Modernizme karşı postmodernizm (mi?)

Modernizm, klasik literatürde Aydınlanma Çağı (17. yy) ile başlayan ve “Aklın İlâhlaştırıldığı ve her şeyin ölçüsü olarak yine Saf Aklın öne sürüldüğü bir zihniyetin ve onun üzerine inşa edilmiş Batı Medeniyetinin sıfatlandırılmasıdır.”

Pozitivizm, Rasyonalizm, Realizm, Kartezyencilik v.b. gibi felsefi sıfatlar altında putlaştırılan insan aklının; “Bütün Âlemi” yekpâre bir bütünlük hâlinde, her şeyi “Mutlak” olarak çözebileceği iddiasının inanç olarak yaşandığı bir çağdır, Modern Çağ.

– “Modernlik tasarısı onsekizinci yüzyılda yaşayan aydınlanma filozoflarının nesnel bir bilim, evrensel bir ahlâk ve yasa ile özerk bir sanat geliştirme amacı güden çalışmalarıyla biçimlenmiştir.” (1)

Pozitivizm bir modern çağ felsefesidir. Akılla (deneyle) ispatlanamayan hiçbir şey gerçek değildir…

Bütün insanlık tarihi, zorunlu olarak üç devreden geçmiştir ve geçecektir (teolojik çağ, metafizik çağ ve bilimsel çağ)… Aynı şartlar altında aynı olaylar her zaman aynı sonuçları verirler mantığına sahip bir toplumsal projedir.

Marksizm bir modern çağ felsefesidir; insanlık tarihini, determinist bir anlayışla zorunlu dört devreli hâle indirger. Bütün toplumların aynı devreden geçeceklerini ve aynı şartları yaşayacaklarını iddia eder. Pozitivizm gibi bir toplum projesidir ve bilimsel(!) olmayan hiçbir şeye hayat hakkı yoktur.

Kapitalizmden, Faşizme, Rasyonalizmden, Realizme kadar bütün modern çağ Batı Felsefeleri her aynı toplumsal projeleri sunarlar. “İnsanlık zorunlu olarak hep benzer devrelerden geçecek ve hepsi nihayetinde mutlaka bu anlayışı ifade eden ideolojiyi benimsemek zorunda kalacaklardır.” sözü böylesi bütün felsefî akımların vazgeçilmez bir doktrinidir.

– “Modernizmi geliştirmek isteyen kuramlar evrensel gelişme kuramları olarak adlandırılırlar. Bu kuramlara göre amaçlar aynıdır ve tarihin akışı içerisinde araçlarda aynılaşacaktır. Akıl, bilim ve ilerlemenin önündeki tüm engeller eleştirilmelidir. Evrensel kuralların tümü ötekiliği ve farklılığı anlamakta zorlanır ve tarihi herkesin geçmesi gereken bir aşamalar serisi olarak görür.” (2)

Saf Aklın ölçülerine göre mânâlandırılmış dünya; insan ve toplum; zaman içerisinde tabiî olarak kendisine konulan bu ölçülere uymamış ve ters yönden Modernizmi çökertmiştir. Modernist anlayışta: Oluşturulan her alan birbirleriyle bir bütün içerisinde bütün insanlığı standart bir hayat seviyesine getirecekti. Fakat hayatın birer şubeleri olan bu alanlar, zamanla aşırı uzmanlaşmayla beraber kendi başlarına buyruk, ayrı (birer) kurumlara dönüştüler.

– “Bilim, ahlâk  ve sanat yaşam dünyasından kopmuş özerk birer alan haline geldi. (Bilişsel-araçsal), (ahlâksal-kılgısal) ve (estetik-anlatım) uslam yapıları özel uzmanların denetimine girdiler.” (3)

Modern hayat bütün insanî şubelerde bir parçalanmaya yol açmıştır. Toplumculuk ideolojileri insanın ferdî boyutunu inkâr ettikleri için sosyalist toplumlarda daha çok ferdiyetçilik ön plana çıkarken, toplum olma duyguları çözülmüştür. Ferdiyetçiliği-bireyselciliği ön plâna alan rejimlerde insanın ferdî hayatı mânâsızlaşmış ve insanlar sürüleşme hâlinde “toplumsallaşma(!)” görüntüsü vermeye başlamışlardır. Öyle ki, tek bir ferdin kendi başına yapacağı bir hareket, maksadı sırf  protesto etmek olan ve aralarında herhangi bir ideolojik veya sosyal bağ bulunmayan insanların bir topluluk oluşturmaktan çok bir sürü halini aldığı toplumsal(!) hareket hâline gelmektedir.

Modern Çağ Batı dünyasında, insanların metafizik hayatla alâkasını kesmesi; aklın kavrayamayacağı hislerin ve değerlerin, büsbütün toplumdan uzaklaşarak ayrı bir müessese haline gelen “sanat”ın içinde yaşamasına sebep olmuştur.

– “Günümüzde artık bütünüyle yaşam pratiğinden kopmuş olan her şey, sanat çalışmalarının içeriği hâline gelmiştir. Bu, sanatın içerik sanatı hâline geldiği estetikçilik hareketinde en uç bir noktaya ulaşır… Sanatçı aşama aşama uzmana dönüşür. Toplumsal bir alt dizge olarak “sanat” kendisini, bambaşka bir alan olarak tanımlar. Bu durumun en olumlu yanı sanatın estetik bir deneyim  olarak değer kazanması, olumsuz yanıysa sanatçının toplumsal işlevini kaybetmesidir.” (4)

Modern Çağ’da sanat, tüketim çağının maddî olarak tüketemediği değerlerin sığınağı olmuş ve onları içinde yaşatmıştır. Böylece içinde ayrı bir alan olarak yaşadığı Modern Çağ’a karşı bir protesto hareketine dönüşmüştür. Sanat Modern Çağ’ın reddettiği değerleri yaşatarak Modern Çağ toplumuna istikrar kazandırmıştır.

Postmodernizm; sonu gelmekte olan Modern Çağ Batı Medeniyetinin tekrar hayatî bir kaynak bulmak için sarıldığı bir kavramdır. Gayesi ise Modernizmin çözüldüğü ve hayatı mânâlandırmaktan aciz kaldığı çağımızda onun üzerine temel atarak yeni çağın adı olmaktır.

Modernizm şöyle anlatılır bir Postmodernist olan Lyotard tarafından: “Kendisini bir üst söyleme başvurmak yoluyla kılan her türden bilimi  düzenlemek… Tin’in diyalektiği, anlamın yorum bilgisi, ussalın ya da çalışan öznenin özgürleşimi, refah toplumunun yaratılması gibi bir takım büyük anlatılara açık bir başvuruda bulunmak… Doğruluk söylemlerine ve büyük tarihsel ve bilimsel anlatılardaki (öyküler) adalete demirleyen toplumlar modern diye adlandırılabilir.” (5)

Postmodernizm kavramının tanım ve özelliklerini ise bu kavrama “mal bulmuş mağribi” gibi sarılan Pozitivist kafalı “KÖPRÜ” dergisinin Kış-1996 tarihli 53. sayısından okuyalım.

Ama önce “Postmodernizm”i bir Postmodernist olan Lyotard’dan okuyalım: “Postmodernler üst anlatılara asla güvenmezler. Hegel’e, Marx’a ve her türden evrensel felsefe biçimine karşı kuşkuyla bakarlar(…) Günümüzdeki bütün doğruluk iddiaları yalnızca kendi aralarındaki ayrılıklardan ya da rekabetten dolayı vardırlar. Bu nedenle hiçbir iddiacı başka bir iddiacıya karşı kendi doğruluk görüşünü öne süremez.” (6)

Burada “üst anlatı” kavramıyla ifade edilmek istenen şey: Hayatın, Kainatın ölçülerini bildiren Mutlak Hakikatlerin -İslâm- Saf Aklın ürünü olan ideolojiler ve sahte dinlerle aynı kefeye konularak buna karşı çıkılması; son cümleyle de, Allah’ın varlığını ve birliğini haykıran ve iddialaştıran Müslümana karşı ise, onu dil ve mânâ oyunlarıyla boğmak gayesi güdülmektedir.

İşte postmodernizm ve şüphecilik çağı:

“1. Ruhun diyalektiği, işçilerin kurtuluşu, sınıfsız toplum, insanlığın ilerlemesi, kalkınma, aydınlanma… gibi büyük öyküler (masallar) içeren açıklama biçimlerine karşı çıkılması.

2. Homojen bir toplum ancak baskı yoluyla kurulabileceği için böyle bir toplum ideali taşıyan tüm yaklaşımlara karşı mücadele verilmelidir.

3. Hiç kimsenin elinde toplumun bütününde zaman ve mekandan bağımsız olarak, ne olup bittiğini kavrayacak ve aktaracak ne bir teori, ne de dil söz konusudur. Çünkü dil ile toplum iç içedir. Özne nesneden, kişi toplumdan soyutlanarak algılanamaz.

4. Tüm insanları kapsayacak meta-dil veya meta-anlatılar yoktur.

5. Küçük anlatılar büyük anlatılara tercih edilmelidir; doğruluk/yanlışlık ayrımı yerine küçük/büyük anlatı ölçütüne göre değerlendirme yapılmalıdır.

6. Anlatıların cazibelerine kapılarak tarih felsefesi ve devlet politikası yapılması tehlikelidir.

7. İnsanlığın kurtuluşu için büyük anlatılar üretmek yerine yerel değerlerle sınırlı anlatılarla yerel ölçekli mücadeleler yapılmalıdır.

8. Evrensel değerleri yakalamak uğruna özgünlükler ve özgüllükleri yok etmemek için yerel değerler peşinde koşulmalı, insan ve toplumların benzeşen yönlerinden ziyade farklılaşan özellikleri bilime konu edilmelidir.

9. İnsanlara yol gösterecek tek bir soyut akıl kategorisi işlevsel değildir. Akıl da, deneyim de tek tek insanlarla anlam kazanır. Bu yüzden tümel akıl kategorisi arkasına saklanarak totaliter söylemler üretilmemelidir.

10. Empirisizm ve rasyonalizmin yaptığı gibi gerçekliğin bilgisi nihaî özlere ve temellere indirgenemez. Bu yüzden indirgemeciliğe, özcülüğe ve temelciliğe karşı direnmek gerekir. Doğrular ulaşılan değil, üretilen kategorilerdir. Bu nedenle hiçbir anlayış yahut yaklaşım bu kategorileri kendi tekeline alamaz.

11. Farklı bilgi yahut bilim önerileri, onlara sahip çıkan insanlar tarafından kendilerine yüklenen anlamlara göre değer kazanırlar. Bunun dışında ölçüt aramak beyhude bir çabadır.” (7)

Postmodernizmin özelliklerine biraz dikkatlice bakılınca aslında iki bin yıl önceki “Yunanlı Sofistleri” biraz değişik bir şekilde şimdiki çağda yaşıyorlarmış gibi algılayabiliriz.

İki bin yıl önceki Sofistler nasıl “Mutlak” bir doğruyu kabul etmiyorlar ve doğruyu aramanın beyhude bir çaba olduğunu ve her şeyin ölçüsünün “insanın kendi düşüncesi” olduğunu ve bütün insanlığı kapsayacak Mutlak doğrular olmadığını, dolayısıyla herkesin doğrusunun kendine olduğunu söylemişlerse, günümüz Postmodernistleri de yine aynı anlayışla kendilerini ifade ediyorlar.

Postmodernistler, totaliter olarak nitelendirdikleri Modern Çağ Saf Aklının -İnsan düşüncesinin- bütün insanlığı ifadelendirecek ölçüler koymasının hata olduğunu, dolayısıyla herkesi ifadelendirecek doğrular bulunmadığını belirtiyorlar… Ve üst anlatı -Dinler ve İdeolojiler- yerine, herkesin kendi doğrusu -küçük anlatılar- tercih edilmelidir düşüncesini öne sürüyorlar.

Postmodernistlere göre, meselâ Pozitivizmin kurucusu August Comte’un ileri sürdüğü insanlığın ilerlemesi, homojen bir bilim toplumu(!) oluşturulması ve bu fikirlerin tüm insanlığı kapsadığının ileri sürülmesi insanlık için tehlikelidir.

Yine keza, Karl Marx bütün işçileri, insanları tek bir kategoriye indirdiği için Komünizm ideolojisi çözümsüzdür, v.s.

Postmodernizmin, Modemizmin oluşturduğu yapıya karşı çıkarken hem doğru tesbitleri vardır hem ele kendisi de aynı yolu izlediği için yanlıştadır.

Doğrudur; çünkü, insan aklı ve düşüncesi bir “Mutlak Fikir” inancı olmadan hayatın kesintisiz akışını bir bütün olarak kavrayacak ve yönlendirecek kudret ve vasfa sahip değildir. Çünkü kendisi de her ân değişen ve akıp giden hayatın bir parçasıdır. Dolayısıyla ister Pozitivist ister Marksist, ister Faşist, ister Rasyonalist v.s. olsun her türden; ”Aklı”  temel çıkış noktası kabul eden ideoloji ve fikirler daha sistem olarak ortaya konulduğu andan itibaren hayatı mânâlandırmaktan ve ifadelendirmekten uzaktır.

Postmodernistler, eleştirdikleri yanlışa düşmüşlerdir… İfrattan tefride kaçmışlardır.

Eğer bütün insanlığı kuşatacak bir doğru yoksa ve herkesin hakikati kendine ise; masum ile suçlu, kurban ile kaatil, hırsız ile mal sahibi, âlim ile zırcahilin arasında hiçbir fark gözetmemek gerekir… Öyle ya, sapığın, hırsızın, kaatilin, mütecavizin, zırcahilin v.s. hakikati(!) kendine göre. Nasıl olsa onları “insan olma” ölçüleri dışına taşıyacak normlar ve yaptıklarını suçlayacak, cezalandıracak ölçüler yok.

Postmodernist açıdan baktığımız zaman masum Boşnak ile sapık ve zalim Sırp aynı kefededir.

Postmodernizm, aklın şu veya bu şekilde putlaştırılmasına karşı çıkmış, ancak, karşı çıkarken de yine “aklı” ölçü alarak çıkmıştır. Paul Hazard’ın dediği gibi: “Akıl yeni bir çehre, yeni bir elbise ile karşımıza çıkmıştır.” Büyük anlatı olarak kabul edilen ideolojiler yerine, küçük anlatı olarak kabul edilen “hazcılık” anlayışının ikame edildiğini görmekteyiz.

Postmodernizmin kendisi de aslında eleştirdiği Modernist anlayış gibi totaliter ve tekdüze bir anlayıştır.

O da Modernizm çağı gibi, Saf Aklın temel ölçü olarak alındığı önermeler sunar:

1- Çağımız Demokrasi çağıdır, der (Bütün dünyaya Liberal Demokrasi anlayışını ihraç etmeye kalkar).

2- Toplum projesi sunar. (Her ne kadar toplum projelerini reddetse de) sivil toplum projesi.

3- Pozitivist-Rasyonalist Bilim anlayışı yerine (Akılla ispatlanamayan, deneyle gözlemlenemeyen bilgiler çağ dışıdır anlayışı yerine, Bilgi Borsasında para getirmeyen bilgiler çağ dışıdır anlayışı) pazarlanabilir. Bilim anlayışı sunar.

4- Medya, Postmodern Çağ’ın vazgeçilmez diktatörüdür. Komünist parti yerine, faşist lider yerine sizin adınıza medya düşünür, karar verir, yargılar. Size de totaliter rejimlerde yaşayan insanlardaki kadar haklar bile verilmeyerek, televizyonu seyrederek onaylamanız yetkisi verilmiştir.

Postmodernizm Çağı intihar etmekte olan Batı Medeniyetinin çıkış yolu olarak dibi kayalık olan uçurum yerine, tabanı dipsiz bir su kuyusunda boğularak ölmeyi tercih etmesidir.

Postmodernistler bilgiyi, “doğru”yu aramak gayesi ile değil; işe yarar mı, para getirir mi ölçülerine göre değerlendireceklerdir.

Bilgi artık hipotezi ispatlamak için kullanılmayacak, getireceği paraya göre değerlenecektir. Belki de çok para getirebileceği için falcılık, büyücülük bilgi borsasında, uygulaması zaman ve masraf isteyen bilimsel bir bilgiden daha çok kıymetli olacaktır.

Postmodernizm teknolojiye teslim oluş çağı olarak kendini yapısallaştırmıştır. Ve teknoloji iyilik, güzellik ve doğrulukla değil, üretkenlikle, verimlilikle ilgilenir. Çünkü ona hükmeden ve daha sonra da hükmettiğinin hükmü altına giren zihniyet; iyi, doğru ve güzellik ölçülerini -ki hayatın gayesi olan ölçüler- aramaz. Pratiklik, faydacılık ve zenginlik zihniyetine sahiptir. Ama sonuçta, isterse insanlık yok olsun önemli değildir.

Postmodernizm herkesi “Demokrasiye” tâbi olmaya davet eder. Çünkü ona göre demokrasi ideal bir idare rejimidir. (Her ne kadar “İdeal”i aramak diye bir gayesi olmasa da) buna bağlı olarak Liberal veya Sivil Toplum projeleri sunar (Genellikle toplum projelerinden nefret ettiğini söyler).

Modern ve Postmodern çağda idealleştirilen Saf Aklın mahiyetini İBDA mimarı sayın  Mirzabeyoğlu’ndan dinleyelim:

“Akıl, ruha bağlı bir keyfiyet hâlinde mahlûktur… Hayatın kesintisiz akışına mukabil, hakikati bu akıştan tecrid ederek ve durgunlaştırarak inceler ki, bu hâliyle eşya düzeninin katılaşmasıdır… Ruh ve nefs kutupları kıvamında teşekkül eden kalp ışığının beyinde raksı, düşünceyi doğuran ve düşüncenin doğurduğudur… Akıl bir şeyi kuşatınca anlar; ve aklı da ilâhî esrar kuşatmıştır… Anlamakla anlayış arasındaki fark, anlayışın ruh olduğunu izâha yeter… İşaretlenen hususlar çerçevesinde görülüyor ki, akıl, takyid ve bağdır.

İnsan, “kuşatan”ı kavram yoluyla değil, varoluşan karar ve İMÂN’la tanır… İmânın anlaşılabilmesini sağlayacak hiçbir kategori yoktur; imânı kategoriler içerisine sokmak, onun imhasına yönelmiş bir zulümdür… Buradan da anlaşılabilir ki, aklın kuşattığına imândan bahis veya imân mevzuunu akla hapis, kendi yonttuğuna tapmaktan farksız bir putperestliktir…” (8)

Ve devam ediyor Mütefekkir Mirzabeyoğlu: “Akıl icad edici olmaktan çok, uyum sağlayan denetleyici bir güçtür. Sırf mantıkî bir alanda bile, yeni olana ilk ulaşan akıl değil, kavrayıştır” (…) “Beşerî sistemlerin başlıca hatası, yanlış nizam hatası diyebileceğimiz şeydir… İnsanlar tamamen gelişigüzel hâdiselerden bir nizam kurmaya karşı derin bir temayüle sahiptirler. Gelişigüzel hâdiseleri belli bir kanuna göre cereyan ediyormuş gibi görmek çok kolay olduğu gibi, bu idrak bir defa teşekkül ettikten sonra da, eğer tahkiki zorsa, kanun kendisini ispat edecek durumları bizzat sağlayabilir. Bâtıl itikat işte budur!” (9)

Nilüfer Göle’nin, Gülay Göktürk’ün veya Avrupalı yazar ve çizer takımının heyecanla anlattıkları Post­ Modern Çağ, geçtiğimiz aylarda sinemalarda gösterilen ve adından sıkça söz edilen “Otomatik Portakal” (Clockwork  Orange) filminin ta kendisidir. Modern çağda herkesi mânâlandırdığını iddia eden Akılcı İdeolojiler tarafından oluşturulmuş Pozitivist devlet ve Pozitivist ahlâk(!) anlayışının çöküşü. Ve ona karşı oluşturulan tepkiyi göstermek için çekil(!)miş ve gösterime girdiği 1971 yılında bütün dünyada yasaklanmış bir film. Pozitivist devlet ve ahlak(!) anlayışı insan hayatının gayesini anlamlandırmakta pek tabii olarak yetersiz kalınca, insanlar ruhlarındaki bu eksikliği kendi nefsî ölçülerine göre doyurmaya çalışmışlardır.

Pozitivist kökenli ve kağıda imza atmaktan ibaret bir aile anlayışının getirdiği çözümsüzlük, kendini homoseksüel veya ensest (aile içi sapıklık) aile(!) tiplerine dönüştürerek kendince bir çözüm(!) bulmaya çalışmıştır. Postmodern çağın Paris’inde nüfusun %25’i, Hollanda’sında ise %30’u ensesttir.

Bu insanlar; bizim gecekondularımızın, zengin şehir merkezlerini fakir kuşatması halinde gösterdikleri şehir yapısını, kendilerince Paris’in, Amsterdam’ın, Roma’nın çevresini gettolarla kuşatarak, sapıklığın Pozitivist ahlaka(!) galibiyetini yansıtmaktadırlar. Söz konusu edilen “Otomatik Portakal” filmi 25 yıl önce (1971’de) iki bin yılının “Batı” gençliğinin portresini çizmiştir. Çizilen ve fiilen gerçeklik halinde yaşadığımız portrede, tecavüzün iğrençliğini anlatmak için o insan önce herhangi birine tecavüz ettirilecek ve böylece sapık; sapık bir fiil sayesinde sapıklığın iğrenç bir şey olduğunu anlayacaktır(!). İşkenceci, işkence yaparak işkenceden iğrenecektir(!). Her şey teşhir ettirilerek-meşrûlaştırılarak onun iyi mi yoksa kötü mü olduğu böylece anlaşılacaktır(!).

Çünkü Postmodern çağda herkesi, her şeyi mânâlandıracak ölçülere yer yoktur. Modern çağın protestocuları yepyeni dönüşümle Postmodernleşerek, karşı çıktıkları Modernizmi yaşatmışlardır.

1960’lı yılların protestocu gruplarından olan popçular, 1980’lerde Heavy metalcilere dönüşerek Postmodernizmi (Modern ötesi) yaşatan kültürel bir mozaik olarak meydana çıkmışlardır.

İSLÂM, MODERNİZM VE POSTMODERNİZM

Aydınlanma/Modern çağın başlangıcı ve Osmanlı’nın çöküşü ile beraber İslâm Dünyasında “düşünce kirliliği” başlamış ve bu kirlilik İslâm’ın Batı felsefelerinin içinde kuytu bir yerde yaşatılmasına sebep olmuştur. Modern çağla beraber İslâm dünyasında genellikle iki temel görüşün ortaya çıktığını görüyoruz. Bunlardan birisi Muhafazakâr denen, içinde kaba softa/ham yobaz tipinin de bulunduğu birinci grup, diğeri ise Batı hayat anlayışının aynen kabul edilme­sini savunan, üçüncü sınıf Batı kültürü taşeronlarıdır.

İkinci grup işi dinsizliğe, imânsızlığa kadar götürürken, birinci grup içerisinde İslâm’a muhatap bir anlayış olmadığı için, Batı ilim ve kültür hayatı karşısında ezilen ve İslâm’ı Batıcı/Rasyonalist, Pozitivist bir anlayışla yorumlamaya çalışan tipler çıkmıştır.

Bu hareket Mısır’da üs kurmuş ve kendisini çağdaş Selefilik(!) olarak isimlendirmiş ve Pozitivist bir İslâm anlayışının oluşmasına sebep olmuştur. M. Abduh, Cemaleddin Afganî çizgisinde ünsalan ve Mevdudî, Hamidullah v.s. olarak devam edegelen bu ekol mensupları; İslâm’ı bilimsel, deneyle gözlemlenebilir ve doğrulanabilir kıstaslara göre yorumlamaya çalışmışlardır.

– “Ünlü Hind pozitivisti Seyyid Ahmed Han’ın İngilizlerle ortaklaşa başlattığı Aligarh Üniversitesi hareketi; Kur’an’ın pozitif Batı bilimleriyle ve fakat pozitivist tarzda yeniden yorumlanmasını öngörüyordu. Bu akımın mensupları kendilerine “neçirî” diyorlardı; neçirî yani naturalist. Bu terimi de İngilizce’deki “nature” (neyçır okunur) kelimesinden türetmişlerdi. Bu tür bir bilim ve din anlayışını aşırı bulan Cemaleddin Efganî, Er-Redd Ala’ddehriyyun adlı bir kitap yazarak onları zemm ve cerh etti. Neçirîler O’nun gözünde açıkça dehrî (aşırı anlamıyla materyalist) idiler ve ilk dönem felsefe hareketlerindeki tabiyyun  ve dehriyyumî andırıyorlardı. Oysa bütün bu saçmalıklara gerek yoktu. İslâm zaten bir “akıl ve mantık dini” idi. Efganî bu sloganıyla İslam’ın yirminci yüzyıldaki modernist yorumunun merkezî temasını da belirlemiş oluyordu. Bu slogan Efganî’nin zeki takipçisi Muhammed Abduh tarafından biraz değiştirilerek “İslam; ilim ve medeniyet dini” biçimine dönüştü. (Bu telakki sonraları bir kitabına başlık olacaktır). Efganî’nin İslâm’a kazandırmak istediği akılcı (rasyonalist) temel, Abduh’la ilmî (daha doğrusu bilimsel) temele dönüşüyor ve bu bilimsellik uğruna Kur’ân ayetlerinin olmayacak anlamlara eğilip bükülmesi (te’vili diyelim) sonucunu getiriyordu. Bu klasik bir örnek olmuştur ve Batılıların Abduh monografilerinde de zikredilir; Abduh “cinn”lere bilimsel bir açıklama getirek için, onların, daha önce görünmeyen varlıklar olduğunu fakat şimdi mikroskobun keşfinden sonra gözlenebildiklerini söyleyerek, cinlerin “mikroplar” olduğunu ileri sürmüştü. Abduh’ la aktif bir hüviyete bürünen ıslahı (reformist) hareket kendisine Mısır’da siyasî bir otağ da temin etmiş ve Batı medeniyetinin tehdidine karşılık vermek isteyen müslüman aydınları cezbetmeye başlamıştı. Ümmetin problemlerine çare arayan çileli şair merhum Akif de bu cazibeye bir ölçüde kapılanlardandı. Fakat Akif’te kültür ve tarih şuuru daha ağır bastı ve hiçbir zaman “tipik bir modernist” olmadı.” (10)

Modern (Pozitivist-Rasyonalist) hayat tarzının siyasî şekli İslâm dünyasına “Laiklik” kavramıyla girdi. Modernist ve Reformist anlayıştakiler “Laikliğin”, İslâm dünyasında Batı’daki gibi uygulanmadığını öne sürdüler. Ve gerçek Laiklik İslâm’la ters düşmez(!) anlayışında idiler. İslâm’ı Pozitivist bir mantıkla yorumlayan ve Laikliğin kabul edilebilir bir kavram olduğunu benimseyen bu anlayış, Postmodernist zihniyet Modernizme karşı eleştiriler yöneltince, İslâm adına Postmodernist tavırlar sergilemeye başladı. Modern çağ anlayışına karşı “Din’i (İslâm’ı)” Pozitivist anlayışla doğrulamaya/ispatlamaya çalışanlar, Modern çağın bu anlayışı Postmodern çağ tarafından “Mutlak  doğru yoktur(!)” prensibiyle güya yıkılınca bu defa da bilimin ve İslâm’ın aslında çatışmadığını ve İslam’ın zaten akıl ve bilim dini(!) olduğunu tez olarak öne sürmeye çalışmışlardır. Birincisinde İslâm Pozitivist bilim anlayışı içerisinde kuytu bir köşeye oturtulurken, ikincisinde İslâm’la bilim kardeş ilan edilivermişlerdir.

Modern çağ kafasıyla, Laikliğin İslâm dünyasında Batı’daki gibi uygulanmadığını söyleyen ucubeler, Postmodernist siyaset anlayışında “Laiklik ve Demokrasinin İslâm’ın özü olduğunu (!)”, İslâm’ın zaten Laik ve Demokratik bir Din(!) olduğu herzelerini yemişlerdir. (Bakınız Köprü dergisinin, Demokrasi ve Laiklik ile ilgili sayıları, Zaman, Yeni Asya, Türkiye ve Yeni Şafak gazetelerinin her günkü sayıları, Akit gazetesinden Ali Erkan Kavaklı’nın 24-25 Mart 1996 tarihli yazıları).

Meselâ Köprü dergisinin Kış 1996 tarihli sayısı “Bilim ve Din” konulu özel başlık altında, Postmodernizmin adeta kucağına oturarak Modemizme salvolar gönderiyordu. Öyle ki, Postmodernizmin “Bütün Dünyayı ifade edecek Mutlak bir doğru yoktur, herkesin doğrusu kendisinedir” anlayışını sanki İslâm’ın kabul edebileceği bir anlayışmış gibi görmezden gelebiliyordu. Burada düşülen en büyük hata İslâm’ın; Mo­dern çağın (Akılcı) Pozitivist/Rasyonalist bir felsefesi gibi algılanmasıydı. Ve üst anlatı olarak Modern çağ Batı felsefeleri ile aynı tarzda yorumlanıyordu.

Ayrıca dergi, İslâm’ın bilimsel(!) olduğunu ve “Din ile bilimin” kardeş olduğunu ispatlamak için Newton’un “Allah”a nasıl aşkla inandığını (ki, Newton’un Allah inancı Batı’da Pantheist olarak nitelendirilen inançtır), Ateist Russel’in Hristiyan dostu filozof Whitehead’ın nasıl, bilim ve dini barıştırmaya çalıştığını öve öve bitiremiyorlardı. Hem de Whitehead’ın aşağıdaki fikirlerini görmezden gelerek:

– “Unutmayalım ki, bilim ile dinin uğraştığı alanlar geniş ölçüde farklıdır. Bilim fizik evrende gözlenen genel şartlarla ilgilidir, din ise tümüyle ahlâkı ve estetik değerlerin müşahedesine  dalmıştır. Bir tarafta Çekim Yasası diğer tarafta kutsal güzelliğin temaşası var… Bir tarafın gördüğünü öbür taraf gözden kaçırıyor. Tersi de doğru…” (11)

Modern çağın bilim anlayışının ne olduğunu aşağıdaki alıntıdan okuyalım:

– “Fakat şu da var; günümüzde bilim denilen etkinlik öylesine standartlaşmış, öylesine tek tip ölçülere indirgenmiştir ki, bilim adamlarına düşen yalnızca onları uygulamaktan ibaret kalmaktadır. ‘Normal bilim’ denilen bu etkinlikten söz ederken, tek tek bilim adamlarının çabaları bu tektipleşme yüzünden önemsizleşmektedir. Bilimsel etkinliği bilim adamlarının kişisel inanç, tercih ve eğilimlerinin dahlinden koruduğu söylenen objektiflik ilkesi budur. Ortada bir teorik model ya da sistem vardır, bir de geçerli kabul edilen bilimsel bir prosedür… Bilim adamları normal çalışma seyirleri içinde yalnızca bu model ve prosedür çerçevesinde çalışmak zorundadırlar. Yani önce idea vardır. Tüm çaba bu ideanın -pozitivistik terimlerle konuşursak- doğrulanması ya da yanlışlanması yolundadır. Demek istediğimiz aslında modern bilimsel etkinlik içinde bilim adamlarının sanıldığı kadar özgün bir etken olmadığıdır. Aslolan bilimsel idealardır ve bunlar tek tek bilim adamlarından önce vardırlar ve konulmuşlardır. Bu durumda yargılama ya da  soruşturma konusu yapabileceğimiz şey tek tek bilim adamları olmaktan çıkıp, bilimsel idealar daha doğrusu bilim olabilmektedir. Bu anlamda ‘Bilimin bize açıkladığı şeyler’den söz edebiliriz.

Sözünü ettiğimiz idealar gökten vahiy gibi inmemektedir doğal olarak. Bu ideaların üretildiği zihnî bir ortam vardır. Biz son tahlilde bu zihnî ortama modern zihniyet adını veriyoruz. Bu zihniyet çerçevesinde oluşturulan kültürel ortamın da tüm insanî etkinliklere kendi rengini verece­ğini düşünmek zorundayız.” (12)

Ve İBDA mimarından bir teşhis: “Anlaşılıyor: Her dünya görüşü, sistem ve hayat tarzı, eşya ve hadiseyi kendisi için ve kendisine göre vasıflandırırken, aslında bunların şemsiyesi altında bulunan her mevzu da, diğerlerinden ayrı usul, esas ve kurallar belirten bir vasıflandırma görünümü belirtirler.” (13)

İnsanoğlunun sahip olduğu her bilgi (ister Ruh hakkındaki bilgi, ister bilimsel bilgi, ister sanat ve kültür bilgisi, isterse teknik bilgi olsun) onun sahip olduğu inanca ve dünya görüşüne göre düşüncesi ve dili ile dış alemi şekillendirmesi, yorumlaması veya dış alemden aldığı tesiri yine sahip olduğu inanca bağlı olarak dil ve düşüncesi vasıtasıyla yorumlayıp, şekillendirmesiyle oluşur.

Yâni “Bilgi”nin bizatihi kendisi bir ideolojinin, felsefenin, bir düşüncenin, bir medeniyetin temsilcisi vasfındadır. Çünkü onlara inanan insanlar tarafından şekillendirilmiştir, sistemleştirilmiştir. Buradan şu sonuç çıkar ki, bilgi için gerekli olan üç unsur vardır: Bilinen, Bilen ve Işık unsuru. “Bilgi”nin oluşumunda; bilinenin mahiyeti, bilenin mahiyeti, inancı, hayat ve dünya görüşü, ruhî ve psikolojik vasfı ve bileni bilinen üzerinde ilişki kurmaya sevk edecek ışık unsuru gereklidir… Bu ister ilham, ister sezgi, ister rekabet hissi, isterse düzenli çalışma hissi olsun.

Her inanç, her medeniyet ve her dünya görüşü kendi bilgisini üretir ve bunu dış âleme yansıtır. Başka bir topluma, başka bir medeniyete transfer edilen bu bilgi transfer edildiği toplumda özümsenip, o toplumun bünyesine uygun hâle getirilmediği sürece ithâl edildiği medeniyetin ürünü ve temsilcisi olarak yaşamaya devam eder.

Bizim iç ve dış âlem hakkında bildiğimiz her bilgi kendi “Dünya Görüşümüzle” sistemleştirilmiş bilgiler olmalıdır. Eğer biz hayatı, âlemi başka bir medeniyetin “dili” ile mânâlandırıyorsak, aslında, konuşan biz değil, dilini kullandığımız medeniyettir. Ve üzerinde yaşadığımız topraklar da o medeniyet tarafından kültürel sömürge hâline getirilmiş olur.

KAYNAKLAR

1- Postyapısalcılık ve Post Modernizm, Madan Sarup, (Çev. A. Baki Güçlü), Ark Yay, 1995 s. 172

2- Nehir Dergisi, Aralık 1995, s. 56

3- Postyapısalcılık ve Post Modernizm, Madan Sarup, s. 172

4- A.g.e. s. 168

5- A.g.e. s. 174

6- A.g.e . s. 174

7- Köprü Dergisi, Kış 1996 sayısı, s. 16

8- İslama Muhatap Anlayış, Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Yay,s. 28

9- Yağmurcu, Salih Mirzabeyoğlu , İBDA Yay, 1996, s. 99-204

10- İki Denizin Birleştiği Yer, İlhan Kutluer, Nehir Yay, s. 10-11

11- Modern Bilimin Arkaplanı, İlhan Kutluer, İnsan Yay, s. 196

12- A.g.e. s. 27

13- İslâma Muhatap Anlayış, Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Yay, 1987, 2. Baskı, s. 92

F.D., Akademya Dergisi, I. Dönem, 3. Sayı, Temmuz 1996. (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR