Sezai Karakoç’un öğrenci iken yazdığı ve Mülkiye Dergisinde yayınlanan Mona Roza şiiri, daha önce yazdığı sekiz şiir kitabında bulunmazken, 1998 yılında yayınlanan dokuzuncu şiir kitabında “Monna Rosa – İlk Şiirler” olarak karşımıza çıkmıştır. Daha önce Mona Roza okunuşu ile yazılmışken, kitap başlığı olarak ise, yazılış şekli olan Monna Rosa tercih edilmiştir.
Uzun yıllar teksir/fotokopi hâlinde dolaşan bu şiir, gençlerin elinden düşmemiş ve hikâyesi ile efsaneye dönüşmüştür. Aşkına ve çilesine hürmeten neredeyse kutsal metin gibi saygı görmüş olan bu şiir, kitaba basılması ve dijitalleşme ile birlikte büyüsünü de yitirmiş oldu bir bakıma.
Monna Rosa şiir kitabının içinde 10 şiir var. Bu şiirlerin başlıklarının sıralanması bile sanki bir olay örgüsünü bize sunuyor:
İÇİNDEKİLER
Rüzgar
Yağmur Duası
Monna Rosa
I-Aşk ve Çileler
II-Ölüm ve Çerçeveler
III-Pişmanlık ve Çileler
Ve Monna Rosa
İşaret
Kader Yolu
Kayboluş
Kader Yolu ve Kayboluş şiirlerinin, yazıldığı dönemde yarım kaldığı, sonradan tamamlanarak kitapta yayınlandığı belirtilmiş girişte.
Monna Rosa şiirinde de meşhur Akrostiş bozulmuş, bir çok kelime yer değiştirmiştir. Geyve yerine Gülce, deliyim yerine öteliyim gibi değişiklikler yapılmıştır.
İlk şiirinde “Bu rüzgar yüzünden bana olanlar…” diyerek, elinde olmayan bir sürüklenişi bize ifade etmektedir. Yağmur Duası başlıklı şiirinde ise, “Bana ne yaptıysa yaptı bulutlar.” mısrası ile, sürüklenişe işaretle, kaderinde yazılanların başına geldiğini haber veriyor. 18 yaşında iken kaleme aldığı bu mısralarda, içinde olduğu griliği, griliğin yoğunluğunu, kendisini çaresiz hissetmesini, “Ben geldim geleli açmadı gökler.” diyerek ifade etmiş şairimiz.
“O masum bakışlar”, “Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa” mısralarının yer aldığı üçüncü şiirinde anlıyoruz ki, ortada karşılıksız bir şey yok. Sevilen sevildiğinin farkında ama “Benim aşkım uymaz öyle her saza.”, “Anla Monna Rosa, ben öteliyim.” diyerek, rahat hareket edemeyeceğini, Müslüman olduğunu, hayâsızlıktan uzak olduğunu, diğerleri gibi olamayacağını söylemiş oluyor.
Ölüm ve Çerçeveler şiirinde ise buram buram hasret kokusunu alıyoruz.
Pişmanlık ve Çileler şiiri ise, kendisinin değil, onun dilinden, şu mısraları döküyor:
“Benim gözlerim yeşildir, onun gözleri kara;
Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara.”
“Ben bir küçük kızım, ben bir deli kızım,
Siz beni ne anlarsınız siz!”
“Annemden ilk sütü Gülce’de içtim.”
Şairimizin Geyve yerine Gülce kullandığını hatırlayalım.
Ve Monna Rosa başlığı taşıyan şiirde:
“İçimde tavusların bir bir kaybolduğunu,
Bana da bir çift ak kanat kaldığını
Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.”
Bir dönüşüm yaşadığı:
“Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara
Sana doğru uzanan çaresiz ellerimi.”
Leyla’dan Mevlâya giden bir dönüşüm gerçekleştiğini, ruhunun yeniden doğduğunu, dirilişin gün yüzünü gösterdiğini anlayabiliriz.
İşaret şiirinde ise, karşılıksız bir şey olmadığını bize gösteren bir “işaret” mevcut. Ne olduğunu elbette şair bilir ama karşı taraf için de yakıcı bir işaret olduğunu beyan etmiş.
1956 yılında yazdığı Kader Yolu şiirinden ise, üniversiteyi bitirmiş ve olgunluk sayılabilecek 23 yaşında olan şairimizin, “Bize kalan sade sabır Madonna!” ile, içindeki ateşin sönmediğini ve neticeyi kabullenerek buna dayanmaya çalıştığını anlıyoruz.
Son şiiri Kayboluş… onu tamamen gözden yitirdiği ân:
“Onu kaybettim bir kış gününde”
“Dondum kalakaldım olduğum yerde
Gözlerim kaplıyordu duman duman duman
Gönlüm ne geçmişte ne geleceklerde
Bir mahkûmdum görülmemiş bir cezaya
Çarpılan
Uğrayan bir azaba
Sığmaz hesaba kitaba”
Dedikodular, röportajlar falan aldırmayın. Şair aşkını yaşadı, karşılıksız da değildi. Mizacının gereği neyse, inancının gereği neyse onu yaptı. Hükme boyun eğdi.
Allah rahmet eylesin.