Mantık Al-Tayr

Hazırlayan: Rukiye AKKAŞ

Yazar: Feridüddin ATTÂR
Eserin Adı: Mantık Al-Tayr
Eserin Alt Başlığı: Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi
Tercüman: Abdülbaki Gölpınarlı
Basım: 1. Basım
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Yayın Yeri: İstanbul
Yayın Yılı: 2006
Sayfa Sayısı: 377

FERİDÜDDİN ATTÂR KİMDİR?

Horasan’ın en önemli dört şehrinden biri olan Nişabur’da 1120’da doğmuş 1229’da Moğollar tarafından şehid edilmiş şair ve mutasavvıftır. Aktarlık mesleği ile meşgul olup aynı zamanda hekim ve eczacı olmasından dolayı “Attar” olarak anılmaktadır.

Ferîdüddîn-i Attâr, değişik alanlarda eğitim almış bir eczacının oğluydu. Küçüklüğünde Şadbah kasabasında bir yandan babasının yanında attârlık mesleğini öğreniyor, bir yandan da medrese eğitimi görüyordu. Babasının vefâtı üzerine onun yerine geçip, attârlık mesleğini uzun bir süre devâm ettirdi. Attârlıkla uğraşırken, bir taraftan da ilim ile meşgul oluyordu. Atarlık mesleğine olan ilgisinden ve duyduğu saygıdan dolayı da eserlerinde “Attar” mahlasını kullanmıştır.

Rivayet edilir ki, bir gün bir derviş, dükkânının önünden geçerken içeri bakıp bir “ah!” çekti. Ferîdüddîn-i Attâr ona, neden baktığını ve niçin ah çektiğini sordu. Derviş: “Benim yüküm hafif. Dünyada hırkamdan başka bir şeyim yok. Bu dünya pazarından kolayca geçerim. Fakat sen bu kadar ağır yükle kendi başının çaresine nasıl bakarsın?” dedi. Attar ona; “Bu dünyadan nasıl geçip gidersin?” diye sordu. Derviş de: “Hırkayı sırtımdan çıkarır, başıma yastık yaparım, canımı Hakk’a teslim ederim” demesiyle birlikte hırkasını çıkardı ve başının altına koydu, orada canını teslim etti. Ferîdüddîn-i Attâr bu olaydan çok etkilendi. Bu durum karşısında Allah’a olan bağlılığı, dinini öğrenme istek ve arzusu dayanılmaz hâle gelince, attârlığı terk etti. O günden sonra varını yoğunu Allah yolunda sadaka olarak dağıttı ve kendini tamamen ilme adayarak ömrünün geri kalanını ilim, irfan ve ibadetle geçirdi.

Batı’dan ve Doğu’dan birçok yazar onun etkisinde kaldı. Mevlânâ daha on yaşlarındayken babasıyla Nişabur’a gittiğinde Attâr ile görüşmüştü. Ferîdüddîn-i Attâr, Mevlânâ’yı görür görmez onun dehasını fark etti ve babasına müjdeledi. Mevlânâ da onu ilk üstadı olarak kabul etti. Üstadının kendisine ithaf ettiği kitap olan “Esrarnâme”yi hayatı boyunca yanından ayırmadı.

Mevlana daha sonraki dönemlerde onun hakkında şöyle demiştir:

“Attâr, aşkın yedi şehrini gezdi de,

biz ancak bir sokağının dönemecindeyiz!”

O kadar merhametliydi ki, sarhoşlar bile onun merhametinden payını alırlardı.. Ünü dünyaya yayılan eseri “Mantıku’t-Tayr – Kuş Dili”nde tekkeye gelen bir sarhoşun hikâyesi vardır. Sarhoş ağlayıp sızlayıp ortalığı karıştırmış, sonunda yığılıp kalmış yere. Tekkenin şeyhi yanına gelmiş ve ”Neden ağlıyorsun? Elini bana ver, kalk!” demiş ona. Sarhoşun cevabı müthiştir. Bu cevap bir bakıma onun mütevazılığinin ve Allah’a olan acziyetini nasıl da yüreğinde hissettiğinin bir göstergesidir:

”Ey şeyh! Allah sana yardım etsin; elden tutmak senin harcın değil! Sen başını alıp git! Baş aşağı yıkılmak benim payıma düştü! Eğer herkes düşkünlerin elini tutabilseydi, karınca yiğitlik meclisinin başköşesine kurulurdu. El tutmak senin işin değil, yürü! Ben sayıya geleceklerden değilim, çekil! Ey kendisinden başka bir var olmayan, ey herkesin feryadına ancak kendisi yetişen, benim imdadıma sen yetiş! Düştüm, benim elimi sen tut!”

Allahu Teâlâ’ya bu münacatı ise onun ruh âlemini oldukça güzel yansıtır:

“Ey Rabbim! Gönlümüze senin hamd bahçende yücelik sıfatlarını öğrenmek nasip oldu. Kıyâmet günü ümidim sende. Dert ve nedametten, pişmanlıktan başka bir şeyim yok ama keremini ummaktayım. Sırat köprüsünde Cehennem’e düşmekten, kereminle ancak sen kurtarabilirsin. Mîzanda ancak sen, lütfunla günahlarımı af ve mağfiret edersin. Nefsimin eline öyle düşmüşüm ki, doğanın eline düşmüş topal serçe gibiyim. Ey Allah’ım! Bu Attâr kulun, senin sevgi ateşinde yanmaktadır. Bana yol göster de sana kavuşayım.”

Şehadet

Bu büyük insan Moğolların meşhur istilasında şehit düşmüştür. Moğollar bu istilalarında yapmış oldukları büyük katliamların yanında birde bölgede ki tüm medreseleri yağmalamışlar ve insanlığa ışık tutacak birçok kitabı yakmış ve ortadan kaldırmışlardır.

Bu istilalarından birinde, Maveraünnehr’i, bu arada Nişabur’u yağmalarlar. Nişabur’a gelen Moğol askerlerinden biri, Feridüddin-i Attar’ı (rahmetullahi aleyh) vurduğu kılıç darbesiyle şehid eder. Ve Attar düştüğü yere defnedilir. Türbesi Nişabur’da Şadbah kasabasına yakındır.

Eserleri:

Mevlânâ, Şeyh Galip ve diğer mutasavvıflar tarafından oldukça övülen Attar, çoğu günümüze kadar ulaşan pek çok eser bırakmıştır.

Attâr’ın yazdığı eserlerinde üstün bir akıcılık, incelik, nasîhatlerinde büyük bir tesir, ârifâne sözlerinde akılları hayrette bırakacak bir hâl vardır. Celâleddîn-i Rûmî gibi büyükler onun eserlerinin tesiri altında kalmışlardır. Yazdığı eserlerden “Tezkiret-ül-Evliyâ” hâriç, hepsi manzumdur.

Eserleri şöyle sıralanabilir:

1) Musîbetnâme: Mesnevî türünde yazılmış olan eserde pek çok küçük hikâyeler vardır. Eser, “Tarîkatnâme” ismiyle Türkçeye tercüme edilmiştir.

2) Esrârnâme: Tasavvuf hakkında olan bu eser, 26 makâleden ibâret bir mesnevîdir. Bu eser de Ahmedî isimli bir zât tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir.

3) Mantık-ut-Tayr ve Makâmât-ı Tuyûr: Bu eserde, tasavvufu kuşların ağzıyla anlatan Ferîdüddîn-i Attâr, konuyu küçük hikâyelerle süslemiştir. Esas konu, Ahmed-i Gazâlî’nin Risâlet-üt-Tayr’ından alınmıştır. Bu eser manzum ve nesir olarak birkaç defa Türkçeye tercüme edilmiştir. Bunların en meşhuru Gülşehrî’nin aynı adla yaptığı manzûm tercümedir.

4) Muhtârnâme: Konulara göre tertib edilmiş bir rubâiler mecmuasıdır. Elli bâbdan meydana gelen eser, İkinci Selîm zamânında Türkçeye tercüme edilmiştir.

5) Cevher-üz-Zât: Allahü Teâlâ’dan başka her şeyin fânî olduğunu konu alan bir eserdir.

6) Üştürnâme

7) Bülbülnâme

8) Bisernâme

9) Haydarnâme

10) Deryânâme

11) Leylâ ve Mecnûn

12) Mahmûd-u Ayaz

13) Mahzen-ül-Esrâr

14) Mazhâr-üs-Sıfât

15) Miftâh-ül-Fütûh

16) Vuslâtnâme

17) İrşâd-ı Beyân

18) Velednâme

19) Hırâdnâme

20) Hayâtnâme

21) Şifâ-ül-Kulûb

22) İlahinâme: 6500 beyitlik bir mesnevidir. Hikâye, bir hükümdarın altı oğluna dünyada en çok arzu ettiklerini sorması, onların da sırasıyla verdikleri cevaplar üzerine bina edilmiştir. Her biri insanın ihtiraslarından birini temsil eden arzular etrafında gelişen hikâyede baba bunların mânâsızlığını gösterir. Tasavvufî bir meseleyi ele alırken temsillere başvurması, çerçeve hikâyeler içinde açık bir plana göre iç içe daha küçük hikâyeler anlatarak konuyu daha anlaşılır bir hale getirmesi ve böylece mânâları ana hikâye ile birleştirmede büyük bir ustalık göstermesi eşsizdir.

23) Kenz-ül-Esrâr

24) Kenz-ül-Hakâik

25) Mazhar-ül-Âsâr

26) Mîracnâme

27) Misbahnâme

28) Hüdhüdnâme

29) Mahfinâme

30) Kemâlnâme

31) Tercümet-ül-Ehâdîs

32) Zühdnâme

33) Tezkiret-ül-Evliyâ: Bu eserde seksen civarında velinin hâl tercümesi ile menkıbeleri ve veciz sözlerini yazmıştır. Feridüddîn-i Attâr bu eseri yazarken, Şerh-ül-Kalb, Keşf-ül-Esrâr, Ma’rifet-ün-Nefs, Tabakât-üs-Sûfiyye, Hilyet-ül-Evliyâ ve Keşf-ül-Mahcûb’dan faydalanmıştır. Aslı Fârisî olan bu eser, Türkçe’ye, Fransızca’ya, Arabça’ya çeşitli zamanlarda çevrilmiştir. Eser tasavvuf târihi bakımından çok önemli, tasavvufî hayâtın gelişmesini tesbit yönünden de çok değerlidir.

Attar’ın tek mensur eseri olan ve genel olarak tasavvufun bütün meselelerini ele alan bu eser, bir çeşit tasavvuf ve ahlâkî bilgiler ansiklopedisidir. Attar eserine aldığı sufilerin hayatlarını anlatırken tasavvufu da anlatmış, İslam tasavvufunun ve tasavvuf ahlakının hemen hemen bütün meselelerini açık bir şekilde ifade etmiştir. Bunu da daha çok menkıbeler aracılığıyla yapmıştır. Eser bu konuda yazılmış başka eserlerin her birinden daha zengindir. Attar’ın ırk ve inanç farkı gözetmeyen engin insan sevgisi, dinsel hoşgörüsü kitabın her satırına sinmiştir. Evliya Tezkireleri’nde şekillenen tasavvuf anlayışı Mevlâna ve ondan sonraki mutasavvıflarda gelişerek devam etmiştir.

Mantık Al-Tayr’ın Konusu

Ferîdüddîn Attar, 4724 beyitten oluşan mesnevî tarzında yazılmış Mantık-ut-Tayr adlı eserinde kuşların diliyle bir “hakikati arayış” hikâyesi anlatılmaktadır: Hakikat yolunun yolcuları kuşlarla simgelenmiştir, her biri ayrı bir insan karakterini temsil eder. Hüdhüd kuşu, bu kuşların önderi, yani mürşididir. Aradıkları Simurg adlı efsanevi kuş ise, Allah’ın zuhur edip aşikâr olmasıdır. Başlangıçta Simurg’a kavuşmak isteyen kuşlardan kimi yola çıkmak istemez, kimisi ise yarı yolda vazgeçer ya da yolun güçlüklerine dayanamayıp ölür. Vahdet-i Vücud’a ulaşanlar ise “halkın Hakk’ın zuhuru, Hakk’ın halkın bütünü olduğunu” idrak edecektir.

Hikâyede kuşlar, kendilerine bir kral seçmek isterler. Kuşlar krallığına Kaf dağının ardında oturan Simurg’u (Anka kuşu) uygun bulurlar. Hep birden, Simurg’a gidip önünde yere kapanmak için, yola koyulurlar. Kaf dağının ardına ulaşmak kolay bir iş değildir. Yolda, kuşların yarısı ölür. Amaçlarına ulaşmak için daha 7 alan geçmeleri gerekmektedir. Bu yedi alanı geçinceye kadar bir o kadar kuş daha ölür. Sonunda, milyonlarca kuştan ancak 30 kuş kalmıştır. Onlar da bitkinlikten can çekişmektedirler. Kaf dağına varınca, buldukları Simurg kendilerinden başka bir şey değildir. (Simurg, otuz kuş anlamına gelmektedir.)

Hikâyeye,  Feridun-i Attârın kaleminden şöyle bir göz atalım:

Günlerden bir gün, dünyadaki bütün kuşlar bir araya gelirler. Toplanan kuşların arasında hüthüt, kumru, dudu, keklik, bülbül, sülün, üveyk, şahin ve diğerleri vardır.

Amaçları, padişahsız hiç bir ülke olmadığı düşüncesiyle, kendilerini yönetmek üzere bir padişah seçmektir.

Hüthüt söze başlar ve Hz. Süleyman’ın postacısı olduğunu belirttikten sonra, kuşların Simurg adında bir padişahları olduğunu söyler. Ama hiç bir kuşun haberinin olmadığını, herkesin padişahının daima Simurg olduğunu belirtir. Ancak, binlerce nur ve zulmet perdelerinin arkasında gizli olduğu için bilinmediğini ve onun bize bizden yakın, bizimse uzak olduğumuzu anlatır. Simurg’u arayıp bulmaları için kendilerine kılavuzluk edeceğini ilave edince; kuşların hepsi de hüdhüdün peşine takılıp onu aramak için yollara düşerler.

Ama yol çok uzun ve menzil uzak olduğundan; kuşlar yorulup hastalanırlar. Hepsi de, Simurg’u görmek istemelerine rağmen, hüthütün yanına varınca kendilerince geçerli çeşitli mazeretler söylemeye başlarlar.

Çünkü, kuşların gönüllerinde yatan asıl hedefleri çok daha basit ve dünyevîdir…
Örnek olarak, bülbülün isteği gül;
dudu kuşunun arzuladığı abıhayat;
tavuskuşunun amacı cennet;
kazın mazereti su;
kekliğin aradığı mücevher;
hümânın nefsi kibir ve gurur;
doğanın sevdası mevki ve iktidar;
üveykin ihtirası deniz;
puhu kuşunun aradığı viranelerdeki define;
kuyruksalanın mazereti zaafiyeti dolayısıyla aradığı kuyudaki Yûsuf…

Bütün diğerlerinin de başka başka özür ve bahaneleri vardır. Bu mazeretleri dinleyen hüthüt, hepsine ayrı ayrı, doğru, inandırıcı ve ikna edici cevaplar verir. Simurg’un olağanüstü özelliklerini ve güzelliklerini anlatır.

Hüthüt söz alır ve şunları söyler. Söyledikleri, ayna ve gönül açısından ilginçtir:

“Simurg, apaçık meydanda olmasaydı hiç gölgesi olur muydu?
Simurg gizli olsaydı hiç âleme gölgesi vurur muydu?
Burada gölgesi görünen her şey, önce orada meydana çıkar görünür.
Simurg’u görecek gözün yoksa, gönlün ayna gibi aydın değil demektir.
Kimsede o güzelliği görecek göz yok; güzelliğinden sabrımız, takatimiz kalmadı.
Onun güzelliğiyle aşk oyununa girişmek mümkün değil.
O, yüce lûtfuyla bir ayna icat etti.
O ayna gönüldür; gönüle bak da, onun yüzünü gönülde gör!”

Hüthütün bu söylediklerine ikna olan kuşlar, yine onun rehberliğinde Simurg’u aramak için yola koyulurlar. Ama, yol, yine uzun ve zahmetli, menzil uzaktır. Yolda hastalanan veya bitkin düşen kuşlar çeşitli bahaneler, mazeretler ileri sürerler.

Bunların arasında, nefsanî arzular, servet istekleri,
ayrıldığı köşkünü özlemesi,
geride bıraktığı sevgilisinin hasretine dayanamamak,
ölüm korkusu, ümitsizlik, şeriat korkusu, pislik endişesi,
himmet, vefa, küskünlük, kibir, ferahlık arzusu,
kararsızlık, hediye götürmek dileği gibi…

Hüthüt hepsine, bıkıp usanmadan tatminkâr cevaplar verir ve daha önlerinde aşmaları gereken yedi vadi bulunduğunu söyler. Ancak, bu yedi vadiyi aştıktan sonra Simurg’a ulaşabileceklerdir. Hüthütün söylediği yedi vadi şunlardır:

1.Vadi: İstek
2.Vadi: Aşk
3.Vadi: Marifet
4.Vadi: İstinga
5.Vadi: Vahdet
6.Vadi: Hayret
7.Vadi: Yokluk (Fenâ)

Kuşlar gayrete gelip tekrar yola düşerler. Ama, pek çoğu, ya yem isteği ile bir yerlere dalıp kaybolur, ya aç susuz can verir, ya yollarda kaybolur, ya denizlerde boğulur, ya yüce dağların tepesinde can verir, ya güneşten kavrulur, ya vahşi hayvanlara yem olur, ya ağır hastalıklarla geride kalır, ya kendisini bir eğlenceye kaptırıp kafileden ayrılır.

Bu sayılan engellerin hepsi de Hakikat yolundaki zulmet ve nur hicaplarıdır. Bu hicaplardan sadece otuz kuş geçer.

Bütün vadileri aşarak menzil-i maksutlarına yorgun ve bitkin bir halde uzanan bu kuşlar, rastladıkları kişiye kendilerine padişah yapmak için aradıkları Simurg’u sorarlar.

Simurg tarafından bir görevli gelir.

Görevli, otuz kuşun ayrı ayrı hepsine birer yazı verip okumalarını ister. Yazılarda, otuz kuşun yolculuk sırasında birer birer başlarına gelenler ve bütün yaptıkları yazılıdır.

Bu sırada, Simurg tecelli eder.

Fakat, otuz kuş, tecelli edenin bizzat kendileri olduğunu; yani, Simurg’un mânâ bakımından otuz kuştan ibaret olduklarını görüp şaşırırlar.

Çünkü, kendilerini Simurg olarak görmüşlerdir.

Kuşlar Simurg, Simurg da kuşlardır.

Bu sırada Simurg’dan ses gelir:

“Siz buraya otuz kuş geldiniz, otuz kuş göründünüz. Daha fazla veya daha az gelseydiniz o kadar görünürdünüz. Çünkü, burası bir aynadır!”

Hasılı, otuz kuş, Simurg’un kendileri olduğunu anlayınca; artık, ortada, ne yolcu kalır, ne yol, ne de kılavuz…

Çünkü, hepsi “BİR”dir.

Aynı, âşıkla, maşukun aşkta;

habible, mahbubun muhabbette;

sacidle, mescudun secdede; bir olması gibi…

Aradan zaman geçer, fenâda kaybolan kuşlar yeniden bekâya dönüp, yokluktan varlığa ererler…

Feridüddin Attar’ın “Mantık-üt Tayr (Kuş Dili)” eserindeki duası ise şöyledir:

“Ey Rabbim, beni yaratanım! Dünyaya geldim geleli senin sofrandan, senin ekmeğinden yiyip duruyorum… Bir kimse, birinin ekmeğinden yedi mi, ona hakkı geçer; ekmek sahibi de onun hakkına riayet eder. Ben, cömertlik denizinin sahibi olan senin ekmeğini çok yedim, hakkımı gözet.

Ey Âlemlerin Rabbi! Acizim kanlara boğuldum, karada gemi yüzdürdüm. Feryadımı duy elimden tut… Daha ne kadar sinikler gibi ellerimi başıma götürüp bekleyeyim? Bilemedim, yanıldım, sen bağışla. Şu kan ağlayan yüreğime bak, bütün bu musibetlerden sen kurtar beni.

Ey derdime derman olan Allah’ım! Kâfire küfür gerek, dindara din. Attar’ın gönlüne ise derdinden bir zerre. Şu kulağı halkalı kuluna bir zerre dert ver. Eğer senin derdin olmazsa canım ölür gider.

Varlıktan bir sermayem yok, gölge içinde kaybolmuş bir zerreyim. Karanlıklar içinde kayboldum, bir nur yolla, kimsem yok benim, yardımcım sen ol…”

ESERİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Eser tamamiyle tasavvuf içeriklidir, fakat bizim bildiğimiz; al eline tesbih, yalnız başına kenara çekil anlayışıyla değil… Tanış, birlikte yol al, hadiselere vakıf ol, sorgula, rehber edin, cevap al, vicdanla tart, hakikatle bak, kalple inan! Kuşların yaşadığı çeşitli hadiselerin yer aldığı, hüthüt kuşunun cevapları ve ardından hadiselerin muhtevası ile ilgili kıssalardan oluşan bu eser, adeta tasavvufun merhalelerini anlatmıştır.

Hikâyelerin kısadan hisse üslubunda oluşu ise dikkatleri celbediyor. Çok uzun yıllar evvel yazılmış bu hikâyeler hâlâ günümüzle ilk yazıldıkları tazelikte okunuyor.

Si-murg: 30 Kuş

Si-Murg, yani 30 kuş, baştan sona tasavvufun merhalelerini aşıp en sonunda “Fena Fillah”a ulaşıyorlar.

Tasavvufun basamaklarını teker teker anlatan ve bunu kuşlar üzerinde örneklendiren Feridüddin Attâr, bize, hikmetler deryası olan bu eseri bırakarak, onun üstüne çıkacak bir eser daha yazılamayacağını göstermiş oluyor.

Şu Batı’nın “Fabl” ismi vererek, sanki Ezop’un, La Fontaine’in keşfi gibi anlattığı, hayvanların konuştuğu hikâyeler, sadece bizde değil Hint’ten Çin’e pek çok örneği olan bir türdür. Bizde en mükemmel misalini “Kuşların Dili”nde bulsa da, özellikle Tasavvuf edebiyatında daha pek çok misali vardır…

ESERDEN İKTİBASLAR

Kuş sorar: “Ey tanrı tapısına varmış olan, orada ne makbule geçer?

Söylersen, mademki bu sevdaya düştük; orada ne geçiyorsa, onu götürürüz.

Padişahlara değerli bir armağan götürmek gerek. Armağanı olmayan adam, ancak hasis, bayağı bir adamdır.”

Hüthüt dedi ki: “Ey soru soran, beni dinlersen; oraya, orada olmayan bir şey götürmelisin.

Buradan oraya, orada bulunan bir şeyi götürürsen, neye yarar? Nasıl olur da bu armağan makbule geçer?

Orada bilgi de var, sırlar da var; hele meleklerin ibadetleri pek çok!

Sen bir hayli can yanışıyla gönül derdi götür. Çünkü orada hiç kimse, bunlardan bir nişan veremez.

Dertle bir ah çektin mi, bu ah, yanık ciğerinin kokusunu ta Tanrı tapısına kadar götürür!

Hususi makam, senin canının ta içidir; canının dış yüzüyse, Tanrı buyruğunu kabul etmeyen nefsindir.

O hususi makamdan, canın ta içinden bir ah çıktı mı, insan derhal kurtulur, her şeyden halis olur.”

Hikâye

İbadet eden birisi, Peygamber’den seccade üstünde namaz kılmaya izin istedi.

Peygamber izin vermedi: “ Şimdi toprak da sıcaktır, kum da. Tanrı huzurunda sıcak kuma, sıcak toprağa yüz koy. Çünkü her yaralının yere yüz koyması, yarasını dağlamasıdır.”

Mademki görüyorsun, canın yaralı, yaralıya dağlama iyi gelir.

Burada gönlünü dağlamazsan, sana hiç bakarlar, iltifat ederler mi?

Dert meydanında gönlünü dağla. Gönül ehli, eri dağlarından tanır!


Kaynaklar: Feridüddin ATTÂR, Mantık Al-Tayr, Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul 2006
http://feriduniattar.blogspot.com.tr/2009/02/feridun-i-attar-kimdir.html?m=1 (8 Haziran 2016)

Önceki yazı
Sonraki yazı

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR