bu örgüt ve takibçileridir. Cumhuriyet döneminde iktidarı “darbevarî” bir oldu bitti ile ele geçirenlerin kökeni bu partiye ve örgüte dayanmaktadır.

İleride Türk milliyetçiliğinin şampiyonluğunu yapacak olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni (İTC) kuran beş kişiden ikisi, Arapkirli Abdullah Cevdet ve Diyarbakır’lı İshak Sukuti Kürt’tü. Cemiyetin önde gelenleri arasında bulunan Bağdat Mebusu ve Darülfünun Hocası Babanzade İsmail Hakkı, İslâmcı çevrelerde itibar gören Darülfünun Hocası Babanzade Ahmet Naim, sosyolog Ziya Gökalp önemli Kürt aydınlarıydı. Ayrıca 1847’de ayaklanan Botan Emiri’nin oğlu Bedirhan Bey, Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Nehri Şeyhi Seyit Abdülkadir Efendi ve Bitlisli Said-i Nursî de İTC üyesiydi. (Naci Kutlay, İttihat Terakki ve Kürtler, Koral-Fırat Yayınları, 1991, s. 26.) Ancak İslamî kimliğe sahib Said Nursi ve Ahmed Naim gibi, Abdulkadir Efendi gibi şahsiyetler ilerleyen zamanda cemiyetin gerçek yüzünü gördüğü için ayrılmışlardır.

İttihat ve Terakki’nin fikirleri özellikle Rumeli’de subaylar, askerî öğrenciler ve memurlar arasında yaygınlaştı. Selanik, cemiyetin merkezi hâline geldi. İttihat ve Terakki’nin başkanı Edirne Posta İdaresi’nde memur olan Talât Bey’di (sonra Paşa). Diğer ileri gelenler arasında Ahmet Rıza, Enver (Paşa), Cemal (Paşa), Dr. Nâzım, Ziya Gökalp, M. Kemal ve İsmet İnönü gibi kişiler de vardı. Ki bunlardan Kürt kökenli Ziya Gökalp, 1912’de İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi sıfatı ile Diyarbakır mebusu olarak Mebuslar Meclisine milletvekili seçilir. Ziya Gökalp’in vekilliği bununla sınırlı değildir, 1923’te de yeni meclise Diyarbakır milletvekili olarak seçilir.

İZZET BEY

Hacı Musa Bey’in oğlu, Salih Mirzabeyoğlu’nun dedesidir. Eski Anavatan Partisi milletvekili Kamuran İnan’ın dedesi Şeyh Selahaddin bir mesele yüzünden hükümet ile arası bozulunca Hacı Musa Bey’in oğlu İzzet Bey’e sığınır. Hükümetin Şeyh Selahaddin’i istemesi üzerine İzzet Bey olumsuz cevab verir ve sığınan birisinin teslim edilemeyeceğini söyler.

Henüz sürgün edilmemiş olan Mutki Aşireti reisi Hacı Musa Bey, Mustafa Kemal’e bir mektub yazar ve Şeyh Selahaddin’in affını taleb eder. Mustafa Kemal, Hacı Musa Bey’in talebini kabul eder ve Şeyh Selahaddin kurtulur. Zamanla hükümet ile arası açılan İzzet Bey’in üzerine bir müfreze asker gönderilir.

Halasının oğlu ve yanaşması ile beraber Irak’a doğru kaçmak üzereyken Şeyh Selahaddin’e sığınır. Şeyh Selahaddin onlara bir dere yatağında saklanmalarını söyler. Devletin çağdaşlaştırma akınlarından nasibini almış ve bu konudaki evrimini tamamlamış(!) olan Şeyh Selahaddin, İzzet Bey ve yanındakilere ihanet eder. Bu ihaneti içine sindiremeyen Şeyh Selahaddin’in bir adamı dere yatağına gelip durumu İzzet Bey’e anlatır. İzzet Bey, böyle bir ihanetin yapılacağına inanmak istemez ve haberi getiren adamı orada harcar. Tabiî ki haber doğrudur. Çatışma çıkar ve Kösor Dağı eteğinde İzzet Bey, halasının oğlu ve yanaşması öldürülür.

Devletin tehditkâr ve sert yüzünü göstermek gayesi ile cesetlerin kafaları kesilerek Muş’a getirilir. Atların heybelerinde duran kesik başlar, İzzet Bey’in halası (Hacı Musa Bey’in kız kardeşi) Gülnaz Hanım’ın ayağının dibine atılır. Gülnaz Hanım vakur bir edayla ayağı ile kafalardan birini ters çevirir ve “Bu benim kardeşimin oğludur” der. İkinci kafayı ayağı ile ters çevirir ve “Bu da benim oğlumdur” der. Üçüncü kafayı da ters çevirir ve “Buna yazık olmuş, hizmetkardı, askerdi, bu fukaradan ne istediniz?” der. Başı dimdik duran Gülnaz Hanım’da ne bir feryat, ne bir ağıt vardır. Bir çalımla yönünü döner ve “Bunlar koçtu ve koçlar bıçağa gelmek içindir” der. Orada bulunan efradı hayretler içerisinde bırakan Gülnaz Hanım aynı vakur edayla bir çalımla döner ve gider.

Kürt tarihinin meşhur ozanı ve şairi Cigerxwîn (Cigerhun) bu durumu konu alan ve mezkur coğrafyada bilinen en yanık türkülerden birini yakar ve şöyle der: “Şêr şêre Çı jîne Çı mêre (Arslan, kadın da olsa erkek de olsa, arslandır)”

Bu güzide kadın, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun büyük halasıdır.

JİTEM (JANDARMA İSTİHBARAT VE TERÖRLE MÜCADELE)

JİTEM, 1990’lı yıllarda PKK öncülüğünde güçlenen milliyetçi Kürt hareketi ile mücadele etmek üzere Jandarma bünyesinde kurulan, çok sayıda öldürme olayı ve yasadışı faaliyetin içine giren askeri birim. Ayrıca kendilerine verilen geniş yetkilerden dolayı, mensuplarının büyük kısmı başta uyuşturucu olmak üzere silah vb bir çok kaçakçılık olayında etkin rolü olan çetelere üye olmuştur.

Böyle bir birimin varlığı askeri kaynaklarca onaylanmamış ve yalanlanmış olmasına karşın, bu birimde çalıştığını söyleyen bazı devlet görevlileri ile itirafçıların çok sayıda beyanı medyada yer almıştır. Ayrıca JİTEM’in varlığı resmi raporlara da yansımıştır. Şubat 2006’da 11 PKK itirafçısının yargılandığı davada Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesi JİTEM’in askeri bir birim olduğuna karar vererek dosyayı askeri mahkemeye göndermiştir. Ergenekon Terör Örgütü diye bilinen yasadışı oluşumun yargılandığı mahkemelerdeki sanıklar da JİTEM’in varlığını teyid etmiş, hattâ Hurşit Tolon gibi isimler “ben kurdum!” diye itiraf etmiştir.

KADİRİ TARİKATI

Abdülkadir-i Geylâni’ye nisbet edilen ve İslâm dünyasında en yaygın olan tarikat. Nakşîlikle birlikte Kürdistan’daki en etkili iki tarikattan biri olan Kadiriliğin Kürdistan’daki geçmişi 14. yüzyıla kadar uzanmaktadır.

Berzenciler, Talabaniler, Sadate Nehriler, Arvasiler ve Brifkaniler gibi etkileri günümüze dek süregelen aileler, en ünlü ve etkili Kadiri şeyh aileleri idi. İlk üç aile, sahib oldukları tarikat ilişkileri ağı ile zaman içinde büyük bir güç hâline geldiler. Ve bu Kadiri şeyh ailelerinin soyundan gelen sonraki kuşaklarda, Şeyh Mahmud Berzenci ve Celal Talabani gibi ünlü milliyetçi liderler ortaya çıktılar. 19. yüzyıl başlarında Mevlana Halid’in çabaları sonucu hızla yayılan Nakşibendilik tarikatı birçok yerde birçok sebebe binaen Kadiri tarikatının yerini alırken, bazı Kadiri şeyh ve aileleri Nakşiliğe intisab ettiler. Bu ailelerden en önemlileri Nehriler ve Arvasilerdir. Nakşibendiliğin yayılımı ve yüzyılın başındaki modernleşmeye paralel olarak, tarikat giderek zayıflamıştır.

Kadiri tarikatına mensub olan en etkili ve nüfuzlu aileler Berzenciler ve Talabaniler olmuştur. Aynı tarikata mensub olmakla beraber 19. yüzyılın sonunda iki aile arasında yaşanan rekabet kan davasına dönüştü. 20. yüzyılın başında milliyetçi bir lider olarak ortaya çıkan Şeyh Mahmud Berzenci kendisini “Kürdistan Kralı” ilan ettiğinde, birliği sağlayamamasının sebeblerinden biri de Kerkük civarındaki halkın çoğunlukla Talabani şeyhlerinin müridi olmasıydı.

KEMAL BURKAY (1937-)

Siyasetçi, şair ve yazar. Tunceli’nin Mazgirt ilçesinde doğan Burkay 1960 yılında Ankara Hukuk Fakültesi bitirdi. 1965 yılında İşçi Partisine katıldı. Partinin Elazığ, Bingöl, Tunceli ve Erzincan gibi Kürt nüfusunun yoğun olduğu şehirlerdeki örgütlenmesinde çalıştı. 1968’de ise partinin yönetim kuruluna seçildi ve 1969’da Tunceli adayı oldu. 1972 yılında yurt dışına çıktı. 1974 yılında çıkan af yasasının ardından geri dönerek Ankara’da avukatlığa başladı. Aynı yılın sonunda Burkay bir grub arkadaşıyla birlikte Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisini (PSK) kurdu ve genel sekreterliğine seçildi. Burkay arkadaşları ile birlikte 1975 yılında Özgürlük Yolu dergisini, 1977 yılında ise 15 günlük Roja Welat gazetesini çıkardı. PSK, bağımsız adaylar göstererek 1977 yılında Diyarbakır, 1979 yılında ise Ağrı belediye başkanlıklarını kazandı. Mart 1980’de yurt dışına çıktı. 2003 yılında Partinin 7. Kongresinde genel sekreterlik görevinden ayrıldı. İsveç’ten politik iltica alan Burkay 2011 yılında Türkiye’ye döndü.

KCK (KÜRDİSTAN TOPLULUKLAR BİRLİĞİ – KOMA CİVAKEN KURDİSTAN)

PKK’ye bağlı tüm yapıları içine alan siyasi örgütlenme. Öcalan’ın düşünce ve istekleri doğrultusunda Mart 2005’te kuruluşu ilan edilen KKK (Koma Komelen Kürdistan – Kürdistan Halklar Konfederasyonu) olan adı, 22 Mayıs 2007’de Kandil’de yapılan Kongra-Gel’in 6. Genel Kurulunda KCK (Koma Civaken Kurdistan – Kürdistan Topluluklar Konfederasyonu) şeklinde değiştirildi. Kongrenin kabul ettiği KCK sözleşmesine göre KCK, toplumcu-konfederal bir sistemdir. PKK’nin, KCK sisteminin ideolojik gücü olduğunu benimseyen bu sisteme göre; klasik devlet düzeninde olduğu gibi KCK, yasama, yürütme ve yargıdan oluşan üç temel kurumdan meydana gelmektedir. KCK yapılanmasında yasama meclisi – halk meclisi olan KONGRA-GEL’in sorumluluğuna Zübeyir Aydar getirilmiştir. Yürütme Konseyi Başkanı, 2013’te Murat Karayılan idi.

30 Haziran – 5 Temmuz tarihleri arasında Kandil’de gerçekleştirilen 9. Kongrede Abdullah Öcalan’ın talebiyle önemli kararlar alındı. KCK sisteminde değişikliğe gidilerek ‘genel başkanlık konseyi’ oluşturuldu. Yürütme konseyinde de eş başkanlık sistemine geçildi. Daha önce Murat Karayılan’ın oturduğu koltuk Cemil Bayık ile Bese Hozat’a teslim edildi. Kongra Gel eşbaşkanlığına ise Hacer Zagros ile Remzi Kartal seçildi. Karayılan ise örgütün silahlı kanadı Halk Savurma Güçleri’nin (HPG) başına geçti. Bu görevi daha önce Suriyeli Nurettin Sofi yürütüyordu. 

KCK’nın diğer organı ise, KCK’nın yargı faaliyetlerini yürüten İdari Adalet Divanıdır. İdari Adalet Divanı ve Halk Mahkemesi diğer bir deyişle Özgürlük Mahkemesi, Kongra Gel bileşimi tarafından seçilir ve sadece Kongra Gel bileşimine karşı sorumludur. Yargı erkinin sorumlusu ‘Kazi’ kod adlı eski bir İran cumhuriyet savcısıdır.

Türkiye’de özellikle 14 Temmuz’daki Silvan Saldırısından sonra PKK ile mücadele stratejisi kapsamında “PKK’nin şehir örgütlenmesi” olarak görülen KCK örgütlenmesine karşı birçok operasyon düzenlendi. 2010’da başlayan ve 2012’de artarak devam eden operasyonlar çerçevesinde BDP’li belediye başkanları ve yöneticilerinin de aralarında bulunduğu binlerce kişi tutuklandı.

KÜRDİSTAN DEMOKRAT PARTİSİ (KDP)

Kürdistan Demokrat Partisi (Partîya Demokrata Kurdistan a Irak – PDK-I) 16 Ağustos 1946’da kurulan bir Kürt partisidir. KDP’nin kurucusu Molla Mustafa Barzani’dir. 1979’dan beri partiyi oğlu Mesut Barzani yönetmektedir.

Tarihçesi: 1939’da Şeyh Mahmut Berzenci’nin yardımcısı Refik Hilmi Süleymaniye’de Hêwî örgütünü kurmuştur. 1943’te Barzaniler Irak yönetimine karşı isyan etmiştir. Ancak İngilizlerin desteğini alan Irak ordusu saldırıya geçip Barzanileri bastırmıştır. Kasım 1945’te Mustafa Barzani 10 bin Barzani Aşireti mensubuyla birlikte İran’a sığınmıştır. İran’da KOMELA’nın (Komelayî Jîyanaweyê Kurdistan) Irak Kürdistan’ındaki kolu Rizgarî örgütünü kurmuşlardır. Hêwî de kendini feshederek Rizgarî’ye katılmıştır.

22 Ocak 1946’da İran’da Mahabad Cumhuriyeti kurulunca Irak-İran Kürtlerinin birlik düşüncesi güçlendirilmiş ve Rizgarî ve diğer milliyetçi grubların da katılmasıyla 16 Ağustos 1946’da Kürdistan Demokrat Partisi-Irak kurulmuş ve genel sekreterliğine Mustafa Barzani seçilmiştir.

Günümüzde KDP, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin önemli partisidir. Ağırlıklı olarak Duhok kentinde etkilidir. 2005 Irak meclis seçimlerine Kürdistan Yurtseverler Birliği ile birlikte girmiş ve mecliste 53 milletvekili çıkarmışlardır.

KÜRT AŞİRETLERİ

Kürtler, yüzyıllardır muhafaza ettikleri “Geniş Aile” tipinin ötesinde, “Aşiret” hâlinde, büyük grublar ve topluluklar hâlinde yaşarlar. Şimdilerde Aşiret olarak 80 kadar toplama varan bu millet, dışarıdan üç beş bin kişinin temsil ettiği bir yapı olmaktan çok uzaktır. Tarih boyunca, Aşiretler arasında Millî Birlik şeklinde fazlaca uzlaşma görünmemiştir. Burada, tabiî ki Aşiretlerin yönetim anlayışından, Beylik misali özerklikten gelen özgüvenden kaynaklanan bir problem vardır. Bunun her zaman olumsuz etkisi olmamakta, birçok kere olumlu etkileri söz konusu olmaktadır. Çünkü bir yanlış, topyekûn bir millete mâledilememekte veyahut da bir grubun aldığı karara diğer grub katılmamakta, böylece daha sağlıklı kararların alınmasının da önü açılmaktadır. Tarihte sadece İslâm, Kürt aşiretlerini bir araya getirebilmiş, devletleştirebilmiş ve dünya çapında güçlü bir devlet olarak temsil edilmelerini sağlamıştır.

Bu aşiretlerden en tanınmışları; Zıbarîler, Haletîler, Harirîler, Ruşnîler, Bartîler’dir. Bunlardan bazıları da bulundukları yerlerin adları ile anılmışlardır, Bitlisliler, İmadîler, Sincarîler, Gorkîler, Cezerevîler gibi. Diğer yandan bazı aşiretler de yaşadıkları şehre kendi adlarını verecek derecede güçlüydüler, Hakkâri isminin Hakkâr aşiretinden gelmesi gibi. Ki Hakkâr aşireti bölgenin tanınmış saygın aşiretlerinden biridir. Kürtlerin tarihi de bir nevî Aşiretler, Beyler ve Beylikler tarihidir.

KÜRT EDEBİYATI’NIN ŞAHESERİ: MEM U ZÎN (1695) 

Edebiyat dünyasında seçkin bir yeri olan bu eser, Kürt coğrafyası ve sınırları dışında en çok tanınan, benimsenen bir kitabtır. Kürt milletinin kültür, edebiyat ve tefekkür dünyasını dünyanın diğer milletlerine tanıtan bir eserdir. Bu sebeble, E. Xani Kürtler tarafından millî bir şair ve düşünür olarak tanınmış, büyük bir itibar görmüştür. Dr. İzzeddin Resulü bu konuda şöyle yazmaktadır “Şimdiye kadar O’nun hakkında yeterince araştırma yapılmasa da O’na duyulan ilgi, hiçbir Kürt yazarın ulaşamadığı bir boyutta yoğunlaşmıştır.” Celadet Ali Bedirxan buna “Milletimizin Kitabı” diyor.

İslâm tefekkür dünyasında sembolik anlatımlar ve ilâhî aşkın seyrinde karşılaşılan hâdiselerin ve yaşanılanların anlatımı oldukça yaygındır. Tasavvuf edebiyatı olarak yaygınlaşan bu tarz Ehmede Xani’de de kendini gösterir. Dâvası İslâm Ahlâkı ve Şuuru çerçevesinde yaşadığı cemiyeti, mensubu olduğu milleti ihya etmek, adalet ve asalet dolu bir hayatı onlara benimsetmek olan Xani eserlerinde bir cemiyet inşaına kalkışır. Ve özellikler Mem û Zin’de oldukça başarılıdır. Bu eser bir aşk destanı olarak çok güzeldir ancak o daha çok dinî, ilmî, tarihî, şer’î ve sanat estetiğiyle bir manifesto niteliğindedir. Bir cemiyet dâvası güden Xani’nin tek gayesi vardı; o da milletinin, İslâm’ın emretttiği, ölçülendirdiği çerçevenin dışına çıkmadan yüksek seciye ve meziyet sahibi milletler arasında yer alması.

KORUCULUK SİSTEMİ

26 Mart 1985 tarihinde, 1924 tarihli 442 sayılı Köy Kanununun, 74. maddesinde yapılan değişiklikle oluşturulan kurum. Rejim korucuyu, kırsal bölgede güvenlik güçlerine yardımcı olan sivil görevli olarak tanımlamıştır. Korucular idari bakımdan muhtarın, mesleki bakımdan ise jandarma bölük komutanının emir ve komutası altındadırlar.

Kürtlerin yoğun olduğu illerde silahlı çatışmaların yoğunlaşması sonucu 1987’de yürürlüğe giren OHAL ile birlikte, bölgede korucu sayısı hızla artmıştır. 1990’ların sonlarına gelindiğinde 90.000’lere yaklaşan korucu sayısı Mart 2006 sonu itibariyle 57.000 dolaylarına düşmüştür.

Koruculuk uygulamasına geçilmesinin sebebi, gerçekte devletin PKK militanlarının eylemlerine karşı mahallî halkın desteğini sağlaması ve operasyonlarda bölgenin özelliklerini bilen kişiler olarak koruculardan istifade etmesiydi. Koruculuğu kabul eden kişiler ve aşiretler, genel olarak, devlet desteğiyle ve sağladığı silahlarla rakib-düşman kişilere-aşirete üstün gelmek, maaş yolu ile gelir elde etmek, PKK’nin saldırılarına tepki göstermek, çok azı ise PKK’nin uygun görmesi ve kırsal alandaki lojistiğini temin edebilmek amacıyla koruculuğu kabul etmişlerdir.

Bunun neticesi olarak PKK koruculuğu kabul edenleri ‘hain’ olarak ilan etmiş, hedef hâline getirmiş ve benzer uygulamalar gerçekleştirmiştir. Bu durum 1990’lı yıllarda kitleselleşen zorunlu göçlerin en önemli sebeblerinden biridir.

Koruculuk sistemi uygulamaya konulduğu günden bu zamana dek, binlerce korucu adam öldürme, yaralama, tecavüz, gasp, uyuşturucu kaçakçılığı vb. çeşitli suçlara karışmışlardır. İçişleri Bakanlığının verilerine göre, 1985-2006 yılları arasında 5139 korucu suç işlemiş, 853’ü tutuklanmıştır. Bunların 964’ü mala karşı işlenen suçlar, 1341’i öldürme, yaralama, tecavüz vb. şahsa karşı işlenen suçlar; 443’ü kaçakçılık, geri kalanı terörle mücadele ile ilgili suçlar olmuş, bunlardan 264’ü hüküm giymiştir.

KÜRDİSTAN

“Kürtlerin Ülkesi” anlamında Kürtlerin yaşadığı coğrafyayı tarif eden isimlendirme. Kürdistan, popüler Kürt milliyetçi söyleminde Türkiye, Irak, İran, Suriye, küçük bir kısmı ise Ermenistan ve Kafkasya’da olmak üzere Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı alanı ifade eder. Kürtlerin tarihî yurdu Kürdistan, hiçbir zaman kesin olarak belirlenmiş sınırlara ve coğrafi koordinatlara sahib olmamıştır. Kürdistan’ın sınırları savaş ve göçlerle sürekli olarak değişime uğramıştır. Kürdistan isimlendirmesi nisbî olarak çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu toprakları ifade eder. Kürdistan kelimesi ilk olarak Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Sencer (öl. 1157) zamanında idari-siyasi bir birim ismi olarak kullanılmıştır.

Ortaçağ İslam kaynakları Kürtlerin yaşadığı coğrafyadan Bilâd el-Ekrâd, Zûzân, Zûzân el-Ekrâd, Cibâl el-Ekrâd, Dar’ül Ekrâd, Qûhestân isimiyle, bazen de Divan-ı Lügati’t Türk’te olduğu gibi Arz’ül Ekrâd olarak bahsetmişlerdir. Bununla beraber bu ifadeler politik bir birliğe yahut etnik homojenliğe gönderme yapmazlar. Osmanlıların bölgeye hâkim olmasından sonra Kürdistan ismi daha yoğun olarak kullanılmaya başlanmıştır.

KÜRDİSTAN BÖLGESEL YÖNETİMİ

1992 yılında defacto olarak kurulan ve 2005 yılında kabul edilen Irak Anayasası ile hukuken tanınan Özerk Kürt Yönetimi. Bu yönetim bölgesi Erbil, Duhok ve Süleymaniye vilayetlerinden oluşmaktadır. Ayrıca Kürt yönetimi Kerkük, Hanikin ve Musul’un Kürt bölgesine dâhil olmasını taleb etmektedir. Bölgesel Kürt Yönetiminin başkanı seçimle belirlenmektedir. Bölgesel yönetimin başkanı aynı zamanda peşmerge güçleri komutanı olup meclisin aldığı kararları veto hakkına sahibtir.

KÜRDİSTAN İSLAMİ HAREKETİ – BİZUTNAWAİ İSLÂMÎ LE KÜRDİSTAN

Irak Kürdistanı’nda Şeyh Osman Abdülaziz ve bir grub takibçisi tarafından 1987’de kurulan İslamcı parti. Fikren İhvan-ı Müslimin’den etkilenmiştir. 1988’de kimyevî silahlı saldırıya uğrayan Halepçe ve çevresinde güçlü olan ve İslami Kürdistan Ordusu adlı bir grub silahlı peşmergesi de bulunan hareket 1992’de yapılan Kürdistan Parlamentosu seçimlerinde oyların yüzde 5.1’ini aldı. 1998’de bir grub arkadaşı ile Erbil’e taşınan Osman Abdülaziz’in 1999’daki vefatının ardından kardeşi Ali Abdülaziz hareketin başına geçti. KDP ve KYB’den sonra en fazla desteğe sahib olan hareket, daha sonra bölünmeler yaşadı, gücünü ve etkinliğini önemli ölçüde kaybetti. Şu ân harekete Şeyh Sıddık Abdülaziz önderlik etmektedir.

KÜRDİSTANLI YAHUDİLER

Şimdiki Irak Kürdistanı başta olmak üzere Kürdistan olarak tavsif edilen coğrafyada yaşayan Yahudilere verilen ad. Asurlar zamanında İsrail krallığının yıkılması sonucu diğer Yahudiler gibi göç ederek Kürdistan bölgesine yerleştiler. Yahudilerin bir kısmı ise Haçlı Seferleri sırasında kaçarak buraya geldiler. Yüzyılın başında yarısı Musul’da olmak üzere Zaho, Süleymaniye, Erbil, Kerkük’te Yahudi toplulukları mevcuttu. Hayat tarzları ve giyim kuşamları ile komşu oldukları Kürt ve Asurilere çok benzeyen Yahudilerin bir kısmı İslâm fetihlerinden sonra Arabça konuşurken önemli bir kısmı Targum adı verilen neo-arami bir dil konuşuyordu. Kürdistanlı Yahudiler de Ortadoğu’da olduğu gibi yaşadıkları mıntıkaya nisbetle adlandırılmışlardır. Bunların en ünlüleri 1590 ve 1670 yılları arasında yaşayan haham Samuel Barzani ve kızı olan Asenath Barzani’dir. Barzani diye bilinen aşiretle hiçbir ilgisi olmayan bu ailenin soyadı benzerliği, Barzan diye bilinen bölgede yaşıyor olmalarındandır. 1948’e kadar sayılarının 20 bin civarında olduğu tahmin edilen Yahudilerin çoğunluğu İsrail devletinin kuruluşundan sonra İsrail’e göç etti.

Kürtlerle İsrail arasındaki ilk ilişkiler, merhum Molla Mustafa Barzanî’nin, Irak’taki Baas rejimine karşı, 60’lı yılların sonunda kurduğu ilişkilerle başladı. İkili ilişki, tümüyle Baas rejiminin Arab milliyetçiliği sâikiyle Kürtlere uyguladığı baskı-zulüm politikaları ve uygulamalarına karşı reaksiyon olarak gelişmişti. Molla Mustafa Barzanî’nın bu tutumu başta her ne kadar sırf tepkiselliğe dayanan pragmatik-politik bir ilişki ise de, zamanla İsrail faktörünün Kürt sorunu içine iyice sızıp yer bulmasının yolunu açtı. İsrail gizli servislerinin, şirketlerinin Irak Kürdistanı’nda çeşitli alanlarda hâlen süregelen yoğun faaliyetleri bilinmeyen bir husus değildir. Oysaki daha 1956 yılında, Molla Mustafa Barzânî’nin yeğeni Şeyh İsmail Barzânî’nin (Şeyh Abdüsselâm Barzânî’nin oğlu), Türkiye’ye, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ve Başbakan Adnan Menderes’e gönderdiği Arabça ve Osmanlıca mektublarında Filistin davası ve işgal söz konusu edilir. Filistin’de işgalin sona erdirilip, ‘Siyonizmin Filistin Topraklarından Kovulması’ ifadesiyle, Türkiye’den açıkça talebte bulunulur.

Bir taraftan İsrail’in Kürdistan’dan göç etmiş Yahudileri köprü olarak kullanıcı bu yöndeki çabaları, diğer yandan Kürtler içerisindeki, dine karşı konumlanmış bir kısım intelijansiyanın sırf İslam ve Arab karşıtlığına dayalı aynı yöndeki çaba ve propagandaları, bir kısım ulusalcılığa yakın çevrelerin Kürtleri dışlayan yine aynı yöndeki çabaları, konuyu neredeyse içinden çıkılmaz bir hâle sokmaktadır.

Hele ki, Barzani ailesine ilişkin olarak, Barzan bölgesinde, İsrail’e göç öncesinde, Musevîlerin de yaşamış olması durumu kullanılarak, Yahudi kökenli bir aile olarak nitelendirilip âdeta suçlanması, Barzani ailesinin de Şirvan’dan göç etmiş ve İmâdiye ve Hakkari beyleri ile akraba Abbasi kökenli bir aile olmasına rağmen -sadece İsrail ile olan Baas karşıtlığına dayalı siyasi ilişkileri ile- bu iddiayı açık bir dille reddetmemeleri, bunun ötesinde bu aileye akraba Baki Barzani’nin ‘Kurdish-Israil Affinity’ başlıklı makalesi olayı çok daha vahim bir noktaya getirmektedir.

İsrail’in, Kürtleri İslam dünyası içerisinde, İslamiyet’ten koparıp Kürt olmayan Müslümanlara karşı müttefik hâline getirme çabaları hâlihazırda mevcuttur ve bütün propaganda unsurları ile sürmektedir.

KÜRDOLOJİ

Kürt dili, edebiyatı, tarihi, etnografyası ve coğrafyasını temel araştırma alanı seçen bilim ve bu alanda üretilmiş tüm araştırma ve incelemelere verilen ad. Kürdoloji kavramı yerine bazen Kürt incelemeleri kavramı da kullanılır. 18. yüzyıldan itibaren, özelikle 19. yüzyılda Avrupa ve Rusya’da Kürtlerin diline ve kültürüne ilişkin çok sayıda eser yayımlanmıştır. Kürdolojiye dair ilk müstakil eser yirmi yılını Musul ve Amadiye’de Kürtler arasında geçiren İtalyan Rahib Garzoni tarafından yayımlanan Grammatica e Vocabolario della Lingua Kurda isimli çalışmadır. Bu sebeple Garzoni, klasik Kürdolojinin kurucu ismi olarak kabul edilirken, Rus oryantalist V. F. Minorsky ise, modern Kürdolojinin kurucusu ismi olarak zikredilmektedir. Bu iki oryantalistin Kürt tarihi, dili ve eserleri üzerinde araştırma adı altında ciddi tahribatı söz konusu olduğu gibi, Türkleri Türkleştirme görevini yürüten Moiz Kohen gibi Yahudileri aratmamaktadırlar. İslam coğrafyası üzerinde hayat bulmuş, Tevhidî inanç etrafında birbirleriyle kenetlenmiş milletleri ayrıştırmak, farklılaştırmak için, onların en basit duruşlarını bile kavmî, kültürel, etnisite incelemelerine tâbi tutmakla vazifelendirilmiş bu kimseler sebebiyledir ki, en küçük mevzuda bile İslam coğrafyasındaki milletler bugün bir araya gelemiyor, anlaşamıyor, kaynaşamıyorlar.

KÜRT DEVLETLERİ

Şeddadîler (951-1164): Bu dönemde ortaya çıkan ilk Kürt devleti, Şeddadîler’in Azerbaycan’ın kuzeyinde kurdukları devlettir. Önceki başkentleri Erivan bölgesindeki Dabil (Dvin) idi. Sonradan Gence’yi başkent yaptılar. Şeddadî Kürt hanedanlığı 1164’te Selçuklu sultanı Melikşah tarafından ortadan kaldırıldı.

Hasnavîler (Hasanveyh) Devleti (959-1015): İkinci Kürt hanedanı, 959’da Cibal’de ortaya çıktı. Kurucusu, Hasanveyh bin Hüseyin’dir. Hasanveyh, Berzikanî aşiretinin reisi idi. Bu Kürt devleti 1015 yılına kadar sürdü. Hasanveyh, soyluluğu, iyi yönetimi ve ahlâkıyla övülmektedir.

Bûveyhoğulları Devleti (934-1050): Ali Hasan ve Hüseyin Ahmet kardeşler tarafından Güneybatı İran’da 934 yılında kuruldu. 1050 yılında Selçuklu Sultanı Tuğrul tarafından yıkıldı.

Mervanîler (991-1085): Bu devletin kurucusu Humeydî aşiretinden Bâz’dır. Meyyafârikin (Silvan) ve Amed’i merkez alarak kurulan bu devlet, Hemdanîlerle yapılan bir savaşta Bâz’ın öldürülmesi ve yerine yeğeni Ebu Ali Hüseyin bin Mervan’ın geçmesi ile birlikte 991 yılına kadar idaresini sürdürür.

Eyyubîler (1175-1250): Meşhur bir Kürt hanedanlığıdır. Selahaddin, Revadî aşiretindendir. Selahaddin’in asıl adı Yusuf’tur. Mısır halifesi İmadeddin Zengi’nin yanında yetişen Selahaddin’in amcası, Mısır halifesinin vezirliğini yapmaya başlar. Yusuf, amcasının ölümünden sonra onun yerine geçer. Vezirliği döneminde, sözünü tutmayarak Haçlılarla anlaşan Halife Adid’i devirerek Fatımî Devleti’ne son verir (1171), burada güçlü bir devlet kurar ve hutbenin Bağdat halifesi adına okunmasını sağlayarak Mısır’ı Şiî-Fatımî işgalinden kurtarır.

Selahaddin’in kurduğu devlet, babasının adından dolayı Eyyubîler olarak anıldı. Eyyubî Devleti’nin sınırları kısa sürede Mısır, Suriye, Güneydoğu Anadolu ve Arabistan’ın güneyine kadar genişledi. Ancak Hanedanın son sultanı olan el-Salih Necmeddin Eyyub’un karısı Şecer-üd-Dürr’ün ihaneti ile, Mısır’daki bahr-i memlük kumandanlarından Aybeg tarafından yıkıldı ve yerine Memlûkler devleti kuruldu (1250). Hama kolu ise 1348’e kadar varlığını devam ettirmiştir.

KÜRT DİASPORASI

Diaspora daha çok Ermenilerin kendi ülkeleri dışında ideallerini, davalarını güden kesimi ifadelendirmek için kullandıkları bir ad; Ermeni Diasporası gibi. Kürtler için politik etkileşim dışında kültürel bir anlam ifade etmeyen bir kelime. Bu kelimenin bizim dünyamızda doğrusu Gurbetçi; Kürt gurbetçileri, Türk gurbetçileri gibi. “Kürt Diasporası” diyerek kastedilen ise Kürt gurbetçilerinin yürüttükleri siyasi, politik ve istihbari lobi faaliyetleri. Hem gurbetçi oldukları ülkede hak ve özgürlüklerini koruma ve muhafaza etme adına, hem de bir vesileyle ayrıldıkları topraklarda yaşayan soydaşlarının ızdırapları ve çilelerini sona erdirici siyasi destek arama adına gerçekleştirilen sivil lobi faaliyetlerinin ortak adıdır.

Bu çerçevede; Kürt diasporası, Kürdistan olarak anılan ve Orta Doğu’da bulunan coğrafî bölge dışındaki Kürt topluluklarını tanımlamaktadır ve genel olarak Türkiye, İran, Irak ve Suriye sınırlarında kalan coğrafî bölgedeki özellikle 20. yüzyılın sonlarına doğru gelişen siyasi çatışmalar ve ihtilaflar sebebiyle gerçekleşen göçlerin bir sonucudur.

Göçler sonucu oluşan Kürt diasporası özellikle Batı Avrupa’da yoğunluktadır. Batı Avrupa dışında özellikle Orta Doğu’nun farklı bölgelerinde (Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı Kürdistan bölgesi hariç), Orta Asya ve Kuzey Amerika’da kayda değer Kürt toplulukları bulunmaktadır.

KÜRT DİLİ

Bir Hind-Avrupa dili olan Kürt dili, üç lehçe ile konuşulmakta ve bugün üç ayrı alfabe ile yazılmaktadır. Konuşulan en büyük lehçeler, Kuzey Kurmancisi, Güney Kurmancisi (Soranca) ve Dimilidir (Zazaca). Kullanılan alfabeler ise Latin, Arab ve Kiril alfabeleridir.

Kuzey Kurmancisi: Bu lehçe, tüm Kürt coğrafyasında konuşulan en büyük lehçedir. Bu geniş coğrafyanın Türkiye ve Suriye parçalarının tümünde ve İran-Irak parçalarının belli kesimlerinde konuşulmaktadır. Sovyetler Birliği’nin Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan ve Türkmenistan Cumhuriyetlerinde dağınık biçimde yaşayan Kürtler de bu lehçeyi konuşmaktadırlar. Yazılı Kürt edebiyatının ilk örnekleri ve en önemli klasikleri bu lehçe ile yazılmıştır. Kürdistan’ın dört parçaya bölünmesi ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar, bu lehçe her konuda en etkin lehçe olmuştur. Bu lehçe ile yazan Elî Herîrî, Melaye Cîzîri, Feqiye Teyran, Ehmede Xanî gibi şairler Kürt diline ilişkin bir kültürel duyarlılığı geliştirerek, Kürt diline bir edebî statü kazandırmışlardır.

Güney Kurmancisi (Sorani): Bu lehçe Kürdistan’ın İran ve Irak parçalarının büyük kesiminde konuşulmaktadır. En fazla yazılı eser bu lehçe ile yayınlanmıştır.

Dimili (Zazaca): Türkiye’deki Kürt coğrafyasının dağlık bölgelerinde (Siverek, Çermik, Dicle, Bingöl, Dersim, Erzincan) konuşulmaktadır ve Kürtçe lehçelerin içinde en fazla Hawramî’ye yakındır. Bu lehçe yazı diline bir türlü geçemedi. Yazılı eser, birkaç dinî yazıdan başka, yok gibidir. Ancak son dönemlerde bu lehçe ile de çeşitli eserler yazılmakta ve yayınlanmaktadır.

Ayrıca bu lehçeye yakın (bazıları aynı dese de) Ehmedê Textî, Şêx Mistefayê Beseranî (1641-1702), Xanay Qubadî (1700-1759), Feqî Qadirî Hemewend, Mevlâna Xalid (1777-1826) ile Mahzûnî gibi Kürtçe’nin Goranî lehçesinde kitab yazan klasik edebiyatçılar ve âlimler vardır.

Kürtlerin kullandığı alfabeler ise şunlardır: Latin alfabesi, Türkiyeli Kürtlerin tümü ve Suriyeli Kürtlerin büyük bir bölümü tarafından; Arab alfabesi, İranlı ve Iraklı Kürtlerin tümü ve Suriyeli Kürtlerin bir bölümü tarafından; Kiril alfabesi de Sovyetler Birliği’nde yaşayan tüm Kürtler tarafından kullanılmaktadır. Asimilasyonun en yüksek yaşandığı ve Kürtlerin yüzde 98 oranında kendi millî kültürüne yabancılaştığı tek yer Sovyetler Birliği olmasının en büyük sebebi Kiril alfabesinin zorla benimsetilmesi ve Kürt hafızasının tamamen silinmesidir. Bu olumsuz durumun sebebi kuşkusuz yine ülkenin bölünmüşlüğüdür. Kürtler sınırları içinde kaldıkları devletlerin resmi alfabelerini kullanmak zorunda kalmakla beraber, ideolojik olarak büyük bir ön kabul ile bu asimilasyona razı olmuşlardır. Kürtler için en büyük tehlike işte bu ideolojik olarak Kürt kültürüne yön vermeye kadar varan eski-yeni ayrımcılığıdır.

Diğer taraftan, Türkiye’de Kemalist rejim aracılığı ile iktidarı ele geçiren “çok uluslu emperyalist güçler” vasıtasıyla dayatılan “sahte ve uydurukça Türkçe”den, Anadolu’da yaşayan Türk, Arab milleti kadar Kürtler de çok çekmiştir. Hattâ en dehşet “dil imhasını” Kürtler yaşamıştır denilebilir. Benzer bir durum Ermenistan için de geçerlidir. Fetullah Kaya’nın Kürt Basını üzerine hazırladığı eserden: “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde Ermeni asıllı Hakop Haraziyan 1921 yılında Ermeni alfabesini Kürtçeye uyarladı. Bu alfabe “Şems” adıyla bilinir. Aynı dönemde Asuri asıllı İshak Morogulor tarafından Kürt Latin alfabesi hazırlandı ve 1930 yılında Kürtlerin en uzun süreli yayını olan “Riya Teze” gazetesinde kullanılmaya başlandı. 1944 yılında Rus merkezî hükümetinin dayatmasıyla bu alfabenin kullanılması durduruldu ve Heciye Cindi başkanlığında bir komisyon oluşturularak Kiril alfabesi Kürtçeye uyarlandı.”

KÜRT HİZBULLAHI

Hizbullah, diğer adlarıyla Türk Hizbullahı veya Kürt Hizbullahı (Hizbullahî Kurdî), Sünni İslamcı ve çoğu faaliyetini Türkiye’de gerçekleştiren, zaman zaman militanca unsurlara da müracaat eden cemaattir. Ancak cemaat, 2000’ler ve sonrasında şiddet muhtevalı olmayan faaliyetlere odaklanmıştır.

Cemaatin ilk kökleri 1979-1980 yıllarında Diyarbakır’daki Vahdet kitabçısındaki toplantılarla oluşmaya başladı. Abdulvahap Ekinci’nin sahibi olduğu bu kitabçıdaki toplantılar, Fidan Güngör ve Hüseyin Velioğlu tarafından düzenlenmekteydi. 1981 yılında Fidan Güngör, Menzil kitabçısını kurarken, 1982 yılında Hüseyin Velioğlu ise İlim kitabçısını kurdu. Cemaat mensubları 1987’ye kadar bu kitabçılarda toplanarak faaliyetlerini sürdürdü.

Menzil ve İlim arasında çekişmeler başladı ve 1987’de Hüseyin Velioğlu İlim kitabçısını Batman’a taşıdığında, liderlik ve militan faaliyetler üzerindeki farklı fikirler sonucu örgüt iki kola ayrıldı. Hüseyin Velioğlu liderliğindeki İlim kolu, hemen silahlı faaliyetlere başlama kararındaydı. Anlaşmazlıklar, iki grub arasında geçen kanlı çatışmalarla sonuçlandı.

Kürt Sünni İslamcı örgüt; şiddet ve cinayet gibi eylemlerini ilk başta PKK üzerinde yoğunlaştırsa da; daha sonradan “ahlaksız” olarak kabul ettikleri kişileri de (alkol içenler, mini etek giyenler vs.) hedef aldı. 1992’de, 2000’e Doğru dergisinin Diyarbakır temsilcisi Halit Güngen Hizbullahçılar tarafından öldürüldü. Öldürülmesinden iki gün önce 2000’e Doğru dergisi, “Hizbullah Çevik Kuvvet Merkezinde Eğitiliyor” başlıklı çarpıcı bir kapakla çıkmış idi.

İstanbul’da birkaç iş adamının kaçırılması ve arkasından gelen Beykoz’daki bir ev baskınından sonra yurt genelinde Hizbullah taraftarlarına karşı aramalar ve operasyonlar başladı. 17 Ocak 2000’de Beykoz’daki bir operasyon sırasında Hüseyin Velioğlu öldürüldü ve Edip Gümüş ile Cemal Tutar gözaltına alındı. Cemal Tutar’ın, Hizbullah’ın askeri kanat sorumlusu olduğu öne sürülürken, Edip Gümüş de örgütün üst düzey yöneticilerinden biri olmakla itham edildi.

Bunu takib eden zaman içerisinde, başta Diyarbakır’da, Hizbullah üyesi olduğu ileri sürülen pek çok kişi mahkemeye sevkedildi. Bu arada zanlılardan bazıları işkence gördüklerini iddia etti. Bu tür iddialar Uluslararası Af Örgütü tarafından Acil Eylem plânı kategorisinde belgelendi. Edip Gümüş ve Cemal Tutar’ın itham edildiği duruşmada; zanlı Fahrettin Özdemir, 10 Temmuz 2000’de 59 gün boyunca gözaltında tutulduğunu ve işkence gördüğünü söyledi. Cemal Tutar ise, 11 Eylül 2000’de 180 gün boyunca gözaltında tutulduğunu söyledi. Hizbullah mahkemesi Aralık 2009’da sonuçlandı. Zanlılar çeşitli sürelerde hapis cezalarına çarptırıldı, Cemal Tutar ile Edip Gümüş’ün de aralarında bulunduğu 16 kişiye müebbet hapis cezası verildi.

KÜRT MUSA BEYİN BABASI MİRZA BEY

Musa Bey, yaklaşık olarak 1854 yılında Muş şehri yakınında Hoyt kazasına bağlı Cinyar köyünde doğdu. Musa Bey’in babası olan Mirza Bey, Muş Sancağı’nın tanınmış aile ve beylerinden biriydi. Mirza Bey, Mutki ve Ahlât gibi bazı kazaların kaymakamlığını yapmış ve gösterdiği başarı sebebiyle Osmanlı yönetimi tarafından takdir edilmişti. Hattâ o, Bitlis civarını tehdit eden eşkıya topluluğunu Bulanık’tan uzaklaştırmakla memur edilmiş ve çok kısa sürede bu eşkıyayı perişan etmiş, ancak 1885’teki bir kan dâvâsıyla alâkalı bir çatışma esnâsında aldığı yaradan dolayı vefat etmiştir. Mirza Bey’in hanımlarından biri, 1889’da İstanbul Pera’da mutasarrıflık yapan Bahri paşanın kardeşiydi. Bitlis Vilâyeti İcra Memuru da, Mirza Bey’in yeğeni idi. Mirza Bey vefatından önce İngiliz ve Amerikan konsolosluklarının adice propagandaları, şikâyetleri ve Osmanlı yönetimindeki bazı kişileri tehdit ve şantajla psikolojik baskı altına almalarından dolayı ve yandaşlarının desteği ile kaymakamlık görevlerinden azledilmiştir.

KÜRT RAPORLARI

Türkiye’de Kürt Meselesinin mahiyetinin ne olduğuna ve nasıl çözülebileceğine dair devlet tarafından hazırlanan raporlar ile bazı kurum, kuruluş ve kişiler tarafından hazırlanan gayr-ı resmi raporlar için kullanılan ifade. Türkiye’nin yakın tarihinde Kürtlerle ilgili birçok rapor hazırlanmıştır. Aslında etnik grublarla ilgili rapor düzenleme geleneği İttihat ve Terakkiye kadar uzanmaktadır.

Savaşın akabinde Rıza Nur’un önerisi üzerine Ziya Gökalp de bir nüshası Atatürk’e sunulan ‘Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler’ adlı bir inceleme hazırlamıştır. 1923’te Cumhuriyetin ilanından sonra da Kürtlere ilişkin birçok rapor hazırlanmıştır. 1926’da Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey ve Diyarbakır Valisi Cemal Bardakçı, 1931’de Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, Umumi Müfettiş İbrahim Tali Öngören ve Korgeneral Ömer Halis Bıyıktay birer rapor hazırlamışlardır. En kapsamlı raporlardan biri İsmet İnönü tarafından hazırlanmıştır. Atatürk’ün isteği ile Haziran 1935’te çıktığı Doğu illerini (Adana, Gaziantep, Elazığ, Diyarbakır, Mardin, Bitlis, Tatvan, Van, Muş, Ağrı, Iğdır, Kars, Ardahan, Artvin, Rize, Trabzon, Erzurum, Giresun, Ordu ve Samsun’u) kapsayan gezi sonunda hazırladığı Şark Islahat Raporu’nda Kürt sorunu ile ilgili görüşlerini ayrıntılı olarak dile getirmiştir. Sorunu güvenlik ve geri kalmışlık çerçevesinde değerlendiren İsmet İnönü’nün Kürtlere karşı izlediği politikanın çerçevesi, Mustafa Kemal’de olduğu gibi Batılılaştırma ve Türkleştirmedir.

Sonraki yıllarda da benzer şekilde onlarca rapor hazırlanmış olsa da, rejimin asli politikasına hiçbir zaman dokunulmamış, hazırlanan Kürt raporlarının çözüme dair hiçbir teklif ortaya koymadığı görülmüştür.

MAHMUT ESAT BOZKURT

Günümüze kadar varlıklarını sürdüren ve “Kürt”ü mesele hâline getirenlerin baş teorisyenlerinden. 1930 Ağrı İsyanı’ndan sonra Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan yazısı –ki o yıllarda Mahmut Esat Bozkurt Cumhuriyet’in ilk Adliye Vekili’dir- aynen şöyle: “Çiğ eti bulgurla karıştırıp yiyen Kürtler’in Afrika yamyamlarından farkı yok”.

Mahmut Esat’ın dava arkadaşlarından Yusuf Mazhar, 1930 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde Kürtler için şunları yazmıştı;

– “Bunlar tarihin şehadeti ile sabittir ki, Amerika’nın kırmızı derililerinden fazla kabiliyetli oldukları hâlde ziyadesiyle hunhar ve gaddardırlar. Dessas ve bedevi hislerden, medeni temayüllerden tamamıyla mahrumdurlar. Bunlar asırlardan beri ırkımızın başına bela kesilmişlerdir.

Ruslar’ın idaresi altında bir kısım insani ve medeni haklardan mahrum tutularak dağlardan inmelerine müsaade olunmayan bu mahlûkat hakikaten medeni haklardan istifadeye şayan değildir. Siyasi ve medeni teşkilata istinat eden buradaki Türk köylüleri, hükümet ve idare nüfuzunun zaafa uğraması üzerine başkaldıran vahşi Kürt aşiretlerinin önünden ya kaçmışlar yahut Kürtleşmişler, yalnız köylerinin isimlerini bırakmışlar.

Bunlar ayrık otu gibi sardıkları toprakta intişar eder fakat bastıkları yere zarar verir mahlûklardır.”

MESUD BARZANİ

1946 yılında babası Molla Mustafa Barzani’nin lideri olduğu İran’da bulunan, SSCB’nin desteğiyle kurulmuş olan Mahabad Cumhuriyeti’nde doğmuştur. Sonraki dönemde Molla Mustafa Barzani’nin bölgede bağımsız Kürt devleti kurma girişimi başarısızlıkla sonuçlandı ve İran ordusunun bölgeye giriş yapmasıyla Molla Mustafa Barzani SSCB’ye, küçük yaşlarda olan oğlu Mesut Barzani ise Irak’a gitmek zorunda kalmıştır. Molla Mustafa Barzani 1958 yılında Irak’ta yapılan darbenin sonucu olarak krallığın Kasım tarafından yıkılmasının ardından, yeni kurulan hükümet tarafından aldığı davet üzerine yeniden ülkeye dönüş yaptı. İlerleyen yıllarda Irak’ın, Kürtlere talep edilen hakları vermemesi üzerine baba Barzani silahlı bir ayaklanma başlattı.

1970’lerin ilk yıllarında Molla Mesut Barzani, babası ve kardeşi İdris Barzani ile birlikte Kürtlerin siyasi ve askeri meseleleri üzerine çalışmaya başladılar. Ancak 1975 sonunda babasının ABD’ye iltica etmesinin ardından yine kardeşi İdris ile birlikte Kürdistan Demokratik Partisi’ne başkanlık etmeye başladı.

Molla Mustafa Barzani’nin 1979 yılında ölümünden sonra partinin en etkin liderleri Mesut ve kardeşi İdris Barzani oldular. Aynı yıl içerisinde (1979) İran’da yapılan devrimden sonra Mesut Barzani ve ailesi, destekçilerinin de vasıtasıyla İran’a yerleşti. 1980 yılında İran-Irak Savaşı’nın başlamasıyla bölgedeki ortamı kullanan Barzani ve partisi KDP, Irak sınırın İran’a yakın kısmında güçlenip etkinliğini arttırmayı başardı. İran-Irak savaşı döneminde ve sonrasında Irak’ta nüfuzunu arttırmak isteyen İran rejimi, Irak’taki tüm Saddam karşıtı güçleri İslami hareketlenmeler temelinde etkilemeye çalışmış olsalar da Mesut Barzani bu duruma pek sıcak yaklaşmamıştır. 1987 yılına kadar KDP’yi kardeşi İdris ile birlikte yöneten Mesut Barzani, 1987 yılında kardeşi İdris’in ölümü sonrasında KDP’nin alternatifsiz lideri hâline gelmiştir.

MEZOPOTAMYA KÜLTÜR MERKEZİ (NAVENDA ÇANDA MEZOPOTAMYA)

Kürt kültürü ve sanatına dair çalışmalar yapmak ve Kürt kültürünü geliştirmek amacıyla 1991 yılında aralarında Musa Anter, İsmail Beşikçi, Faki Hüseyin gibi isimlerin bulunduğu bir grub aydın tarafından kurulan kültür merkezi. Bir süre sonra İstanbul dışında da açılan benzer kültür merkezleri Mezopotamya Kültür Merkezleri adı ile birleştirildi. Bunlar: Mezopotamya Kültür Merkezi (İstanbul), Ada Kültür Sanat Merkezi (İzmir), Anka Kültür Sanat Merkezi (Mersin), Akdeniz Kültür Sanat Merkezi (Adana), Urfa Kültür Sanat Merkezi (Urfa), Dicle-Fırat Kültür Merkezi’dir (Diyarbakır).

MUSA ANTER

Musa Anter, 1920 yılında Mardin’e bağlı Nusaybin ilçesinin Eskimağara köyünde doğdu. İlkokulu Mardin’de, ortaokul ve liseyi Adana’da okudu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Annesi Fesla Hanım, Türkiye’nin ilk kadın muhtarlarından biridir.1944’te Abdurrahim Rahmi Zapsu’nun kızı Ayşe Hale ile evlendi. Cüneyt Zapsu’nun halası olan Avusturya Lisesi mezunu Ayşe Hanım ile evliliğinden 1945’te büyük oğlu Anter, 1948’de kızı Rahşan ve 1950’de küçük oğlu Dicle dünyaya geldi.

İlk gözaltına alınması öğrencilik yıllarında Dersim İsyanı sırasında oldu. Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım’a sövdüğü için 45 gün gözaltında kaldı.

Canip Yıldırım ve Yusuf Azizoğlu ile birlikte İleri Yurt gazetesini çıkaran Anter, yayımladığı Kürtçe şiiri “Qimil / Kımıl” sebebiyle 1959 yılında 49’lar Davası ile idamla yargılandı. 27 Mayıs Darbesi’nde aftan yararlanarak serbest kalan Anter, cezaevinden çıktıktan sonra Deng, Barış Dünyası ve Yön dergilerinde yazdı. 1963’te 23’ler davası ile tekrar cezaevine girdi. Mamak, Sultanahmet, Balmumcu, Seyrantepe ve Nusaybin cezaevlerinde yattı. 12 Eylül Darbesi’nde Kürtçülük propagandası yapmaktan tutuklandı. Hayatı boyunca toplam 11,5 yıl hapis yattı.

Devrimci Doğu Kültür Ocakları, Halkın Emek Partisi, Mezopotamya Kültür Merkezi ve İstanbul Kürt Enstitüsü’nün kurucularındandı.

Anter, 20 Eylül 1992’de Diyarbakır’ın Seyrantepe mahallesinde uğradığı silahlı saldırıda sol bacağına iki, kalbi ve kafasına birer kurşun sıkılarak öldürüldü. Musa Anter’in yanında bulunan gazeteci ve yazar Orhan Miroğlu saldırı sırasında yaralandı. Eski JİTEM elemanı Abdülkadir Aygan; Anter’in, kendisinin de içinde bulunduğu tim tarafından JİTEM için öldürüldüğünü söylemiştir. Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz’ın isteği üzerine Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın hazırladığı Susurluk Raporu’nda, Anter cinayetinin Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım tarafından plânlanıp uygulandığı yer almıştır.

Mezarı, Nusaybin ilçesine bağlı Akarsu Bucağı Eskimağara (Zivengi) köyündedir.

MURAT KARAYILAN

1954 yılında Şanlıurfa’nın Birecik ilçesinde doğdu. Yüksekokulu makine bölümünde okudu ve mezun oldu. Marksist Leninist bir çizgiye sahib olan PKK örgütüne 1979’da katıldı. Kod adı Cemal. Uzun süre Şanlıurfa civarlarında faaliyet gösterdikten sonra 12 Eylül 1980’de Suriye’ye kaçtı. Silahlı güçlerin sorumluluğuna getirildi. İlk başlarda silahlı mücadelenin ön plânda olmasını savundu. Avrupa görmüş ‘kravatlı terörist’ olarak isimlendirildi. KCK Yürütme Kurulu Başkanı oldu. Temmuz 2013’te bu görevden alındı. PKK’nın silahlı kanadı HPG’nin başına getirildi.

MUSTAFA KEMAL

1881 Selanik doğumlu olduğu söylenen, Osmanlı Devleti’nin yıkılıp yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Batıcı laik liderlerinden. Dersim Katliamında pilot olarak görev almış Sabiha Gökçen’in üvey babası.

İslami olan ne varsa karşıtlığı ile tanınan Mustafa Kemal; Hilafetin kaldırılması, Şer’i mahkemelerin lağvedilmesi yani İslami hukuk sisteminin kaldırılıp yerine İsviçre-Roma Hukuklarının getirilmesi, Kur’an alfabesinin çağdışı addedilip Latin alfabesinin benimsenmesini sağlayıcı kanunların çıkarılması, kadınların çağdaşlaşma adına tesettürden soyundurulması vs gibi icraatlara imza atmıştır.

Bugün yaşanan “Kürt Meselesi”nde, İttihat ve Terakki Partisi’nden sonra en büyük pay sahiblerinden…

İstiklal Mahkemelerinin yürütücüsüdür. Bu mahkemelerin gerçekleştirdiği katliamlar döneminde iktidar gücünü elinde bulunduran Mustafa Kemal, Şeyh Said Kıyamı, Ağrı İsyanı, Dersim İsyanı ve bu üç isyana göre daha düşük yoğunluklu olan diğer isyanların bastırılmasında kullanılan yöntemin ve ortaya çıkan sonucun baş failidir.

Türkiye Lozan’a giderken, Mustafa Kemal’in yeni Türkiye’nin Türkler ve Kürtler olmak üzere iki aslî unsurdan oluşacağına dair söz vermesinin ardından, Kürt milletvekilleri Erzurum milletvekili Necati Bey ile Bitlis milletvekili Yusuf Ziya Bey, 3 Kasım 1922’de Meclis kürsüsünden yaptıkları konuşmalarda Kürtlerin azınlık olmadıklarına dair beyanlarda bulundular.

Lozan’da Musul gibi kritik konuların görüşüldüğü bir dönemde Mustafa Kemal, Ocak 1923’te çıktığı Anadolu gezisinde, gazetelere şu açıklamada bulunuyordu:

– “Hangi livânın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur”.

Lozan’dan sonra Türkiye’nin Kürtlere karşı tavrı değişti. Kürtlerin Osmanlıdaki bütün hakları elinden alındı. Lozan’a büyük destek veren Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey, Hıyanet-i Vataniye Kanunu doğrultusunda Şeyh Said Kıyamının bastırılmasına bir gün kala, 14 Nisan 1925 günü saat 5.30’da Bitlis’te, Cibranlı Halid Bey, Teğmen Ali Rıza Bey, damadı Faik Bey ve Molla Abdurrahman ile birlikte kurşuna dizilerek şehid edildi.

NAKŞİBENDÎ TARİKATI

Kürdistan’da en güçlü olan tarikatlardan biri de Nakşibendiliktir. Nakşibendi tarikatı Kürtlerin dinî, sosyal ve siyasî hayatı üzerinde derin bir etki bırakmıştır. 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başı Kürt isyanlarının önderlerinin çoğunluğunun Nakşibendi olması, tarikatın etkisinin ve etkinliğinin bir göstergesidir.

Nakşibendilik, 19. yüzyıl başlarından itibaren Mevlana Halid’in çabaları sonucu Kürdistan, Anadolu, Suriye, Kafkasya’ya kadar yayıldı. Halid’in halifeleri Kürdistan’ın tamamına yayılan çok güçlü bir tarikat ağı oluşturdular. Mevlana Halid’in atadığı 60 civarındaki halifenin yaklaşık yarısının Kürt olması da bunda önemli rol oynamıştır. Bunlardan özellikle Nehriler, Arvasiler ve Norşin şeyhleri güçlü bir nüfuza kavuştular. Öyle ki bu Nakşi şeyhleri, Kadiri şeyhleri ile birlikte, Kürdistan’daki mahallî mirlikler tasfiye edilince Kürtlerin saygı gösterdiği liderler hâline geldi. Zira aşiretlerle sosyal ve siyasî çatışmaların böldüğü Kürdistan’da, mevcut sınırları aşan ve insanları birleştiren yegane güçlü yapılar tarikatlar olmuştur. Dolayısı ile söz konusu dönemde tarikatlar, siyasî sınırları aşma, etkisizleştirme ve ötesine sızma konusunda siyasî iktidardan daha avantajlı konumda idiler.

1880 yılında Batı İran’ı fethe girişen Nakşi Şeyhi Taha Nehri’nin oğlu Şeyh Ubeydullah’ın hareketi, Ehli Sünnet ve’l Cemaat noktasında Şii İran’ın saldırılarına karşı ilk Kürt isyanıdır. Daha sonra yüzyılın başında Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Seyyid Abdülkadir, önce Kürt Teavün ve Terakki, ardından ise Kürdistan Teali Cemiyeti önderi olarak İstanbul merkezli Kürt örgütlerinin başında yer aldı.

1925 yılında Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı girişilen ve döneminin laik batıcı politikası üzerinde derin etkisi olan en büyük Kürt isyanı Genç Hadisesi’nin (Şeyh Said İsyanı) lideri Şeyh Said de Nakşibendi tarikatına mensuptu. Şeyh Said’in dedesi Şeyh Ali Septi (1777-1870), Mevlana Halid’in halifesidir.

Bir diğer Nakşibendi aile de Barzanilerdir. Barzan şeyhlerinin ilki Şeyh Abdurrahman, Şeyh Taha’nın halifesi idi. Ancak aile Şeyh Abdüsselam ile birlikte siyasi bir kimlik edindi. 1913-1914 yılında ikinci kez isyan eden Şeyh Abdüsselam’ın Osmanlı’nın Musul valisi Süleyman Nazif tarafından idam edilmesinin ardından yerine geçen kardeşi Şeyh Ahmed de İngilizlere karşı isyan etti. Bu süreçte Şeyh Ahmed’in kardeşi Molla Mustafa Barzani, Kürt milliyetçi lideri olarak ortaya çıktı ve adı 1960’lı ve 1970’li yıllarda Kürt milliyetçi hareketi ile özdeşleşti. Bununla birlikte Mustafa Barzani ve oğlu Mesut Barzani’nin klasik tarikat yapılanması ile doğrudan bir ilişkileri olmamış tarikat yapılanması içinde yer almamışlardır.

Son olarak Arvasi ailesi. Hâlihazırda etkisi kesintisiz devam eden Bu Nakşibendi ailesinin sadece Kürt bölgesinde değil Anadolu’nun en ücra yerine kadar nüfuzu olmuş ve yine Abdulhakim Arvasi’nin çizdiği GAYE-İSTİKAMET doğrultusunda Laik Batıcı Rejime karşı kurtarıcı ve kurtulucu bir mücadele yürütülmektedir. (Ayrıca bakınız; ARVASİLER )

NEHRİ AİLESİ

19.yüzyılda Halidi-Nakşibendiliğin Kürdistan, Anadolu, Ortadoğu ve Kafkasya’da yayılmasında etkili olan ve “Sadatı Nehri” olarak bilinen Hakkâri-Şemdinanlı şeyh ailesi. Aile, 19. yüzyılın son çeyreği ile yüzyılın başında Kürtler üzerinde etkin rol oynadı. Meskûn bulundukları Şemdinli’nin Nehri Köyüne (Bağlar) nisbetle Nehriler olarak adlandırılmışlardır. Nehriler, Kürtler arasında “Gaws” (evliyalığın en üst makamı) olarak bilinen Abdülkadir Geylani’nin soyundan geldiklerini söylerler. Bu sebeple Gilanizadeler olarak da bilinirler. Aile 1811 yılında Nakşibendiliğe intisap edene kadar Kadiri tarikatına mensuptu. Ailenin kurucu ismi Şeyh Taha-i Nehri, Mevlana Halidi Bağdadi’nin halifesidir. Günümüzde Kürtler ve Türkler arasında etkin olan Nakşibendî şeyhlerin çoğunun tarikat silsilesi Şeyh Taha yolu ile Mevlana Halid’e ulaşır. 1840 yılına kadar Botan Emirliği üzerinde önemli bir dinî etkiye sahib olan Şeyh Taceddin’i (Şeyh Abdurrahman) tarikata dâhil ederek Barzan’a gönderdi. Şeyh Abdurrahman ile beraber Barzan şeyhleri bölgede etkin olmaya başladılar. Emirliklerin sonlandırılmasından sonra dinî ve dünyevî otoriteyi kendisinde birleştiren Şeyh Taha’nın oğlu Ubeydullah, 19. yüzyılın son çeyreğinde en güçlü Kürt lideri konumuna yükseldi. Şeyh Ubeydullah’ın 1880’lerde İran’a karşı açtığı savaşlar ve yürüttüğü Ehli Sünnet ve’l Cemaat çizgisi çerçevesindeki İttihad-ı İslâm çıkışları, bazen kendi çevresinden, bazen Osmanlı’nın son dönem idaresinde artan Jöntürkler ve masonlardan ve hepsinden önemlisi İran ve Rusya’nın Osmanlı düşmanı oluşlarından dolayı tepki çekmiş, aynı şekilde bunların Doğu ve Güneydoğu Anadolu topraklarında hak sahibi olduklarını iddia edişlerinden ve bunun getirdiği uluslararası politik çıkışlardan ötürü, Ubeydullah Nehri’nin davasını sürdürmesine imkân vermemiştir.

İki oğlu, Şeyh Abdülkadir ve Şeyh Muhammed Sıddik, etkili Kürt liderleri oldular. Nehri’de ikamet eden ve 1911 yılında vefat eden Muhammed Sıddik merkezî Kürdistan’ın en etkili şeyhi idi. M. Sıddik’ın genç kardeşi Şeyh Abdülkadir ise Osmanlı politikasında en etkili Kürt lider olmuştur. Seyyid Abdülkadir, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti ile Kürdistan Teali Cemiyeti başkanı olarak Osmanlı başkentindeki Kürtlerin idari ve kültürel etkinliklerini artırma faaliyetlerinin merkezinde yer aldı. Senato üyesi ve Şura-yı Devlet reisliği görevinde bulundu. Osmanlı Devletinin yıkılışına kadar bağımsızlık ve ayrılma yanlısı tutuma karşı çıktı. Kemalist harekete de karşı olan Seyyid Abdülkadir Cumhuriyet döneminde Şeyh Said İsyanına katılmamakla beraber, isyanın ardından tutuklanarak Diyarbakır’a götürüldü ve Şark İstiklal Mahkemesi’nce idam edildi. Ölümünden sonra Şemdinan’a dönen oğlu Abdullah’ın giriştiği kısa süreli isyanda 6 asker öldürüldü. Ardından güneye, İngiliz yönetimindeki Irak’a geçti. Irak’ta yaşayan Abdullah’ın oğlu Abdülaziz de Bağdat’taki askerî akademiden mezun oldu. Abdullah, 1941 yılında İran’a geçerek ailenin geniş topraklara sahib olduğu Urmiye Gölü’nün güneybatısındaki Mergever’e yerleşti. Bölgedeki aşiretlerce lider kabul edilen Abdullah, Mahabad Kürt Cumhuriyetini aktif olarak destekledi. Silahlı bir taraftar grubu ile Mahabad Cumhuriyetinin küçük ordusu içinde bir fraksiyona sahib olan Şeyh Abdullah, Kürt Cumhuriyeti’nin yıkılmasından sonra da konumunu korudu.

Irak’ta Barzani öncülüğündeki Kürt isyanının başarısız olmasından sonra İran’a geçen Şeyh Abdullah’ın albay rütbesindeki oğlu Şeyh Abdülaziz, Mahabad Cumhuriyeti’nin yıkılmasından sonra Barzani ile birlikte Sovyetler’e iltica etti. 1958’de Abdülkerim Kasım darbesinden sonra Barzani ile birlikte Irak’a dönen Abdülaziz, IKDP’nin politbürosunda yer aldı. IKDP’nin bölünmesi ile sonuçlanan çekişmede İbrahim Ahmed – Celal Talabani hizbi içinde yer alan Abdülaziz, 1964 yılında parti yönetimini ele geçiren Barzani tarafından hapsedildi. Şeyh Abdullah, Abdülaziz’in serbest bırakılması için İran makamları nezdinde tüm nüfuzunu kullandı. Serbest kalan Albay Abdülaziz İran’a geçerek Urmiye ve Mergever’de yaşadı.

Şeyh Muhammed Sıddik’in oğlu ve Şeyh Ubeydullah’ın torunu olan II. Seyyid Taha da, 1920’lerde, özellikle Irak ve İran’daki Kürt milliyetçi hareketinde öncü bir isim olarak aktif bir rol oynadı. İran’daki ünlü Simko İsyanına katılan Şeyh Taha, 1922 yılında Irak’ın içine doğru uzanan Türk faaliyetlerine karşı İngilizlerle birlikte çalıştı. Bölge aşiretleri üzerindeki etkisinden dolayı İngilizler tarafından Revanduz yöneticiliğine getirildi. 1932 yılında İran Şahı Rıza Şah Pehlevi’nin daveti üzerine Tahran yolculuğuna çıkan Taha orada zehirlenerek öldürüldü. İki oğlu Şeyh Abdullah Efendi ve Muhammed Sıddik (Şeyh Puso), bölgede saygınlıklarını korumakla beraber, babaları kadar etkin ve nüfuzlu olmadılar.

Ailenin Türkiye’de kalan mensuplarından Naim Şahin, Anavatan Partisinden parlamenter olarak meclise girdi. Ailenin diğer bir mensubu Hamid Geylani, Kürt milliyetçi hareketini destekledi. 2007 seçimlerinde bağımsız milletvekili olarak meclise girdikten sonra DTP ve BTP’de yer aldı. Bununla beraber ailenin önemli bir kısmı ise Cumhuriyet yönetimiyle bütünleşmiş ve Kürt siyasi organizasyonlarından uzak durmuştur.

NEVRUZ (NEWROZ)

“Yeni gün” anlamına gelen nevruz, Kürtler ve diğer İranî topluluklar ve Orta Asya tarafından kutlanan, dinî kaynağı olmayan batıl bir bayramdır. Yeni yılın iIk günü olan Nevruz, aynı zamanda baharın başlangıcını, tabiatın canlanışını simgeler. Kürt coğrafyasında bu yönde belirgin bir âdet ve an’anevi bir kutlama 25 yıl öncesine kadar yoktu. Nevruz’un günümüzdeki anlam ve muhtevası ile yaygınlaşması, özellikle 70’lerin sonunda ve 80’lerin ortalarında Kürt kavmiyetçilerinin dillendirmesi ile siyasi anlamda zihinlerde yer etmiştir. Rejimin buna karşı aldığı tavrın neticesi olarak da, nevroz günü ayrı bir anlam ifade etmeye başlamıştır. Oysa son birkaç yıla bakıldığında, dün Newroz’u Kürt kültürü olarak Kürtlerin zihin dünyasına sokmaya başlayanlar da dahil, Newroz kutlamaları üç beş kişinin folklorik etkinliğini aşamayacak bir seviyeye inmiştir.

NORŞİN MEDRESESİ

Kürt meselesi, Kürt dili ve tarihi açısından en dikkat çeken medrese ise kuşkusuz Norşin’dir. Norşin, aynı zamanda Türkmen, Oğuz ve Avşar aşiretlerinin gelip bölgedeki Kürtler içinde asimile olmalarının mekânı sayılır.

Norşin, 1987’de pekçok il ve ilçe ile birlikte, yapılan isim değiştirme operasyonu (asimilasyonu) sonucu Güroymak adını alır.

Norşin’de pekçok din bilgini yetişmiştir, bunlar arasında en fazla bilineni Said Nursî’dir. Norşin Medresesi’nin kolları Hınıs, Okhin, Taşkesen, Cezni, Zokayd, Hazro, Çokhreş, Tillo, Kasrik ve Kamışlı-Suriye’deki Tel Maruf’tur. Her milletten insanın eğitime devam ettiği bu medreselerde yetişen en güzide şahsiyetlerden biri de İbrahim Hakkı Hazretleridir. 18. yüzyılda yaşamış olan Erzurumlu İbrahim Hakkı, Tillo’daki medreselerden mezun olup “Marifetname” gibi önemli bir esere imza atmıştır.

 Norşin, Bitlis, Muş, Van, Ahlat ve Malazgirt’in bağlantı noktasında kurulmuştur. Norşin’de 19. yüzyıla kadar etkili olan tarikat Kadirîlik’ti; 1880’de Şeyh Abdurrahman burada ilk medreseyi kurmuştur. Şeyh Abdurrahman’ın medreseyi kurmasıyla birlikte bölgede mevcut olan aile ve aşiretler arası geçimsizlik sona ermiştir. Şeyh Abdurrahman, Seydâ lakabını aldı, ardından kendisine bağlı 19 halife tâyin etti. Şeyh Abdurrahman vefat edince, yerine damadı Şeyh Fethullah el-Werkanasî geçti; Werkanasî, vefatından önce kendi halifesini seçti, bu Şeyh Ziyaeddin’di, yâni Hazret…

Norşin’e bağlı medreseler arasında, Bitlis’in Mutki ilçesine bağlı Oxin’deki -şimdiki adıyla Yukarı Koyunlu’daki- bir medrese de bulunmaktadır. Oxin Medresesi’nin en meşhur şeyhi, Şeyh Alauddin Efendi’dir. Şeyh Said harekâtı başlayınca Şeyh Masum ile birlikte İzmir’e sürgüne gönderilmiştir, iki yıl burada sürgün hayatı yaşamıştır. Ancak 1930’da başlayan Zilan olayları sırasında Şeyh Masum ile birlikte Antep’te zorunlu ikamete tâbi tutulmuştur.

Norşin Medresesi, şu meşhur din âlimlerini yetiştirdi: Molla Abdülhakîm Arvasî, Şeyh Fethullah el-Warkanasî, Şeyh Alaaddin, Şeyh Şefik Arvasî (Sultanahmet Camii eski imamı), Sadrettin Yüksel (Metin Yüksel’in babası), Halil Gönenç (Urfa eski müftüsü), Ali Arslan (Tekirdağ eski müftüsü), Ahmet Meylanî (Hidaye mütercimi), Mazhar Taşkesenoğlu (İbn Âbidin mütercimi), Mehmet Emin Er Hoca, Molla Hasip Seven (Kozluk eski müftüsü), Molla Muhammed Şirin (Çanakkale eski müftüsü), Molla Âbidin (Beykoz eski müftüsü), Şeyh Halid, Şeyh Âsım, Molla Salih el-Bohtî, Molla Muhyettin, Molla Muhammet Mehmet Çağlayan Hoca (Muş ve Niğde eski müftüsü), Molla Abdülkerim Saruhan (Bitlis eski müftüsü), Molla Burhan (Tillo âlimlerinden), Muhammed Raşid Erol (Menzil âlimlerinden), Seyyid Abdülbakî Erol (Menzil âlimlerinden).

Abdülhamid Han’ın hocası, Norşin Medresesi’nden yetişen önemli âlimlerden biri olan Şeyh Muhammed Şefik el-Arvasî’dir. Şeyh Muhammed Şefik el-Arvasî medrese tahsilini Norşin ve Oxin’de tamamlamıştır. Norşin’de Ziyaeddin Efendi ve yeğeni Sultan Veled’ten, Oxin’de Şeyh Alauddin’den ders almış, savaş yıllarında İstanbul’a gelmiş, burada Seyit Abdülkadir’in liderliğinde kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti’nde yer almıştır. Şeyh Muhammed Şefik el-Arvasî, Eyüp Camii’nde imamlık yapmış, ayrıca Kürtçe Mevlid’i İstanbul’da Kâmil Matbaası’nda bastırmıştır.

OLAĞANÜSTÜ HÂL BÖLGE VALİLİĞİ (1987–2002)

Olağanüstü Hâl Bölge Valiliği, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki 8 ilde başlayan ve bu illerde “terörle mücadele ederek güvenliği sağlamak” amacıyla 19 Temmuz 1987 tarihinde göreve başlayan bölge valiliğidir. Bu valiliğin kurulmasıyla birlikte, bu illerde olağanüstü hâl uygulanmaya başlandı. Olağanüstü hâl uygulanan iller zamanla değişmekle birlikte, 30 Kasım 2002 tarihinde kaldırıldı.

Valilik, 19 Temmuz 1987’de Diyarbakır, Hakkari, Siirt ve Van illerindeki sıkıyönetimin kaldırılmasıyla birlikte yürürlüğe girdi. İlk Olağanüstü Hâl Bölge Valisi, Başbakan Turgut Özal tarafından atanan Hayri Kozakçıoğlu’dur.

1980’li yıllarda Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde “PKK terör örgütü”nün yaptığı faaliyetler ile sıkıyönetim kanunu çerçevesinde mücadele ediliyordu. Sıkıyönetim 10 Temmuz 1987’ye kadar devam etti ve aynı tarihli kanun hükmündeki kararname ile Olağanüstü Hâl Bölge Valiliği kuruldu. 19 Temmuz 1987’den itibaran sıkıyönetim kanunu yerine olağanüstü hâl kanunu uygulanmaya başlandı ve bölge Olağanüstü Hâl Bölge Valiliği ile yönetilmeye başlandı.

Olağanüstü hâl süresince 6 vali görev yaptı. Olağanüstü hâl valileri diğer valilerden daha çok yetkiye sahib olduğu için kamuoyunda “süper vali” olarak da adlandırıldılar. İlk Olağanüstü Hâl Bölge Valisi 4,5 yıl süreyle en uzun süre görev yapan Hayri Kozakçıoğlu’dur. Daha sonra bu görevi Necati Çetinkaya, Ünal Erkan, Necati Bilican, Aydın Arslan ve Gökhan Aydıner yürüttü. Valilik binası ilk olarak Diyarbakır’ın Şehitlik semtindeydi. Daha sonra Seyrantepe semtindeki Bölge Asayiş Komutanlığı yeni binasına taşındı.

İlk olarak 8 ilde uygulanmaya başlandı: Bingöl, Diyarbakır, Elazığ, Hakkari, Mardin, Siirt, Tunceli ve Van. Daha sonra Adıyaman, Bitlis ve Muş mücavir (komşu) il olarak dahil oldu. 1990’da Batman ve Şırnak’ın il olmasıyla bu sayı 13’e yükseldi. Bitlis, 1994’te mücavir il yerine olağanüstü hâl kapsamına alındı Zamanla terörün azalmasıyla 1996’da ilk olarak Elazığ, daha sonra Mardin, Muş, Bingöl, Batman, Bitlis, Siirt ve Van kapsam dışına alındı.

Olağanüstü hâl her 4 ayda bir olmak üzere 46 kez uzatıldı. Olağanüstü hâlin kaldırıldığı 30 Kasım 2002 günü Diyarbakır ve Şırnak Olağansütü hâl kapsamında, Batman, Bingöl, Bitlis, Hakkari, Mardin, Muş, Siirt, Tunceli ve Van ise mücavir il kapsamındaydı. Olağanüstü hâl 1987’de başlamasına karşın, 1978’den beri bölgede sıkıyönetim vardı. Bunun sonucu bölgede yaklaşık 23 yıl süresince normal olmayan yönetim biçimi vardı.

30 Temmuz 2002’de toplanan Bakanlar Kurulu’nun almış olduğu bir kanun hükmünde kararname ile olağanüstü hâl uygulamasının 30 Kasım 2002 tarihinde kaldırılması kararlaştırılarak, anılan tarih itibariyle kaldırıldı. Daha sonra çeşitli kanun hükmündeki kararnameler ile Olağanüstü Hâl Bölge Valiliği, Asayiş Komutanlığı gibi olağanüstü hâl örgütlenmeleri lağvedildi.

OSLO GÖRÜŞMELERİ

Bazı MİT yetkilileri ile PKK yöneticileri arasında Norveç’in başkenti Oslo’da yapılan gizli görüşmelerdir. Görüşmelere MİT adına Hakan Fidan, Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş, KCK adına Mustafa Karasu, PKK adına Sabri Ok, Kongra-gel Başkan Yardımcısı Zübeyir Aydar ve koordinatör ülke temsilcileri katılmışlardır. Görüşmelerin ses kayıtlarının Haziran 2011’de basına sızdırılmasının ardından gündeme gelen ve devlet yetkililerince doğrulanan görüşmeler kamuoyunda büyük tartışmaya sebebiyet vermiştir. Başbakan Tayyip Erdoğan, Fidan’ı kendisinin özel olarak görevlendirdiğini ve gerekirse PKK ile yeniden görüşmeler yapılabileceğini ifade etmiştir.

2012 yılı Şubat ayı içerisinde özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski Müsteşar Emre Taner ve eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş’i KCK soruşturması kapsamında ifadeye çağırması büyük bir siyasi krize yol açtı. Bir görüşe göre savcılık, KCK ile ilişkilerinde kanunî yetkilerini aştıklarını düşündüğü MİT mensuplarını şüpheli sıfatıyla, başka bir görüşe göre ise deşifre olan Oslo Görüşmesi sebebiyle ifadeye çağırmıştır. Dışişleri Bakanı Ahmet Davudoğlu görüşmelerin “siyasi talimatlarla yapılmış gizli görüşmeler” olduğunu belirtti. MİT Müsteşarı Hakan Fidan ise Başbakan Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile görüştükten sonra mazeret bildirerek ifade vermeye gitmedi ve Hükümet, MİT mensuplarının soruşturulmasını Başbakanın iznine bağlayan bir kanun düzenlemesi yaparak krizi aşmaya çalıştı. 17 Şubat sabahı TBMM’de kabul edilen kanun aynı gün Cumhurbaşkanı tarafından onaylandı. Soruşturmayı yürüten özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Savcısı Sadrettin Sarıkaya dosyadan el çektirildi. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) tarafından “soruşturmanın gizliliğini ihlal” gerekçesi ile hakkında inceleme başlatıldı. İstanbul emniyetinden bazı üst düzey polis yetkililerinin görev yerleri değiştirildi.

Bu kriz, iktidar tarafından, Başbakana karşı yapılmış bir hamle olarak değerlendirildi. Yine olay, Kürt Meselesi üzerinden bilhassa Hakan Fidan’ın MİT’in birinci adamı olmasından rahatsız olan Siyonist odakların içteki işbirlikçilerini kullanarak iktidarla hesaplaşması olarak da değerlendirilmiştir. Görüşmeler, devletin PKK ile olan mücadelesinde bir değişim işareti olması bakımından önemlidir. Bu güne dek asla görüşülmez olarak görülen PKK yetkilileri ile devlet görevlilerinin görüşmesi, beklenenin aksine kamuoyunda bir infial meydana getirmemiş ve aynı sebeple AKP iktidarı da bir kitle desteği kaybına uğramamıştır. İlerleyen zamanda benzer görüşmeler farklı adlarla yürütülmüş ve gelinen safhada Yahudi, Batı ve Kemalistlerin milletin başına bela ettiği “Kürt sorunu” farklı bir noktaya istihâle etmekte, olması gereken istikamete doğru gitmektedir.

PEŞMERGE

Özellikle Molla Mustafa Barzani öncülüğünde Irak yönetimine karşı ayaklanan Kürt savaşçılarına verilen isim. Fedai, gönüllü savaşçı, öncü, ölüme giden, ölüme göğüs geren anlamına gelen kelime, Kürtçe on (peş) ve Farsça ‘ölüm’ (merg) kelimelerinden oluşmaktadır.

PKK (PARTİYA KARKERÊN KURDİSTAN)

Kürdistan İşçi Partisi (Partiya Karkerên Kurdistan), Türkiye’nin güneydoğusu, Irak’ın kuzeyi, Suriye’nin kuzeydoğusu ve İran’ın kuzeybatısını kapsayan bölgede bir devlet kurmayı amaçlayan ve bu amaçla söz konusu toprakların Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde kalan kısmına sahib olabilmek için güvenlik kuvvetleri, geçici köy korucuları ve sivillere karşı silahlı eylem yapan Marksist-Leninist ideolojiye sahib çeşitli varyasyonları ile hareket eden silahlı bir örgüttür. Örgüt KADEK (Kürtçe: Kongreya Azadî û Demokrasiya Kurdistanê, Türkçe: Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Kongresi) ve Kongra-Gel (Halk Kongresi) isimlerini de kullanmıştır. PKK, 7. Parti Kongresi’nde bağımsız bir Kürdistan fikrinden vazgeçtiğini açıklamıştır.

1974 yılında Abdullah Öcalan tarafından kurulan PKK’nin ideolojisi, Devrimci Sosyalizm ve Kürt Milliyetçiliği üzerine kuruludur. PKK’nın başlangıçtaki amacı, Kürdistan diye tanımlanan, Kürtlerin de yaşadığı, Irak’ın kuzeyi, Suriye’nin kuzeydoğusu ve İran’ın kuzeybatısı arasında kalan coğrafi bölgede, bağımsız sosyalist bir Kürt devleti kurmaktı.

1984 senesiyle PKK yeni bir yapıya bürünmüştür. 15 Ağustos 1984 akşam 21:30’da Eruh ve Şemdinli’de PKK ilk büyük ölçekli silahlı eylemini gerçekleştirdi.

25 Ekim 1986’de Lübnan’da yapılan 3. kongresinde HRK lağvedilerek yerine Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu (Kürtçe: Artêşa Rizgarîya Gelê Kurdistan, ARGK) kuruldu. 1991-1992 yılında örgütün artan eylemleri 1993’te doruk noktasına ulaştı. 1993-1998 arası dönem, örgütün hayatta ve ülkeler arası yapıda kalabilmek için ideolojisini büyük ölçüde yeniden gözden geçirdiği dönemdir. Bu değişimlerle PKK, Kürt devleti söyleminden vazgeçmiş ve Türkiye Cumhuriyeti devleti altında otonom bir yapı amaçladığını söylemeye başlamıştır.

PJAK (PARTİYA JİYANA KURDİSTANE)

Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (PJAK), İran Kürdistanı’nda faaliyet gösteren ve İran rejimine karşı silahlı mücadele yürüten Milliyetçi Kürt Partisi. Önemli ölçüde Kandil Dağı’nda konuşlanan Hacı Ahmedi liderliğindeki PJAK, PKK’nin de üyesi olduğu Kürdistan Demokratik Konfederasyonunun (Koma Civaken Kurdistan-KCK) üyesidir. KCK’ya bağlı tüm örgütlenmeler, Karayılan’ın başında bulunduğu KCK Yürütme Konseyi tarafından idare edilmektedir. PKK ile aynı ideolojik görüşleri paylaşan ve Öcalan’ın liderliğini onaylayan PJAK’ın PKK’den farkı, İran yönetimine karşı savaşıyor olmasıdır. Bu sebeple PKK’nin İran kanadı-uzantısı olarak nitelenmektedir. PJAK’ın silahlı kanadı HRK (Hezen Rojhilata Kürdistan – Doğu Kürdistan Güçleri) adını taşımaktadır. İran PJAK’a karşı birçok defa sınır ötesi operasyon düzenledi. PJAK 2011 sonbaharında İran’a karşı silahlı faaliyetlerine son verdi.

PYD (PARTİYA YEKÎTİYA DEMOKRAT)

Demokratik Birlik Partisi (Partiya Yekîtiya Demokrat), bilinen adıyla PYD. 2003 yılında Kürtler tarafından Suriye’nin kuzeyinde kurulmuş bir siyasi partidir. Günümüzde hâlâ faaliyet göstermektedir. Lideri Salih Müslim’dir. Askerî kolu yaklaşık 2000’e yakın gerilladan oluşan Halkçı Koruma Birlikleri’dir (YPG). Hareketin lideri olan Salih Müslim İTÜ’de kimya mühendisliği eğitimi almış ve ardından Suriye’ye dönerek partinin başına geçmiştir.

PYD, Suriye İç Savaşı’nın patlak vermesinin ardından, Suriye’de Halep Eyaleti’ndeki Kobani, Afrin ve Cinderis kentleri; Haseke Eyaleti’nin Amude, Derik, Efrin beldeleri, El Darbasiye kenti ve Şanlıurfa’nın Ceylanpınar ilçesinin karşında bulunan Resulayn kenti ile Tirbesipiye kasabasında siyasi ve askeri olarak otorite mücadelesi vermektedir.

PYD’nin, Türkiye ve daha birçok ülke tarafından terör örgütü listesinde bulunan PKK ile bazı kaynaklara göre benzer görüşleri savundukları, bazı kaynaklara göre de aralarında bir ortaklık olduğu öne sürülmektedir. PYD, hem Özgür Suriye Ordusu hem de Suriye Baas Partisi Hükümeti ile zaman zaman silahlı çatışmalara girmiştir. Son dönemlerde ciddi anlamda bir İslam düşmanlığı kendini göstermiş, Kürt örgütler de dâhil bütün İslamcı örgütlere karşı savaş ilan etmiştir. Esed desteğinde yürüttüğü bu faaliyete uluslararası destek bulabilmek için ve İslam düşmanlarına sempatik görünebilme adına “El-Kaide” üzerinden Müslüman mücahidleri karalamaya kalkışmıştır. PKK da bu dili ve düşmanlığı tam desteklemiştir.

ROJAWA

Rojava, Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgeye verilen ad, Kürtçe’de “Batı” anlamına geliyor. Bölge halkının “Rojava Kürdistanı” olarak andığı yer, Türkçe’ye Batı Kürdistan olarak çevrilebiliyor. Serêkanîyê diyorsanız Kürtlerin tezini, Resulayn diyorsanız Arabların tezini, Çeşmebaşı diyorsanız Türklerin tezini dillendiriyorsunuzdur.

SAİD-İ NURSİ (KÜRDİ)

Bediüzzaman Said Nursî, yüzyılımızın yetiştirdiği önde gelen İslâm mütefekkirlerinden biridir. 1876′da Bitlis’in Hizan kazâsına bağlı İsparit nâhiyesinin Nurs köyünde dünyaya gelmiş, 23 Mart 1960′da Şanlıurfa’da Hakkın rahmetine kavuşmuştur.

Said Nursî medrese eğitimiyle dinî ilimlerde kazandığı ihtisası, çeşitli fenlerde yaptığı tetkiklerle tamamlamış; bu arada devrin gazetelerini takip ederek ülkedeki ve dünyadaki gelişmelerle ilgilenmiştir. Diğer taraftan, doğup büyüdüğü şark topraklarının sıkıntı ve problemlerini bizzat yaşayarak gören Said Nursî, en zarurî ihtiyacın eğitim olduğu kanaatine varmış; bunun için de şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite kurulmasını temin için yardım istemek maksadıyla 1907′de İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’da da ilim dünyasına kendisini kısa sürede kabul ettiren Said-i Kürdi, çeşitli gazetelerde yazdığı makalelerle, o günlerde Osmanlıyı ve İstanbul’u çalkalayan hürriyet ve meşrûtiyet tartışmalarına katılmış; meşrûtiyete İslam nâmına sahib çıkmıştır. 1909′da patlak veren 31 Mart Olayı’nda yatıştırıcı bir rol oynamış; buna rağmen, çeşitli ithamlarla Sıkıyönetim Mahkemesine çıkarılmış, ancak beraat etmiştir. Bu hadiseden sonra İstanbul’dan ayrılarak şarka geri dönmüştür.

Birinci Dünya Savaşının patlak verdiği günlerde Van’da bulunan Bediüzzaman, talebeleriyle birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek cebheye koşmuştur. Vatan müdâfaasında çok büyük hizmeti geçmiş; savaşta bir çok talebesi şehit olmuş; kendisi de Bitlis’in müdâfaası sırasında yaralanarak esir düşmüştür. Yaklaşık üç yıl Rusya’da esâret hayatı yaşadıktan sonra Varşova, Viyana ve Sofya yoluyla İstanbul’a dönmüştür.

İstanbul’da devlet ricalinin ve ilim çevrelerinin büyük teveccühüyle karşılanmış; Dârü’l-Hikmeti’l İslamiye âzâlığına tayin edilmiştir. Bu devrede, resmî vazifesinden aldığı maaşla kendi kitablarını bastıran ve bunları parasız dağıtan Bediüzzaman, İstanbul’un işgâli sırasında neşrettiği Hutuvât-ı Sitte adlı broşürle büyük hizmet etmiş ve işgal kuvvetlerinin plânlarını bozmuştur. Kezâ, işgalcilerin baskısı altında verilen ve Anadolu’daki kuvâ-yı milliye hareketini “isyan” olarak vasıflandıran şeyhülislâm fetvasına karşı, mukabil bir fetva vererek millî kurtuluş hareketinin meşrûiyetini îlân etmiştir. Bu hizmetleri Anadolu’da kurulan Millet Meclisi’nin takdirini kazanmış ve Bediüzzaman bizzat Mustafa Kemal tarafından ısrarla Ankara’ya dâvet edilmiştir.

Bu mükerrer dâvetler neticesinde 1922 sonlarında Ankara’ya gelmiş ve Meclis’te resmî bir “hoşâmedî” merâsimiyle karşılanmıştır. Ankara’da kaldığı günlerde, yeni kurulan devlete hâkim olan kadronun dîne bakış tarzının menfî olduğunu görünce, on maddelik bir beyannâme hazırlayarak Meclis âzâlarına dağıtmıştır. Bu beyannâmede yeni inkılâbın mîmarlarını İslam şeâirine sahib çıkmaya çağırmış; akabinde Mustafa Kemal’le birkaç görüşmesi olmuştur. Kendisine şark umumî vâizliği, milletvekilliği ve Diyanet âzâlığı teklif edilmiş; ancak Bediüzzaman bu teklifleri kabul etmeyerek Van’a dönmüştür.

O sıralarda çıkan Şeyh Said hâdisesiyle hiç bir ilgisi olmadığı, hattâ hâdise öncesinde kendisinden destek isteyen Şeyh Said’i bu niyetinden vazgeçirmeye çalıştığı hâlde, Bediüzzaman hâdise sonrasında, Van’da ikâmet ettiği uzlethanesinden alınarak Burdur’a, oradan da Isparta’nın Barla nâhiyesine götürülmüştür. Burada “mânevî cihad” hizmetini başlatmış, birbiri peşi sıra telif ettiği eserlerde îman esaslarını terennüm etmiştir. Bu eserler, îmanını tehlikede hisseden halkın büyük teveccüh ve rağbetine mazhar olmuş; elden ele dolaşarak hızla yayılmıştır. O devrede elle yazılarak çoğaltılan eserlerin toplam tirajı 600.000′i bulmuştur. Başlattığı hizmetin halka mâlolması, devrin idârecilerini rahatsız ettiğinden, 1935′te Eskişehir, 1943′de Afyon, 1952′de de İstanbul mahkemelerine çıkarılmıştır. Bunlardan netice alınamamış, ancak Said-i Kürdi yine rahat bırakılmamış; Kastamonu’da, Emirdağ’da, Isparta’da sıkı tarassud ve takip altında yaşamaya mecbur bırakılmıştır.

Ömrünün son günlerine kadar keyfî muâmele ve eziyetlerden kurtulamayan Said-i Kürdi, 23 Mart 1960’ta Şanlıurfa’da vefat etti. Urfa Halil-ur Rahman Dergâhı’na defnedildi. 27 Mayıs Darbesi sonrasında 12 Temmuz 1960’ta hükümetin emriyle mezarı yıktırıldı ve cesedi kaçırılarak meçhul bir yere taşındı.

SELAHADDİN EYYUBİ

Eyyubîler devletinin kurucusu Selahaddin Eyyubî, Revadiye aşiretinden olup, ailesi Azerbaycan’ın Duvin kasabasındandır. Bu aile, Selahaddin Eyyubî’nin dedesi Şazî’nin başkanlığında Irak’a göç etmiştir. Ataları Hezbanîler ve Şeddadîler yönetici -üst seviye- asil bir aileye sahib olduğundan, Irak’ta Emir’in hizmetine girmiştir. Babası, Emir tarafından Tikrit’e vali tâyin edilmiştir. Selahaddin Eyyubî, babasının Tikrit valiliği sırasında (1137) doğmuştur.

Selahaddin Eyyubî, 1167’de amcası Sirkuh (Musul Atabeyi Nureddin Mahmud bin Zengi’nin önemli bir kumandanı) ile beraber Şiî-Fatımî hâkimiyetine son vermek amacıyla çıkılan Mısır Seferinde, onun yardımcısı sıfatıyla ilk kez kendini tarih sahnesinde göstermiştir. 1169’da Mahmud Zengi, büyük bir orduyla Kahire’yi fethetmiş, idareyi vezir tâyin ettiği Sirkuh’a bırakmış, Sirkuh’un vefatı sonrası yerine 26 Mart 1169’da ittifakla Selahaddin Eyyubî getirilmiştir. İşte bu tarihten sonra Selahaddin, kendisinden tarihin beklediği esas rolleri îfâ etmeye başlayacak; Eylül 1171’de Nureddin’in emriyle, Mısır’da Fatımî hâkimiyetini ve hilâfetini nihâyete erdirecek; İslâm dünyasını tehdit eden-bölen Şiî-Bâtinî tehlikesini bertaraf edecek ve Câmiü’l-Ezher’deki Şiî-Fatımîlerin propaganda merkezini kapatarak Sünnî akideyi yaymak için medreseler açma yoluna gidecektir.

Aynı dönemlerde Selçuklular yok olmanın eşiğine gelmiş, Batı zihniyeti Haçlı Orduları mahiyetinde Müslüman topraklarını işgal etmek için sürekli saldırıyordu. Avrupa’nın şehirlerinden silahlanıp Anadolu’yu, Ortadoğu’yu işgale gelen, girdikleri tüm yerleri yağmalayıp, önlerine gelen tüm canlıları katleden Haçlılara karşı Selahaddin Eyyubî, kale misâli bir kalkandı.

Selahaddin Eyyubî, Fatımîleri Haçlı emperyalist saldırılarından korumasına rağmen, Şiî-Fatımîler Haçlılarla işbirliği yapıp, kendisine kahpece tuzaklar kurdular, suikastler tertib ettiler.

Selahaddin Eyyubî tarihe ışık tutacak mânâda, ustaca bir manevrayla tüm Şiî-Fatımî yönetimini imha ederek, Şiî-İsmailî’lerin kalesini Ehli Sünnet’in kalesine çevirdi. Kudüs Hıristiyanlar tarafından, Fatımîlerin elinden alınmıştı. Ancak Şiî-Fatımîler bunu büyük bir kayıb olarak görmediler. Aksine, Müslümanlığın, en az Katoliklik! kadar tutucu kesimi olan Ortodoks! Sünnîlerle savaştıkları için, Hıristiyanlarla ittifaka girdiler (tıpkı bugün Irak’ta Haçlılara karşı savaşan Sünnîler ile Haçlılarla işbirliği içinde bulunan Şiîler gibi). Kudüs’ü geri alabilmek için Haçlılarla savaşanlar Sünnîlerdi, çünkü Kudüs onlar için de mukaddes bir şehirdi.

Selahaddin Eyyubî’nin 1171 yılında Fatımî devletine son vermesi, Sünnî iktidarla sürekli mücadele içinde bulunan İsmailîler ile Haçlıların dayanışmasını daha da artırdı. Her defasında Şiî-Fatımîlerin kendisine karşı yaptıkları haince saldırıları ustaca bertaraf etti. Selahaddin, Kudüs Haçlı Krallığı’na ilk büyük seferini 1177’de gerçekleştirdi. Ama inat ve sabırla akınlarına devam ederek, bu muradına yaklaşık 10 yıl sonra 1187’de, Hıttin’de ulaştı. Ortaya koyduğu muazzam inanç, cesâret ve kahramanlıkla Haçlılara haddini bildirmiş ve Kudüs’ü fethetmişti. Diğer Kürt devletlerinin aksine, Mısır merkezli Selahaddin’in devleti, kavmiyetçi ve bölgeci kalıbları aşıp, mahallî bakımdan Müslümanların, genelde ise tüm ezilen mazlumların devleti olmuş, İslâm’a hizmette Kürtleri doruk noktaya çıkarmıştır. Selahaddin Eyyubî, Hıttin’de aldığı zaferle Batı emperyalizmine ve sömürgecilerine acısını hiç bir zaman unutamayacakları bir darbe vurmuş, Kudüs’ü alarak Mescidi Aksa’yı ezan sesleriyle şâdetmiştir.

Selahaddin-i Eyyubî, Batılıların hafızasında engin bir hayranlığa değecek kadar yer etmesine karşılık, şuuraltında derin bir kâbus uyandıracak kadar unutulmaz bir tesir de bırakmıştır. Meselâ, Fransız Generali Garo, 1920’deki Meyselun Savaşı’nı müteakib Şam’a girmiş ve Sultan Selahaddin’in kabrini teptikten sonra ona, Haçlı ruhuna tercüman olan şu müstehzi sözle seslenerek; Batılılar adına sanki Hıttin’in öcünü almak ve kabaran öfkeyi boşaltmak istemiştir: “Ey Selahaddin! Haçlı Seferi şimdi bitti! İşte biz döndük!”

Selahaddin Eyyubî fitne ve fesat odağı olarak gördüğü Şiî-İsmailî hareketine ve İslâm’a düşmanlıkta sınır tanımayan Batıcı Haçlı zihniyetine karşı vefatına kadar mücadeleden geri durmamış ve adı geçen bu her iki taifeye de göz açtırmamıştır.

SEYİD RIZA

1862’te Dersim’in Lirtik köyünde doğan Seyid Rıza, 1937 yılında Kemalist rejim tarafından idam edilerek öldürülür.

Seyid Rıza, Dersim’in ileri gelenlerinden Seyid İbrahim’in oğludur. Seyid İbrahim eğitimini Nuri Dersimî’nin atalarından Mehmet Ali Efendi’den gördü. Seyid Rıza, Seyid İbrahim’in dört erkek çocuğunun en küçüğü idi.

Seyidlik vasfı, Aleviler arasında, bilinen anlamından ötede an’anevi bir lakap-ünvan hükmünde. Alevi dünyasında oldukça yaygın bir şekilde kullanılan bu ünvan aynı zamanda Hazret-i Ali’ye yakınlık belirtisinin alameti olarak da görüldüğünden, çok fazla istismara uğramış. Alevilerdeki Seyidlik vasfına bu gözle bakmak meselemizi daha anlaşılır kılacaktır.

Seyid Rıza, muhatap olduğu zulüm itibariyle mazlumdur. Ona zulmedenler, evlatlarını katledenler, kendisini idama götürenler, hem dinden, hem ahlâktan, hem şereften bihaber Batı-Siyonizm güdümlü Kemalist cuntacılardı. Bu cuntacıların Alevi bölgelerine saldırmalarının en büyük sebebi –bugün açığa çıkan belgeler göstermektedir ki- kendi çirkin emelleri için insan devşirmekti. Bunu yapmadılar değil; binlerce Dersimlinin kızını, oğlunu, yetimini ana babasından habersiz, sözde eğitim yuvalarına devşirdiler. Her yetişen genç, Kemalist cuntanın bir numaralı savunucusu ve babasını katleden rejimin bekçisi oldu.

Kemalist cuntacılar, stratejik bir hareketle önce Ehli Sünnet ve’l Cemaat’e bağlı aşiretleri ve Batıcı rejime razı olmayan bütün isyan ocaklarını söndürmeye gayret etti. Anadolu’nun isyan eden birçok yeri İstiklal Mahkemeleri vasıtasıyla kırılıp geçirilerek, Dersim etrafındaki çember iyice daraltıldı. Son hamlede TC, bütün güçlerini Dersim’i imha etmeye seferber etti. 1936’da M. Kemal meclisin açılış konuşmasında “dâhili işlerimizden en mühim bir safra varsa o da Dersim meselesidir” diyerek, “ezilmesi için ne gerekiyorsa yapılmalıdır” diyordu. 2 Ocak 1936’da yürürlüğe giren Tunceli Kanunu’yla Dersim’in adı Tunceli olarak değiştirildi. General Abdullah Alpdoğan Dersim’e vali ve kumandan 3. Umum Müfettişi olarak atandı. Alpdoğan’ın Dersim üzerinde her türlü tasarrufa yetkisi vardı. Alpdoğan, sıkıyönetim ilân ederek, terör ve idamlara başlayarak, Dersim’e asker yığdı.

Dersimliler Seyid Rıza önderliğinde 1937 yılı başında M. Kemal’e bir uyarı bildirisi sunarak “bütün jandarma ve ordu mensuplarının bölgeden çekilmesini, her türlü (askeri amaçlı) imar çalışmalarının (köprü, demiryolu vb.) durdurulmasını isteyip silahlarını koruma hakkı ve vergilerin hafifletilmesi” taleplerinde bulundular. Kemalist Cunta tüm askeri kuvvetleri ile 1937 İlkbaharı’ndan tanklarla, toplarla, uçaklarla saldırıya geçtiler. Kemalist Cunta yönetimindeki birlikler insanlık tarihinin en büyük katliamlarından birini gerçekleştirmeyi başardı; Dersim Katliamını.

Erzincan Valisi’nin Seyid Rıza’ya isteklerinin kabul edileceği çağrısı üzerine iki arkadaşı ile birlikte Erzincan yoluna düşen Seyid Rıza, Fırat nehri üzerindeki köprüden geçtikten sonra köprünün karşı tarafında kurulu olan asker çadırındaki askerler tarafından iki arkadaşıyla beraber 5 Eylül 1937’de tutuklanır. Seyid Rıza ve 71 Dersimli Elazığ’da yargılanır ve mahkeme heyeti 11 kişi hakkında idam kararı verir ama 75 yaş üzerindekilere idam cezası kanunen tatbik edilemeyeceğinden 4’ünün cezası 30 yıla indirilir. Seyid Rıza’nın ise yaşı küçültülerek bu kanundan muaf olması sağlanır. Seyid Rıza, Seyid Rıza’nın oğlu Resik Hüseyin, Şeyhan aşireti reisi Seyid Hüseyn, Yusufan aşireti reisi Kamer’in oğlu Fındık, Demenan aşireti reisi Cebrail’in oğlu Hasan, Kureyşan aşiretinden Ulkiye oğlu Hasan, Mirza Ali’nin oğlu Ali hakkında verilen idam kararları 15 Kasım’da apar topar infaz edilir. Seyid Rıza ile isyanın önderi konumundaki 11 kişi, 18 Kasım 1937’de Elazığ’ın Buğday Meydanı’nda asılırlar.

SURİYE KÜRTLERİ

Kürtler, Suriye’deki en büyük etnik azınlığı oluşturmaktadırlar. Yaklaşık 1,8 milyonluk nüfuslarıyla ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 10’unu oluşturdukları iddia edilmekle birlikte bu oran kesin değildir. Bazı kaynaklara göre bu oran yüzde 8 (1,5 milyon) civarındadır. Kürt kaynaklar ise Suriye’deki Kürt nüfusunun 2,5 milyon (yüzde 13–14) olduğunu ifade ederler. Bu konuya dair en düşük tahmin ise 500.000’dir (yüzde 2,8). Bu oranın kesin olmamasının sebebi, Suriye hükümetlerinin etnik azınlıkların varlığını kabul etmemesi ve ülkedeki herkesi Suriyeli Arab olarak görmesidir. Bu sebeble birçok Kürt de asimile olmuş ve Arablaşmıştır. Ülkedeki Kürtlerin tamamına yakını Sünnî Müslüman’dır ve daha çok Kürtçe’nin Kırmançi lehçesini konuşmaktadır.

Suriye Kürtleri, daha çok ülkenin kuzeyinde ve kuzeydoğusunda yaşarlar. İran, Irak ve Türkiye’deki Kürtlerin aksine birkaç bölgeye dağılmışlardır. Kuzeydoğu’daki Haseke vilâyetinin kuzeyi -özellikle Türkiye sınırı boyunca-, Haleb’in kuzeybatısında yer alan Kürt Dağı (Afrin) ve Fırat Nehri’nin Suriye sınırlarına girdiği yerde bulunan Ayn el-Arab, Kürt nüfusun yoğun olarak bulunduğu yerlerdir Ekonomik sebeblerle bu kırsal bölgelerden göç eden Kürtler ise Haleb ve Şam’da önemli Kürt nüfusları oluşturmuşlardır.

Haseke vilayetine bağlı Kamışlı, Nusaybin’in tam karşısında yer almaktadır. Geçmişte Süryani ve Asurîlerin yaşadığı kentte şu ânda çoğunluğu Kürtler olmak üzere Hıristiyanlar, Sünni Arablar ve az sayıda Ermeni yaşamaktadır. Kamışlı merkez ve kırsalının toplam nüfusu yaklaşık 400.000 civarındadır. Şehrin toplam nüfusunun yaklaşık yüzde 70’ini Kürtler oluşturmaktadır. Rasulayn’ın (Serekaniye) toplam nüfusu yaklaşık 50.000’dir. Çoğunluğu Kürtler oluşturmakla beraber Yezidiler, sonradan yerleştirilen Sünni Arablar ve Hıristiyanlar da yerleşiktir.

Suriye Kürdistanı’nda irili ufaklı 14 partiden söz edilmektedir fakat bu oluşumlar içinde etki alanları olan ortalama üç yapıdan bahsetmek mümkün, bunlar; El-Parti, PYD ve Kürt Geleceği Partisi’dir (Şepal).

ŞEYH SAİD EL-NAKŞİBENDÎ (1865-1925)

Şeyh Said Hazretleri, mazlum, mağdur ve galip… Mukaddes İslâm dâvasının fikir mimarlarından Necib Fazıl Kısakürek’in ifâdesi ile Son Devrin Din Mazlumları’ndan. Yine O’nun ifâdesiyle; “Güzel yüzlü, derin gözlü, tatlı bakışlı, kuvvetli bir yapıya ve heybetli bir edaya sahib, yaşı 60, fakat görünüşü genç bir insan… Beyaz ve uzun bir sakalı, sünnete tam uygun kırkık bıyıkları var… Gözleri sürmeli ve sarığı sağ kenarından püskülvâri sarkık…” Üstad’ın bu tesbitleri Şeyh Said’in oğulları ve yaşayan torunlarının ifâdeleri ile birebir örtüşmektedir. Oğullarının tarifi; “Şeyh Said uzun boylu, geniş omuzlu ve kıyam zamanında altmış yaşındaydı. Göğsüne doğru sarkan bembeyaz ve uzun bir sakalı, küçük delikli burnu, esrarlı sırları taşıyan bakışlara sahib ve çekik gözleri vardı. Fazla kırışmamış geniş alnının çizgilerinde sert secde izleri görünürdü.”

Osmanlı’nın yıkılıp Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber, Cumhuriyetin kurucuları gerçek yüzlerini göstererek İslâm ve Kürt karşıtlığına dayalı politikalarını gün yüzüne çıkarırlar. Bu süreçte özellikle Müslüman halk ve din adamları büyük zulümlere maruz kalır. Âlimlerimiz, şeyhlerimiz darağaçlarında sallandırılır ve halkın değerleri yok sayılır. Erkeklerin sarığına-fesine, kadınların başörtüsüne bile tahammül edilmez. Şeyh Said olan bitenden duyduğu rahatsızlığı her vesileyle dile getirir ve insanları örgütlü grublar hâlinde bilgilendirmeye gayret eder.

Bu arada Yeni Cumhuriyetin Laik-Kemalist hükümet yetkilileri Şeyh Said’e haber gönderip ifâdesini almak istediklerini bildirirler. Şeyh Said ifâde vermeye gitmeyip 27 Aralık günü Hınıs’tan ayrılarak Çapakçur’a doğru yola çıkar ve 4 Ocak 1925 günü Şeyh Said ve çok sayıda Kürt ileri geleni Erzurum’un Kırıkan köyünde bir toplantı yaparlar. Bu toplantıda Şeyh Said’in fetvası en çok konuşulan başlık olur: ”Kurulduğu günden beri Din-i Mubin-i Ahmedî’nin temellerini yıkmağa çalışan Türk Cumhuriyeti reisi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, Kur’ân’ın âhkamına aykırı hareket ederek, Allah ve Peygamber’i inkâr ettikleri ve İslâm halifesini sürdükleri için, gayr-i meşrû olan idarenin yıkılmasının bütün İslâmlar üzerine farz olduğunu, Cumhuriyet’in başında bulunanların ve Cumhuriyet’e tâbi olanların mal ve canlarının, Şeriat’ı Garrayi Ahmediye’ye göre göre helal olduğu…” vs. diye devam eder. Şeyh Said, halkça hem dinî hem de siyasî lider olarak seçildiği bu toplantıdan sonra, tebliğ amaçlı olarak önce Bingöl’ün Genç ilçesine, oradan da Lice’ye geçer. Orada Şeyh Said ile arkadaşları bir toplantı düzenler ve toplantı ile bir karara varırlar: “Biz savaşmak istemiyoruz, bizim tek istediğimiz siyasî ve dinî özgürlüktür.” “Şeriat-ı Din ve İslâm-ı garra lağvedilecek” düşüncesi Şeyh Said’te hâsıl olunca hemen Mustafa Kemal’e bir mektup yazar. Şeyh Said mektubunda şunun altını çizer, “Batıdan ilim ve fen almanıza bir şey demiyoruz, ama İslâm baki kalsın.” Ancak bu mektuba cevap alamaz.

Şeyh Said Lice’de iken ona bir provokasyon yapılacağı haberi gelir. Şeyh Said provokasyona karşı akşam yola çıkarak Dicle’ye (Piran) geçer. Orada irşat çalışmaları yaparken, bazı askerler gelip, “4 tane kaçak var, onları bize teslim edin” der. Evin sarıldığını gören Şeyh Said, jandarma teğmenlerine haber gönderir; “İstediğiniz adamlar benim yanımdadır. Şimdi bunları yakalarsanız, benim şeref ve haysiyetimi çiğnemiş olursunuz. Hükümetin kolu uzundur. Bu suçluları istediğiniz zaman yakalayabilirsiniz” der. Teğmenler ise şöyle karşılık verirler: “Bizim görevimiz, bunları hemen yakalamaktır. Bu iş için buraya geldik. Yakalayıp götürmek zorundayız.” Daha sonra askerler kaçakların üzerine ateş eder ve Şeyh Said kıyamı bu provokasyonla erken başlar.

Hadiselerin tarihi teferruatı, ilgili eserlerden takip edilebilir. Kıyamın nihayetinde, 15 Nisan’da Şeyh Said, bacanağı Binbaşı Kasım’ın ihbarı üzerine, Muş ve Varto arasındaki Abdurrahman Köprüsü’nde pusuya yatan askerlere esir düşer. Şeyh Said’i arkadaşlarıyla beraber 5 Mayıs günü Diyarbekir’e (Amed) getirirler. Yargılandıkları zaman karar zaten bellidir. 29 Haziran’da Şeyh Said ile beraber 47 arkadaşı idam edilir.

Bu kıyamın sonucunda 14 şehir, 700 köy, 9000’e yakın ev harabeye döner. 50.000 kişi göç ettirilir, yaklaşık 7.500 kişi zindanlara atılır ve 660 kişi idam edilir. 25.000’in üzerinde Müslüman Kürt öldürülür. Yeni Cumhuriyetin Laik-Kemalist hükümet kuvvetlerinin zulmü 1927’ye kadar devam eder.

Şeyh Said asılacağı sırada bir kâğıdın üzerine Arabça şöyle yazıyor: “Değersiz dallarda beni asmanıza pervam yoktur. Muhakkak ki ölümüm Allah ve İslâm içindir.”

İlmek boynuna geçirildikten sonra, Kürtçe söylediği son söz ise; “Şu ânda fâni hayata veda etmek üzereyim. Halkım için feda olduğuma pişman değilim. Yeter ki torunlarım düşmanlarıma karşı beni mahcup etmesinler.”

TALABANİ AİLESİ

Irak Cumhurbaşkanı ve KYB lideri Celal Talabani’nin de mensup olduğu ünlü Kadiri şeyh ailesi. Aslen Zengene aşiretine mensup olan Talaban şeyhlerinin ilki olan Molla Mahmud (ö. 1800-1), İran Bukan’dan Irak Kürdistanı’na gelerek Kerkük bölgesindeki Çemçemal’a bağlı Kerh (Q/Xerx) Köyü’ne yerleşti. Hintli Şeyh Ahmed el-Hindi el-Lahori’den hilafet aldı. Zengene aşiret reisinin kızı ile evlendi. Kerkük’te bir tekke kuran Şeyh Mahmud, Kerh’teki tekkesinde faaliyetine devam etti. Oğlu ve varisi Şeyh Ahmed, Kerh’in karşısında Talaban adında yeni bir köy inşa etti ve bu köye nisbetle aile Talabaniler olarak bilinmeye başlandı.

Talabani şeyhlerinin en meşhuru, Şeyh Ahmed’in oğlu ve Kadiriliğin kendi adı ile anılan “Halisiye” şubesinin kurucusu Şeyh Abdurrahman Halis’tir (1859). Şeyh Abdurrahman, Kerkük’teki tekkeyi merkez hâline getirdi. Kardeşleri de diğer şehirlerde buna bağlı başka tekkeler açtılar. Şeyh Halis aynı zamanda bir şair olarak ünlendi; Arabça, Türkçe, Gorani Kürtçesinde şiirler yazdı. Abdülkadir-i Geylânî’nin menâkıbı olan Behçetu’l-Esrar kitabını Türkçeye tercüme etti. Kürdistan’ın birçok yerine, Anadolu’ya (Sivas ve Urfa), İstanbul’a, Semerkand, Medine, Mısır (Tanta) ve Suriye’ye kendi tekkeleri olan halifeler atadı. Şeyhin en ünlü halifesi Mısır Tanta’daki Abdülkadir b. Muhyiddin el-Erbili’dir. Meşhur bir şair olan Şeyh Rıza Talabani de Şeyh Halis’in oğludur. Şeyh Abdurrahman’ı oğlu Şeyh Ali (ö.1912), onu oğlu Muhammed Ali (ö. 1961-2), onu da oğlu Şeyh Ali (ö.1990) takip etmiş, onu müteakip de Şeyh Yusuf, Kerkük tekkesinin başına geçmiştir. Ayrıca Koysancak’taki tekke de ailenin mesuliyetinde kalmıştır. Oluşturdukları geniş tarikat ağı sayesinde Kadiri Talabani şeyhlerinin onbinlerce müridi olmuştur. Bu nedenle birçok kaynak Talabanileri aşiret olarak zikretmektedir.

Talabani’lerin diğer ünlü Kadiri Şeyh ailesi Berzenci ailesi ile gergin olan ilişkileri, sonunda kan davasına dönüşmüş, Şeyh Hüseyin Berzenci Talabani ailesine mensup Abdüssamed’i öldürünce kardeşi Şeyh Hamid de intikam amacıyla Şeyh Hüseyin’i öldürmüştür. Daha sonra ailenin lideri Abdüsselam ve amcaoğlu Şeyh Ali ile iki Berzenci şeyhi; Süleymaniye’deki Şeyh Hafıd ile öldürülen Şeyh Hüseyin’in ağabeyi Şeyh Haşan’ın araya girmesi ile barış sağlanmıştır.

VATANDAŞ TÜRKÇE KONUŞ!

“Vatandaş Türkçe konuş!”, 13 Ocak 1928’de Türkiye’deki hukuk öğrencilerinin başlattığı ve 1930’lar boyunca devam eden, hükümet destekli, azınlıkların kendi dillerini konuşmalarını engellemeyi amaçlayan kampanyadır. Kampanya sırasında bazı ilçelerde Türkçenin dışında başka bir dil konuşan insanlara çeşitli para cezaları verilmiştir. Kampanya, 27 Mayıs 1960 ihtilâlini takip eden Ağustos ayında, üniversite öğrenci birlikleri tarafından tekrar azınlıkları hedef alan bir kampanya şeklinde başlatılsa da, bu kampanyanın ömrü, mevsimin yaz olması, İstanbul’da turistlerin fazlalığı ve bu nedenle ülke ekonomisini zarara uğratacağı gerekçesiyle kısa süre sonra sona ermiştir.

YEZİDİLİK

Yezidîlik, ırkî bakımdan Türk, Kürt, Arab, Rum ve Ermeni kökenleri barındıran, inanç anlamında ise Yahudilik, Zerdüştlük, Hıristiyanlık, Paganizm (Putperestlik), Manizm, Budizm, Hinduizm ve İslâmiyet karışımı bir anlayış içerir. İran ve Irak’ta yaygın olan Yaresan ve bazı Şiî-Alevi inançlarıyla birbirilerinin aynı olan birçok ortak yönü de mevcuttur.

Bu karışım, Zerdüştlüğe (İyilik ve kötülüğün mücadelesi), Maniliğe (İrfan), Yahudiliğe (Beslenme ile ilgili hükümler, haram yiyecekler), Hıristiyanlığa (Vaftiz, nikâhta ekmek ve şarab ayini, evlenmelerde kiliseleri ziyaret, şarab içmek), İslâmiyet’te (Sünnet, oruç, kurban, hac, mezar taşlarında İslâmî kitabeler), Sufi-Rafiziliğe (İnancın gizliliği, vecd, şeyhe saygı), Sabiîliğe (tenasuh ve ruh göçü), Samanîliğe (gömme adeti, rüyâ tabiri ve dans), Paganizme (Ay ve güneşe tapma) âid bazı unsurları ihtiva eden ve kökeni yeterince açık olmayan bir inanç sistemidir.

Osmanlıların son zamanlarında 1912’de yapılan nüfus sayımında 37.000, 1923’teki sayımda 18.000 olarak tesbit edilen Yezidîlerin sayısı, ülkemizdeki bazı çevrelerin baskılarından kaynaklanan göçlerden dolayı azalmış olup; günümüzde Türkiye’deki sayılarının 3000-4000 civarında olduğu tahmin edilmektedir.

Osmanlı imparatorluğu, Yezidîlere karşı inançlarından dolayı bir savaş yürütme ile ilgilenmemiştir. Tam tersine, hattâ bazı Yezidî soyluları, Osmanlı imparatorluğu tarafından mahallî yönetimlere getirilmiştir. 1514 yılında Sultan Selim bir Yezidî olan Şeyh Izzeddin’i, yeni Halep valisi olarak 1539 yılındaki ölümüne kadar bölgenin emirliğine getirmiştir. 1534 yılında Kanunî Sultan Süleyman Farslara karşı kazandığı zaferin ardından, Dasini aşiretinden Yezidî Hüseyin Bey’i Erbil (Kuzey Irak) valiliğine atamıştır. Ayrıca yine Dasini aşiretinden Yezidî Mirza 1640 yılında Sultan IV. Murat’ın ordusunda önemli bir rol oynamaktaydı.

ZERDÜŞTİLİK

Zerdüştçülük, Zerdüştîlik, Mecusîlik yahud mahallî dilde Mazdayasna, tarihi çok eskilere dayanan “batıl” bir dindir. Yaklaşık 3500 yıl önce Zerdüşt tarafından İran’da kurulmuştur. M.Ö. 600 ve M.S. 650 yılları arası Pers İmparatorluğu’nun resmî dinî olmuştur. İranlıların müslümanlıktan önceki dini olarak bilinir. Ancak bölge toplumlarından Ermenilerin büyük bir kısmı, Hıristiyan olmazdan evvel bu dinden idiler. Avedis Aharonian’a göre, Primitif Arkaik Ermeniler ateşe tapıyorlardı. “Ateş, iyilik ve kötülük” prensibine dayanan bu din, antik İran Zerdüştlük dininin bir koludur. Ermeni mitolojisinde mevcut olması, İran’dan geçmesi şeklinde değil de, Ermenilerin etnik niteliklerinde var olmasındandır.

Zerdüştçülük, tek tanrı olan Ahura Mazda inanışını öğretir. Zerdüştçülük bir dönem tek tanrılı din olarak kabul edilmiş ancak daha sonraları dualist (ikici) bir din olmuş, dualizmin en tanınmış örneklerinden birini oluşturmuştur. Avesta adlı “kutsal” kitablarında ve Zerdüşt’ün hayatına bakıldığında, dönemin Hak dinlerinin tahrifatı sonucunda elde edilen bilgilerin mitoslaştırıldığı, masallaştırıldığı rahatlıkla görülmektedir.

Ayrıca Kürtlerden de hatırı sayılır bir kesim Zerdüştlüğün tesiri altında idiler. Bunda işgale uğradıkları kavimlerin tesiri, Pers imparatorluğunun Zerdüştî olmasının büyük bir rolü vardır. Kürtler, Müslüman olmadan önce kendilerine İslâm teklifi götürüldüğünde, İbrahimî dinlere ve tek tanrıcılık şeklinde tezahür etmiş sade bir inanca sahib olduklarından, İslâm’ı kolayca kabul etmişlerdir. Nihayetinde Mezopotamya, Peygamberler diyarıdır. Hazret-i Nuh’tan Hazret-i İbrahim’e, Hazret-i Eyyûb’ten Hazret-i Şit’e sayısız peygamber ve velî bu toprakları bereketlendirmiş, bölge toplumlarının ruh ve fikir dünyasına zengin bir medeniyet ve kültür mirası bırakmışlardır. Fakat uzun bir süre Pers imparatorluğunun yönetiminde kalması ve Perslilerin dininin Zerdüştîlik olması hasebiyle, Kürtlerin belli bir kesiminde bu dine ciddi bir mensubiyet söz konusudur. Tâ ki İslâm’ın gelişine kadar. İslâm’la birlikte bu sapık inançlar on yıllara varan bir zaman diliminde kaybolup gitmiş ve mensubu olan bir din olarak etkisini kaybederek tarih sahnesinden silinmiştir.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR