İBDA Mimarı Büyük Şahid Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti “Yeni Dünya Düzeni” isimli eserinde, “Mihrak Şahsiyet” veya “Remz Şahsiyet” bahsine bağlanmak üzere, “Devlet Şekilleri” bahsini “Ahalinin özelliğine nisbetle” (“mütecanis” ve “gayr-i mütecanis”), “Kuruluşlarına göre” (“basit devletler” ve “birlik hâlindeki devletler-birleşik devletler”), “Hükümranlıklarına göre” (“bağımsız devletler” ve “yarı bağımsız devletler”), “İktidarın kaynağı bakımından” (“monarşik devletler” ve “cumhuriyet idareleri”) ve “Devlet reisi- şekilleri” şeklinde ele alıp kritik etmektedir. Orada “Başyücelik Devleti” bahsine giriş bâbından, “Devlet reisi nedir?” meselesi üzerinden, “Devlet reisi”nin temsil ettiği mânânın, aynı zamanda “devlet şekilleri” bahsiyle de çok yakından ilişkili olduğuna işaret eder.(1) Vardığı sonuç ise, ele almak istediğimiz mevzu açısından da çok önemlidir. Bu mevzuun, “Horoz borcu” mevzuu içerisinde köşe taşları konumunda olan Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri üzerinden Başyücelik Devleti ile ilişkilendirilmiş olması da, ayrıca bizim için kıymetli.
İBDA Mimarı, “Devlet Şekilleri” bahsini “Devlet Reisi- Şekilleri” üzerinden “Mihrak Şahsiyet” veya “Remz Şahsiyet” noktasına bağlarken, aynı zamanda “olması gereken” bir çerçevede mevzuyu Fransa ve Amerika örneği üzerinden Başyücelik Devleti’ne de bağlamaktadır. Meselâ, Amerikan devlet siteminde devlet reisliğiyle hükümet reisliği arasındaki selâhiyet ahenksizliğini her iki makamın birleştirilmesi suretiyle giderilmek ve dağınık selâhiyetle toplu selâhiyet dengesine gidilmek istendiğini, dolayısıyla da, her şeyin dönüp dolaşıp mihrak şahsiyet olabilmek noktasında toplandığını, hal böyle olunca da, devlet reisinde, Fransa (De Gualle) örneğinde olduğu gibi, sırasına göre bir eli demokratik nizâmda ve bir eli otoriter düzende olmak üzere her iki tarafın hakkını verici bir kıvam sanatkârlığına ihtiyaç doğduğunu söyledikten sonra mevzuun bam teli olan Başyücelik Devleti’nin mihrak şahsiyeti olan Başyüce’ye işaret edecek şekilde mühim bir noktada düğümlemektedir. Bunu da şahsiyet tarifi üzerinden vuzuha kavuşturmaktadır. Takib edelim:
“Şahsiyet, bütün şekilleri büker, kıvırır ve her taraftan hissesini alarak şekil üstü hak ve hakikat temsilciliği yolunu açar. Mihrak şahsiyet, şekillere hakkını veren ve şekil içinde onları şekillendirendir.”(2)
Son cümlede geçen “şekillere hakkını veren ve şekil içinde onları şekillendiren” cümlesi, “Devletlerin Devleti” bahsinde temel bir noktadır. “Dünya Devleti” mânâsına “Devletlerin Devleti” tabiri bir yandan “devlet içinde devlet” mânâsını mündemiç “Derin Devlet”e tekabül ederken, (“Ak Sakallılar”, “Gladyo” vs.), diğer bir yandan da “Devlet Reisi-Şekilleri” çerçevesinde devletlerin “idare ruhu”nu ele veren “Mihrak Şahsiyet” veya “Remz Şahsiyet”e de tekabül eder.
İngiliz düşünür Thomas Hobbes (1588-1679), ülkesinin ve Avrupa’nın yaşadığı genel kargaşa döneminde, Kralın yetkilerinin sınırlandırılmasına karşı çıkmış ve Kralın şahsında mutlakiyetçiliği savunmuştur. Kralın mutlak iktidarını sağlam temellere oturtmaya çalışmıştır. Hobbes bunu yaparken, hiç şüphesiz ki, Engizisyon kültür ocağı Kilisenin akıl almaz uygulamalarına ve de sınırsız tahakkümüne karşı yapmıştır. Nitekim Hobbes, mutlak iktidarın kaynağını Tanrı’da değil, bireylerin ortak çıkarlarında görmektedir. Diğer bir ifadeyle de, iktidarın kaynağını Tanrı’da değil, insanda görmektedir. İnsan iradesini mutlaklaştırma sürecidir bu! Demek ki Hobbes, iktidarın mutlak idaresine karşı değil, onun din veya Tanrı adına kullanılmasına karşıdır. Hobbes, meşhur eseri Leviathan’da, ruhanî ve dünyevî iktidar ayrımına karşı çıkmış ve toplumsal iç barışın sağlanabilmesi için dinî ve dünyevî iktidarı temsil eden hâkim gücün tek bir elde toplanması gerektiğini savunmuştur. Bu, söz hakkı veya iktidarın Tanrı’dan tecrid edilerek Krallık müessesine hasredilmesini ifade eder. Hobbes’un bu tür bir düşünce ile hemhal olmasını, İslâm’daki Hilafet sistemini ile ilişkilendirmek mümkün gözükmektedir. Aslında bu mevzu bir düalite sorunudur. Daha doğrusu koordinat tayini, diğer bir ifadeyle de denge veya muvazene sorunudur. Meselâ ruh (dinî, uhrevî, ilâhî) ve beden (aklî, dünyevî, beşerî) arasındaki dengenin nasıl sağlanacağı mevzuunda söz konusu olan denge, küllî ruha tekabül eden ilâhî referanslar üzerinden mi gerçekleştirilecektir, yoksa beşerî akıl çerçevesinde insanî referanslar üzerinden mi? Bu mevzu araştırmaya değer bir mevzudur.
Descartes’ın İmam-ı Gazalî Hazretleri’nden ne derece etkilendiğine daha evvelki yazılarımızda değinmiştik. Aynı şekilde, Hobbes’un da İslâmî devlet anlayışından etkilendiğini düşünmekte hiçbir beis yoktur. Bu tür bir teşebbüs genelde bir Yahudi taktiğidir. Yahudi, nerede faydalı bir şey görse önce onu kendisine mâl etmenin hesabını yapar, hesabı tutunca da onu gerçek sahiblerinden uzak tutmaya çalışır. Böyle yapmakla işin aslını kendi lanet mizacı çerçevesinde mecraından çıkartarak faydalıyı zararlı hale de getirir. Nasıl ki bir Müslümanın iyilik kokan bir ameline karşı şeytan vesvese ile eşlik eder, aynı şekilde, lanetli Yahudi de dünya irfan yemişlerini kendi lanet mizacıyla birlikte ifsad etmenin işi üzerindedir.
Hobbes’un devlet ile ilgili düşüncelerinin temel hareket noktası “doğal yaşam” veya “tabii hayat”ın kritik edilmesi üzerinedir. Hobbes’a göre içtimâî ilişkilerin düzenlendiği devlet aygıtı olmazsa orada hayvanî bir hayat mânâsına “tabii hayat” sözkonusudur ve bu durum, “insanî hayat” mânâsına altın bir çağ olmaktan çok uzaktır. Hobbes’a göre devletin olmadığı bir yerde insanlar cehennem hayatı yaşıyorlar demektir. Bu, “İslâm devletsiz yaşanmaz” temel düsturundan devşirme bir hikmettir. Üzerinde yaşadığımız topraklar başta olmak üzere, dünya Müslümanlarının niçin cehennem hayatı yaşadığını göstermesi bakımından da mühim bir noktadır. Aynı zamanda, Büyük Doğu ve İBDA Mimarları’nın örgüleştirdikleri içtimaî sistemin niçin “devleti gözleyici” bir noktada olduğuna da ayrıca delil. Ta ki Eflâtun’dan günümüze ideal devlet çerçevesinde niçin kesiksiz bir çaba sarf edildiğini de yine bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.
Hobbes’a göre insanların eşit olduğu ve sınırsız hürriyete kavuştukları bir ortamda sözkonusu olan şey, “tabiî hayat”tır. Üstad Necip Fazıl’ın hürriyet hususunda söyledikleri bu mevzuda yeteri kadar açıklayıcıdır: (Meâlen) Her isteyenin her istediğini yaptığı bir yerde gerçek hürriyetten bahsedilemez, olsa olsa eşek hürriyetinden bahsedilebilir ancak. Hobbes’a göre, “tabii hayat”ın neşv ü nema bulduğu bir yerde insanî ilişkilerin mahiyeti “İnsan insanın kurdudur” (Homo homini lupus) şeklinde tecelli eder. El-hak doğrudur. Öyle ya, hayvanî bir iç güdü sınırında neyse o şeklinde tecelli eden davranış şekillerinin insanî hayat ile, diğer bir ifadeyle de medeniyet ile hiçbir alakası olamaz. İnsanların sürekli bir şekilde birbirlerinden korktukları böyle bir durumda insanlığın, dolayısıyla da medeniyetin ilerlemesi de beklenemez. Hobbes’a göre, insanların birbirini ezdiği bu tür bir cehennem hayatına son vermek için bir sözleşme (kontrat) yapmak zorunludur. Bu sözleşmeyle insanlar, önceden sahip oldukları sınırsız özgürlüklerine son vermek durumundadırlar. Bu zorunluluğun tabii bir neticesi olarak da, kendilerini temsil edecek ve yönetecek dev insana (Leviathan, yani devlet) yol vermek zorundadırlar. Hobbes’un bu düşüncesi, İslâm’daki Risalet ve Nübüvvet mevzuunu andırmaktadır. Nübüvvetin Mutlak İradenin ruhuna (tasavvuf), Risaletin ise Mutlak İradenin bedenine (şeriat) denk geldiği düşünülebilir. İslâm’da aslolan şeriattır. Şeriat olmadan tasavvufun olamayacağı yine bizzat tasavvuf büyükleri tarafından haber verilmiştir. Bu çerçeveden olarak, Büyük Doğu Mimarı’nın yüksek ifadeleriyle, “İslâm’da idare şekli yok, idare ruhu vardır” terkibi hükmü malûmdur. Risalet ve Nübüvvet’in ifade ettiği mânâ, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin “idare ruhu”nu da belirlemiştir. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ise, Başyücelik Devleti’nin hem “idare ruhu”nun ve hem de “idare şekli”nin ayan olmasını sağlamıştır. İBDA Mimarı’nın Başyücelik Devleti isimli eserinde yer verdiği “Devlet Reisi-Şekilleri” mevzuu, “Mihrak Şahsiyet” veya “Remz Şahsiyet” esprisini çerçevesinde vuzuha kavuşturulmuştur. Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin vaaz ettiği devlet sisteminde Devletin adı “Başyücelik Devleti”, Devlet Başkanının adı ise “Başyüce” olarak ifade edilmiştir. “Başyüce”, meselâ İslâmî bir noktadan bakıldığında “Halife” mânâsını da mündemiçtir. Hal böyle olunca, hem dinî ve hem de dünyevî yetkileri olan ve bütün bir iktidar gücünü kendi bünyesinde toplayan bir “Devlet Reisi” veya “Devlet Şekli” sözkonusudur. Bu, Hobbes’un devlet anlayışının tam zıddıdır. Hobbes, mutlak iradenin Kralda toplanması gerektiğini ve iktidarın kaynağını ise beşerî sözleşme üzerinden olması gerektiğini söylerken, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ise, mutlak iradenin Allah ve Resûlü adına Halife’de toplanması gerektiğini ve iktidarın kaynağının ise mutlak ölçüler mânâsına İlâhî olması gerektiğini söylemektedir.
Not: Thomas Hobbes’un “İnsan insanın kurdudur” önermesi doğal hayatın tabii yapısı ile ilişkilendirilmiştir. Hobbes, insandaki tabii yapının disiplin altına alınması ve düzenlenmesi gerektiğini düşünmektedir. Evet, doğrudur; insanın tabii yapısı, nefs üzerinden veya hayvani içgüdü üzerinden insanî olmaktan uzaktır. Yani insanın tabii yapısı hayvanîliğe daha yakındır. Çünkü aşağı âleme sürgün edilen insan, aşağı âlemden yaratılan bedeninin varlığı üzerinden aşağı âlemin unsurlarına daha yakındır. Onun içindir ki insana ne yapması gerektiği, nasıl yapması gerektiği ve en önemlisi de neyi niçin yapması gerektiği ve tabii ki de yaptığı şeyin ne mânâya geldiği Yaratıcı varlık olan Allah tarafından Peygamberleri vasıtasıyla bildirilmiş, gösterilmiş ve öğretilmiştir.
“İnsan insanın kurdudur” önermesi üzerinden Thomas Hobbes, Leviathan gibi dev, ezip geçen mânâsını mündemiç bir devlet anlayışı kurguladı ve bugün de bu anlayış, “Dünya Devleti” mânâsına “Devletlerin Devleti” olmak gibi büyük bir iddia ile karşımızda varlık göstermektedir. Ruh kutbuna mukabil nefs kutbunu temsil eden bir devlet anlayışı!
Evet; insana bildiren, gösteren ve öğreten olmazsa eğer, tür olarak birbirini bir ağacın içindeki bir kurt gibi yer bitirir. Çünkü insan, ilahî imtihan sırrı çerçevesinde, kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birini gerçekleştirmek üzere sefillerin en sefili olan âleme, yani dünyaya gönderildi. Ruh iyi, doğru ve güzele, nefs ise kötü, yanlış ve çirkine meyillidir. Dünya ile nefs birbirine yakın olduğundan, kötü, yanlış ve çirkinlik üzerinden insan hayvandan aşağı yaratık olma özelliğinden ötürü, sadece kendi hem cinsini değil, bizzat kendi kendini de yer bitirir. Bundan dolayıdır ki, Allah, insana insan olduğunu bildiren, gösteren ve öğreten mutlak talim ve terbiyeciler, yâni Peygamberler göndermiştir. Peygamberleri, daha doğrusu Peygamberler Peygamberi olan Allah Resûlü’nü “Muhammedî Nur veya Ruh” üzerinden kendisine ayna yapan Allah, (Hadîs meâli: “Mü’min mü’minin aynasıdır.”), yine Peygamberleri vasıtasıyla insanın, insanın kurdu olmaması gerektiğini, tam aksine, birbirine ayna olduğunu bildirmiş, göstermiş ve öğretmiştir. Velev ki Peygamberler vasıtasıyla iyi, doğru ve güzelin bildirilmesi, öğretilmesi ve gösterilmesi sözkonusu olsun, imtihan sırrı çerçevesinde insan, zati keyfiyeti itibariyle zaten kendi kendinin kurdudur. Geldiği yer olan yukarı âleme (cennet!) çıkmak isteyen ruh, aşağı âlemden olan nefs tarafından sürekli olarak taciz edilmektedir. Ta ki hak vaki olana kadar nefs, ruhu kemirmeye devam edecektir. Tedaisi, İBDA Mimarı ve Telegram!.. Bu mânâdan olarak, insan, hiçbir zaman, Hobbes’un önermesinden tam bağımsız değildir. Hemen belirtelim ki, insandan murad, daha doğrusu “insanî hakikat”i temsil eden ve bütün âlemlerin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Kâinatın Fahri veya Efendisi olan Efendimiz ve Peygamberimiz Allah Resûlü olmasaydı, her şey ne ise olurdu ve imtihan denilen bir şey de olmazdı, dahası, değil “derin devlet”e, kıytırıktan da olsa herhangi bir devlete ihtiyaç dahi duyulmazdı. Allah Resûlü, ilk yaratılan varlık olan “Muhammedî Nur veya Ruh”un ta kendisidir. Diğer bir ifadeyle de, “Halife-İnsan” mânâsını mündemiç, “Hakikat-i Ferdiyye- Ferdin Hakikati”nin de ta kendisidir.
Hobbes’un kavramsallaştırdığı ve 18. yüzyıla damgasını vuran “toplum sözleşmesi” (leviathan), ilâhî yasa ve dinî egemenlik anlayışını reddeden ve beşerî olanı merkeze alan bir dünya görüşü veya devlet anlayışı üzerine kurgulanmıştır. Toplum sözleşmesi teorisi, toplumun kökenlerini sözleşmeye dayalı yükümlülüklere ve karşılıklı toplumsal ilişkilere dayandırmaktadır. İnsan doğası bu teorinin temel taşı olarak görülmektedir. Barışçıl ve birleşmiş bir sivil toplum ancak bireylerin bazı haklarından vazgeçmesi ile mümkün olabilir. Bu da tüm yetkinin devlet (Leviathan) erkinde, yetki gücünün ise Devlet Başkanı veya Kralda toplanmasını gerektirmektedir.(3)
Yukarıda görüldüğü üzere Hobbes, insanın tabii hayatına tekabül eden, daha doğrusu heva ve hevese kapı aralayan nefsani yönünün hayvanî yön olduğuna vurgu yapmaktadır ve bu doğrudur. Buna karşın insanî hayatın hürriyet ve zorunluluğuna delalet eden ruhî yönünü öne çıkarmaktadır ki, bu da doğrudur. Nefse galebe çalacak, nefsi alt edecek bir pehlevan vurgusu yaparcasına, devleti kendi şahsında temsil edecek dev bir insan veya devletten (Leviathan) söz etmektedir ki bu, kendince Krallık, ama aslı ve esası İslâm’da olan Halifelik müessesesine denk gelir. Ama buradaki Halifelik, İslâm karşıtı, daha doğrusu uhrevî değil dünyevî, diğer bir ifadeyle de ruhî değil aklî değerler üzerinden yapılmak istendiğinden, ortaya Allah’ın muradına uygun bir Halifelik değil, Allah’ın muradına uygun olmayan bir Halifelikten söz edilebilir. Bu durumda ortaya çıkan Halifelik, kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birinin gerçekleştirilmesi mânâsı üzerinden nefsi temsil eden bir Halifeliktir ki, bu durum, insanlık âleminin kıyamet öncesi final maçına (boks maçı) tekabül eden bir noktaya, diğer bir ifadeyle de iyi ve kötünün savaşını ifade eden Mehdiyyet ve Deccaliyyet savaşına da delalet eder. “Devletlerin Devleti” mânâsı üzerinden “Dünya Devleti” olmaya namzet iki devlet modeli halinde varlık kazanan Leviathan ve Başyücelik Devleti modelleri, aynı zamanda Mehdiyyet ve Deccaliyyet mânâsıyla da doğrudan ilişkilidir. Halihazırda dünyanın yaşadığı süreç, bu durumun daha da ayan olmasına sebebiyet verecektir. İşin başından sonuna dair bir şey söylemek gerekirse, o da şudur: “Mutlak Ölçü” ile sabit olduğu üzere, “İstikbâl İslâmındır” ve “Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemeseler de.”
Dipnotlar
1*Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti, İBDA Yayınları, İstanbul, 2015, 3. Basım, sh. 13-26.
2*Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti, İBDA Yayınları, İstanbul, 2015, 3. Basım, sh. 26.
3*https://auzefalmsstorage.blob.core.windows.net/auzefcontent/18_19/sosyoloji_tarihi_1/1/index.html
Kaynak: Baran Dergisi 636. Sayı (21 Mart 2019)