“Mücerret Fikir İstidadı Tamam!”

Fikir ve aksiyon devi Salih Mirzabeyoğlu, “Metafizik Dünya Savaşı”na hazır!.. Necib Fazıl tarafından “Mücerret fikir istidadı tamam!” notuyla 34 yıl önce ilân edilen bu hazır oluş, savaşın zorluğunu ve savaşanın sorumluluğunu işaretlemesi bakımından ayrıca mühim. Ruh dünyamızda Kanunî dönemiyle beraber çözülmeye başlayan ve Cumhuriyet devrinde iflasını ilan eden “mücerred fikir istidadı” artık tecelli mekânındadır. Üstad bu tecelliyi şu ifadelerle selamlamıştır:

– “Hiç beklemediğim bir zamanda, hiç beklemediğim bir mekândan bir ışık fışkırdı. Daima böyledir. İlâhî tecelliler hep böyle tepeden inme gelir. Allah’ın tecellileri, yapmacıksız ve zorlamasız, boynunuz bükük, köşenizde otururken görünüverir.” [1]

Hazırlık ve takdim ehline ait… Bize düşen “zevken idrâk” ettiklerimizi mahyalaştırmak… Takdim eden “İslâm’a Muhatap Anlayış” dâvasının mimarı, mücerred fikir sarrafı Necib Fazıl Kısakürek. Her göze her şey malûm olmadığı gibi her kelâm her kulağa göre değil. Muhatab Salih Mirzabeyoğlu olunca iş biraz daha değişik mecraya kayabiliyor. Gören göz O!..

O diyor, O’nun için:

– “40 senedir bu mayayı elde etmek için uğraştım, şimdi ise sendeki mücerret fikir istidadından şikâyet ediyorum. Ben mücerretler adamı, bugüne kadar mücerret fikir istidatsızlığını tenkit ederken, ilk defa birinde mücerret fikir istidadını tenkit ediyorum. Bugüne kadar bunu Sezaî dahil, hiç kimse için söylemedim. Sen benim için yazıyorsun; anlamazlar. Öyle yüksekliklere çıkıyorsun ki, kanatların yanabilir! Sana en büyük methiye de bu, en büyük tenkit de…” [2]

– “Elime bir genç geçti, pir geçti; kendi geldi!.. İnşallah seni ben yetiştireceğim!..”

– “Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi…” [3]

– “Fikir çilesi haysiyetinin müstesna genci Salih Mirzabeyoğlu…” [4]

– “Tek kelimemin bile boşa gitmediğine inanıyorum.”

– “Onlar benim ardımdan gelmeyecek, ben onların arkasından koşacağım!” [5]

Âlem, SIR… Keşif ehli sırlara şahitlik ettikçe SIR hayret noktasında. Kalem SIRRA dair ne verebilir ki? Aklı kalbe teslim edip, kalbten kalbe yol aramak lazım. Sözümüz hem akıl, hem kalb sahiplerine…

1979 tarihli takdimin üzerinden geçen 34 yıl… 1979 öncesi de dahil olmak üzere şu an şu vakte kadar çekilen çileler, dünya muktedirlerinin kendilerini ve teknolojilerini denedikleri işkenceler yetmezmiş gibi bazı mü’min kardeşlerinin haset ve kıskançlığı; buna rağmen MÜTHİŞ BİR SABIR, YENİLMEZ BİR İRADE…

Ve o iradenin sahibi anlatıyor:

– “Suret olmadan, mânâlar ebediyyen tecelliye gelmez”… Sadece iyi değil, kötü nefslerin de irâdelerini teksif ederek tasarrufa kadir olmaları gibi, tabiî iradenin teshir gücü yerine ikame edilmiş sun’i gücü frekans yoluyla ve sözlü telkinle karşı tarafa yönelten, beden ve akla tesir eden TELEGRAM cihazının eserini – nefsimi ruhuma hâkim kılma gayesini, “hani kafam dumanlı” derler, düşüncemde teşekkül ettirmeye çalıştığı suretini hesaba çekememek, benim için bir PUT’u kıramamak olurdu. Devam eden bir süreçte ve çeşitli suretlerde ihya edilmeye çalışılan bir PUT; aslı yıkıldı, ama savaş devamda. KARTAL’da bu iş, “din mi ilim mi?” çekişmesi diye başlatıldı. “Her marifet bir ilimdir” buyuruyor Abdülhakîm Arvasî Hazretleri; cihazın resim, sözlü ve frekans telkini, beden teshiri marifeti ile gerçekleştirilenleri benim karşımda MÜŞAHEDE ifâde ettiğine, böyle bir ilim ve idrak mevzuu olduğuna göre, onu İslâm idraki ile hesaba çekmem, imânımın bir gereğiydi, gereğidir. KARTAL’da bana söylenen: “Orada kafanı duvarlara vura vura, Allah’a söveceksin!”… İBDA-C Örgütü’nün Kumandanı olarak İDAMLA YARGILANIRKEN, düşürülmek istendiğim durum buydu. Aldığım ceza malûm. TELEGRAM da, üstüne üstlük! [6]

ŞU ÂN ŞU VAKİT

Salih Mirzabeyoğlu’nun “Ölüm Odası B-Yedi” adlı ŞAHESER’i… O’nun yenilmezliğinin zafer nişanesi olarak Ölüm Sofrası veya B-Yedi Fikir Sofrası… Mahkûm edildiği hücreden dünyaya fikir ziyafeti sunmak “Yaşayan Mü’min” Mirzabeyoğlu’na mahsus herhâlde… Milletlerin ortak hafızasını yok etmekten fertlerin hafızasını imha etmeye “terfi” eden Yahudi güdümlü âhiretsiz DEİST [7] grup, madde üzerinde tasarruf imkânına sahip olduğu aletlerle “RUH”a karşı bir saldırı yapmış, ancak ruhun İMAN-AKSİYON hamlesi karşısında elindeki aletlerin acziyetini seyretmiştir. Ancak, tatbik edilen şahsın üzerindeki etkilerine nisbetle “inanılmaz tehlikeli ve insanlık dışı” bir işkence ve zulüm çeşidi olan TELEGRAM, muhakkak ki, her şeyin açık ve seçik olduğu bir zamanda “işkencecilere” kısas olarak tatbik edildiğinde asıl neticesini gösterecektir. Varlığı malûm, tesiri açık, kendisi saklı elektronik bir cihazla, beden, zihin, algı, his ve ruhun beden üzerindeki ahengine karşı yapılan saldırılar karşısında, Mirzabeyoğlu’nun gösterdiği irade gücü ve çektiği çileye rağmen dik duruşu, düşmanı şok ederken, münafık tıynetlilerin kalblerindeki hastalığı da açığa çıkarmıştır.

Mirzabeyoğlu, idamdan müebbete çevrilen ve ân itibarıyla 14. yılı tamamlanmış mahkûmiyetinde; yine kendisine aynı süre içerisinde kesintisiz tatbik edilen TELEGRAM işkencesine rağmen HİKEMİYAT, FİZİK, TARİH, SANAT, EDEBİYAT, PSİKOLOJİ, FELSEFE, SİYASET, MATEMATİK, TASAVVUF ve DİNÎ İLİMLER üzerine, inanılmaz doyuruculuk ve ufuk açıcı keyfiyette fikir ve aksiyon dolu eserler inşa etmiştir. İnsanın yaradılışındaki hususiyetlere binaen muhakkak ki her ağzın aldığı lezzet farklı, her tadanın ifâdesi farklı olacaktır. Bu açıdan bakıldığında ortaya devasa çapta bir külliyat çıkıyor ki; muhatablarının “idrâk ve irşad” seviyesine göre verimlilik arzeden yüksek bir seciye ve tecrid belirttiği her satırından belli oluyor.

Remz şahsiyet dâvası ve mihenk meselesi… Kitleler üzerinde tesir ve söz sahibi insanların VAROLUŞUNUN bir başka, hattâ en önemli sebebi.. Diğer taraftan “fikrin idamı” mânâsına denk düşecek, ilmin kendi kendini imhası anlamına gelen, bir başka deyişle bizzat ilmin, “ilme yol açan ahlâk dâvasına” düşman kılınması da bu mevzuyla yakından alâkalı. Şöyle ki:

– “Aslında ilim kendi kendini tek ve mutlak gaye hâline getirince, «insan»a ihanet aracına döndü; dinin yerinde ilim… İlim dinleşti!.. Eğer ilmi yıkmadan kendine hizmetçi yapacak bir ruhun hakimiyeti gelmezse, madde ve mânâsıyla insanoğlunun sonu geldi demektir; ilim, insanlara hayatlarını istedikleri şekle sokmak fırsatını hazırlayabilir ama, «nasıl» hareket edeceklerini öğretemez… «Nasıl», yani din ve ahlâkın davası…” [8]

Mirzabeyoğlu’na karşı sürdürülen savaşın sebebi ve yine Mirzabeyoğlu’nun mücadele sahası daha bir açık oldu sanırız. Dinleşen ilim ile hakiki dinin savaşı: Mücerred Fikir Davası…

MÜCERRED FİKİR DAVASI

Mücerred, lügatte, yalnız, tek, hâlis, saf, katışıksız, karışık olmayan, tek başına, çıplak, soyulmuş, tek başına yaşayan, evlenmemiş, bekâr mânâsına gelir. [9] Felsefede ise, müşahhas olmayan, vücuda gelmiş eşya ve ef’âlin şekil ve suretlerinden ayrı olarak düşünülen her keyfiyet ve mefhuma denmektedir. Bunun zıddı müşahhastır ki, eşyanın bütün vasıfları ile zihinde husûlüdür. Üstad’ın “yeni kurbağa dili” diye adlandırdığı deyişle; soyut (mücerred) ve somut (müşahhas)…

Ancak “soyut” kavramı mücerredi tam karşılamadığı gibi, “tecrid; alakalardan soyarak derinleşme işi” tesbiti çerçevesinde, mücerredin müşahhasa olan hâkim tavrını ve kısmen “sebeblilik” babında mücerredin müşahhasa “ihtiyaç” durumunu ifâdeden acizdir. Bir ölçü ve muhteşem bir istikamet, Allah Resulü’nden:

– “Ya Rabbi! Bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster.”

Madde “mücerred” olana, söz düşüncede olana, beden ise ruha giydirilmiş form… Fakat her şey birbiriyle ilgili; yoksa çürüme, unutulma ve “yokluğa” mahkûm…

Maddeye dair ne biliyoruz ki? Bu bile mücerred… Ama bir şey VAR ve VAR olanın varlığını hissedebilmemiz için de “tenzih” etmemiz gerekenler. Ne ki O sanırız, O değil sırrı. Mücerred Fikir!

Mevzuu anlaşılır kılma adına “bilim”in tanımına göz atalım. Ancak bilim adamları için -haklı olarak- bu tanım yeterli değildir. Nihayetinde sürekli olarak gelişmekte ve değişmekte olan bir alan bahis mevzuu… Bir nevi apriori bilgi -ilk doğru- hariç hiçbir şey ayakta durucu, kalıcı ve değişmez değil…

Bilim: “Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir amaca yönelen bir bilgi edinme ve metodlu araştırma süreci.” Bilim mevcutla yetinmez, yetindiği ân biter tükenir. Sürekli araştırmak ve “daha ötede ne var” sorusuna cevab aramak, keşfe ve icada dönük merakını gidermek zorundadır. Ve her defasında bilinenden yola çıkarak bilinmeyene hareket etmeğe mahkûm… En küçük bir ipucu veya bir kelime, bir harf, bir ışık yeterli; sonrası istidat, çaba ve ayıklama işi… Bilimin önünde hep bilinmeye açık “meçhul-sır” var.

İlk doğru ilk tetikleyicidir. Ara!.. Neyi? Bul!.. Neyi? İlk doğru, bilineni arama hikmetinin öncelikli temeli ve sonrasında öğrenildikçe zenginleşen ve genişleyen sahne… İnsanlık tarihi hep “meçhul-sır” keşifleri ve mânâlandırma tarihidir. İmam-ı Gazali hazretlerinin deyişiyle:

– “Bil ki, tefekkürün mânâsı ilim öğrenmektir. Kendiliğinden ilim öğrenilmelidir. Öğrenmek de ancak iki ilmin birleşmesi ile mümkün olur. Böylece iki ilimden aradığın ilim doğar. Tıpkı erkekle dişiden çocuk doğduğu gibi. Üçüncü ilmi de bir başka ilimle birleştirirsen, dördüncü ilim meydana gelir. Böylece ilimlerin birleşip çoğalmasıyla sonsuz ilimler meydana gelir. Mukaddimeler arttıkça artar. Bu yol­dan ilmi tahsil edemeyen kimsenin mahrum kalma sebebi, temel ilim­leri bilmemesindendir. O, sermayesi olmayan kimseye benzer. Serma­yesi olmayan ticaret yapamaz. Eğer temel ilimleri bilse, fakat birbi­riyle birleştiremiyorsa, sermayesi olup da ticaret yolunu bilmeyen kimse gibi olur.” [10]

Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun bahsedemeden geçemeyeceğimiz bir tesbiti var. 14 yıldır sürdürülen yoğun TELEGRAM işkencesi altındayken, Bolu Cezaevi hücresinde kaleme aldığı “Madde Nedir?” adlı eserin takdim kısmında yer alan ve mücerred fikir meselesine yaklaşma bakımından oldukça mühim bir bölüm:

– ““Madde Nedir?” sorusunu, davet ettiği meselelerin ilgisi içinde ve metafizik kavramının anlamına nisbetle “ne madde değildir?” sorusuyla birlikte ele alırsak, bu hususta serdedilenlerden bütün bir felsefe ve hikemiyat tarihi karşımıza çıkar ki, hem imkân ve hem de fasıllandırma olarak mümkün değil… Peşin hükmümüz, hiçbir şeyin mücerredinin sonuna kadar halledilemeyeceğidir. Bunun böyle olması gerekir; çünkü, varlığın ve bilginin ilk prensiblerini arayan “ontoloji – varlıkbilim” ve “epistemoloji – bilgi teorisi – marifet nazariyesi”, bilgisizlikle kuşatılmıştır ve öyle olmasaydı, zaten bilinmezden devşirilen demek olan bilgi olmazdı. Her şeyin bilindiği yerde, her şey donmuş demektir ki, hayat olmaz.” [11]

Mücerred fikir; saf, temiz, arındırılmış fikir… Baş köşede ise Mutlak Fikir; “doğru düşünce olmadan doğru düşünme faaliyeti olmayacağı” hikmetinden payla, bilinenin her dem aranışı… “Alâkalardan soyarak derinleşme” işi. Heykeltraşın kafasındaki modeli taşa işlemeye başlaması ve onun fazlalıklarını yontup ayıklayarak modelin zuhuruna, form ve biçim kazanmasına imkân sağlaması bu minvalde bir iş… Meşhur bir heykeltraşa ait bir söz, Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun eserinden:

– “Malzemede eseri gören, unsur üstü “terkîb dehâsına” güzel misâl:  “Kocaman bir mermer parçası buldum, içinde şu gördüğünüz heykel saklıymış; yaptığım bütün iş, içindeki heykelin görünmesine engel parçaları soymaktı. Elinden gelen insan için, hiç de zor bir iş değil bu!”” [12]

Batı dünyasında ilk akla gelenler idealizm ve materyalizm… Ardından türevleri; spiritüalizm (ruhçuluk), personalizm (şahsiyetçilik), pozitivizm (olguculuk), realizm (gerçekçilik), rasyonalizm (akılcılık), metafizik ve bir çok izm… Her biri büründüğü ifâde ve mânâ çerçevesinde “somut–soyut” algılarına dair yoklamalar… Asla, hiçbiri ayniyle mücerredi karşılayıcı ve mücerred fikire alternatif olucu değil. Hani, metafizik (fizikötesi) deniyor ya!.. Mücerred fikrin ilgi alanı da bu olduğuna göre “mücerred fikir” ile “metafizik” aynı şeydir gibi bir durum ortaya çıkıyor ki, bu algı sakat bir muhakemenin neticesidir. Mücerred fikir, metafizik dünyayı da anlamaya çalışan, hesaba çeken, ayıklayıp temizleyen ve hattâ kendisini de tecrid eden, çatı hükmünde “meçhul bir malûm” dur.

Said Nursi hazretleri “Lem’alar” adlı eserinde imana dair mânâlandırma yaparken, mücerred kelimesini şöyle kullanır: “İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir.” [13]

Yine başka bir eserinde mücerred kelimesine, yüksek tecrid gerektiren şu mânâyı yükler: “Çünki daire-i uluhiyete ait hakaik-i mücerrede, daire-i mümkinatta ancak misaller ile temessül ve tavazzuh eder.” [14]

“Edebiyatın mücerred ve müstakil idrak zemini oluşunu” [15] temel kaide kabul edişten hareketle, Divan Edebiyatımızın zengin dil ve sanat ikliminden bir beyit… Beyitte “Hırka-i Tecrid” ifadesine dikkat… Müthiş bir edeb ve muazzam bir sanat var. Günümüz şairlerinde görmediğimiz ve pek alışık olmadığımız sayısız fikir kapısını açan zarif, derûni bir mânâ… Beyit, Baki’den:

– “Eşcâr-ı bâğ hırka-i tecrîde girdiler

Bâd-ı hazân çemende el aldı çenârdan”

(Bahçenin ağaçları bir derviş gibi tecrid hırkasına büründüler

Sonbahar rüzgarı, kırlarda çınardan el aldı.)   

Tecrid ilminin nüfuz eden gücüne ve yüksek seciye gerektiren makamına, İslâm coğrafyasında ortaya çıkmış ve gelişmiş tüm ilim dallarında rastlamak mümkün: “Osmanlı Devletinin yükselişi döneminde kelâm konularına büyük önem veriliyor, Gazâlî ile İbni Rüşd arasında bazı kelâm konularında yapılan tartışmalar Ali Tûsî, Hocazâde ve Muslihiddin Mustafa gibi bilginler arasında tekrar tartışmaya açılıyor; “Hâşiye-i Tecrîd” kitabı medreselerin temel ders kitabı olarak kabul ediliyordu.” Hattâ öyle ki, “Seyyid Şerif Cürcânî’nin yaptığı “Hâşiye-i Tecrîd” denilen eser o kadar çok meşhur idi ki, Osmanlı medreselerinden bu eserin okutulduğu kademeye “Hâşiye-i Tecrîd” medreseleri deniyordu.” [16]

Metafizik kavramı, Yunanca kökenli “ötesi” anlamında “meta” ve “tabiat bilimi” anlamına gelen “fizik”ten gelir ve “fizikötesi” anlamında kullanılır. Mücerred fikirden çok farklı olarak, madde ile maddî olmayanı kasten, çok keskin ayırım çizgileri mevcut ve bu açık bir şekilde dillendiriliyor. Her iki tarafa mahsus metod farklılıkları da yine bu “ayırım” sebebiyle ortaya çıkıyor. Metafizik kelimesi bu açıdan “mücerred fikri” karşılamak ve izah etmekte cılız ve tenkide açık kalıyor. Mütefekkir burada şöyle bir açıklama getirmektedir: “Ulvî mücerredin katı müşahhasla evlendirilmesi”… Fikir ve aksiyon hâli… Teşbihte hata olmaz; anne karnında madde hükmünde bir meni parçasına ruh verilmesiyle şekillenen çocuk… Ve ilmin tezahürü…

Müslüman tefekkür dünyasına baktığımızda “metafizik” kelimesinin farklı mânâlarla karşılandığını görmekteyiz. Onun Arabça karşılığı olmak üzere “el-Felsefet el-Ûlâ” (îlk felsefe), “Mâba’d el-Tabia” (fizik’ten sonra), “Mâverâ el-Tabia” (fiziğin ötesi), “Mafevk el-tabia” (fizik üstü) ve “el-İlm el ilâhî” (ilahiyât – teoloji) gibi farklı isimler kullanılmışsa da “Mâba’d el-Tabia” deyimi genel kabul görmüş ve literatürde bu şekliyle kullanılarak günümüze kadar gelmiştir.

İlk insan ilk Peygamber olduğuna göre, ilk mücerred fikir davasının sahibi ve yürütücüsü de bir Peygamber… İlk insan sadece insanlığın değil, ilk olması itibarı ile ilmin ve mücerred fikrin de babasıdır. Kendisine isimler öğretilen, her keşfinde, her ifâdesinde, her tefekküründe bu isimleri ayırt etme – ayıklama gibi mühim bir “mücerred” metod takib eder. Yine ilk insandan beri, insanın bedenden ayrı bir ruha sahib olduğu şuur ve fikri mevcut… Ruhun hâkim tavrı ile maddenin tetkik edilişi ve görünüşü bu şuurla mümkün…

Keşif ve arayışlar boyunca mücerred fikir hep en önde ve yol gösterici… Akıl, tek tek varolan nesnelerden hareketle, en genel tasavvur olan varlık fikrine ulaşmaya gayret ederken, bu mücerred fikir davasından ilham alarak kendine yol-istikamet tayin eder. Her şeyin ruhtan ve maneviyattan sıyrılarak maddeleştirildiği ve katılaştırıldığı bu yaşadığımız çağda, bir materyalist bile “soluk almak” türünden nefes için dahi “mücerred fikrin” kanatları altına sığınmak zorundadır. Bu dava, nihayetinde bizi “Mutlak Fikir”e götüreceğinden, bazen bir metod, bazen mevzuun kendisi olarak görünmektedir. Misâllerini yazımız boyunca göreceğiz.

Soymak, soyulmak, yalnız bırakmak ve her şeyden el etek çekmek mânâlarına gelen tecrîd; enfüsî –sübjektif- olarak cismanî ve bedenî arzulardan bütünüyle sıyrılmak; âfâkî –objektif- olarak, kalben, Allah’tan gayrı (mâsivâ) her şeyden yüz çevirip, sadece ve sadece O’na yönelmek gibi bir ulviyet taşımaktadır. Osmanlıca lûgatleri şöyle bir yokladığımızda ise karşımıza şu mânâlar çıkar: “Açıkta bırakmak… Yalnız başına bırakmak… Tek başına hapsetmek… Dünya alâkalarını kalbten çıkarıp Allah’a yönelmek…” Edebiyatta ise “bir şairin kendini mücerred bir şahıs, yâni ayrı bir adam farz ederek ona hitab etmesi…”

Bu hâlin güzide ve seçkin kahramanlarına “ehl-i tecrîd” denmekle beraber, madde ve mânâda karşılaşacağı imtihânın şiddeti de bu tecridin nimeti ve mükafâtı halinde zuhur eder. İBDA Mimarı’nı zahirde dünyadan tecrid edenler, hakikatte ilahî iradenin “İMTİHAN SIRRI” çerçevesinde ona EHL-İ TECRİD kahramanı olmak gibi muhteşem bir oluşun yolunu açmıştır. Dışarıda Allah’ın razı olmadığı şeylerin zuhur hızına ve yaşanan hayatın üzerine süren çekişmelerin HAYVAN iştiyaklı tarafına bakıldığında, kırk yılın üzerinde bir zaman MANEN TECRİD HAYATI süren Mirzabeyoğlu, son 14 yıldır bir de MADDETEN TECRİD hayatı sürmekte, buna mecbur edilmektedir. O, sergilediği destanlık duruşuyla bu “Metafizik Dünya Savaşı”nın gazisi, fatihi ve davacısı olmak bakımından, tam anlamıyla MÜCERRED FİKİR KAHRAMANI’dır.

Bu savaş yeni değil elbette! Hastalığın yeni olmaması gibi bir hâl bu… Mikrop bir köşede bekliyor, bünyenin zayıf bir ânında hem kendi irileşiyor ve güçleniyor; hem de nüfuz ettiği bünyeye verdiği zarar… Hastalık bütün bedeni saracak gibi; ölüm kol geziyor, her yanda beklenen kurtarıcı ve ilaca dair ümit… Hastanın hayatta kalma ve sağlıklı yaşama çabası, yeniden gülüp gezmesi, yiyip içmesi, kalbinin huzurla dolması hep bu beklentiye bağlı… Böyle bir zamanda “kendiliğinden” zuhur etmiştir Salih Mirzabeyoğlu. “Kendinden zuhurun” mânâsını İBDA diline yabancı olmayanlar kendi payınca idrâk eder.

Tohumun meyveye durması, yağmurun yere düşmesi, güneşin ışıklarını cömertçe serpmesi gibi… “Hiç beklemediğiniz bir anda” hiç beklemediğiniz bir yerden filizlenivermiş olur tohum. “Yağmur da büyütür onu, güneş de…” Yine O’nun ifadesiyle, su gibi bir keyfiyete mâliktir; coşar, dalgalanır, birikir ve taşar; kayaları yontarak kendine yol açar. Meyveler güneş gördükçe kızarır, yağmur yedikçe coşar. Yeter ki her şey vaktinde ve gerektiği kadar kıvamında olsun. Burada esas; “gerekeni gerektiği yerde yapmak.”

Ve aynı dönem Büyük Doğu Mimarı’nın hem teşhisi koyup, hem çaresini işaretlediği hastalığı ifşaı var ki oldukça mühim:

– “Genç adam, düşün! Evvelâ, insanoğlunun düşünmekten büyük haysiyeti olmadığını düşün! Senin yaşadığın devirde insanların meşin toptan birer kafa taşıdığını ve bu topu dolduran havanın en basit fikri bile kavurup kül edici bir kezzap buharı olduğunu düşün! Düşünmeyi düşün; düşünülecek her şey ondan sonra kuyruğa girer. Filozof: “Mademki düşünüyorum, öyleyse varım!” der. Ya biz ne diyelim?.. Bırak filozofu, milozofu: Kâinatın ve insanlığın Ufku, bir ân düşünceyi bilmem kaç yıllık ibadete denk tutar ve şöyle buyurur: “Yarabbi; bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster!” Aziz varlığın aziz aynası fikir… Düşün! Seni karartmak isteyen tesirler evvelâ sende mücerret fikir istidadını, yâni varlık şiarını körletmekle işe girişti. Bunu düşün!” [17]

Kültür Emperyalizmi vesilesiyle tekrar: “Seni karartmak isteyen tesirler evvelâ sende mücerret fikir istidadını, yâni varlık şiarını körletmekle işe girişti.” Necib Fazıl bu harika tesbitiyle modern dünyanın bunalımını kaynağında işaretlemekle kalmıyor; oradan çıkış yolunu gösterici ana istikameti de veriyor: Düşün ve tefekkür et!

Düşünen adam: Salih Mirzabeyoğlu. YAPTIKLARI, ORTAYA KOYDUKLARI VE MÜCADELESİ ORTADA… Yeri geldi analım; Üstad’ın deyişiyle; “fikir çilesi haysiyetinin müstesna genci Salih Mirzabeyoğlu” [18] için, Uruguay Yeşil Tugaylar lideri İbrahim Cortez, “yetmiş iki milletin en büyük kafası” derken neyi kastediyor olabilir?

İBLİS’in yönlendirme ve ilhamları ile “Metafizik” alandaki bir çok varlık ve oluştan istifâde, maddenin dışında var olan bazı hakikatlere “istidrac” hesabı sahib olunması ve bunlara ilaveten “makine-madde”ye hükmetmeyi kolaylaştıran teknik teçhizatla güç gösterisine girilmesi, Metafizik Savaş’ın şiddetini ve etkisini artırmaktadır. Birazdan değineceğiz: Savaşın bir strateji işi olmasından hareketle ahiretsiz-deist “Yeni Dünya Düzeni” elitleri müthiş bir stratejik hamle yapıyor ve topyekûn zihinlerden “metafizik” unsurları silip yok etmeye, itibarsız kılmaya, masal muamelesi yaparak “gerçek dışı” algısı oluşturmaya gayret ediyor. Bunun için yüz binlerce kavram ve kelimeyi, düzinelerce ideoloji ve anlayışı, sayısız medyatik gösteriyi ve milyonlarca subliminal-şuuraltı mesajı şuurlara ve şuuraltına zerk ediyor.

Genelde son üç yüz yıl, özelde 1800’lerden itibaren insanımızı edebiyat, felsefe, hikemiyât ve mücerred fikirden soğuttular. Kendi dünyalarında metafizik olanla sımsıkı bağlarını sürdürüp, çalışmalarını en yüksek seviyeden devam ettirirken, muhatab oldukları milletlerde metafizik alanla ilgilenmeyi “kültür değişimi – hafıza iptali – kültür emperyalizmi” merkezli profesyonel “psikolojik ve sosyolojik” operasyonlarla iyice itibarsız hâle getirdiler. Düşünmeyen, üretmeyen, sorgulamayan, herhangi bir iş ve oluşun ötesini merak etmeyen bir toplum… İstenen buydu. Sonrası Cumhuriyet nesli…

Değerli ilim ve fikir adamı Nurettin Topçu, mücerredi imhaya dönük yapılanları şöyle özetliyor:

– “Önce metafiziğin Allah bahsi lise programlarından çıkarıldı, sonra Allah’a götürülüyor diye ruh bahsi de atıldı. Daha sonra varlık üzerinde düşündürdüğü için bütün metafizik bahisleri lise felsefe programlarından çıkarıldı. İlk, orta ve yüksek öğrenimde pozitivist görüşün hakim olduğu otuz beş yılın sonunda lise programlarında yapılan değişme ile psikoloji dersi, laboratuar deneylerinden ibaret bir teknik bilgisi haline getirilerek ruh kültürü okuldan büsbütün kovuldu. İnsanı tanıtan ahlâk bahsi ise felsefe programlarının ufak bir köşesine sıkıştırıldı.” [19]

Bizi bizden daha iyi tanımaya gayret eden “oryantalizm” destekli örgüt, kurum ve şahıslar, tüm kalemleri ile, kafamızda zaten donmaya başlamış mücerred fikri, önce dayandığı Mutlak Ölçüleri tahrib ederek itibarsızlaştırıp, bir buz parçasını büyükçe bir balyozla kırar gibi kırdılar. Aysbergi andıran bu fikrin su üstünde kalan kısmı paramparça edildi. Ancak dışa bakan yönüyle parçalanmış görünen bu aysbergin devasa çapta kısmı, yâni aslî tarafı zarar görmemiş ve yeniden zahire çıkacak “MUHATAB ANLAYIŞ” mimarlarını beklemiştir.

O mimarların ağzından olayın tahlil, tarih ve teşhisi:

– “Maddeci şöyle konuşur: Artık felsefe devri geç­miştir. Bir şeyi anlamak, onun künhüne nüfuz etmek, mücerretleri kuşatmak diye (metafizik) bir sıkıntıya yer kalmamıştır. Pratikte, eşya ve hadiseleri tasarruf, onlara tahakküm, onları verimlendirme devri açılmıştır. En iyi anlayış ve tam kavrayış, elektriğin ne olduğunu bilmek değil, onu bir nakil üzerinde ve bir ampul içinde zap­tetmektir. Hiçbir kafa humması, mide gurultu­sundan daha aziz değildir. Mutlaka mefkûreleştirilmesi gerekli bir şey aranıyorsa o da makinedir… Ruhçu da şöyle cevap verir: İnsan başını fare ka­fasından ayıran tek haslet ve haysiyet, fikir, mü­cerret fikir, arayıcı, tarayıcı, çırpınıcı, çatlayıcı fi­kirdir. İşte bu türlü arayışın yolda bulduklarıdır ki, bugünkü teknolojiyi doğurdu. Fakat durak ve gaye onlar değil, öteler, öteler, ötelerin ötesi ve sonsuzluk… Eğer mücerret fikir olmasa ve herşey hayvanî bir insiyaka bırakılsaydı, arz cazibe ka­nunu bulunur muydu?..” [20]

Bu mücerredi imha savaşında Batı yalnız başına değil, her vesileyle Yahudi ile içiçe geçmiş durumdadır. Öyle ki, son üç yüz yılda onları birbirinden ayırmak neredeyse imkânsız… Temel sebeb, Yahudi psikolojisinin getirdiği iki yüzlülüktür. Her türlü sistematik düşüncenin düşmanı olan Yahudi, “düşünce” ile beraber düşünme faaliyetini de imha işinde oldukça yol almıştır.

Dünyanın kültür hafızasını imhaya kendilerini memur etmiş çeşitli Yahudi ideolog, filozof ve bilim insanlarına geçmeden önce Üstad Necib Fazıl’ın Yahudi kodlarını ifşa edici tesbitine bakalım:

– “Yahudiler esrarlı mahlûklar… (Kapitalizm)i o kurar, (Komünizm)i o yapar, sonra o yıkar. Şimdi Yahudiyi şöyle, kısaca tahlil edelim: Biri bir adım ileri attırsa, diğeri gelir, o adımı geri aldırır. Peki, nedir bundan murad?.. Hiçbir yerde birlik bırakmamak… Bâtılda bile buluşturmak istemez insanları… Yahudi budur; ve hak veya bâtıl, her birliğe düşmandır. Tek gayesi, gizli yahudilik hegemonyasını kurabilmek için insanlığı bölmek, ufalamak, çözmek ve çürütmek…” [21]

Yahudi, özellikle neredeyse 1000 yıl boyunca yerleşik bir vatana sahib olmadığı için farklı bölgelerde yaşamaya mecbur kalmış, bu nedenle içlerinde Arabça, Hintçe ve Farsça gibi çeşitli dilleri bilenlerin sayısı oldukça artmış, buna bağlı olarak ticaret ve tefecilik işinde güçlenmiştir. Bildikleri dil vasıtasıyla kültür aktarıcısı, ticareti kolaylaştırıcı vasıflar edinmiş ve yine dağınık bölge ve farklı ülkelerde yaşıyor olmaları istihbarat ve haberleşme gibi işlerden güç sağlamalarına yol açmış, bir zaman sonra bütün bunları kurumlaştırarak dünya üzerinde söz sahibi olmuşlardır.

Çok geriye gitmeye gerek yok. Meselâ 17. yüzyıl filozoflarından rasyonalizm müdafii Spinoza… Dehşet bir ufku var; aklı dine bağlamakta mahir.

Ama bir asır sonra gelen “ansiklopedicilerden” Voltaire ise maddeci ve tam inkârcı… Öncekilerin yaptığını yıkmada tam bir hüner sahibi. Kolaycı, beleşçi, bektaşi mantığında bir usûl sahibi, hikâyeci tarafıyla nüfuz gücü oldukça fazla, savunduğu görüşlerle tam bir “dinsiz!”…

Karl Marks… “Marksizm” adıyla meşhur olmuş materyalist bir sistemin sahibi ve haham bir babanın oğlu…

Kant… O da bir Alman Yahudisi… Bunların hiçbirine benzemiyor ve aklı kullanmakta pek mahir ama rasyonalist değil, kritisizm denilen tenkidçilik mesleğine tâbi. Aklı hakikate teslim etmekte hünerli, aklın bu yönde mühim bir vazifesinin olduğunu söyler, kestirir atar. Aklı akılla imtihan etmek gibi bir yol izler. Ve aklın kesin sınırlarını çizer.

Ve Bergson… O da Yahudi ama görüşleri öncekilerin tam zıddı… Ruhçu, entüisyonist, maddeciliği kökten imhaya memur ama yerine hakikati inşadan nasibsiz…

Sonra Mutlak Fikirden azâde bir tabiat ilmi yolu ile arama yapan ve insanı dehşete düşürmekten başka bir marifet gösteremeyen fizyoloji meraklısı Darwin ve anasına nasıl baktığını dünya-âlem içerinde açık edecek kadar insanlıktan çıkmış ve bu işin nasılını şahsında deşifre etmiş Freud.

Yine pozitivizm adlı melaneti milletin başına bela ettikten sonra kendisi de bir din icat edercesine, “Pozitivizm İlmihali ve İnsanlığının Dini” diye eser kaleme alan, fahişelerle yatıp kalkmaktan bir türlü kendini toparlayamayan, tımarhânelik olmuş, sonra bir nehire atlayıp ölmek istemiş fakat kurtarılmış; akabinde yine bir fahişe ile sabahlamış Auguste Comte…

Dikkat edildiğinde görülecektir ki, her biri farklı fikir cebhelerinde olan bu zatların, peşlerine taktıkları yüz binlerce beyni iğfal etmek ve YAHUDİ olmak dışında ortak yönleri mevcut değil. Hepsi son tahlilde, genelde “dünya ortak hafızasının”, özelde “mücerred fikrin” imhasına gelip dayanır.

MÜCERRED FİKRİ İMHA DAVASI

Öncesi mevcut ama topyekûn saldırı hamlesi ve kendini ilanı 1789… Misyonerlik faaliyetleri, Rönesans ve Reform hareketleri, ardından Amerika ve Fransız devrimi… Biri diğerini hazırlayıcı 450 yıllık macera… Kısa kısa temas edelim.

Misyonerler:

1311 yılında Papalık emriyle kurulan ve hedefi Doğu olan misyoner okulları… İlk adı “Şark Kürsüleri”, sonrasında, yâni şimdilerde “Doğu Dilleri Okulları”. İslâm coğrafyasında ilim ve ahlâk, fikir ve inanç, iman ve aksiyon henüz çürümeye başlamadığı gibi oldukça kaliteli ve yüksek seviyeli bir ilim ve irfan faaliyeti vardı. Bu dönem içerisinde “Şark Kürsüleri”nin Hıristiyan toplumuna en büyük faydası, İslâm coğrafyasından, müslüman ilim adamlarından ve onların eserlerinden öğrendiklerini kendi ülkelerine aktarmak olmuştu. İstanbul’un Müslümanlar tarafından fethinin getirdiği sıkıntı ile farklı ülke ve kıtalara zenginlik arayışı için yönelmeler… İspanyol, Portekiz ve İngilizler’in akın akın Afrika, Amerika ve Hindistan’a gidişlerinin daha ciddi ve geniş çapta ele alınışı… Nitekim Müslümanların eline geçen İpek Yolu’ndan ümidini kesen Batılı zengin ülke ve tüccarlar, yeni bir İpek yolu arayışı çerçevesinde, Batı tarihinde “coğrafi keşifler” diye adlandırılan, oysa daha önceden Müslümanlarca zaten bilinen ve bir dönem gitmeye çekindikleri yerlere, Müslümanlardan edindikleri bilgilerle daha bir cesaretle gitmeye başlamışlardı.

– “Misyonerlerin tüm dünyaya yayılmaları sonucu, Kilise adamları bir yandan kendi dinlerini tebliğ ederken, öte yandan gittikleri ülkelerdeki yazılı eserlerin bir çoğunu satın alarak ya da kopyasını çıkartarak gemilerle ülkelerine gönderdiler. Batı ekonomisinin temeli bu soygun ve sömürü ise, kültür temelleri de gittikleri ülkelerden ele geçirdikleri büyük bilgiler ve kitaplardır.. Artık yeni ticaret gemilerinin bir katı altın ve mücevher, bir bölümü baharat ve ipekler ve bir bölümü de kitaplarla dolu idi. Bu kitaplarda tıp, astronomi, teknik ve mühendislik bilgileri, felsefeye ait Batının ilk kez tanık olduğu bilgiler vardı. Gittikleri ülkelerde, o insanların dillerini öğrenen misyonerler, kendi ülkelerine dönüşlerinde bu kitapların ve misyonerlerden gelen mektupların çözülmesi ve yeni baştan tasnifi için kiliseye bağlı, büyük kütüphaneler ve akademiler kurdular… Batı büyük bir bilim patlamasına tanık oluyordu… Mekânik ve teknik bilgiler Batılıları şaşkına çevirmişti.” [22]

Bu arada Batıya mahsus barbarlık ve yağmacılık yine hep baş köşededir. O dönemden günümüze bir işaret çakılacak olsaydı, söylenecek tek söz muhtemelen şu olurdu: Katliamcılık, barbarlık ve soygunculuk Batının GEN’inde var!

1787’de kurulan Amerika Birleşik Devletleri’nden bir misâl… 39. ABD Kongresi’nin 2. oturum Senatör ra­porunda Robert Bent şunları söylemiştir:

– “Kendilerini bağışlatmak için yalvaranların bile hepsini vurdular. Bacağından aldığı yarayla yerde yatan bir kadına ta­kıldı gözüm; askerlerden biri kılıcını çekti ve kadının yanına geldi. Kadın kendisini korumak için kolunu kaldırdı, asker kı­lıcıyla bu kolu kopardı. Bu defa öteki kolunu kaldırdı, asker onu da kopardı. Erkekler, kadınlar ve çocuklar hiç ayırım ya­pılmadan tüyler ürpertici bir soğukkanlılıkla boğazlanıyordu. Altı yaşında bir kızın eline beyaz bayrak vererek ortaya saldı­lar. Kızcağız daha birkaç adım atmıştı ki, vurulup düştü, daha sonra hepsi vurulup öldürüldü. Gördüğüm bütün ölülerin ka­fa derileri yüzülmüştü. Karnı ortadan yarılmış bir kadın, yanı başında henüz doğmamış bebeği ile yerde yatıyordu!”

Batılılarca sayısız katliama imza atılmakla kalınmaz, ırkçı bir anlayışla “köle ticareti” çerçevesinde milyonlarca siyah tenli insan gemilerle Avrupa ve yeni kurulmaya yüz tutan Amerika’ya taşınır. Amerika’ya yönelen Batılılar da tıpkı Afrika’ya giden yandaşları gibi bölgede taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmaz. Tonlarca altun, gümüş vb ziynet eşyasını Avrupa’ya götürürler. Bu arada her çeşit kültürel değer de imhâ edilir. Korkunç vahşetlere imza atılır. Sayıları 100 milyonu bulan Kızılderililerin toptan imhası, 40 ilâ 60 milyon aralığında Afrikalının katledilmesi, Avrupa’nın kendi içinde 1,5 milyona yakın Çingenenin öldürülmesi yine bu vahşetin sonucudur.

İBLİS’İN ORDULARI, her biri farklı cebheden fakat her biri aynı ruhiyatla, kendileri gibi düşünmeyen, yaşamayan ve yine kendileri ile aynı ten rengine ve konuşma diline sahib olmayan, hattâ kendilerinin bitmek bilmeyen şehvet, ihtiras, şiddet, eğlence anlayışına malzeme olmayan ve daha ötesi kendilerine masraf ve yük olacağı düşünülen milyonlarca insanı kimi zaman yakarak, kimi zaman eğlencesine, kimi zaman büsbütün boğazlayarak kıyıma tâbi tutar.

Şimdi beyan edeceğimiz açıklama, bugün “Yeni Dünya Düzeni” elitlerinin ataları olan bu zatların ruh hâletini gösterir. Dikkat edildiğinde görülecektir ki, o gün söylenen, bugün “Yeni Dünya Düzeni” maskeli İblis’in Ordularının Afganistan, Irak, Sudan, Somali, Mali ve Suriye halkı için söylediklerinden farklı değildir. Zihniyet aynıdır. İşte o ifâde:

– “Kızılderililerin asaleti tükenmiştir, onlardan geriye kalanlar, kendilerine vuran eli yalayan, inleyen sokak köpekleri sürüsüdür. Beyazlar, fetih kanunuyla, medeniyetin verdiği hakla, Amerika kıtasının efendileridir. Ve sınır yerleşimlerinin azami güvenliği, geri kalan bu bir avuç Kızılderilinin tamamen yok edilmesine bağlıdır. Neden yok etmeyelim? Onların ihtişamları silinmiş, maneviyatları bozulmuş ve insanlıkları kalmamıştır; böyle sefil yaratıklar olarak yaşamalarındansa ölmeleri daha iyidir.” [23]

Rönesans ve Reform Hareketleri:

Rönesans Hareketleri, 15. yüzyıl sonları ve 16. yüzyılın başlarında İtalya’da ortaya çıkan edebiyat, güzel sanatlar, mimari ve bilim alanındaki önemli gelişmelere verilen genel ad. İtalya’da ortaya çıkması, İtalya’nın tarihî anlamda yerleşik bir kültürünün olması, İstanbul’un fethi ile bazı bilim adamlarının İtalya’ya gitmesi, matbaanın gelişmesi ve kağıdın yaygınlaşması, Katolik kilisesinin merkezi olması ve Papa’nın burada bulunması, Endülüs Emevîleri’nin etkisi, Antikite eserlerin incelenmesi, İslâm dünyasına yakınlığı ve ticarî ilişkiler sayesinde onlarla irtibatı, Akdeniz ticaretine hâkimiyeti bakımından İtalyan şehir devletlerinin daha zengin olması en önemli sebeblerdendir.

Rönesans, İtalya’da edebiyat alanında başlamış, Mikelanjelo ve Leonardo da Vinci gibi büyük sanatçılar burada yetişmiştir. İngiltere’de Shakespeare, İspanya’da Cervantes, Almanya’da ise Erasmus yine bu dönemde eserler vermiştir. O çağa kadar bilim, sanat ve medeniyet alanında İslâm ülkeleri öncülük yaparken, Rönesans hareketleriyle Avrupa ülkeleri ön plana çıkmıştır.

Reform Hareketleri ise 16. yüzyılda Katolik kilisesinde meydana gelen köklü değişikliklere denir. Kağıt ve matbaanın geliştirilmesi, skolastik düşüncenin yıkılması, İncil’in millî dillere çevrilmesi, Katolik kilisesinde meydana gelen bozulmalar, aforoz, enterdi, endüljans problemleri, Rönesans etkisi, kilisenin zenginliğine karşın halkın fakirliği gibi durumlar, Katolik kilisesinin kalblerde ve kafalarda hesaba çekilmesini zaruri kılmış ve bir müddet sonra da bütün bunlar birike birike aksiyona dönmüştür.

Öyle ki, kafalarda ve fiillerde yaşanan hareketlilik neticesinde, Avrupa’da mezheb birliği bozulmuş ve yeni mezhebler ortaya çıkmıştır. Almanya’da Martin Luther’in başlattığı reform hareketleri akabinde Protestanlık mezhebi, Fransa’da, Kalvenizm ortaya çıkmıştır. İngiltere ise Kral’ın özel meselesinden [24] dolayı kiliseyi Roma’dan ayırıp kendisine bağladığından Anglikanizm mezhebi biçimlenmiştir. Bunun hemen sonrasında Katolik kilisesi kendisine çeki düzen vermek zorunda kalmış ama yine de yükselen “kilise” aleyhtarlığının önüne geçilememiş, din adamlarına duyulan güven yıkılmış ve Kilisenin malları yağmalanarak ekonomisi çökertilmiştir.

Ne var ki bu arada tarihe kanlı bir miras bırakacak olan Engizisyon mahkemeleri kurulmuştur. Kilisenin baskıcı tutumu, dindar olan yâni materyalist olmayan filozof ve bilim insanlarını bile, sözkonusu kin ve nefret dolayısıyla kuşkucu anlayışın içine itmiştir. Bu düşünüş tarzı, “laiklik” denilen, “dinin kalb ve kafalara hapsedilip dünya işlerine karıştırılmaması” fikrini geliştirmiştir.

Rönesans, müsbet bilimlerde Batı’nın önünü yavaş yavaş açarken, aynı zamanda onun genetik olarak barındırdığı “hırs ve daha çok edinme güdüsü”nü de tetikler. Rönesans’ın, yüzyıl sonra gerçekleşecek olan Reform hareketlerine zemin oluşturması ve yine Avrupa merkezli “otuz yıl savaşlarında” büyük bir kıyıma sebeb olması, derin ve düşündürücü bir meseledir. Martin Luther’in, Hıristiyanlıktan, Protestanlık adıyla yeni ve öncekilerle benzeşmeyen bir mezheb icad etme teşebbüsü yüzünden meydana gelen kaosun dehşetini Almanya misâlinde rahatlıkla görebiliriz. Reform hareketleri ve meydana getirdiği tepki:

– “Almanya’yı birçok farklı alanda etkilediği gibi; nüfus bakımından da son derece olumsuz etkilemiştir. Reform savaşlarından önce yaklaşık 21 milyon olan ülke nüfusu, savaşlardan sonra 13 milyona kadar düşmüştür.” [25]

Tahrif edilmiş Hıristiyanlığın diğer mezhebleri de “fesat” dairesinde olmak kaydıyla, kendi içinde bir düzen belirten muharref Hıristiyanlığı kaosa sürükleyen kişi Luther’dir. O, mevcut Hıristiyanlığı paramparça edip, ondan “yeni bir din” çıkarmak gibi müthiş bir hamlede bulunmuştur. Luther ve yardımcılarının kimliği oldukça ilginçtir. Ve seküler, üstüne biraz Hiristiyan-Yahudi sosu dökülmüş, âhiretsiz, masonik, siyonist, satanist, şamanist, paganist “Yeni Dünya Düzeni” elitlerinin anlayışına ve bunların dinlerin dönüştürülmesi politikasına; bu çerçevede tek kültür, tek din, tek devlet anlayışına oldukça uygundur. Dünyayı perde gerisinden yönetmeye soyunan gizli hükümetin, gizli güçlerin veya gizli örgütlerin üyelerinin azımsanmayacak bir kısmı Yahudi’dir.

Diğer taraftan, Kiliseye karşı başlatılan isyan hareketlerinin tamamı kilisenin baskısına karşı özgürlük arzusundan kaynaklanıyor değildir. Muhakkak ki bilim insanlarının, filozofların, güzel sanatlarla ilgilenen bazı samimi “deha”ların kilisenin tavrı ve acımasızlığı karşısında bir bakıma “masumiyeti” bile söz konusudur. Hattâ denilebilir ki; bu bilim insanları ve filozoflar, kilise karşısında mazlum statüsündedir. Fakat mevzu bu kadar romantik ve yumuşak değil. Kiliseye karşı çıkan ve kilisenin iktidarını reddeden grublar sayısızdır ve hepsinin kullandığı maske kilisenin “fikre” karşı acımasızlığıdır.

Hiçbir hareket fikirsiz olamayacağına göre, kiliseye karşı yeni bir güç ve onun etkisini kıracak yeni bir yapı oluşturmak isteyenler, birazdan birkaçını sayacağımız fikir adamlarının ortaya koydukları “bilgi birikimi“ ile bir dünya görüşü belirlediler. Coğrafi keşiflerin de etkisiyle ülkeler, krallar, derebeyi dedikleri büyük toprak sahibleri ve bölge tüccarları gittikçe zenginleşiyordu. Ama gelirlerinin büyük bir kısmı kilisenin elinde birikiyordu. Onun otoritesini sarsma, yâni kiliseyi itibarsızlaştırma faaliyeti bu sebeble özellikle kışkırtılıyor ve devre dışı kalması için sürekli üstüne gidiliyordu. Sonuç; mevcut sömürü düzeninin kilise elinden alınıp yeni oluşturulan sınıfa (“Yeni Dünya Düzeni” elitlerinin atalarına) devredilmesi oldu.

Martin Luther hakkında söylenenler oldukça doyurucu ve mevzuumuza ışık tutucudur:

– “Hıristiyanlıktaki reform hareketleri, Yahudi edebiyatı ve felsefesinden oldukça etkilendi. Bu tip hareketlerle ‘Yahudileşmeleri’ nedeniyle düşman edindiler. Birçoğu Tevrat’la bağlantılıydı. Bu nedenle bu hareketler Tevrat’ın yeni tercümelerine önayak oldu.” (The Universal Jewish Encyclopedia, Christianity)

Martin Luther, reform hareketleri başlamadan önce Yahudilik, Tevrat ve İbranice’yle ilgileniyordu. Bu ilgisini ilk olarak “Jesus Christ Was Born A Jew” (İsa Mesih bir Yahudi Olarak Doğdu) adlı kitabında gösterdi. Luther’in Yahudilerle ilgili olarak söyledikleri onun bu ilgisini açıkça gösteriyor:

– “Yahudiler bizim Tanrımızın akrabaları, kuzenleri ve kardeşleridir. Katoliklere sesleniyorum; bana kâfir demekten yorulduklarında Yahudi desinler.” (History of Anti-Semitism, Leon Poliakov)

Yahudiler de Martin Luther’in kendi hedeflerine hizmet eden bir “Gizli Yahudi” olduğunu belirtmekte hiçbir sakınca görmüyorlar:

– “Martin Luther kilise tarafından ‘Yarı Yahudi’ olarak adlandırıldı. Abraham Farissol gibi bazı Yahudiler, Luther’i ‘gizli bir Yahudi’, dini gerçeği ve adaleti ayakta tutan bir yenilikçi olarak tanımlarken, anti-putperest yenilikleri Yahudiliğe dönüş olarak belirttiler.” (Encyclopedia Judaica)

– “XV. ve XVI. yüzyıldaki Hıristiyan Reformcuların en büyükleri İbrani dilini ve bir derecede Yahudi edebiyatını biliyorlardı. Hepsi Tevrat’a yönelmişlerdi. Bunların arasında John Huss, Zwingli, Michael Servetus, Calvin ve Luther vardı. Hepsi karşıtları tarafından ‘tam’ veya ‘yarı Yahudi’ olarak adlandırıldılar.” (The Universal Jewish Encyclopedia, Christianity)

Luther’in yol göstericisi ve öğretmeni olarak kabul ettiği Reuchlin ise Yahudilik, Kabala ve İbraniceye olan ilgisi ile tanınan, Kabala’dan yola çıkarak Hıristiyan Kabalası’nı hazırlayan birisiydi.

Rönesans ve Reform hareketlerinin yaşandığı süre ve sonrasında kilise otoritesinden sıyrılan bir çok bilim insanı ve filozof yeni dünya görüşleri, müsbet bilim tezleri ve felsefe ekolleri ile kültürel anlamda sıçrama yaptı. İçlerinde ilk kez dile getirilenler olduğu gibi, öncenin geliştirilmişi olan bazı felsefe ekolleri de vardı. Makyavelizm, Pragmatizm, Darwinizm, Rasyonalizm, İrrasyonalizm, Spiritualizm, Septisizm, Pozitivizm, Natüralizm, Realizm, Materyalizm, Psikanalizm, Ateizm, Şövenizm vs.

Hükmümüz, Üstad’ın hükmüdür:

– “(Rönesans)tan sonraki akılcı cereyan, sakat mantığın, ayrı bir sakata, kiliseye baş kaldırması, bir bâtılın, kendinden daha bâtıl bir hedefe yol açması şeklinde yorumlanabilir. Aklın katili kiliseden kopup aklın savunucusu olmaya geçiş, kilisenin abesini görerek ve onu düzeltmeye davranarak değil, onun inandığını ve inandırmaya baktığını gerçek itikat zannederek olmuştur. Arada, krallıkta tecelli edici ve kilisece takviyeli mutlak (otorite) eziciliğine isyan zemininin açılması da bu yüzden…” [26]

BATI AYDINLANMA ÇAĞI YAHUD MÜCERRED FİKRİ İMHA ÇAĞI

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’ndan dikkat çekici birkaç anekdot aktaralım. Mücerred fikir dâvasıyla da yakından ilgili… Bu anekdot, Mütefekkir’in “Büyük Muztaribler” adı ve “Düşünce Tarihine Bakış” alt başlığı ile 2003 yılında yayınlanan eserinden… “Tarih ve Tefekkür” ön başlıklı 7. Levha’nın son kısmı, soru cümlesi hâlinde “Aydınlanma Çağı?” başlığını taşıyor ve iktibas ettiğimiz yer orası. Ancak 7. Levha bu mevzu ile biterken, 8. Levha bu defa tırnak içerisinde “Aydınlanma Çağı” ön başlığı ile başlıyor ve hemen ilk konusu İBDA ÇAĞI… Zengin bir İBDA muhtevası var. Altun silsileden bahsederken geniş bir anlatımla Mevlana Halid-i Bağdadî’ye geçiş bahis mevzuu… Bunun “tarihî bir kuru tevafuktan dolayı değil, zâhirde o kıvranışlar olurken bâtında kurulan mavera kutbunu tesbit içindir.” [27] deniyor. Ancak bir yer oldukça ilginç… Yazıldığı günden bugüne sarkan ve bakan yönüyle bilhassa üzerinde günlerce düşünmeye değer. TELEGRAM’ı hatırlatmamıza ve eserin yazılışından bu güne 10 yıl geçtiğini söylememize sanırız gerek yok… O kısım:

– “Yevmiye: Allah Resûlü, “dünyanın neş’esi gitti, kedureti kaldı!” buyuruyor. Keder değil, keduret; kederin hâl şekli… Bunu o kadar derinden duyuyorum ki… Dünyanın neş’esi, O gelecek diye, O geldi diyeydi!

Yevmiye: Dünya bir fikir kahramanı bekliyor. Hadi bakalım inşallah… Bizden bekleniyor, bizde de bir fikir adamının yaşamaması için herşey mevcut!

Noktalama: Akıl sormaya mecbur —Gökleri kalbur kalbur — Eliyorum!

Neş’e: Göbek havası neş’esi değil, İlâhî saadet ve safa ki, ruhun itminan ve sevinç içinde olmasıdır… Keduret de, marazın tezahürü zamanı gereken delil ve hüccetin tedarikinde akıl zoru… Ruh bulur, akıl sorar; onda bedahet, bunda endişe.

Endişe: Korku. Düşünce. Merak. Keder. Kuruntu… İdrak edilmesi gerek acz arasında, bir de O’nun gidişi var; geçmiş zamanı aramak memuriyeti… O’nun ve sahâbîlerinin dönemi; fikir, fiil ve sanat, bunun adına… “Fikrin ne ki zikrin ne olsun – zikrin ne ki fikrin ne olsun?” aczini yaşayan insan. Korkusunu. Fakih?” [28]

Ve “Aydınlanma Çağı?” başlığı altında olan:

– “Avrupa’da yapılmış olan savaşların tamamına yakını, gerçekte sihir ve büyü yardımıyla desteklenen ve yönlendirilen askerî girişimler-semboller ve taktiklerin kullanıldıkları savaşlardı. Bunların en önemlilerinden biri, ünlü Bizans İmparatoru Konstantin’in rakibi Maxentius ile 29 Ekim 1312 tarihinde yaptığı savaştı. Konstantin bu savaşta ilk kez alışılmamış bir okült sembolünü, “Chirho” diye bilinen Pagan Haç’ını kullanmıştı. Askerler kılıçlarının yanısıra ellerine antik Mısır’ın esrarlı anahtarı Ank’ı andıran Haç’ı alarak savaş alanına girmişlerdi. Bu sırrî sembol sayesinde savaşı kazandığına inanan Konstantin, bugün de bilinen şu ünlü sözü dile getirmişti:

— “Bu işaretle zafere!”

Thule üyeleri de Adolf Hitler’e Gamalı Haç’ı vermişler ve onun bu okültik sembolle Naziler’i zafere yönlendireceğini ona telkin etmişlerdi. Adolf Hitler de Gamalı Haç’la zafere yürümüş ve “batıl” dediği yahudi dinini ve ilâhını yok etmek istemişti.

Hıristiyan Haç’ı bu dine bağlı mistik ve esrarengiz örgütlerce kendi başına sihirli bir gücü temsil eder. Hıristiyan mistisizminde Haç, hem “gül”, hem de “nur” demektir. Avrupa’nın en gizli örgütlerinden biri olan “Gül ve Haç”, bu inançtan doğmuş fakat geçen zamanla birlikte sapkın siyasî buudlara ulaşmış okültik bir örgütlenmeydi. Avrupa’nın ünlü Grail (İsa’nın kanıyla doldurulan kupa) efsaneleri de benzer şekilde okültik anlatımlardı.

Okültik (gizli, sırrî ilimler), alşimist (simyacı) ve hermetiklerin (sıkı, kapalı, anlaşılması güç) özellikle 17. yüzyıldan bu yana siyasî literatüre soktukları birçok kavram vardır ve bunlar sadece Avrupa’da değil, bütün dünyada çok belirleyici olmuşlardır. Sosyal ilimciler ve akademisyenler görmezden gelseler de, meselâ “ihtilâl”, “uyum”, “hoşgörü”, “dönüşüm” ve “değişim” gibi kavramları oluşturarak kendi gizli lâboratuar çalışmalarında ilk defa kullananlar onlardı… Avrupa’nın en büyük beyinleri, -Bacon, Thomas More, Fourier, Owen, Bohm, Isac Newton vesaire-, gizlice alşimizm ve hermetizmle uğraşmışlardı.

Günümüzde de Batı’da çok kullanılan ve tatbikine girişilen “Yeni Dünya Düzeni” hakkındaki görüşler, gerçekte çok gizli okültist bir örgüte aittir.

Kendi tarihî köklerini 18. yüzyıldaki ve daha gerilerde de Katolisizm öncesindeki Aristokratik Cermen Şövalye Tarikatları’na kadar indiren Thule Örgütü, tarihçilerin “Aydınlanma” dedikleri olgunun da gizli ilimlerde, simyacılıkta ve astrolojide gerçekleştirilen “Aydınlanma” olduğunu öne sürüyordu ve bunun dışında “Aydınlanma” kabul etmiyordu.

Tarihçilere göre 18. yüzyıl “Aydınlanma Çağı”dır. Oysa John Weisse’ın da belirttiği gibi gerçekte 18. yüzyılda Avrupalılar’ın büyük çoğunluğu “cahil ve yeni fikirleri tümden reddediyorlardı”… Bir başka araştırmacı ise, “18. yüzyıl, gerçekte gizli örgütlerin çağıydı ve bu örgütlerle içtimâî hayat ve kurumları arasında büyük ölçüde karşılıklı tohumlama vardı” diyor.” [29]

“Aydınlanma Çağı” diye ifâde edilen 18. yüzyıl tefekkürünün kaynakları arasında, Rönesans felsefesi ve özellikle de 17. yüzyıl felsefesinin ortaya koyduğu ilkeler de var. İlk nüveleri atan temsilcileri arasında Descartes ve Leibniz vardır. Sonrasında Almanya’da Christian Thomasius, Johann Gottfried Herder, Immanuel Kant, Christian Wolff; Fransa’da Denis Diderot, Claude Adrien Helvétius, Montesquieu, Jean-Jacques Rousseau, Etienne Bonno de Condillac, Offray de Lamettrie, Voltaire; Büyük Britanya’da David Hume, John Locke, Thomas Paine ve İrlandalı George Berkeley gibi filozof ve bilim adamlarını sayabiliriz. Ayrıca bu çağın doğuşunda ve gelişiminde katkıları olan “Jean le Rond d’Alembert, Denis, Francis Bacon, Galileo, Gotthold Ephraim Lessing, Julian Kopernik, Laplace, Lois Rene de Caradeux de la Chalotais, Newton, Spinoza, Thomas Hobbes” vs hatırlanabilir.

Yukarıda saydığımız filozof ve bilim insanlarının genel fikir dokusuna baktığımızda “deist” bir anlayışın daha güçlü olduğunu görmekteyiz. Bu demektir ki; aydınlanmacıların önemli bir kesimi “Allah’ın varlığını” reddeden bir noktada değildi. Ancak O’nun emirlerini, mükafat – ceza – hesab – cennet – cehennem gibi âhirete mahsus vakıa ve varlıkları, Peygamber, Şeriat, hakikat, adalet vb. dünya hayatına da nizam veren esaslarını reddediyorlardı. Ve Allah yerine maddeyi ve insanı yücelten, tüm fikir ve aksiyonunu bu yönde geliştiren, çeşitli ütopyalarla “yeryüzü cenneti” oluşturma gayretinde ideolojiler üretmişlerdi. Irkçı, faşizan, sosyalist, anarşist, barbarlığı ve yağmacılığı meşrulaştıran Makyavelizm, Liberalizm ve Darvinizm hep bu dönemin ürettiği sistem ve ideolojilerdi.

Prof. Macit Gökberk bu çağın özelliklerini şöyle ifâde etmektedir:

– “Din ya da Tanrı merkezli toplumsal yapının ve düzenlemelerin yerini bu süreçte akıl merkezli toplumsal düzenlemeler arayışı alır. Geniş ve genel anlamıyla aydınlanma, ortaçağ’da hüküm süren dünya görüşüne karşı yeni bir dünya görüşünün ortaya çıkması ve temellendirilmesi olarak belirtilir. Bu yüzyıl yeni bir ideal ile tarih sahnesinde yer alır; bu ideale göre, aklın aydınlattığı kesin doğrulara ve bilginin ilerlemesine dayanan entelektüel bir kültür egemen olmalıdır ve bu kültür sonsuz bir şekilde ilerlemelidir.” [30]

Yine Gökberk, devamen:

– “Aydınlanma felsefesi ya da 18. yüzyıl felsefeleri genel olarak insanın kendi yaşamını düzenlemesini yeniden gündeme almış, hem düşüncenin hem toplumsal yaşamın köklü değişimlere uğrayacağı bir sürecin fikirsel/felsefi başlatıcısı olmuştur. Bu yüzyılın sonlarına doğru meydana gelen Fransız devrimi (1789), ve ardından gerçekleşen modernleşme süreçleri, düşünsel anlamda etkilerini ve kaynaklarını aydınlanma felsefesinde bulmaktadır.”

Adı geçen filozof veya bilim insanlarından bir kaçı hariç, diğerleri arasında “mücerredi iptal” davası ortaktır. Bunlar kendilerinden sonraki yüzyıla devasa bir “ideolojik” malzeme bırakmış, geçmişten kendi günlerine akseden fikir geleneklerinin bir çoğunu “buna göre” yeniden ihya etmiş, güncellemiş, sistemleştirmiş ve ortaya koydukları örgütlü “fikir ve aksiyon” hareketleri ile de dünya çapında inkılab, değişim ve dönüşümlere sebebiyet vermiştir.

Bu dönem, siyasî, içtimaî, felsefî, ilmî, dinî açıdan bir bütün olarak dikkatlice incelenmelidir. Aksi durumda, o dönemden günümüze yansıyan ve hâlihazırda iktidarını sürdüren kliğin güç ve etkisini anlayamayacağımız gibi, bugün insanlığın kurtuluşu için verilen savaşların aslında “nasıl ve niçin” plânında, aynı çerçevede “kime ve neye karşı” verilmesi gerektiğini de izah edememiş olacağız. Bu izahsızlık ve doğru tavır alamayış ise, önümüze zengin bir fikir sofrası gibi sunulan ve binlerce kavram ve kelimeyle desteklenen, hatta ilmî anlamda değer ve kalitesi yüksek mücerred olgularla kalbimize, zihnimize, dilimize sızan ve sızdırılan, benimsenen ve benimsetilen, insanlığın kurtuluşu maskesiyle idealize edilip mücadelesi yaptırılan; gerçekte ise hem mücerredi iptal yâni ruhu esir alma davası güden, hem de ekonomik anlamda büsbütün sömürüye açık bir toplum oluşturma gayreti içerisindeki “Yeni Dünya Düzeni” elitlerinin tuzağına düşmek demek olacaktır. Böyle bir durum, insanlık açısından sonu belli korkunç bir trajedidir.

  1. yüzyıl fikriyatı bunun ipuçlarını açık bir şekilde “Allah’a meydan okuma” olarak ilân etmiştir. Büyük Doğu Mimarı’nın şöyle bir tesbiti var: “18. Asrın hükmünü şöyle verelim: Akıl ve eşyayı tahkik hamlesini baskıdan kurtarmak için bir taraftan kalıplarını kiliseden aldıkları itikatları topyekûn inkâr, bir taraftan da hakikati arama ve büyük tecride tırmanma cehdi… 17. Asırda akılla kalbi barıştırma, uzlaştırma tefekkürü hüküm sürer gibidir. Bu tereddüt 18. Asırda yerini kaybetmiş ve işini tüm inkâr modasına bırakmıştır. Bu modanın da vatanı Fransa…” [31]

Evet, mücerredin iptali, yeni bir din ihsası, kilise ve otoritesinin reddi, bilimin ve insanın tanrılaştırılması, servet biriktirmenin ve madde hırsının tahrik edilmesi, aklın ve maddenin “varlık” olarak tek nisbet davası içerisine alınması ve ruhun inkârı, bu dönem filozof, bilim adamı ve siyasetçilerinin genel özellikleridir.

Ortaçağ felsefesinden beri süregelen, engizisyon kültürlü ve yozlaşmanın zirve noktasında “semavî din” olmaktan ziyade paganist bir putçuluğun hem ruhiyatına hem de ahlâkına sahib muharref Hıristiyanlığın zalimane hükmedişi ve cehalet erbablarından kurulu oluşu, özellikle 1500’lerden sonra ortaya çıkan ilim adamları ve filozoflarca şiddetle tenkit edilmiş, reddedilmiş ve bu sebeble binlerce insan –kimi zaman yakılarak- bedel ödemiştir. 18. yüzyıla gelindiğinde, geçmişe dönük birikmiş müthiş bir kin patlama halindeydi. Ve her daim Yahudi fırsatçılığı da bununla iç içe… Kaldı ki, Ortaçağ boyunca kirli ilişkileri, tembellikleri, çalışmadan para kazanma (tefecilik) ve kitlelere “fitne” babında ilham kaynağı oluşları sebebiyle Yahudiler, Katolik camia karşısında sürekli aşağı, iğrenç ve kovulmuş bir yapı arz ediyordu.

Spinoza (1632-1677) dikkat çekici bir misâldir. Hollanda’da ticaretle uğraşan Yahudi bir ailenin çocuğu olarak doğan Spinoza’nın ailesi, Portekiz’den engizisyon baskısı nedeniyle kaçıp önce Nantes’a, sonra da Amsterdam’a (1622 yılı olarak tahmin ediliyor) gelmiştir. Müsbet bilim buluşlarının, dinî bölünme ve çatışmaların, siyasî değişikliklerin ve felsefî gelişmelerin yoğun olduğu bir sırada Hollanda’da yaşayan ve Amsterdam’daki Sinagog’un ve Yahudi okulunun müdürü olan babası, onun haham olarak yetişmesini istediğinden, erken yaşta gittiği Yahudi okullarında ve sinagoglarda İbranice öğrenmiş, Yahudi ve Arab ilahiyatçıların çalışmalarını inceleme imkanı bulmuştur. Yahudi mistisizmi üzerinde yükselen materyalist bir felsefî anlayışı [32] söz konusudur.

Spinoza’nın düşünce kaynaklarında farklı etkiler söz konusudur. Buradan elde ettiği terkibi fikrin “çorba-aşure” durumu mevzuumuza ışık tutucudur. Prof. Macit Gökberk’ten takib edelim:

– “Onun zor anlaşılan ya da tamamen zıt yönlerde anlaşılan felsefesinin oluşumunda bir yanda Yahudi mistiklerini, İslâm düşünürlerini, skolastikleri, 17. yüzyılda çok önemli gelişmeler kaydeden doğa bilimlerini, Giordano Bruno ve özellikle onun panteizmini ve bütün bunların ötesinde Descartes’ı ve Kartezyen felsefeyi buluruz. Bir anlamda bunlara bağlı olarak onun felsefî sorununun töz sorunu olduğunu, bu eksende varlık problemine yöneldiğini söyleyebiliriz.” [33]

Hatırlatalım, Spinoza “Aydınlanma Çağı” filozof ve bilim adamlarını etkileyen en önemli filozof ve düşünürlerden biridir.

Voltaire (1694-1778) ise, bütün dinî mevzuları alaya alan, kuru mantıkla mesele çözdüğünü sanan katı bir deist’ti. [34] “Eğer Tanrı var olmasaydı, onu icat etmek gerekirdi” sözü onun dinî fikirlerini anlamak açısından önemlidir. Bunun dışında Voltaire, var olan dinî inanç ve yapıyı eleştirmiş; Hıristiyanlığı, Musevileri hicvederek yermiştir. “Felsefe Sözlüğü” adlı eseri buraya almaya utandığımız [35] sayısız ifâdeyle doludur. Üstad’ın deyişiyle; “espri, tekerleme ve zihin zerafeti hududunu aşmayan inkâr psikolojisinin elebaşlarından bir tanesidir. Topyekûn münkir…” [36]

Felsefede materyalizmi, etikte haz ahlâkını, siyasette monarşiyi benimseyen İngiliz filozof Thomas Hobbes (1588-1679), âlemşümul yapıyı maddeye dayandırır; dolayısıyla varlığı maddî bir temel üzerinde yükseltir. Bunun sonucu da maddeden ayrı bir ruhun varlığını reddetmektir. Francis Bacon’ın ampirizminden etkilenen Hobbes’a göre, dünya mekânik hareket yasaları tarafından yönetilen cisimlerin bütünüdür. İnsan ve hayvan bu bütünün bir parçasıdır. Onların fizikî ve ruhî hayatları da tümüyle mekânik hareket kanunlarına bağlıdır. Bu bakımdan dünyada ruh, melek, Tanrı diye bir şey yoktur. [37]

Auguste Comte (1798-1857) Fransız devriminin doğurduğu sosyal karmaşayı, yeni bir sosyal düzenleme ve reformla ortadan kaldırmayı denemiştir. Ona göre, düşüncelerdeki anarşinin karmaşaya yol açtığı bir çağda, toplumun kurtuluşunu sağlayacak tek çözüm pozitivizmdir. Onda biçimlenen pozitivist düşüncenin en mühim özelliği “tabiatın mutlak ve yüce bir amacı” olduğu düşüncesinin reddidir.

Comte’un pozitivizmi, ikinci olarak, varlıkların insan tarafından gözlenemeyen özlerini ve gizli sebeblerini bulma çabasından vazgeçer. [38] Bunun yerine, yalnızca olguları araştırmak ve varlıklar arasında değişmeyen ilişkileri gözlemek gerektiğini öne sürer. Comte’a göre bilimin tek amacı, olgular arasındaki bu değişmez ilişkileri, tabiat kanunlarını bulmaktır. Bu amaç ise yalnız gözlem ve deney yoluyla gerçekleştirilebilir. Gözlem ve deney yoluyla kazanılan bilgi pozitif bilgidir. Pozitif bilgi, tarihî tekâmülün sonucu olan bilgidir ve insan zihninin ulaştığı en yüksek seviyeyi gösterir.

Fransız yazar ve filozof Denis Diderot (1713-1784) Aydınlanma Çağı’nın en önemli kişiliklerinden biri olduğu gibi aynı zamanda ünlü Ansiklopedi’nin (1772) baş editörüdür. Edebiyat alanında da birçok katkısı bulunan Diderot’nun başlıca özelliği, romanları şekil ve muhtevanın yanı sıra, felsefî planda da incelemesiydi. Romantizm akımının öncüsü ve hümanist olan Diderot, para babası kiliselerin kontrolünde bir endüstri olarak gördüğü Hıristiyanlık dinini reddetmiştir.

John Locke (1713-1784), 18. yüzyılın en önemli düşünce adamlarından biridir. Düşünce hürriyetini ve kişinin eylemlerini akla göre düzenlemek anlayışını en geniş ölçüde yayan ilk düşünce adamı olduğu için Avrupa’daki aydınlanma ve Akıl Çağı’nın gerçek kurucusu olarak kabul edilir. Locke, bütün eserlerinde gelenek ve otoritenin her çeşidinden kurtulmak gerektiğini, insan hayatına ancak aklın kılavuzluk edebileceğini ileri sürer. Bu düşünceleriyle Liberalizm’in, tabiî bir din anlayışının, Rasyonel Pedagoji’nin öncüsü olmuştur. “Hükümet Üzerine İki Deneme” adlı bir eseri vardır. Mutlakiyet yönetimlerini ilk sarsan kişi olarak tarihe geçmiş; İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimlerinin temelini oluşturan filozof olarak akıllarda yer etmiştir.

Fichte (1762-1814) ise insanı öylesine yüceltir ve idealize eder ki, bir müddet sonra Panteizme kaydığını rahatlıkla görürsünüz. O’na göre, “irade – ben” temel gerçeklik olup, hürdür; kendi kendisini belirleyen faaliyettir. “Ben – irade” dışında her şey ölü ve pasif bir varoluşu gösterir.

Jean-Jacques Rousseau (1712-1778), 1746’da yayınladığı “Toplum Sözleşmesi” adlı eserinde devlet ve içtimaî hayatla alâkalı görüşlerini yazmıştır. O, insanların devleti kendi aralarında yaptıkları bir sözleşmeyle ve kendi iradeleriyle kurduklarını ileri sürerek, hakimiyet anlayışına değişik bir yorum getirmiştir. Bu yorum neticesi olarak; dinin hakimiyetinin yıkılıp, halkın hakimiyetine geçilmesi fikri ortaya çıkmıştır. Rousseau, tüm insanların eşit ve hür doğduğunu öne sürerek, eşitliğin ve hürriyetin sosyal hayatta da sürmesi gerektiğini belirtmiştir, vs. [39]

Karl Marx (1818-1883) bir filozof değildir. Marx bir aksiyonerdir. [40] Fikirlerini aldığı, başta Hegel olmak üzere, Voltaire, Rousseau ve etkilendiği Adam Smith’in dünya görüşlerini kendi aksiyonuna malzeme yapmak üzere sistemleştirmiştir. Marx’ı 18. yüzyıl “aydınlanma çağı” ile birlikte anmamızın sebebi, bu çağın fikirlerini, özellikle “Maddecilik-Materyalizm” düşüncesini tarihten ekonomiye, ahlâktan dine her alana tatbik etmesi ve yaymasındandır.

Marx’ın kimliği, onun “mücerredi iptal davası”nda niçin tam bir aksiyoner olarak hizmet verdiğini göstermektedir. Şöyle ki; “Marx, Prusya Krallığı’na bağlı Trier kentinde yedi çocuklu Yahudi bir ailenin üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Heinrich (1777–1838) aydınlanma düşünürleri Voltaire ve Rousseau’ya hayrandı. Prusya makamları bir Yahudi’ye hukuk diploması vermeyeceği için, Prusya’nın resmi inancı olan Lütherciliği seçti, Hıristiyan oldu.” Ve sonrası malûm.

Ona göre din, “insanın sefalet şuurunu yok eder. Bakışlarını kendisine çevirmesine engel olur. Bu bakımdan din, toplumun afyonudur. İnsanları hep âhiretle teselli ederek, her şeye boyun eğmeye, katlanmaya yöneltir. Din, insanın yarattığı bir şeydir. Din, proleteryanın kendi şuuruna ulaşmasını engellemekten başka bir şey yapmamaktadır. Proleterya din tarafından uyutulmamalı.” Marx’ın açtığı savaş, Hegel dahil bütün felsefe sistemlerine ve her türlü metafiziğe karşıdır; sadece dinlere değil.

Ve Ansiklopedistler: “Fransız İnkılâbını fikirde ve ruhta hazırlayan «Ansiklopediciler» kadrosu başta (Didero, Dalâmber, Monteskiyö, Jakar) ve onlara ilâveten (Volter) ve (Jan Jak Ruso)… Bu (Ansiklopedi) teşkilâtı lalettayin bir has isimler lügati değil, bütün beşerî mefhumları, içinde toplayarak ve kendilerince değerlendirerek 18. Asır insanına yeni bir yön vermeyi tasarlayıcı ve güya ilim ve aklı hâkim kılmayı plânlayıcı hususî bir tezgâhtır.” [41]

Bu tezgahın zemini Fransız Devrimi ile birlikte kendini iyiden iyiye belli eden “Yeni Dünya Düzeni” elitleri tarafından kurulmuş ve yayılmıştır. Ansiklopedi sadece Fransız toplumunu değil, kendisine muhatab olan bütün ülke, toplum ve düşünürlerin fikirlerini güçlü bir şekilde etkilemiştir. Mutlak akla tapınması, materyalist değerleri her şeyin üstünde tutan yapısı ve fert hürriyetinin gerçekleşmesi için an’anevi alışkanlıkların insanın ruh dünyasından çıkarılması teziyle tesirli olmuştur. Mücerred fikri iptal edecek ve zihinlerde en küçük metafizik kırıntıya bile tahammül etmeyecek tarzda oluşturulan “ansiklopedi”nin materyalist-pozitivist yapısı, dünya ortak hafızasının yıkımında deprem etkisi yapmıştır.

Toplumlar üzerindeki olumsuz etkileri ise hâlâ tartışılmaktadır. Baskıcı olarak nitelendirdiği kilise ile devlete karşıdır. Ancak, toplumun topyekûn hürriyetini vazetmekle beraber, sonunda “Jakoben” anlayışın yolunu döşemiştir. Âlemşümul değerler üzerinden, “homojenize” bir toplumu ve zaman zaman da normatif bilim anlayışını kutsayan pozitivizm, materyalizm ve liberalizmi -tüm ideolojik kalıbları ile birlikte- kendi iktidarını meşrulaştırma adına milletlerin hayatına sokmuştur. Bunun neticesi olarak, milyonlarca insan ideolojik çatışmalara girmiş, iki dünya savaşı doğuracak kadar ruh dünyası iğfal edilmiştir.

Osmanlı döneminde Batıya, bilhassa Fransa’ya gidenlerin hangi kafa ve dünya görüşü ile geri döndükleri bir tarafa; Tanzimat ve Islahat fermanı gibi Din-i Mübin’in idamı; Müslüman camianın iflası ve ayakların baş, başların ayak olduğu aydın müsveddelerinin meydan yerine çıkışı; dinsizliği savunan, kızlarını manastırlara terk etmekten bahseden, kurtuluşunu Batı mandası ve Batılılaşma idealinde arayan sahtekârların türemesi vs, hep bu dönemden sonradır.

Meşrutiyet sonrası ise tam bir facia… Dinde, dilde, ahlâkta, idarede, bürokraside ve askeriyede gerileyiş… Sahte kahramanların, yarım oluş sahiblerinin tahrik olmuş iktidar hevesleri, milyonlarca insanın canına mâloluyor. İçten içe çökertilmiş mücerred fikrin kalan son kırıntılarına bile Cumhuriyet’le beraber balyoz indirilmiş; ahlâkta, hukukta, kültürde, idarede, siyasette, eğitimde, sanatta, yaşayışta, giyimde, artık hayatın her alanında “Yeni Dünya Düzeni” elitlerinin gayelerine uygun ne varsa kabul görmüştür.

Kültür Emperyalizminin fikirde “sistemleştirilmesi” ilk işaretlerini 18. yüzyılda gösterir. Salih Mirzabeyoğlu’nun “BÜYÜK MUZTARİBLER – Düşünce Tarihine Bakış-” adlı eserinden takib edelim:

– “Yeni tabiat ilmi tabiatın yapısını kavradığı şekliyle, insana tabiat üzerinde tasarruf sağlamıştır. Şimdi yapılacak şey, tabiat üzerinde tasarrufu sağlayan aynı aklı kültür dünyasına da uy­gulamak, matematik tabiat ilmine paralel olarak kültür ilimlerini de kurmak, kültür dünyasını da akılla aydınlatıp ona akılla hâkim olmaktır. İşte 18. yüzyıla Aydınlanma Çağı adını verdiren bu düşüncedir, bu inançtır; bu yüzyılın bu inancı ger­çekleştirmeye, onu kültürün bütün alanlarında yürütmeye girişmesidir. (…) Nihayet; yolunu aklın gösterdiği bu durmadan gelişip iler­leyen entellektüel kültür temeli üzerinde insanlı­ğın birleşeceğine inanır.” [42]

Bu arada 18. yüzyıl fikir hareketleri siyasetten bağımsız düşünülemez. Hattâ hiçbir fikir hareketi “iktidar” gayesine bigâne değildir. Fikrin beyanı, zaten başkasının üzerinde kabulü ve iknası içindir. Yoksa ne diye söyledin? Ve bu gayenin “iktidar gücü” arttıkça, fikrin tesiri, gelişmesi serpilmesi ve kemâle ermesi de o nisbette… Son iki yüzyılda milyonlarca insanın ölümünden, sömürülmesinden, hastalıklarla boğuşturulup “telef” edilmesinden hangi ideoloji ve rejimler mesuldür? Onlara kaynaklık eden fikir babaları kimlerdir? Ruh dünyalarında aslında nasıl bir “yapı – sistem” olduğunu mümkün olduğunca az ve öz olarak misâllendirdim.

Thomas Hobbes ve klasik eseri Leviathan (1651), anarşi ve düzensizliğin yegâne alternatifi olan mutlakiyetçi bir yönetimi savunmuş ve yurttaşlara, devlete karşı kayıtsız şartsız itaat etmelerini şart koşmuştur. [43] John Locke İkinci İngiliz Devriminin (1689) teorisyeni ve aynı zamanda Fransız Devriminin yöneldiği başlıca idelerden biri olan “liberal devlet teorisi”nin babasıdır. Devlet içinde hür bir din isteyen, dini bir devlet işi olmaktan çıkarıp insanın istediğine dilediği gibi inanmasını savunan Locke, devlet anlayışını da hürriyet kavramı üzerine kurmuştur. [44]

Montesquieu (1689-1755), dört devlet şekli belirledikten sonra içlerinden Monarşiyi savunur. Diğerleri demokrasi, aristokrasi ve istibdattır. Bugün İngiltere hâlen Monarşi ile yönetilmektedir. Ve yine hâlen Lordlar Kamarası üyeleri babadan oğula devirle belirlenmektedir. Montesquieu bu tür bir monarşiyi savunurken, İngiliz kanunlarında yasama ve yürütme gücünün birbirinden ayrılmasından hayranlıkla bahseder ve bir üçüncü olarak yanına yargılama gücünü koyar. Bunu bir yerden hatırlıyor olmalısınız: T.C.

Ve müstesnâ bir fikir sıçraması hâlinde Kant… Yine Hegel (1770-1831); Karl Marks adlı aksiyonerin tersyüz ettiği, yağmaladığı ve “diyalektiğinin eksiklerini tamamladık” şeklinde aldıklarının inkârına gittiği idrâk ehli kafa…

17. ve 18. asırda gelişen fikir hareketleri ile yüksek bir ivme kazanan Batı, kendi içerisinden çıkardığı “deha”lar ile, idaresinde olan bölgelerden devşirdiği veya etkilediği “deha”ları bir bünyede toplayıp, “ilim ve fikir üretimini” merkezîleştirerek, tek din, tek kültür, tek ideoloji ve tek hukuk vs. hedefine doğru yol almaktadır, almıştır. Bu gaye istikametinde “dil” ve “düşünce” kalıblarını değiştiren kavramları, ideolojik sistemleri ve bunları konuşabilecek on binlerce kelime ve mantık önermesini insanlığın ortak hafızasına yerleştirmeye gayret etmiş; bu hususta çok rahatlıkla söylenebilir ki, maalesef başarılı da olmuştur. Ancak yepyeni bir dünya görüşü, yepyeni bir nizam, yepyeni bir insan ve yepyeni bir lisan-dil anlayışı ile cemiyet meydanına çıkan, zihinlerde küllenmeye başlayan “mücerred fikir” davasını “İslâm’a Muhatab Anlayış” çerçevesinde yenileyen fikir ve aksiyon menbâı Büyük Doğu-İBDA’nın zuhuru ile akış tersine dönmüş; “Yeni Dünya Düzeni” elitlerinin tekerine çomak sokulmuş ve bu elitler fikirde ve aksiyonda müflis vaziyete gelmiştir.

Fikrin ve ilmin tezahürü –Edison’un ‘ampül’ü icat etmesiyle birlikte Edison’dan habersiz aydınlanan milyonlarca insanın hâli ve kimsenin bunu Edison’dan bilmemesi gibi- gerçekleşmekte ve hâlihazırda bu varoluş süreci “dünya çapında bir inkılâb” şeklinde ana caddelerde ortaya çıkmaya başlamıştır.

Batıda, 18. yüzyılda ve kısmen 19. yüzyıla sarkan devirde olduğu kadar sistem çapında ve yüksek tecrid gerektiren bir fikir hareketliliği daha sonra aynı seviyede gerçekleştirilememiştir. O gün yaşanılan sıkıntı, buhran ve yüzyılların birikiminin getirdiği düşünce patlaması, kilisenin zalimane baskısı ile de politik manevra alanı bulmuş ve kendini devletleştirebilmiştir. Ancak dünden bugüne geçmişin tekrarını samimiyetle yürüten birkaç fikir sahibi hariç, sistem kurucu çapta herhangi bir mütefekkir artık söz konusu değildir. Batıda sadece mütefekkir kıtlığı yok; buna bağlı olarak aynı zamanda fikir kıtlığı da baş göstermiştir. Buna ilâveten “dinî açlık” da söndürülemediğinden, karmakarışık bir “çözüm” olarak Hinduizm, Budizm, şamanizm gibi  geleneklerden ve Kuantum fiziği verilerinden takviye almaya ihtiyaç duyulmuştur. 18. yüzyıl “Aydınlanma Çağı”nı sürdürmek isteyen Batının, “ezoterik ve okülist” fikirlerden takviyeli olarak “New Age” türü yeni karma ve mistik formasyonlarla kendini “yamama” ve “restore etme” ihtiyacı duyması, aslında belli bir iflasın ifâdesinden başka bir şey değildir. Çünkü artık üretemiyor, bu bakımdan sadece tüketiyorlar… “Tüketen bir gün tükenir”; o hâl yaşanıyor.

18. yüzyılın sistemleştirdiği ideolojiler ve bunlar etrafında geliştirilen ilim, felsefe, edebiyat, siyaset, daha doğrusu herşey, “kültürel kirlenme” tabiriyle karşılanabilir mi bilemeyiz ancak inanılmaz bir kavram kirliliği meydana getirmiştir. Düşünmek, fikir üretmek ve herhangi mevzuya yeni bir dille yaklaşmak isteyenler, bu kirlilik içerisinde, bir müddet sonra tıkanmaktan, öze inemeyip satıhta kalmaktan, giderek laf gevelemekten başka çıkar yol bulamamaktadır. Çünkü düşünme faaliyetini doğrudan etkileyen ve çözüm yollarını tıkayan müthiş bir dil, kavram ve ideoloji saldırısı ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Nihayetinde, ellerinde, sığınacakları ve yine kendilerinin faaliyetleri ile birlikte zenginleştirecekleri “tatbik fikirleri” yoktur ve 300 yıllık zaman dilimi içerisinde “Yeni Dünya Düzeni” elitlerinin oluşturduğu tahribattan kalb ve zihinlerini koruyamamaktadırlar.

MÜCERRED FİKRİ İMHA İŞİNDE SİYASÎ UNSURLAR

En başından itibaren ifâde ettiklerimiz, aynı zamanda, içinde bulunduğumuz zaman diliminde ve hayatın her sahasında; bu “deccal” taifesinin ulaşabildiği her yerde ruh ve zihinlere dayattıklarını daha iyi anlamamızı sağlama amacına matuftur. Bunları kabaca özetlersek:

1- İlmi ve buluşları tek bir merkeze ve kesime ircâ eden tek bir “bilim tarihi”…

2- Tefekkür dünyasını Yunan, Roma ve Hıristiyan-Yahudi karması bir “çorba” hâline getirip, sadece Batıya ve din dışılığa bağlayan tek bir “felsefe tarihi”…

3- Roma Hukuku ve türevi olan kaideleri, sömürgeleştirdikleri ülkelerde “tek hukuk” hâline getirmeleri ve “milletlerarası hukuk” adı altında kendi siyasî mekanizmalarını insanlığa dayatarak “tek dünya devleti”nin yolunu döşemeleri…

4- Mahallî diller üzerinde kurdukları “bilim, felsefe ve siyaset dili” otoritesiyle, milletleri kökünden koparan “tek dil” icraatları…

5- Sosyal hayatı düzenleyen ve iktisadî hayata da yön veren hemen tüm ölçü ve mekanizmalardan başlayarak, takvime, saate, ağırlık ölçülerine, giyim-kuşama, evlilik hayatına, müziğe, basın dünyasına, okul müfredatına, sağlığa, oturma kalkma adabına ve yeme içme alışkanlıklarına kadar, aklınıza gelebilecek her sahada “tek tip sosyal hayat” ve “tek tip kültür”…

6- Tüm bir insanlık tarihini kendileriyle başlatıp kendileriyle bitirdikleri ve kalan herkesi önemsiz unsurlar hâlinde buna yamadıkları bir “tek tarih”…

Kısaca, bizim “BATICI HAYAT TARZI” dediğimiz bir tek tipleşme…

Hiçbir siyasî hareket, hele ki “Yeni Dünya Düzeni” gibi bir “dünya iktidarı” davası güdüyorsa, arkasında güçlü bir “örgüt-teşkilât” olmadığı müddetçe başarıya ulaşamaz. Yahudilik, Masonluk, İllüminati ve alt grubları örgütleyici diğer sayısız “tâlî” örgüt, bu açıdan dikkatlice takib edilmelidir.

“Aydınlanma Çağı” Avrupa’yı Katolik din anlayışından koparır ve metafiziğe dair hemen tüm unsurlardan tecrid ederken, aynı zamanda onun yerine seküler çerçeveli, dünya cenneti vaadeden bir “hayat tarzı” teklif ediyordu. “Aydınlanma Çağı” bu işin fikir cebhesini teşkil ederken, Amerikan ve Fransız Devrimleri gibi hâdiselerde aktif rol alan örgütler ise, bu işin metodolojisini ve aksiyonunu ortaya koyuyorlardı.

Bir misâl:

Fransa’da ilk loca, 1737’de Andrew Michael Ramsay tarafından kurulur. Bu kişi buraya gelmeden önce, Büyük Üstad Newton’un başkanlığını yaptığı [İngiliz] Royal Society’ye üye idi. Ve buradan vazifelendirilerek Fransa’ya gitti.

– “Yaygın iddiaya göre, Fransız Devrimi’ni ateşleyen ayaklanmanın planı, 1782 yılında Wilhelmsbad’da toplanan Büyük Masonik Konvansiyon’da yapılmıştı.”

İlk kaynağımız Fransa:

– “Fransa’da Feodal sistemi yıkarak Büyük İhtilâl’i yaratanların başında MONTESQUIEU, VOLTAIRE, J.J. ROUSSEAU ve materyalizmin öncülerinden DİDEROT ile etrafında kümelenen Ansiklopedistlerin isimleri yazılıdır; bunların hepsi masondur.” [45]

Ve bir başka kaynak:

– “1910 yılında, Fransız masonluğu, dünya masonluğunun me­darı iftiharıdır. Mabetlerimizde hazırlanan mason prensiplerinin Fransız ihtilali sayesinde gerçekleştirildiği hiçbir zaman unutul­mayacaktır. Şimdi de bütün gözler, diğer bütün milletlerden ev­vel Papa’ya açıkça meydan okumağa ve iyi hazırlanmış bir harbi, karşımıza daima Roma Kilisesi şeklinde çıkan bu deve karşı ida­re etmeğe cesaret eden asil Fransız milletine yönelmiş bulun­maktadır. Fransa’yı bu mücadeleye teşvik eden yine masonluk olmuştur”. [46]

Amerika’nın ödüllü ve muteber gazeteci-yazarlarından Jim Marrs’ın bu örgütleri incelediği “Dünyayı Yöneten Gizli Güçler” adlı eseri, Fransız devrimi hakkında yeterince bilgi veriyor. Bir bölüm:

– “Eğer gizli örgütler tarafından düzenlenmiş büyük bir dünya olayını açıkça görmek isterseniz, 1787-1799 yıllan arasında ülkeyi perişan eden Fransız Devrimi en belirgin örnek olacaktır. Kral XVI. Louis’in yozlaşmış monarşisinden kurtulmak için fırsat kollayan devrimci liderler, modern zamanların ilk ulusal devrimini başlattılar.

Yiyecek sıkıntısı ve hükümet temsilcilerinin azlığı nedeniyle halkın giderek artan öfkesiyle başladığı düşünülmesine rağmen, devrimin aslında Fransız Masonluk locaları ve Alman İlluminati üyeleri tarafından planlandığı yönünde son derece güçlü kanıtlar bulunmaktadır.

The New Encyclopaedia Britanica şöyle anlatmaktadır: “Fransa’da Hıristiyanlık dinini dikkate almayan ve aslında açıkça karşı çıkılan bir politik sistem ve felsefe gelişti… Farmasonlar, gizli örgütler, İlluminati gibi grupların yaydığı kardeşlik öğretileri, toplumun Katolik yapısına bir rakip oluşturdu.” Gizli örgüt araştırmacısı ve yazar Nesta H. Webster, 1924 yılında şöyle diyordu: “A Ritual and Illustrations of Freemasonry (Bir Farmasonluk Ritüeli ve Görüntüleri) adlı bir Masonluk kitabında şu pasaj geçmektedir: ‘Masonlar, başlarında ünlü Orleans Dükü ile bir devrim başlattılar.’” [47]

Orleans Dükü, Fransız masonlarının Büyük Amaç Locasında “büyük üstad” idi. Ve devrim öncesi bütün buğdayları satın alarak halkın açlık çekmesine sebeb olduğu tarihçilerin ifâde ettiği bir hakikat… O halde!..

Benzer bir tabloyu sonraki yıllarda Osmanlı dahil diğer ülkelerde de göreceğiz.

Bu arada, AYDINLANMA ÇAĞI aynı zamanda İLLÜMİNATİ ÇAĞI demek. Çünkü İllüminati’nin mânâsı “aydınlanmış olanlar”… Ve 18. yüzyılın “Aydınlanma Çağı” diye anılışı bir fantezi değil.

Amerika’nın savunma politikası ve stratejik silâh sistemleri gibi alanlar üzerine uzmanlığıyla Teksas Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Texe Marrs, “İllüminati” adıyla Türkçeye çevrilen eserinde, New Orleanslı yüce bir mason olduğunu söylediği Manly P. Hall’un, Amerika’nın en fazla üyeye sahib mason örgütü olan İskoç Ayini’nin resmî dergisi “Yeni Çağ”ın bir sayısında İllüminati’nin plânını yazdığını söylüyor ve o plândan bazı pasajları eserine alarak ifşâ ediyor. Özellikle altı çizilerek birkaç kez okunması ve şu âna kadar yaşananlarla alâkandırılması şart gözüken o bölümden bir pasaj:

– “Tanrı’nın planı, tüm ırkları, dinleri, felsefeleri birleştirmeye vakfedilmiştir. Bu plan kendini yeni oluşumlara adamıştır. Yeni bir ırk, yeni bir medeniyet, mezheplere ayrılmamış ve “Büyük Işık” diye bilinen ve zaten varolan yeni bir din” [48]

BİTİRİRKEN…

Mücerred fikrin hayatımızın her alanında nasıl bir tesire sahib olduğunu ve hayatımızdan çıktığında veya çıkarılmaya davranıldığında nasıl bir varlığa dönüşeceğimizi anlamaya çalıştık. Ya eşref-i mahlûkat (dünyayı ve ahireti Allah’a bağlı bir anlayışla yücelten ve buna göre nizam veren bir varlık), yahud aşağıların en aşağısında, hayvandan daha aşağı bir yaratık olarak, “Allah’ın dahli olmayan” (!) bir dünya inşâ etmeye kalkışmak ve üstelik “ölüm” gerçeğini bile bile bunu yapmak…

İlkinde Allah’ın iradesine teslim olup hem dünyayı hem ahireti imar mümkünken, diğerinde Allah’ın iradesini güya devre dışı bırakıp topyekûn dünyaya ilâhlık taslamak ve idaresini ele geçirmeye kalkışmak var…. Elbette sonu hüsran…

Çalışmamızı, Büyük Doğu ve İBDA Mimarları’nın, mevzuumuzu çerçeveleyip, aynı zamanda “olması gereken”i işaretleyici şu tesbitleriyle noktalayalım:

– “Maddeci, kemal hâlini bulmuş bir anlayış ve sistem buudunda, Büyük Doğu Mimarı’nın hülâsalandırdığı bir ifade ile şöyle konuşur:

— “Artık felsefe devri geçmiştir. Bir şeyi anlamak, onun künhüne nüfuz etmek, fikirle mücerretleri kuşatmak diye metafizik bir sıkıntıya yer kalmamıştır. Pratikte eşya ve hadiseleri tasarruf, onlara tahakküm ve onları verimlendirme devri açılmıştır. En iyi anlayış ve tam kavrayış, elektriğin ne olduğunu bilmek değil, onu bir nakil üzerinde ve bir ampul içinde zaptetmektir. Hiçbir kafa humması, mide gurultusundan aziz değildir. Mutlaka mefkûreleştirilmesi gerekli birşey aranıyorsa o da makinedir.”

Ruhçu da, üstüne atılan toprağın üstüne çıkan ruhun hakikatini, Büyük Doğu Mimarı’nın hülâsalandırdığı bir ifade ile şöyle belirtir:

—”İnsan başını fare kafasından ayıran tek haslet ve haysiyet, fikir… Mücerret fikir… Arayıcı, tarayıcı, çırpınıcı, çatlayıcı fikirdir. İşte bu türlü arayışın yolda bulduklarıdır ki, bugünkü teknolojiyi doğurdu. Fakat durak ve gaye onlar değil; öteler, öteler, ötelerin ötesi ve sonsuzluk… Eğer mücerret fikir olmasa ve her şey hayvan bir insiyaka bırakılsaydı, arz cazibesi kanunu bulunur muydu?.. Siz; 21. asra doğru sarkan teknik küfür, insan saadetini ruhu hadım etmekte arar ve onu bağırsak yoluna doğru iterken, atom bombanızın bile eşiti olamayacağı patlamaya belki 21. asırda şahit olacaksınız.”

Evet; bu pratik değerlerle iş görüşün insanoğlunu getirdiği açmaz, ancak “pratik değerler”le “ideal değerler”in hakikatlerini üstün bir kök hakikatte toplayıcı ve ahenkli bir tarzda birleştirici mesut neticeyle çözülebilir… Ama o ne?.. İşte bütün mesele; İslâm’a muhatap anlayışı temsil eden Büyük Doğu sistemini idrak etmek gerek.” [49]

1  Necib Fazıl, RAPOR 4-6, Büyük Doğu Yay., 2. Basım, Temmuz 1993, s. 235.

2  Salih Mirzabeyoğlu, KÜLTÜR DAVAMIZ –Temel Meseleler-, İBDA Yay. 3. Basım,  s. 14.

3  Salih Mirzabeyoğlu, KÜLTÜR DAVAMIZ, s. 5 (el yazısıyla).

4  Salih Mirzabeyoğlu, İSTİKBÂL İSLÂMINDIR –Denenmemiş Tek Nizâm-, İBDA Yay., Arka kapak.

5  Necib Fazıl, RAPOR 4-6, s. 187.

6  Salih Mirzabeyoğlu, ÖLÜM ODASI B-YEDİ -Giriş-, İBDA Yay., İstanbul 2012, s. 509-510.

7  Deizm: Her türlü vahyi, ilhamı ve dolayısıyla vahyin bildirdiği Allah’ı, dini, takdir’i inkâr ederek, sadece akıl ile idrak edilen bir Allah’ın varlığını kabul eden (…) felsefî meslek. Bu anlayış peygamberlere ve dinlere ihtiyaç olmadığını ileri sürerek “Tabiî Din” fikrini benimseyip müdafaa etmektedir. (Felsefe Sözlüğü, S. Hayri Bolay)

8  Salih Mirzabeyoğlu, NECİP FAZIL’LA BAŞBAŞA –İntibâ ve İlhâm-, İBDA Yay., 2. Basım, İstanbul 1989,  s. 87-88.

9  Ferit Develioğlu, OSMANLICA TÜRKÇE LÜGAT, Aydın Kitabevi, Ankara, s. 841.

10  İmam-ı Gazâli, KİMYÂ-YI SAÂDET, Çelik Yay., s. 639.

11  Salih Mirzabeyoğlu, MADDE NEDİR? –Maddenin Kritiği-, İBDA Yay., İstanbul 2007, s. 7.

12  Salih Mirzabeyoğlu, BÜYÜK MUZTARİBLER –Düşünce Tarihine Bakış, Cilt 3, İBDA Yay., İstanbul 2004, s. 532.

13  Said Nursi, LEM’ALAR.

14  Said Nursi, MESNEVİ-İ NURİYE.

15  Salih Mirzabeyoğlu, NECİP FAZIL’LA BAŞBAŞA, s. 99.

16  Mustafa Ergün, “Medreselerde Okutulan Dersler ve Ders Kitapları”, A.K.Ü. Anadolu Dil-Tarih ve Kültür Araştırmaları Dergisi, Afyon 1996.

17  Necib Fazıl, İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ, Büyük Doğu Yay., 6. Basım, İstanbul 1991, s. 494.

18  Salih Mirzabeyoğlu, BÜYÜK MUZTARİBLER –Düşünce Tarihine Bakış-, Cilt 1, İBDA Yay., İstanbul 1998, s. 11.

19  Nurettin Topçu, TÜRKİYE’NİN MAARİF DÂVASI, Dergah Yay.,  İstanbul, s. 39.

20  Salih Mirzabeyoğlu, NECİP FAZIL’LA BAŞBAŞA, s. 98-99.

21  Necib Fazıl, BATI TEFEKKÜRÜ VE İSLÂM TASAVVUFU, Büyük Doğu Yay., 12. Basım, İstanbul 2004, s. 83.

22  Abdurrahman Dilipak, COĞRAFİ KEŞİFLERİN İÇ YÜZÜ, İnkılâb Kitabevi, İstanbul, s. 148.

23  David E. Stannard, AMERİKA’NIN SOYKIRIM TARİHİ, Trc: Şaban Bıyıklı, Gelenek Yay., İstanbul, s. 201. Yazar, bu ifâdeyi Amerikan tarihinde “Oz Büyücüsü yazarı” olarak ünlenmiş L. Frank Baum adlı zâtın, hâdisenin geçtiği dönemlerde editörlüğünü yaptığı Aberdeen Saturday Pioneer gazetesinden aldığını not etmiş ve eklemiş: “Bu yazının yayınından on gün sonra o bölgede bir tek Kızılderili kalmamacasına toplarla öldürüldüler.”

24  İngiliz kralı VIII. Henry (1491-1547) İngiliz Kilisesini Papalıktan (Roma’dan) ayırmak için harekete geçti. Bunun sebebi ise, İngiliz kralının eşinden boşanmak istemesi ve Roma’nın buna karşı çıkmasıydı. Boşanma olayından önce de, iki taraf arasında anlaşmazlıklar yaşanmıştı. Kral, Temyiz Kanunu’nu çıkartarak Roma’ya yapılan maddî yardımı kesmiş ve hükümranlığını korumuştu. Ayrıca Üstünlük Kanunu’yla da Papa’nın otoritesini ortadan kaldırmıştı. İki taraf arasındaki ilişki, az önce bahsettiğimiz boşanma olayıyla da tamamen koptu. Çünkü Katolikliğe göre boşanmak yasaktı. İngiltere kralı her ne kadar Papalıktan kopmuş olsa da, Katoliklik mezhebine bağlı kalmıştır. Fakat İngiltere’de Lutherci ve Kalvinci inançların yayılmaya başlamasıyla, İngiltere’de Anglikanizm mezhebi doğmuştur.

25  Wikipedia, İnternet Ansiklopedisi.

26  Necib Fazıl, BATI TEFEKKÜRÜ VE İSLÂM TASAVVUFU, s. 56.

27  Salih Mirzabeyoğlu, BÜYÜK MUZTARİBLER –Düşünce Tarihine Bakış-, Cilt 2, İBDA Yay., İstanbul, s. 300.

28  Salih Mirzabeyoğlu, BÜYÜK MUZTARİBLER, Cilt 2, s. 301-302.

29  Salih Mirzabeyoğlu, BÜYÜK MUZTARİBLER, Cilt 2, s. 294-295.

30  Prof. Macit Gökberk, FELSEFE TARİHİ, Remzi Kitabevi, İstanbul.

31  Necib Fazıl, BATI TEFEKKÜRÜ VE İSLÂM TASAVVUFU, s. 60.

32  Aliya İzzetbegoviç, DOĞU VE BATI ARASINDA İSLÂM.

33  Prof. Macit Gökberk, FELSEFE TARİHİ, s. 294.

34  Deizm: Her türlü vahyi, ilhamı ve dolayısıyla vahyin bildirdiği Allah’ı, dini, takdir’i inkâr ederek, sadece akıl ile idrak edilen bir Allah’ın varlığını kabul eden (…) felsefî meslek. Bu anlayış peygamberlere ve dinlere ihtiyaç olmadığını ileri sürerek “Tabiî Din” fikrini benimseyip müdafaa etmektedir. (Felsefe Sözlüğü, S. Hayri Bolay)

35  Voltaire, FELSEFE SÖZLÜĞÜ, Trc: Lütfi Ay, İnkılâp ve Aka Yay., İstanbul, s. 79-80.

36  Necib Fazıl, BATI TEFEKKÜRÜ VE İSLÂM TASAVVUFU, s. 55.

37  www-felsefe-gen-tr\thomas(_hobbes_kimdir_2.html (10 Temmuz 2012). Özetleme yapılmıştır.

38  Auguste Comte, POZİTİF FELSEFE KURSLARI, Trc: Erkan Ataçay, Sosyal Yay., İstanbul 2001. Özetleme yapılmıştır.

39  J.J. Rousseau, TOPLUM SÖZLEŞMESİ. Özetleme yapılmıştır.

40  Ayniyle benimsediğimiz bu tesbit, Üstad Necib Fazıl’a aittir. BATI TEFEKKÜRÜ VE İSLÂM TASAVVUFU adlı eserinde geçmektedir. Engels) ve (Marks)… “Bunlara filozof denmez; onu da peşin söyliyelim. Diğer anlattıklarımın hepsi büyük filozoflardır. Bunlar birtakım aksiyoncu fikirciler…” (12. Baskı, s. 63’ten).

41  Necib Fazıl, BATI TEFEKKÜRÜ VE İSLÂM TASAVVUFU, s. 58.

42  Salih Mirzabeyoğlu, BÜYÜK MUZTARİBLER, Cilt 2, s. 312-313.

43  Andrew Heywood, SİYASİ İDEOLOJİLER, Adres Yay., Ankara, s. 93.

44  Prof. Macit Gökberk, FELSEFE TARİHİ, s. 379.

45  Mason Dergisi, 1974, Sayı 23-24, s. 41’den aktaran Harun Yahya, Yahudilik ve Masonluk, Vural Yayıncılık, İstanbul, s. 299.

46  A.G. Michel, MASON DİKTATÖRLÜĞÜ, Trc: Ataman Güneş, Karma Kitaplar, İstanbul, s. 102. Yazar bu metne kaynak olarak; Milletlerarası Brüksel Konferansı, s. 124’ü göstermektedir.

47  Jim Marrs, GİZLİ DÜNYA İMPARATORLUĞU -Dünyayı Yöneten Gizli Güçler-, Trc: Selim Yeniçeri, Truva Yay., İstanbul, s. 258.

48  Texe Marrs, İLLUMİNATİ –Entrika Çemberi-, Trc: Ali Çimen, Timaş Yay., İstanbul, s. 178.

49  Salih Mirzabeyoğlu, KÜLTÜR DAVAMIZ, s.15-16.

 

KAYNAK: Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 4, Ağustos-Ekim 2013.

 

 

 

 

 

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!