Geçenlerde tipik Kemalist-solcu ağzıyla konuşan, varı yoğu “ruh”u inkâr ve “akl”ı ilahlaştırmaktan ibaret, bu hâliyle de hakikatleri tepetaklak etmeye ve kendi içinde tezatlara düşmeye mahkûm bir grup bilim adamı (!) tarafından kaleme alınmış bir dergi geçti elimize. İsmi: “Bilim ve Ütopya.”
İlmîlikten yahut kendi deyimleriyle bilimsellikten uzak bu ütopik derginin kapağında şunlar yazılıydı:
“Kur’an’ın Yazarı Sümerliler…”
Dergiyi açıp baktığımızda gördük ki, “Muazzez İlmiye Çığ” adlı bir şahıs, tarihin eski devirlerinde yaşadığı rivayet edilen Sümer Medeniyeti’nin, Tevrat ve Kur’an-ı Kerim’le benzer, hatta kimi noktalarda tıpa-tıp aynı özellikleri taşıdığına dair birtakım tarihi gerçekleri ortaya atıyor ve buna dayanarak semavî kitapların tarih öncesi uygarlıklardan “araklandığını” iddia ediyor.
Bu komik iddianın sahibi, ne yazık ki, kendi ağzıyla itiraf ettiği -İBDA’nın formülasyonu olarak- şu muazzam hakikatin farkında bile değil:
“Medeniyetin kaynağı, peygamberlerdir. İlk dil, ilk doğru ve ilk tatbik, ilk insanla vardı; ilk peygamberle!”
En iptidâî insan topluluklarının bile bir dile sahip olmaları; şan, şeref, yiğitlik, âlicenaplık vs. gibi ahlâki değerleri bünyelerinde barındırmaları; taşa tapmak cinsinden dahi olsa birtakım dinî inanışlara sahip olmaları ve madde üstü bir gücün hakimiyetini kabul etmelerinin altında yatan gerçek budur.
Şurası açık ki, insanoğlu bir bildiren olmadan bilme kabiliyetine sahip değil… Konuşma, düşünme ve alet yapabilme faaliyetini, ancak kendisine öğretildiği nisbetle ve ancak bu dairenin sınırları çapında icra edebilen insanoğlu, eğer kendisine bu yolun acısını bulamamış olsaydı, taş yontmayı bile öğrenemeyecekti. Çok önceleri bahsi geçmişti, psikoloji ilminde kuraldır; insan bir meçhûlü tasavvur ederken, bu işi ancak tanıdığı ve bildiği madde şartları dairesinde yapabilir, daha ötesi olmaz. Varlığı meçhûl uzaylı yaratıklar bile insanlar gibi veya (üç ayaklı, altı parmaklı gibi) bir takım bilinen objelerin değişik kombinezonlarıyla tahayyül edilebilmiştir.
İnsanoğlunun ilk kelimeyi öğrenmesi, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem’le başlar. Devir devir yeni icatlarla terakki etmesi de, getirdiği ilahî emirlerle beraber bu icatların ilk mucidi ve fonksiyonlarının ilk işleyicisi olan peygamberler vasıtasıyladır. Tabiî ki, tarih boyunca daima aynı kaynaktan beslenen insanoğlunun, değişik isimler altında ve farklı mizaç ve kültür şartları içinde dahi olsa, mutlaka aynı temel unsurlara sahip olmaları kaçınılmazdır.
İşte bizim yapmak istediğimiz de, adı geçen Sümer Uygarlığı’nın, diğer Semavî dinler ve İslâm dini arasında gösterdiği benzerlikleri zikretmek ve bundan hareketle insanlık tarihinin peygamberler eliyle yazıldığı, bugüne dek kurulmuş bütün medeniyetlerin -ister ilahî memuriyet doğrultusunda, ister buna mugayir- varlıklarını daima Onlar’a borçlu olduğu tezini doğrulamak. Başta adı geçen dergi ve yazar isimlerini ise, bu nasipsiz tayfanın, bilimsellik yaftası altında hakikatleri tepetaklak etmeye kalkışırken düştüğü komik ve sefil manzaraya ibret nazarıyla bakılsın diye kaydettik.
Şimdi, dergide bahsedilen benzerliklerden bazılarını, hiç değiştirmeksizin ve birtakım doğruluğu tartışılır gelebilecek yahut saçma gözükebilecek noktaları dikkate olmaksızın, sırf benzerliğiyle tezimizi doğrulayıcı olması bakımından aynen alıp sıralıyoruz:
“NUH TUFANI”
“Çok eski çağlarda, insanları yok etmek amacı ile tanrı tarafından büyük bir tufan yapıldığı hikâyesinin, yalnız, ilk kutsal kitap Tevrat’ta yazılı olduğu biliniyordu. Fakat geçen yüzyıl içinde Ninova’da yapılan kazılarda çıkan Asur Kralı Asurbanipal’in kütüphanesi içindeki bir tablette aynı hikâye okununca (1872 yılında) büyük bir şaşkınlık yaratmış ve bu inancı kökünden sarsmıştı. Gılgamış destanının son kısmını oluşturan bu hikâye, ölümsüzlüğü arayan Gılgamış’a, tufandan kurtulup tanrılar tarafından ölümsüzlük verilen Utnapiştim tarafından anlatılmıştı. Hikâye kısaca şöyle:
İnsanlar öyle çoğalmıştı ki, tanrılar onların gürültüsü ve şamatasından uyuyamaz olmuşlar. Bunun üzerine dört büyük tanrı bu insanları bir tufan ile yok etmeye karar veriyorlar. Bilgelik tanrısı (Enki) yarattıkları insanların ortadan kaldırılmasına çok üzülüyor ve Şuruppak şehrinde yaşayan Utnapiştim’in evinin duvarından seslenerek tanrıların bir tufan yapmaya karar verdiklerini, bir gemi yapmasını söylüyor. Geminin tarihini veriyor. Adam söylendiği şekilde gemiyi 7 günde tamamlıyor. Gemi yapıldığı müddetçe çeşitli hayvanlar kesiliyor, beyaz, kırmızı ve su katılmamış şaraplar nehir suyu gibi bol olarak içiliyor, adeta yılbaşı törenlerine benzer şenliklerle işler yapılıyor. Utnapiştim geminin içine ailesini, akrabalarını, sanatçıları, kırların evcil ve yaban hayvanlarını dorduruyor. Bu orada altın da almayı unutmuyor. Geminin kapısı kapanır kapanmaz şiddetli bir fırtına ile birlikte yağmur boşanıyor. Sular yalnız gökten boşanmakla kalmıyor, yer tanrıları da yerden fışkırtıyor suları. Tufan öyle azgınlaşıyor ki, onu yaptıran tanrılar bile korkuyor. Bu kıyamet 6 gün 6 gece sürdükten sonra yedinci gün gemi Nisir dağına oturuyor. 7 gün bekledikten sonra Utnapiştim bir güvercin salıyor dışarı. O konacak bir yer bulamadığı için geri dönüyor. Daha sonra bir kırlangıç gönderiyor, fakat o da geri geliyor.
Son olarak uçurduğu kuzgun geri gelmeyince dışarı çıkıyorlar. Utnapiştim dağın tepesine kurbanlarla içkiler sunuyor. Altlarında çeşitli ağaçların odunlara yanan ocaklara 7 kazan konarak kurban etleri pişiriliyor. Onların tatlı kokusunu duyan tanrılar üşüşüyorlar. Tufanı yaptıran tanrı Enlil gelip gemiyi ve insanları görünce çok kızıyor, kim kurtardı, diye. Bilgelik tanrısı ona karşı çıkarak, günah yapanı, kurallara karşı geleni cezalandır ama bu kadar ağır ve ölümcül olma, diye onu yatıştırıyor. Böylece Utnapiştim ve karısı ölümsüz bir yaşam ile nehrin ağzındaki tanrılar bahçesine yerleştiriliyorlar.
Bu hikaye Sami bir dil olan Akadca ile yazılmıştı. Halbuki içinde geçen adlar başka bir dile aitti. Buna göre bu hikâye o dili konuşan Sümerliler tarafından yaratılmış olmalıydı. Hakikaten daha sonra Philadelphia Üniversitesi Müzesinde bulunan yarısı kırık bir tablet bunu kanıtladı. Bu tablette tufan hikâyesi Sümerce ve şiir tarzında yazılı idi. Ne yazık ki, metnin yarısı yoktu. Fakat bulunan kısımlar konu hakkında oldukça aydınlatıcıdır. Bu tabletlerde de tanrılar insanlara kızarak bir tufan yapmaya karar veriyorlar. Tufan yapılacağı, Ziusudra isimli birine tanrı tarafından bir duvar arkasından bildiriliyor. Bu satırlar şöyle:
“Alçak gönüllü, saygılı olan
Her gün tanrısal görevlerine dikkat eden
Ziusudra’ya tanrı Enki
Duvardan bir söz söyleyeceğim, sözümü tut!
Kulak ver söyleyeceklerime!
Bizden bir tufan kült merkezlerini kaplayacak,
İnsanlığın tohumu yok olacak,
Tanrılar meclisinin sözü karardır,
An ve Enlil’in emirleriyle
Krallık, hükümdarlık son bulacaktır.”
Bundan sonra tabletini kırık kısmı geliyor. Burada geminin nasıl yapılacağı bildirilmiş olmalı. Metnin tekrar okunan kısmında tufanın bütün şiddetiyle memleketi topladığı, 7 gün 7 gece sürdüğü, bittiğinde Ziusudra’nın tanrılara kurban yaptığı yazılı.
“Sonunda: Ziusudra, kral,
Tanrı An ve Enlil’in önüne attı kendini.
Onu sevdîler, bir tanrı gibi yaşam verdiler, ona,
Bitkilerin adını, insanlığın tohumunu, koruyan,
Ziusudra’yı güneşin doğduğu yere,
Dilmun ülkesine yerleştirdiler.”
Aynı olay Tevrat’ta (Tekvin Bab 6-9) uzun uzun anlatılıyor: İnsanlar fena ve bozulmuş olduklarından Rab onları yok etmeye karar veriyor. Nuh Allah’ı tanıyan, onunla birlikte giden biri. Rab ona insanları yok etmek için bir tufan yapacağını, kendisine bir gemi yapmasını söylüyor ve geminin nasıl yapılacağını, içine neler alacağını bildiriyor. Nuh söyleneni yerine getiriyor. Tufan başlıyor. 40 gün sürüyor. Yeryüzünde herşey yok oluyor. Sular ancak 150 günde azalıyor. Gemi 7. ayda ve ayın 17. gününde Arafat dağına oturuyor. Tekrar 40 gün bekliyor Nuh. Sonra suların tamamıyla çekilip çekilmediğini anlamak için evvela bir kuzgun salıyor dışarı. O geri gelince bekliyor, bir güvercin uçuruyor. Üçüncü defa gönderdiği güvercin dönmeyince karaya çıkıyorlar. Kurbanlar kesiyor Nuh. Rab hoş kokular duyunca artık tekrar tufan yapmamaya karar veriyor. Nuh ile konuşarak bir daha yeryüzünde tufan yapmayacağına söz veriyor. Nuh 950 yıl yaşadıktan sonra ölüyor. Kurtulan canlılardan ve Nuh’un oğullarından yeni insanlar türüyor.
Görüldüğü gibi bu üç hikâye de temelde birbirinin aynıdır. Tanrıların insanlara kızması ve tufana karar vermesi, gemi yapılması önerisi, geminin yapılması, canlıların içine alınması, tufanın olması, gemidekilerin kurtulması, kurbanlar, bunların kokusuna tanrı veya tanrıların gelişi, hepsinde ortak temalar.
Babil efsanesinde tanrılar insanların çoğalması dolayısıyla gürültülerinin artarak tanrıları rahatsız ettikleri için tufan yapmaya karar veriyorlar. Sümer ve Tevrat’ta insanların fena olması yüzünden. Sümer ve Babil metninde bu kararı gizlice bildiren Bilgelik tanrısı. Tevrat’ta Allah’ın kendisi. Tufan Sümer’de 7 gün, Babil’de 6 gün 6 gece sürüyor, 7 gün bitiyor. Tevrat’ta 40 gün sürüyor. Gemiden çıkmak için de aylarca bekliyorlar. Babil’de tufanı başlatan Enlil, kurtarıldıkları için çok kızıyor, fakat Bilgelik tanrısı onu yatıştırıyor ve kurtulana ölümsüz bir yaşam verilerek tanrıların bahçesine gönderiliyor. Tevrat’ta tufana karar veren, Nuh’u kurtaran, yaptığına pişman olan, Nuh’u uzun ömürle ödüllendiren hep tek tanrı.
Kur’an’da bu olay 29 süre içinde çeşitli ayetlerde, fakat oldukça yüzeysel yazılmış. Ayetlerin çoğunluğu Nuh’un kavmi ile olan inanç problemleri ile ilgili. “Tufan” kelimesi yalnız bir kere geçiyor. Bazılarını aktaralım:
“Andolsun ki, Nuh’u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka tanrınız yoktur. Doğrusu ben üzerinize gelecek azaptan korkuyorum.” (sure 7-59)
“Yine de onu yalanladılar. Biz hem onu, hem de gemide onunla beraber bulunanları kurtardık ve onları halifeler kıldık. Ayetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Bak uyarılanların sonu nasıl oldu.” (Sure 10-73)
“Nuh’a vahyolundu ki, artık kavminden iman etmiş olanlardan başkası asla inanmayacak. Öyle ise onların işlemekte oldukları günahlardan üzülme. Bizim gözlerimiz önünde bildirdiğimiz gibi gemiyi yap ve zulmedenler hakkında bana söyleme, çünkü onlar mutlaka boğulacaktır. Nuh gemiyi yaparken kavminden ileri gelenler her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Dedi ki, “eğer benimle alay ediyorsanız, iyi bilin ki, siz nasıl alay ettiyseniz, biz de sizinle alay edeceğiz.” Nihayet emirimiz gelip sular kaynayınca Nuh’a dedik “her cinsten birer çifti ve aleyhinde hüküm verilmiş olanlar dışında, aileni ve iman edenleri gemiye yükle.” Pek az kimse onunla birlikte iman etmişti. Nuh dedi ki, “gemiye binin, onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah’ın izniyledir. Gemi dağlar gibi dalgalar arasında yüzüp olanlarla birlikte yüzüp gidiyordu. Nuh gemiden uzakta olan oğluna “yavrucuğum bizimle beraber bin, kafirlerle beraber olma”, diye seslendi. Oğlu “beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım” dedi. Nuh, bugün Allah’tan başka koruyacak yoktur dedi. Aralarına dalga girdi. Oğlu da boğulanlara karıştı. “Ey yer suyu yut, ey gök sen de suyu tut! denildi, su çekilip azaldı, iş bitti, gemi Cudi’ye oturdu. Haksızlık yapan millet Allah’ın rahmetinden uzak olsun denildi.” (Sure 11: 36J-44)
“Andolsun ki, biz Nuh’u kendi kavmine gönderdik de o 950 yıl onların arasında kaldı. Sonunda onlar zulümlerini sürdürürken tufan kendilerini yakalayıverdi. Ama biz Nuh’u ve gemiden olanları kurtardık ve bunu alemleri ibret kıldık.” (Sure 29: 14-15)
“Onlara bir delil de, soylarını dolu bir gemiye taşımamız ve kendileri için bunun gibi daha nice binerleri yaratmış olmamızdır. Dilesek onları da suda boğardık, ne kurtaran bulunur, ne de kendileri kurtulabilirdi.” (Sure 36: 41-43)
Görüldüğü gibi Kur’an’da anlatılan Nuh ve tufan efsanesinde, geminin nasıl yapılacağı, tufanın ne kadar sürdüğü, gemiden nasıl çıktıkları, Nuh’un neden 950 yıl yaşadığı anlatılmamış. Buna karşılık tanrının insanlara kızması, olayın sadece bir kimseye bildirilmesi, gemi yapılması, gökten ve yerden suların taşması, geminin bir dağa yanaşması, bir kısım insanların kurtulması, Nuh’un uzun ömürlü olması Sümerlilerden gelen izlerdir.”
Muazzez İlmiye Çığ hanımefendiden yaptığımız iktibas burada bitiyor. Kendileri, zikrettiğimiz “Nuh Tufanı” bahsi dışında, Semavî dinlerle “çok tanrılı” dinler arasındaki benzeşme ve kesişme noktalarını “Sümer uygarlığı” ekseninde şu bahisler etrafında da ifade etmekteler: “Kainatın yaratılışı, ilahî cezalar, insanın yaratılışı, Allah’ın kula vahyetmesi, zina ve taşlama, insanların ölümden sonraki hâli, haftanın bir gününün kutsal sayılması, kurban kesme ve Allah’ın yeryüzündeki gölgesi…” Lâkin, biz bunları, maksadın hâsıl olması hasebiyle tekrardan vermeye gerek görmüyoruz.
Ömrünü, tarihin derinliklerinde yaşadığı rivayet edilen Sümerliler’e adayan M.İ.Çığ, bütün gücüyle, Semavî kitapların Sümer kültürünün etkisi altında kalınarak yazılmış olduğu iddiasını ispatlama çalışıyor; hatta kimi zaman alâkasız mevzuları bile irtibatlandırmaya gayretkeşlik gösteriyor. Ama bilmiyor ki, bu yaptığı, Büyük Doğu-İBDA’ya ait olan “medeniyetin kaynağı peygamberlerdir!” tezini doğrulamaktan başka bir şey değildir. Böylece kendileri hakkında en başta söylediğimiz “hakikatleri tepetaklak eden” ve “kendi içinde tezatlara düşmeye mahkûm” sıfatlandırmalarının doğrulayıcısı olmaktan da geri kalmıyor.
Biz de kendisine, tezimizi tahkim eden gayretkeşliğine mukabil, “medeniyetlerin aslen birliği”ne dair, mukayeseye Hinduizm ve Hristiyanlığı da katarak, İbda Mimarı Sayın Mirzabeyoğlu’ndan muhteşem bir vesika takdim ediyoruz. Umulur ki, hakikatleri amuda kalkmış tersi dönük bir başın şaşı gözüyle değerlendirme zannından kurtulur; hem bu vesileyle okuyucularımız da, “mukayese”de usûl ve esasa dair, fikrin “sultanî” çapıyla tanışma fırsatına ererler belki:
• “Nûn harfi, İslâm geleneğinde bilhassa “el Hut-büyük balık”ın yerine geçen bir remz, bir sembol… Kendisi de bizzat bunu gösteren ve aynı zamanda “balık”a da işaret eden “nûn” kelimesinin orjinal mânâsıyla zaten uyum içinde bulunan “balina”nın sembolü.”
• “İşte, sırf bu mânâsından dolayıdır ki, Yunus Peygamber, Kur’ân’da “Zûnnûn-Balık Arkadaşı” diye isimlendirilmektedir. Bu, pek tabiî olarak genel balık sembolizmi ve daha özel olarak da, ister Hindu geleneğinin Matsya-avatâra’sı yahut ilk Hristiyanların Ichthus’u olsun, “Kurtarıcı balık” sembolizmi ile münasebet içinde bulunmaktadır. Bu bakımdan balina, başka yerde Yunus balığı tarafından oynayan aynı rolü oynar; ve beriki gibi o da, “yukarıya doğru yükselen yol”a imkân veren gün dönencesi kapısı olarak, Oğlak Burcu’nun işaretine uygun düşer… Ama, “nûn” harfinden elde edilen önemli açıklamaların da gösterdiği gibi, Matsya-avatâra ile olan benzerlik son derece çarpıcıdır; bilhassa, Yunus Peygamber’in İncil’deki tarihine yaklaştırıldıkları zaman…”
• “Sözkonusu olan bu hususu iyice anlayabilmek için, her şeyden önce “balık” şeklinde tezahür eden Vişnu’nun, Satyavrata’ya, müstakbel Manu Vaivaswata’ya, gelecek dünyanın tohumlarının içinde kapatılmak zorunda olacağı gemiyi yapmayı emrettiğini ve yine aynı biçimde altında en nihayet ardarda gelen iki “Manvatara-Beşerî dönüşüm süresi”nin birbirinden ayrılmasını gösteren o kıyamet esnasında sular üzerinde gemiye rehberlik ettiğini hatırlatmak gerekmektedir. Burada Satyavrata’nın rolü ve ayni şekilde gemisi, Tufan’dan sonra dünyanın inşâına yarayacak her türlü eleman ve unsuru ihtiva eden, Efendimiz Nuh Peygamber’inkine benzemektedir. Kendi çok dolaysız mânâsı içinde İncil’de anlatılan Tufan’ın, Manvartara’dan daha sınırlı olan bir dönemin başlangıcını göstermesi mânâsında bunun uygulamasının farklı olması, zaten fazla önemli değildir. Şayet bu aynı olay değilse bile, en azından bunlar, yeni bir duruma yerine bırakmak için dünyanın önceki durumunun yıkıldığını gösteren benzer iki olaydır.”
• “Eğer şimdi biz Yunus Peygamber’in kıssasını az önce bahsetmiş olduğumuzla mukayese edersek şunu göreceğiz ki, “balina” sadece gemiye yol gösteren balık rolünü oynamak yerine, hakikatte bizzat gemiyle aynılaşmaktadır. Gerçekte, Satyavrata ve Nuh Peygamber’in gemi içinde kalmaları gibi, Yûnus Peygamber de dışındaki bütün dünya için değilse bile kendisi için bir “karanlıklaşma-karanlık safhası” olan ve iki durum veya iki varoluş hâli arasındaki fikre uygun düşen bir süre boyunca, balinanın bedenine hopsolunmuştu; burada da fark sadece tali olup, gerçekte insan ve kâinat olmak üzere ikili bir uygulamaya elverişli olan aynı sembolik figürler bulunmaktadır. Öte yandan şu da bilinmektedir ki, Yûnus Peygamber’in balinanın karnından çıkması, daima bir “diriliş”, öyleyse yeni hâle geçiş sembolü olarak görülmektedir. Ayrıca bunun özellikle İbrani Kabbala’sında “nûn harfine izafe edilen ve ruhî olarak bir “yeni doğuş”, yani ferdî veya sonsuz varoluşun bir yenilemesi olarak anlaşılması gereken “doğuş” anlamına yaklaştırılması gerekmektedir… Arapça’daki “nûn” harfinin biçimi çok açık bir şekilde bunu göstermektedir.
• “Bu harf, bir çemberin alt yarısı ile, aynı çemberin merkezi olan bir noktadan meydana gelmektedir. Oysa, alt taraftaki yarım dire, aynı zamanda sular üzerinde yüzen “gemi” figürü gibi olup, onun içinde bulunan nokta da, geminin içinde bulunanı veya sarılıp sarmalanmış tohumu temsil etmektedir. Zaten bu noktanın merkezi mevkîî, gelecekte bir “altın cekirdek- ölümsüzlük tohumu”nun, her türlü haricî çözümlerden uzak ve yok edilemez bir çekirdeğin varlığını göstermektedir.”
• “Sembolik açıdan bakıldığında, daire ile nokta arasında derin münasebetler vardır; ve bu, gerçeğe de aksetmektedir. Herşeye hayat veren İlahî ilim ve yaratış ışğının kendisinden neş’et ettiği bu noktada, bu merkez,”varoluş tekerleği”nin motorudur. Kendisinde “Kanun”un, yani “Gök”ün iradesinin ifadesini veya tasvirini taşımaktadır. Bu sembolik nokta, hiç bir yerde bulunmayan merkezdir; çünkü, esasen o, hiç bir yerle sınırlandırılmayandır. Bir taraftan herşeyin içinde bulunurken, ona nisbetle mutlak, aşkın ve müteâl olduğu için maddî tecellinin hiçbir yerinde de bulunamaz. O, hisler ve duygu düzenine bağlı istidatlar yardımıyla kendisine ulaşılabilen herşeyin ötesindedir. Görülebilen, duyulabilen, tahayyül edilebilen herşey; evet, bunlar zorunlu olarak tezahür, hem de açık olan tezahür âlemine attir. Öyleyse, gerçekte heryerde bulunan dairedir; çünkü, mekândaki bütün yerler veya daha umumî bir ifadeyle, aşikâr olan bütün şeyler, “bütün imkânlar, farklılıklar ve ferdiyetler”, “biçimler akışı”nın elemanları, “kozmik tekerlek” çemberinin noktalarından başka birşey değillerdir.”
• “Nûn harfi… Şu da dikkati çekmektedir ki, aşağıya doğru dönük olan “muhaddep-dış kavis”liliğiyle bu yarım çember, bir su kupasının basit benzerlerinden birisidir; beriki gibi o da, herhangi bir biçimde, içinde henüz gelişmemiş olan bu tohumun saklı olduğu ve müteakibin de göreceğimiz gibi “Kâinat Yuvarlağı”nın alt veya “toprak-olan” yarısıyla aynılaşan bir “döl yatağı-rahim” mânâsını kapsamaktadır… İlginç bir yakınlıkla bu “döl yatağı” Sanskritçe’de “yoni” mânâsı, aynı zamanda Yunus balığının da adı olan Grekçe “delphus” kelimesinde de zımnen bulunmaktadır. Ruhî sıçrama ve değişimin bu “pasif” elemanı görünümü altındaki el-Hût da, muayyen bir biçimde, sembolik olarak kalb gibi tasvir edilen kendi merkezinde “ölümsüzlük tohumu”nu taşıyor olması itibariyle, ferdiyetin bütününün ifadesidir. Bu münasebetle, daha önce açıkladığımız kalbin “kupa sembolü” ve “Kâinat Yuvarlağı” sembolüyle olan alâkasını hatırlayabiliriz. Ruhî tohumun gelişmesi zımnen, tıpkı Yûnus Peygâmberin büyük balığın karnından çıkarak “dirilmesi” gibi, varlığın ferdî durumundan ve ona has kozmik ortamdan çıkmasını da kapsamaktadır. Bu çıkış işini, iç kavisliğini nûn harfinin yarım dairesiyle sembolize edilen “eriş-erişkinlik” mağarasıyla aynı şey olduğu kolayca anlaşılacaktır. İster bir fert veya bir dünya sözkonusu olsun, bu “yeni doğum” zorunlu olarak eski durumda ölmeyi gerektirmektedir. Ölüm ve doğum veya dirilme… İşte bunlar, biri diğerinden ayrılamayan iki görünümdürler; çünkü bunlar, gerçekte aynı durum değişikliğinin birbirine zıt iki vechesidir.”
• “Arapça alfabesinde nûn harfi, başlıca mânâları arasında “el mevtu-ölüm” anlamı da bulunan, hemen hemen katıksız bir potansiyel güce irca edilmiş ve ibadetle alâkalı olarak da secde hâlinin kendisine tam uygun düştüğü ve tamamıyla kendisi üzerine katlanmış varlığı sembolize eden “mim” harfinin hemen peşinden gelmektedir; ama geçici bir yokluk olarak görülen bu potansiyel güç hâli çok geçmeden, varlığın bütün temel imkânlarının aynı ve dağılmayan tek bir noktada yoğunlaşmasıyla, daha üst seviyedeki bütün gelişmelerin kendisinden neş’et edeceği bir tohum hâline gelir.”
• “Büyük balık sembolizminin sadece “uğurlu” değil, ama bir de “uğursuz” vechesinin bulunduğunu söylemek yerinde olacaktır. Bu da, sembolleri ikili mânâsı üzerindeki genel nitelikli açıklamalardan başka, aynı şekilde daha özel olarak onun, bir kıyıda veya ötekinde müşahade edilene bakara, yani önceki veya sonraki duruma göre her türlü değişmenin görünümleri altında ortaya çıktığı ölüm ve diriliş formlarıyla olan münasebeti sayesinde daha da kesinlik kazanır. Mağara, aynı ânda hem bir “mezar yeri” hem de “yeniden doğuş yeri”dir. Yunus Peygamberin tarihinde de Büyük Balık, çok net bir biçimde böylesi ikili bir rol oynamaktadır. Kaldı ki bizzat Matsyaavatâra’nın yine aynı büyük felâket içinde “kurtarıcı” hâline gelmeden, her şeyden önce bir felâketin uğursuz habercisi olarak göründüğü söylenemeyecek midir?.. Matsya avatâra: Hind Trimûrtisi’nin üç tanrısından ikincisi olan ve dünyayı koruyan ve dünyayı koruyan Vişnu’nun 10 “avatara-iniş”inden birincisi, Matsya avatâra’dır. Vişnu, Hindlilerin Nûh’u olan Manu’yu, insanların bozulmalarının sebebiyet verdiği Tûfan’dan korumak için “Matsya-balık” olur. Bu balık, Manu’nun gemisini emin bir kıyıya ulaştırır… Diğer yandan “Büyük Balık”ın “uğursuz” vechesi, İbranî inancındaki Leviathan’da açıkça görülmektedir. Ama o, bilhassa Arap geleneğinde astrolojik açıdan, Hind geleneğinde özellikle yıkımla ilgili Râhn ve Ketu’ya denk olan ve söylendiğine göre dönüşümün son gününde “yıldızların batıdan doğup, doğudan batacakları” bu günde “denizi içecek” Büyük Balık’ın kızları (benât-el Hût) ile sembolize edilmektedir. Ancak biz, tamamıyla mevzuumuzun dışına çıkmaksızın bu nokta üzerinde daha fazla ısrar edemeyiz; sadece, burada dönüşümün sonucuyla bunun neticesi olan durumun değişmesi arasında dolaysız bir münasebet bulunduğu vakıasına dikkatleri çekmek zorundayız. Zira bu çok mânâlıdır ve daha önceki açıklamalara yeni bir delil oluşturmaktadır. Leviathan hakkında İşaya 27/1’de şu açıklama yer alır: “O gün Yehoza, tez kaçan o yılanı ve Levyatanı, dolambaç giden o yılanı, çetin ve iri ve zorlu kılıcı ile yoklayacak; ve denizde olan canavarı öldürecek.”… Yine bir deniz canavarı olan Hind inancındaki Makara, herşeyden önce Burçlar kuşağındaki yerini işgâl etmiş olduğu Oğlak Burcu’na atfedilen “uğurlu” bir anlama sahip olmasına rağmen, bununla beraber pek çok tasvirinde “timsah tufanı” sembolizmini hatırlatan bazı izler taşımaktadır.”
• “An’anevî farklı dillerin alfabeleri arasında bulunan münasebetler açısından önemli bir açıklama yapma imkânı sağlayan “nûn” harfinin biçimine dönelim: Sanskrit alfabesindeki uygun harf olan “na”, temel geometrik unsurlarına irca edildiğinde, bir yarım daire ile bir noktaya uygun düşmektedir… Ama buradaki kavislilik yukarıya doğru olduğundan, bu, çemberin üst yarısı olup, Arapça “nûn” harfinde olduğu gibi alt yarısı değildir. Öyleyse, ters istikamette yerleştirilmiş olan aynı figürdür; veya, tam söylemek gerekirse, bunlar sıkı sıkıya biri diğerini tamamlayan iki figürdür. Gerçekte, şayet onlar birleştirilirse, merkezî iki nokta tabiî olarak çakışacağından, aynı zamanda yıldız falcılığında güneşin ve simya disiplininde altının sembolü olan, merkezinde nokta bulunan daire, yani tam bir çember figürü elde edilir… Burada Hindu geleneğindeki “Ruhanî güneş” ve “Altın çekirdek” sembolizmi hatırlanabilecektir; dahası, bazı uygunluklara göre “nûn” harfi, gezegenle alâkalı kılındığında, Güneş harfidir. Devam edersek: Nasıl ki alt yarım çember gemi fifürü ise, bunun gibi üst yarım çember de kelimenin en dar anlamında, yani “zıt anlam” uygulamasıyla onun benzeri olan gökkuşağı figürüdür. Bunlar aynı zamanda “Kainât Yuvarlağı”nın iki yarısıdır; birisi “alt sular”daki “yere ait olan”, diğeri de “üst sular”daki “göğe ait olan”… Bu iki yarımın ayrılmasından önce çemberin başlangıcında bütün olan bu dairevî figürün, aynı çemberin sonunda yeniden teşekkül etmesi gerekmektedir… Öyleyse denilebilir ki, özellikle güneş sembolizmine aktarıldıklarında Sanskritçe “na” figürü doğan güneşe, Arapça “nûn” figürü de batan güneşe uygun düştüğü için, sözkonusu iki figürün birleşmesi, başlangıcının sonuyla bitişmesi suretiyle çemberin tamamlanmasını ifâde etmektedir. Diğer yandan; tamamlanmış çember figürü, merkezi (1) ve çemberi de (9) olan 10 sayısının sembolüdür… Ama burada iki “nûn”un birleşmesinden elde edilen 10’un değeri, “nûn”un sayı değerinin 50 olmasına nisbetle, 50 ile 2’nin çarpımı 100, yani 10’un karesidir… Bu da gösterir ki, birleşme “ara, orta âlemde” icrâ edilmektedir; bitişmenin “bölünme” ve “ayrılık” sahası olan alt âlemde gerçekleşmesi, hakikaten imkânsızdır. Aksine, o içinde, esas bakımından “ebedî ân”da devamlı ve değişmez bir tarzda gerçekleştiği üstün dünyada daima mevcuttur.”
• “Çemberin gördüğümüz biçimde tamamlanmasının, onun başlangıcına ve sonuna uygun düşen ve birisi Sanskritçe’ye diğeri de Arapça’ya sahip olan iki an’anevî formun karşılaşmasıyla, tarîhî seviyede olarak muayyen bir ilişkisinin bulunması gerektiğini sezinler gibi olmamıza imkân vermektedir. Bunlar, en eski geleneğin en dolaysız mirasını temsil etmesi bakımından Hindu geleneğiyle, “peygamberliğin hâtimesi” ve netice olarak halihazır dönüşüm için an’anevî uygunluğun nihaî şekli, İslâmî gelenektir.”
• İlk söz, ilk insanla vardı; ve ilk insan, ilk Peygamber’di… Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olamayacağı gibi, “doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz!” doğrusu da olmayacak ve varılanın doğru olup olmadığı bilinemeyecekti… Her türlü insan verimini kendisine bağlayan bu hakikat, öz ve formül hâlinde Esseyid Abdülhakîm Arvasî tarafından şöyle buyurulmuştur:
— “Bütün ilimler, (kök bakımından) Peygamberden kalma… Riyaziye ilmi de birçok ilim gibi, semavîdir.”
Üstadım’ın “Peygamberler olmasaydı insanoğlu iki sayıyı üstüste yazıp toplayabilmekten bile âciz kalırdı” sözüne verdikleri bu karşılık, topyekûn tefekkürün insanoğluna nereden ve nasıl geldiğini gösterici kıstâs…
• Yazı ilmini ilk getiren Peygamber: İdris Aleyhisselam.”
(Salih Mirzabeyoğlu, TİLKİ GÜNLÜĞÜ -Ufuk ile Hafiye-, Cild 4, İBDA Yay., İstanbul 1994, s. 322-323-324-325-326-327-328-329-330.)
Kaynak: İ.T., Akademya I. Dönem Sayı 6, Nisan 1997. (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)