Bu bölüm, [“Mülkiyetin Batı’daki Tarihî Seyri” başlıklı bölümde] ele aldığımız mülkiyet teorilerinin birbirlerini karşılıklı tenkitlerine ek mahiyetindedir.
İlkel Mülkiyet Görüşünün Tenkidi:
Mülkiyetin kaynağını insanlığın geçmişinde arayan liberal düşünürler ilkel toplumlarda özel mülkiyetin, sosyalistler ise ortak mülkiyetin varlığını iddia ederler. Her ideoloji kendi iddiasını delillendirmek için farklı varsayımlara, belge ve yorumlara başvurur. Toplumların sırasıyla toplama-avcılık-hayvan besleme-tarım ekonomisi-ticaret ve sanayi ekonomisi aşamalarından geçtiğini varsayan liberaller, bu varsayımdan hareketle önce taşınır mallarda görülen özel mülkiyetin gittikçe daha çok taşınır mala yayıldığını ve en sonunda toprak üzerinde de özel mülkiyetin ortaya çıktığını ileri sürdüler. Liberal Fustel de Coulanges en eski çağlardaki ilkel Yunan ve Roma toplumlarında bile din tarafından güvenceye alınmış bir özel mülkiyetin varlığını, ortak mülkiyetin ise asla bulunmadığını savunur. Ona göre Cermenler’de, kimi Slav ve Sami kavimlerinde de taşınırlarda özel mülkiyet; toprakta ise mülkiyetsizlik vardı… Buna karşılık sosyalizmi doğrulamak için ilkel toplumlarda ortakçılığın varlığı sosyalistlerce müdafaa edildi. Morgan, Engels, Laveleye, Marx gibi kimi düşünürler altınçağ efsanesini (ilkel komünizmi) bilimsel bir tez olarak savundular.
Liberal ve sosyalist düşünürlerin temel hatası, Dr. Adnan Güriz’in haklı tesbitiyle, ilkel toplum kurallarını kendi dünya görüşlerinin dogmalarını doğrulamak için bu sistemin kurallarıyla incelemeye-anlamaya çalışmalarıdır. Nitekim daha sonraki antropolojik ve sosyolojik araştırmalar sonucu elde edilen belgeler liberal ve sosyalist düşünürlerin yanıldığını gösterir. İlkel mülkiyet hususunda araştırmalarıyla tanınan Levy Bruhl ve Beoglehole ilkellerde hem ferdî, hem de ortaklaşa mülkiyetin varlığını ortaya koydular. Beoglehole’e göre bu iki mülkiyet tipinden hangisinin ne oranda bulunacağı toplumun kültür modelleri tarafından belirlenmekte ve farklı kültür modellerine sahip toplumlarda farklı mülkiyet biçimleri ortaya çıkmaktadır-çıkmıştır. İBDA fikriyatına aşina olanlar Beoglehole’e hak vereceklerdir. Zira İbda’ya göre her toplumun kendini temin eden değerler sisteminin biçimlendirdiği bir mülkiyet yapısı vardır. Onun mahiyetini moral ve ahlakî kurallar, gelenekler ve inançlar belirlemektedir. İşte L. Bruhl’dan güzel bir misal: “Zenciler toprağın gerçekten satılabileceğini hiçbir zaman düşünemezler. Fakat beyazlar da bu basit bir işlemin yerliler için neden anlaşılmaz bir şey olduğunu anlamazlar.” Yazımızın başındaki farklı toplumlara ait farklı mülkiyet misalleri bizi delillendirir. Ek olarak, İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “İktisat ve Ahlak” isimli eserinden bir misal daha: “Kızılderililer’in bir kısmı servet biriktirmemeyi gaye edinirler ve potlaç adını taşıyan bir ayinde bütün servetlerini terkederler. Sahip olma ve çıkar davranışından bir sapma olan bu olay, antropologlar için hayret edilecek bir hadise sayılmaz, zira onlar çeşitli müşahadeler sonucunda, bir medeniyette doğru olan bir davranışın, diğer bir medeniyette cinayetlerin en büyüğü sayılabileceğini bilirler.”
Bir diğer husus ise ilkel toplumlarda varlığı sözkonusu edilen özel veya ortakçı mülkiyetin Batıdaki anlamıyla özdeş gösterilmesidir. Oysa şeyler, sadece adları aynı olduğu için nitelik bakımından da benzer olmazlar. Özel veya ortak mülkiyet, ilkel toplumlarda ve hatta günümüzün farklı toplumlarında mahiyeti değerler sistemince belirlenen farklı nitelik ve anlamlarda kullanılırlar. İlkel toplumlarda özel veya ortak mülkiyetin varlığı inkar edilemez ama bizim şimdiki anladığımız mânâda olduğu da söylenemez. Belki Bruhl’un iddia ettiği gibi mülkiyet insanla nesneler arasındaki kutsal ve mistik bir bağı ifade etmekte, belki de onun iddiasının aksine Hint ve Çin kökenli toplum ve inanç sistemlerinde görüldüğü gibi hiçbir kutsallığı ve mistikliği bulunmayan değersiz bir şeydi. İşte Budizm: “Serveti hor ve hakir gör”… H.S. Maine 20. yy’ın Batı ve Hindistan’ını mukayese ederken günümüz toplumlarında da aynı kavramların aynı anlama gelmediğini bize gösteriyor ki, bu ilkel mülkiyetin, her ne şekilde olursa olsun, günümüzdeki mülkiyet şekilleriyle aynı şeyi ifade etmediğini delillendirir:” (Hindistan’da) sosyal mekanizmanın genel görünümü (Batı ile) aynıydı. Küçük ve büyük mülkiyet, toprağın ve taşınabilir malların mülkiyeti vardı, rant vardı, kârlar, değişim ve rekabet vardı; bunlar hep tanıdık ekonomik kavramlardı. Ama bunların bir tanesi bile, Batı’daki en yakın örneğine tekabül etmiyordu. Mülkiyet vardı, ama kural olan grupların toplu mülkiyetiydi, bireylerin ayrı ayrı mülkiyetleri istisnaydı. Toprak rantı vardı ama bu, kullananların değişmemesi, dolayısıyla piyasanın işin içine girmemesi kuralının evrensel geçerliliğiyle bağdaştırılmak durumundaydı. Bir kâr haddi vardı, ama tuhaf bir biçimde âdetlerin etkisindeydi. Rekabet vardı, ama ticaret birbirleriyle rekabet etmeyen geniş akraba grupları tarafından yürütülüyordu; rekabet geniş ortaklar arasındaydı.”
Şu halde ilkel toplumlarda ne liberallerin kastettiği anlamda sadece özel mülkiyet, ne de sosyalistlerin kastettiği anlamda sadece ortak mülkiyet sözkonusudur.
İşgal Teorisinin Tenkidi:
Batı’da ilk defa özel mülkiyetin kaynağını işgale dayandıran Cicero’dur ve günümüze değin birçok Batılı düşünür tarafından da kabul görmüştür. İşgal teorisine göre tabiatta bulunan şeyleri ilk ele geçiren (işgal eden) onun sahibidir. Ormanda ağacı kesen kestiği ağacın, avcılık yapan avladığı hayvanların, kaynağından su dolduran testisindeki suyun, yabani meyva toplayan topladıklarının ve bir toprak parçasını ilk işleyen (işgal eden) o toprağın sahibidir. Çünkü sahipsiz şeyleri ilk ele geçiren bu fiilinden dolayı onun meşru sahibidir.
Batılı düşüncenin, işgal fiilini, mülkiyetin kaynağı olarak telakki etmesine karşın gerçekte işgal, mülkiyeti iktisabın sadece bir sebebidir, kaynağı değil. Eğer işgal fiili mülkiyetin kaynağı olarak kabul ediliyorsa, “işgal teorisi”nin sadece serbest (sahipsiz) şeylerin değil bütün şeyler üzerindeki mülkiyetin meşruiyetini, mülkiyetin fonksiyonunu, amacını ve malikin sadece hakkını değil ödevini de açıklayabilmesi gerekirdi. Diğer bir husus ise teorinin kendi içindeki çelişkilerdir. İşgal teorisi, ormanda ağaç kesenin, ormanın değil, sadece kestiği ağaçların; balıkçının, denizin değil, sadece tutabildiği balıkların; avcının, avlandığı bölgenin değil, sadece avlayabildiği hayvanların sahibi olduğunu kabul ederken, herhangi bir toprak parçasını ilk işgal edenin, sadece toprağın ürünlerine değil o toprağın çıplak mülkiyetine de sahip olduğunu ileri sürer. İşgalci o toprağın mutlak sahibidir, dilerse işler dilerse işlemez. İleride de göreceğimiz gibi işgal fiilini, sadece mübah (serbest) mallarda mülkiyeti aslen iktisabın bir sebebi olarak gören İslâm Hukuku, işgali taşınır mallarda “ihraz”, taşınmaz mallarda “ihya” ile birlikte ele alarak teorinin çelişkisini giderir.
Emek Teorisinin Tenkidi:
John Locke tarafından geliştirilen emek teorisi, mülkiyetin kaynağını emeğe dayandırır. Emek veren kişi ile emek verilen nesne arasında sıkı ve içten bir ruhî ilişki bulunduğu, bu sebeple çalışma yoluyla bir nesneye kendi kişiliğini katan bir insanın onun üzerinde mülkiyet haklarına sahip olmasının tabiî sayılması gerekeceği söylenebilir. Bu yüzden emek teorisinin, mülkiyeti Batılı anlamda işgale dayandıran teoriye nisbetle çok daha inandırıcı olduğu da belirtilebilir. Fakat işgal teorisi için söylediğimizi emek teorisi için de söyleyebiliriz: Emek, mülkiyetin kaynağı değil mülkiyeti iktisabın bir başka sebebidir. Bu teori, bir insanın çalışmayla bir şeyi kendisinin yaptığı görüşüyle yalnızca ferdi nazara almakta, üretim için gerekli bütün ortamı hazırlayan toplumu gözardı etmektedir. Ürünün, onu üreten şahsın mülkiyetinde olması gerektiğinin meşru bir açıklaması sayılabilecek emek teorisi, emeğin bir katkısı olmaksızın toprak ve maden gibi zatî değeriyle tabiatta hazır bulunan şeylerin mülkiyetini açıklayamaz. Bu hususta Proudhon “Ben emeğin toprakta elde ettiği ürünün çalışana ait olmasını reddetmiyorum ancak bu emeğin, toprağın çıplak mülkiyetini kazanmak için sebep olamayacağını söylüyorum” der ve toprak mülkiyetini emeğe dayandıran toprak sahiplerinin, gerçekte samimiyetsiz olduklarını vurgulamak için şu örneği verir: “Kiracı toprağı işlemiş ve onu değerlendirmiş, örneğin toprak önce 100 bin ederken, kiracının emek sarfetmesiyle 150 bin eder olmuş diyelim, şu halde bu artık-değerin (50 bin) meydana getiricisi yani kiracı, bu toprağın 3’te 1’inin sahibi olmalıdır.” Ama olmuyor… İleride göreceğimiz gibi emek, İslam Hukuku’nda mülkiyeti kazanmanın bir sebebi, mübarek bir sebebi olarak kabul görüyor.
Tabiî Mülkiyet Görüşünün Tenkidi:
Herşeyden önce tabiî veya tabiat kavramlarıyla tam olarak neyin kastedildiği ortaya konulmadığı gibi bu kavramlara herkesçe kabul edilecek ortak bir mânâ da yüklenememiştir. Mesela, daha önce belirttiğimiz gibi Eflatun “tabiî” eşitsizlik adına, Aristo ise bazı insanların “tabiat”ları bakımından köle, diğerlerinin vatandaş olmalarını savunurken, Cicero “tabiat”tan hareketle bütün insanların eşitliğini ileri sürüyor…
Tabiî veya tabiata uygun olan nedir?.. Grotius, tabiî hukukun, “doğru aklın ilkelerini” kapsadığını söylüyor ama “doğru”nun ve “aklın” bize ne olduğunu söylemiyor. “Doğru aklın” her toplumda, hatta her insanda farklı tanımlanabileceğini dikkate almıyor. Mahiyeti hakkında ilmî açıklamalar yapmanın mümkün olamayacağı “tabiat durumu-altın çağ”ın varlığını kabul ediyor ve birtakım varsayımlarda bulunuyor. Hemen ondan sonra gelen Hobbes, onu tekzip edercesine başka varsayımlar ileri sürüyor. Bir başka tabiî hukukçu Pufendorf varsayımları tamamen değiştiriyor. Montesquieu ve Rousseau ise kendilerini doğrulayacak “tabiat durumu” tanımlamasına gidiyorlar.
Merkantilizm’e bir tepki olarak 18. yy’da Fransa’da ortaya çıkan Fizyokratlar, Allah tarafından yaratılan tabiî bir düzen bulunduğundan hareketle tabiî ve tabiata uygunluğun “mutlak bir serbestiyet” anlamına geldiğini ileri sürüyorlar ve görüşlerini şöyle sloganlaştırıyorlardı: “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!”…. Klasik iktisadın kurcusu A. Smith, tabiî düzeni “görünmez el kanunu” olarak yorumluyordu. Bir başka deyişle bu “görünmez el”, insan “tabiatı”nın eğilimlerinden başka bir şey değildi. W. Sumner ise tabiî olandan “doğal seleksiyon”u anlıyor ve buradan yola çıkarak tabiatta varolan seleksiyon-elemenin toplum hayatında da olması gerektiğini müdafaa ediyordu: Gücü gücüne yetene; akıllı ve güçlü olan yaşamalı…
Tabiî ve tabiat kavramları üzerinde herkes tarafından kabul edilen ortak bir tanımlama geliştirilmediği gibi çoğu zaman da kimin ne anlamda kullandığı açık değildir. Konuyu fazla dağıtmamak için düşünürlerin tabiî kavramını “tabiat” ve “insan fıtratı” olarak iki anlamda kullandıklarını varsaymak kolaycılık olmasa gerek… Birinci anlamda özel mülkiyetin kaynağı tabiattır. Tabiatın bir parçası olan insan onu gözlemlediği zaman mülkiyetin yüksek hayvan türlerinde, özellikle memelilerde ve kuşlarda mevcut olduğunu ve hatta kâmil bir şekilde uygulanmakta olduğunu müşahade edecektir. Kimi göçebe kuşların dönüşlerinde her zaman aynı yuvaya gelip kışın terk ettikleri yazları döndükleri, keza birçok yırtıcı hayvanın aile mülküne benzeyen inleri, her goril sürüsünün tasarrufu altında bulunan kendi orman mıntıkası gibi misaller mülkiyetin kaynağının tabiatta olduğunu ispatlamaktadır güya. Bu düşüncenin tabiî sonucu, tabiatta varolan seleksiyonun da kabulünü gerektirir ki, bu da kapitalizmin mülkiyet görüşü olarak 19. yy’da oldukça revaç bulmuştur. Oysa tabiat, insanın, faaliyetlerini yönlendirmek için örnek alacağı bir alan değil, bizzat faaliyet alanıdır. İBDA’nın tesbitiyle hayvanın davranışı içgüdü dünyasındaki sır içinde “neyse o” davranışıdır ve onun davranışlarını mânâlandıran insan şuurudur. Kuşların hep aynı yuvaya dönmeleri, hayvanların inlerde barınmaları veya goril sürüsünün belli bir orman mıntıkasını sahiplenmesi “sureten” mülkiyete benzese de gerçekte o içgüdünün sınırları içindedir. Eğer bazı hayvanlar şeyleri sahipleniyorlarsa, niçin sahip olacakları şeyleri artırma çabasına girmiyorlar da daima aynı şeylerle yetiniyorlar? Örneğin goril sürüsü niçin “sahip olduğu” orman mıntıkasını mütemadiyen genişletmiyor? Ya diğer hayvanlar? Onlar niçin mülkiyetin nimetlerinden kendilerini mahrum ediyorlar? İnek sütüne, tavuk yumurtasına veya koyun yününe, insanın el koymasına niçin izin veriyor?.. Hakikatte, tabiattaki her canlı içgüdüsel olarak ne yapması gerekiyorsa onu yapıyor; ne eksik, ne fazla. Farklı olan sadece insan; öğrenerek, bilerek yapıyor ve ne yaptığının da anlamını biliyor. Yapmak için tabiatı örnek alsa bile burada esas olan yine tabiat değil kendisidir; tabiatı mânâlandırmasıdır… Tabiî görüşçüler, mülkiyet ilişkilerinin ve iktisadî faaliyetin, ilmen ispatlanmış tabiî düzene, tabiî seleksiyona göre düzenlenmesini savunurlar: Güçlü olan yaşamalı, zayıflar yok olmalı. bu kınanacak bir şey değil, tabiatın düzenidir. Aksini savunmak tabiatın düzenine karşı çıkmaktır. Bu yüzden 19. yy’da İngiltere’de “fakirlere yardım yasaları”na şiddetle karşı çıkılmıştır.. Tabiî düzen-seleksiyon sadece iktisadî hayata refarans gösteriliyor da hayatın siyasî, içtimaî ve hukukî alanlarına niçin uygulanmıyor? Madem ki tabiî düzen doğru olandır, bırakın hayatın her alanında, amiyane tabirle, “orman kanunu” işlesin: Gücü gücüne yetene; iktisadî hayattaki gibi. Büyük mülkiyetin küçük mülkiyeti yutmasına nasıl ki bir müeyyide uygulanmıyorsa, tabiattaki gibi, bir canlının-insanın bir başkasını öldürmesine de müeyyide uygulanmasın.
İkinci anlamda, özel mülkiyetin kaynağı “insan tabiatı-fıtratı”dır. İnsan fıtratını çözmek ona uygun olanı ve olmayanı keşfetmek belki kısmen akıl ve tecrübeyle mümkündür ama yine de o “bildiren-peygamberler” olmadıkça müphemiyetini koruyacak, kişiden kişiye farklı nitelemelere mevzu olmaya devam edecektir.
Özel mülkiyeti tabiî bir hak olarak ileri süren tabiî hukukçuların amacı aslında liberal kapitalizmin meşruiyetini sağlamaktır. Bu amaç, devletin iktisadî hayata (ve mülkiyete) karışmamasını istemekle daha da belirgin olmaktadır. Onlara göre özel mülkiyet tabiî, devlet ise sunîdir. Sunî olanın yani devletin, kendisini doğuran mülkiyete yani tabiî olana müdahalesi tabiata aykırıdır.
Sosyal Sözleşme Teorisinin Tenkidi:
“Tabiat durumu-altınçağ”da kimi düşünürlere göre insanlar hür ve eşitti; şeylerde mülkiyet ortaklığı sözkonusuydu. İkinci gruptaki düşünürlere göre ise altınçağ, bir efsaneydi. Tabiat durumunda insanların hayatı hayvanınki gibi pis, kısa ve yoksuldu; sürekli bir savaş ve güvensizlik hali vardı. Bir şeye sahip olan ancak daha güçlü biri elinden alana kadar o şeye sahipti. Birinci görüşe göre, zamanla tabiat hali bozulmaya yüz tutunca şeyleri paylaşmak; ikinci görüşe göre ise hayatlarını, elde ettiklerini güvenceye almak için insanlar açık veya zımnî “sosyal sözleşme” yapmışlar ve böylece, her iki görüşe göre özel mülkiyet doğmuştur.
Özel mülkiyetin doğuşunu-kaynağını “sosyal sözleşme”ye dayandıran teoriyi, devletin doğumunu “sosyal sözleşme”ye dayandıran teoriye benzetmek hatalı değildir. Devletin doğumunu tarihin bir döneminde insanların gerçekleştirdikleri bir sözleşmeye dayandıran görüşü Hegel, “safsata”, İbda Mimarı ise “fantazya” olarak niteler. Hegel’e göre “sözleşme”, onu yapanların serbest iradelerine dayanması gerektiğine göre, fertlerin sözleşmeyi kabul etmemelerinin ve ona katılmamalarının da mümkün olması gerekir. Bu tenkidi, özel mülkiyetin meşruiyetini ve doğuşunu “sosyal sözleşme”ye dayandıran görüşe de yönlendirebiliriz. Tabiat halindeki “cennet hayatını” insanların niçin terkedip de özel mülkiyeti benimsediklerini veya tabiat halindeki durumu gayet iyi olan insanların sözleşmeye katılmayabileceklerini veya sözleşmeden sonra yaşayan insanların sözleşmeye katılmada özgür olup olmama durumunu, bu teori gözardı etmektedir.
Zamanaşımı Teorisinin Tenkidi:
Özel mülkiyetin meşruiyetini, kaynağını ve doğuşunu araştırmayı gereksiz ve boş bir çaba olarak değerlendiren “zamanaşımı teorisi” halihazırdaki mülkiyet biçimi neyse, onun kabul edilmesini savunur. Çünkü o tarihî süreçte toplumların tecrübeyle şekillendirdikleri bir kurumdur. Bir insanın binlerce dönümlük araziye, bir diğerinin muazzam fabrikalara nasıl ve niçin sahip olduğunun veya bir başkasının başını sokacak bir eve bile niçin sahip olamadığının önemi yoktur. Önemli olan bunların halihazırda gerçek olarak bulunmasıdır. Mülk sahibi kapitalistlerin avukatlığını üstlenen 18. yy’a ait bu basit teorinin tenkide değer bir yanı yoktur kanaatindeyiz.
Fayda Teorisinin Tenkidi:
19. ve 20. yy boyunca değişik yorumlara maruz kalan “faydacı teori”den hareketle kimi düşünürler ferdin faydasını ön planda tutarak, özel mülkiyetin mutlak bir hak olduğunu ileri sürdüler. Her fert kendi menfaatini gerçekleştirirken, onlara göre aynı zamanda “fertlerin toplamından ibaret toplum”un da menfaati gerçekleşmektedir. Aksine düşünen faydacılar ise toplum menfaatini ferdin menfaatinden üstün görerek sınırlandırılmış bir mülkiyet hakkından yanadırlar… Bu teorinin çıkmazı, “fert”, “toplum” ve “fayda” kavramlarını mânâlandırma güçlüğündendir. Fert nedir? Toplum nedir? Fert-toplum münasebeti neye göredir? Toplumun nerede başladığını ve ferdin nerede bittiğini tesbit etmek ne derece mümkündür?.. Metafizik bir kavram olan “fayda”nın objektif bir ölçüsünü bulmak mümkün olamayacağına göre “ferdin faydası”, “toplumun menfaati”, “kamu yararı”, “sosyal mutluluk” gibi kavramlara yüklenen mânâlar izafîlik-keyfîlikten kendini kurtarabilecek mi?.. Gerçek şu ki, “Mutlak Fikir”e nisbeti olmayan faydacı bir mülkiyet teorisi ferdin yararı ile toplum yararının nerede başlayıp nerede bittiğini, muvazenenin nasıl gerçekleşeceğini asla çözemeyecektir. Daha yeni bir teori olan Duguit’in “sosyal fonksiyon teorisi” için de aynı zorluklar sözkonusudur.
İrade Teorisinin Tenkidi:
Özel mülkiyetin doğuşu ve kaynağını “irade-ruhî çaba”ya dayandırışıyla “irade teorisi”, diğer teorilere nisbetle bize daha yakın bir teoridir. Özel mülkiyetin insanların hürriyetlerini gerçekleştirmesinde bir teminat fonsiyonunu ifade ettiğini savunan bu teorinin karşılaştığı ve çözemediği en önemli sorun şudur: Herkesin hürriyetinin teminatı olabilecek şekilde özel mülkiyet kurumu nasıl düzenlenecektir?.. Bir başka sorun ise gerçekten de teorinin varsaydığı gibi ferdî irade hür müdür veya ne derece hürdür? Diğer bir deyişle ferdî irade başkalarının iradesinden veya toplum-devlet iradesinden ne derece bağımsızdır?..
Fayda teorisi için söylediğimizi bu teori için de söyleyebiliriz: “Mutlak Fikir”e nisbeti olmayan bir “irade teorisi”, kişisel hürriyetler için bir teminat fonksiyonunu ifâ edebilecek şekilde mülkiyeti düzenleyemez. Çünkü birbiriyle çatışan fert-toplum-devlet iradelerinin sınırını çizecek ve onları bir noktada dengeye getirecek “mutlak ilkeler” olmadıkça, kişiler veya devlet tarafından öngörülen ilkeler onların kendi (subjektif-izafî) doğruları olmaktan öte bir anlam ifade etmez.
“Mutlak Fikir-İslam”a nisbet edilecek bir “irade teorisi” veya bir “sosyal fonksiyon teorisi” veya bir “fayda teorisi”, kabul edilebilir bir mülkiyet teorisidir.
Kapitalist Mülkiyetin Tenkidi:
Kapitalizmin bir mülkiyet teorisi geliştirmediğini belirtmiştik. Özel mülkiyet onun temel kabullerinden biridir; kaynağını ve meşruiyetini araştırmayı gereksiz görür. Zorda kaldığında, örneğin anarşist ve sosyalistlere karşı koymak icab ettiğinde, özel mülkiyeti savunan ve meşrulaştıran teorileri kullanır.
Kapitalizm, Roma Hukuku’nun öngördüğü gibi özel mülkiyeti mutlak bir hak olarak kabul eder. O dokunulmazdır, kutsaldır. Toplum ve devletin ferde ait olandan bir hakkı yoktur. Özel mülkiyetin ne bir ödevi, ne bir sosyal amacı, ne de bir sosyal fonksiyonu vardır. Zaten buna gerek yoktur, zira her fert kendi menfaatini gerçekleştirdikçe “fertler toplamı toplum”un da menfaati gerçekleşecektir. Fert-toplum menfaatinin en yüksek derecede gerçekleşmesi, mutlak bir özel mülkiyet hakkını, tam bir serbest piyasayı ve sözleşme hürriyetini gerekli kılmaktadır. Bu yüzden devlet, özel mülkiyete, sözleşme hürriyetine ve piyasaya müdahale etmemeli, kayıtlar getirmemelidir.
Düşlediği şekilde olmasa bile 18. yy’dan itibaren ona yakın bir uygulama alanı bulan Kapitalizm, iddia ettiğinin aksine toplumları felakete götürdü. Orta ve küçük mülkiyetleri, büyük mülkiyetler lehine yok eden Kapitalizm kısa sürede, sözde mülkiyet hakkı bulunan, gerçekte ise başını sokacak bir yeri bile bulunmayan yığınlar doğurdu. Faiz-rant ve ölçüsüz kâr üçgenine sıkıştırdığı yığınları sömürdükçe sömürdü ve nihayet sözde hür olan bu insanları gece-gündüz sermayeye hizmet eden köleler haline getirdi. Örneğin İngiltere’de 19. asrın başlarında kömür ocaklarında çocuklar ve kadınlar dahil insanlar günde ortalama 18 saat çalışıyorlardı. Hiçbir iş güvencesi ve emniyeti yoktu. 19. asrın ortalarında haftalık çalışma süresi İngiltere’de 69 saat, Fransa ve ABD’de 78 saat, Almanya’da 83 saat idi. Diğer kapitalist ülkelerde de böyleydi. Durum o kadar vahimdi ki, 1821 İngiltere’sinde “yoksullara yardım kanunu” çerçevesinde yoksullardan isimlerini kaydettirmeleri istenildiğinde nüfusun yüzde 75’i ismini kaydettirmişti. Proudhon’a göre Fransa’da da yoksulluk oranı aşağı yukarı İngiltere’deki gibiydi.
Kapitalizmin sömürü alanı ülke sınırlarıyla kısıtlı değildi şüphesiz. İç piyasalarda müdahalesini istemediği devleti, deniz aşırı ülkelere giderken yanına almıştı. İspanyollar, Portekizliler, İngilizler, Fransızlar ve diğerleri sömürgeleştirdikleri ülkelerde, yerlilerin her şeylerine, servetlerine, alın terlerine, emeklerine ve bedenlerine el koydular. Yeraltı ve yerüstü zenginliklerini talan ettiler. Alman iktisatçı W. Sombart açıkyüreklilikle şöyle diyebiliyordu: “Zengin olduk çünkü birçok ırklar, milletler bizim için öldüler, kıtaların nüfusu bizim için azaldı.” Hinduların, Amerika’da yerlilerin ve İnka’ların birikmiş hazineleri yağma edildi ve istikbaldeki muhtemel servetlerine el koymak amacıyla haraca bağlandılar. Meksika ve Peru madenleri, Avrupa’ya altın ve gümüş olarak aktı.
Victor Hugo, Fransa ve sömürgelerdeki durumu şiiriyle tablolaştırır: “Her yanda açlık: Rouboix, Aubin, Riconzerie,/Fransa yoksulluk ve utanç içinde bitik./Aklı başında bir iki işçi isterse iyi bir hayat/bir namlu çıkar karanlıktan, der diyeceğini /yoksulluk baş kaldırmaya görsün, ökçeler çiğner geçer./Can çekişir Afrika, solar pençemizde/homurdanır tekmil halk: “Ekmek! Ekmek!”/Cezayir’de açlık kol gezer, Oran’da açlık./Ne ekmek var, ne mısır var. İnsanlar beslenir otla!”… İngiltere’de “Çuhacının Sefası” isimli bir halk şarkısı başka bir örnektir vahşî kapitalizmin sonuçlarına. İşçilerin, kapitalisti konuşturdukları o şarkıdan: “Hazineler kaldırıyor, büyük mallar kazanıyoruz/ Zavallı fakir fukarayı ezerek, onların suyunu çıkararak.”
Kapitalist mülkiyet sömürücüdür, ezicidir ve mütemadiyen başkaları aleyhine büyümektedir. Her ne kadar içtimaî çözülüşü ve bu çözülüşü sosyalistlerin istismar etmesini engellemek için 20. yy’ın başlarından itibaren tedricî olarak toplum lehine bazı iyileştirmelere gidildiyse de yoksulluk sınırının altında yaşayanlar azımsanacak gibi değildir. Örneğin bugünün ABD’sinde nüfusun yüzde 20’si yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Toplum lehine iyileştirmeler ise 3. dünyanın süregelen sömürüsüyle mümkün olmaktadır; üretim araçlarının sahibi kapitalistin feragatiyle değil. Zira o hâlâ mülkiyet alanını hiçbir sınırlamayla karşılaşmadan genişletmeye devam etmektedir. Kapitali mütemadiyen dehhameleşmektedir. Öyle ki bugün çok uluslu bir şirketin yıllık geliri birçok ülkenin yıllık toplam gelirini misliyle katlayabilmektedir. Böyle giderse bir asır sonra dünyadaki bütün üretim araçları mülkiyetinin bir avuç kapitalistin eline geçeceğini ileri sürmek kehanet olmasa gerektir.
Kapitalist mülkiyetin tenkidi aynı zamanda Roma Hukuku’nun mülkiyet teorisinin de tenkididir, zira kapitalist mülkiyet onun pratiğidir.
Anarşist Mülkiyetin Tenkidi:
Anarşizm, vahşî kapitalizme bir tepki olarak doğdu. Kimi anarşistler kapitalizm ile özdeşleştirdikleri özel mülkiyetin tamamen kaldırılıp ortak mülkiyeti, kimi anarşistler ise özel mülkiyeti eleştirmekle birlikte onun kaldırılmasını değil ama insanîleştirilmesini, belli esaslara göre sınırlandırılmasını öngördüler. Anarşistlerin, mülkiyet teorisine asıl katkısı, tekliflerinde değil kapitalist özel mülkiyetin tenkidine dair fikirleridir. Teklif ettikleri ortaklaşa mülkiyetin tenkidi aşağıda yapılacaktır.
Marksist Mülkiyetin Tenkidi:
Marksizm, mülkiyet kurumunu, üretim ilişkilerinin bir ifadesi olan “alt-yapı”nın belirlediği bir “üst-yapı” kurumu olarak görür. Bütün tarihi süreçte üretim ilişkileri, belirleyici yegane etkendir. Çünkü “diyalektik materyalizm” öyle gerektiriyor.
Marx ve Engels, “diyalektiği” Hegel’den alırlar. Hegel, düşüncenin maddeyi doğurduğunu ve ona egemen olduğunu söyler. Madde dünyası aslında düşüncenin yansımasından ibarettir. Hegel, dünya tarihinin evrimini fikirlerin bir çatışması olarak karşılar. Tarihi süreçte ilerlemeyi ve gelişmeyi sağlayan kuvvet “fikir-geist”tir. Fikir (tez)-karşı fikir (anti tez) çelişme ve çatışması bizi daha ileri bir fikre götürür ve bu diyalektik süreç “mutlak fikir”in elde edileceği nihai aşamaya değin sürüp gider… Fikrin maddeye hakimiyetini savunan idealist Hegel’in diyalektiğindeki “fikir”in yerine Marksizm, “madde”yi ikame eder ve “diyalektik materyalizm”i keşfeder. Marx, Hegel’i kafası üstüne bulduğunu, keşfiyle onu, ayakları üzerine bastırdığını söyler. “Ayakları yere değen diyalektik metaryalizm”e göre fikir-düşünce, madde dünyasının insan zihnine yansımasından ibarettir. İnsan, düşünmezden önce yaşamayı sağlayacaktır; yani “insan, düşünen olmadan önce hayatta kalmasını sağlayacak aleti yapacaktır.” Buna göre, içtimaî değişimin nihaî belirleyicisi, içtimaî adalet veya ebedî gerçek gibi soyut fikirler değil fakat üretim ve mübadele tarzındaki değişmedir. Eğer tez, insanlık tarihinde üretim araçları mülkiyetinin ortaklaşa olduğu ilkel toplum aşaması ise, antitez, üretim araçlarında özel mülkiyetin yerleştiği aşamadır; bu zıtlık sınıf çatışmasıyla nihaî aşamaya, komünizme (sentez) erişilecektir.
“İktisat ve Ahlak”ta Salih Mirzabeyoğlu, “Üretim ilişkilerinin doğuşu ve üretim araçlarının temini, sebep, netice, gaye ve hedef olarak şuurun maksadı içinde… Öz olarak “insan düşünen olmadan önce alet yapandır.” ifadesinde beliren ve iktisadî faaliyeti de kapsayan şuuru pratikten çıkarma düşüncesine karşı, “insan ne yaptığını bilmeden, yaptığının ne olduğunu da bilmez ki” cevabı yeter…” der ve şu misâli sunar: “İstihsal faaliyetlerinin, insanın düşünce ve şuur faaliyetlerini tam manasıyla geliştirdiğini kabul etsek bile, cimnastiğin vücutta bulunmayan uzuvların inkişafına nasıl hiçbir faydası yoksa, istihsal faaliyetlerinin de şuurun ilk meydana çıkışı anında ona hiçbir fayda sağlayamayacağı açıktır.”
Buna göre “yapma varlık-üretim araçları” düşünceyi doğurmuyor, aksine düşünceden doğuyor. “Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz” diyen İBDA, “doğru düşünce-mutlak fikir”i Hegel’in iddia ettiği gibi diyalektik sürecin sonunda değil, başlangıçta, ilk insanda bulur: “İlk dil ve ilk doğru ilk emirdi”; ilk tatbik dili de ilk insanla vardı.” İlk insan: Hz. Adem (a.s.)… Diyalektik materyalizmin esasına yönelik bu yıkıcı eleştiriden sonra artık “alt-yapı, üst-yapıyı belirler” demenin bir anlamı yoktur. Buna göre bir “üst-yapı” kurumu olan mülkiyet kurumunu doğuran, ne ve nasıl olacağını belirleyen yegane etkenin “alt-yapı” (üretim ilişkileri ve güçleri) olmadığını söyleyebiliriz. Nitekim Marksizmin ilkel mülkiyetle ilgili fikirleri, antropolojik ve sosyolojik araştırmalar sonucu elde edilen belgeler ile çürütülmüştür. Yine Doğu toplumlarının iktisadî ve mülkiyet yapısı “diyalektik materyalizm”in şablonlarına uymamaktadır.
Bir mülkiyet teorisi geliştirmeyen (ki o bir üst-yapı kurumu olduğundan buna gerek yoktur) Marksizm, mülkiyetin tarihî süreçteki evrimiyle ilgilenir ve tabiî ki mülkiyetin geleceği ile ilgili öngörüleriyle tanınır. Öngörülen sosyalist ve komünist mülkiyetin tenkidine geçmeden önce hakkını vermeliyiz ki, Marksizmin kapitalist mülkiyete yönelik eleştirilerinin ve “artık değer teorisini”nin mülkiyet teorisi açısından önemli bir yeri vardır.
Sosyalist Mülkiyetin Tenkidi:
Sosyalist mülkiyet, üretim araçlarında toplum mülkiyetini, tüketim maddelerinde ise özel mülkiyeti öngörür. “Herkesten kabiliyetine göre” üretim bekleyen Sosyalistler tüketim maddelerinin dağılımında “herkese emeğine göre” ilkesini kabul ederler. Marx, komünizme geçiş aşaması olarak nitelediği proleterya diktatörlüğünde sosyalist mülkiyeti öngörür.
Sosyalist ve Marksistlerin rüyası Ekim 1917 devrimiyle Rusya’da, daha sonra birçok ülkede gerçekleşir. Ama çok geçmeden rüya kâbusa dönüşür. Kapitalizmde kapitalistin kölesi olan işçiler, özgürleşmek için kurdukları proleterya diktatörlüğünde daha korkunç bir köleliğe maruz kalırlar. Üretim araçları mülkiyetinin topluma aitliği pratikte mümkün olmayınca ki, asla da mümkün olmayacak bir fantezidir bu, sosyalist ülkelerde ona güya toplum adına milli iktidarlar el koydu.
Tüketim mallarının paylaşımı sözde çalışmaya göre yapılıyordu ama emeğin kapitalizmde olduğundan öte bir değeri yoktu. Emeğin karşılığı alınamayınca üretimde ciddi düşüşler gözlendi. Sosyalist ülkeler üretimi arttırmak için hem özel mülkiyetin kapsamını genişlettiler hem de insanlar üzerinde tam bir terör havası estirdiler. Üretimde toplumun ihtiyaçları esas alınacaktı ama harp sanayiine ve ağır sanayie önem ve öncelik verildi.
“Üçüncü Çözüm” de İsmet Bozdağ’ın Sovyet Rusya hakkındaki tesbiti bütün sosyalist ülkelerde geçerliydi: “Köle efendisinden izinsiz bir yere gidemezdi, Sovyet vatandaşı da gidemez. Köle efendisinin gösterdiği işte çalışmaya mecburdu, Sovyet vatandaşı da mecburdur. Köle, efendisinin kendisine verdiği ile yetinmek zorundaydı, Sovyet vatandaşı da kendisine verilenle yetinmek zorundadır. Yalnız köle, özgürlüğünü efendisinden satın alabilirdi, Sovyet vatandaşı alamaz!.. Köle, efendisinin gözüne girerse azat edilirdi. Sovyet vatandaşının bu talihi yoktur. Köle dilediği şeyi düşünmek, dilediğine inanmak hakkına sahipti. Sovyet vatandaşı için bu bir ağır suçtur.”
Kapitalist düzen insanları bir avuç kapitalist lehine mülksüzleştirirken, sosyalist düzen toplum adına mülkiyeti elinde bulunduran bir avuç mutlu azınlık-yöneticiler lehine insanları hem mülksüzleştirdi hem de özgürlüklerini ellerinden alarak köleleştirdi.
Sosyalizm, insanlığın kapitalizmden daha ürkütücü bir rüyasıydı ki, 70 yıl sürdü.
Kollektivist-Komünist Mülkiyetin Tenkidi:
Üretim araçlarının topluma ait bulunduğu ütopik bir toplum kurgulayan kollektivist düşünürlerden kimi, tüketim mallarının dağıtımında “eşitlik ilkesi”nin, kimi ise “herkese ihtiyacına göre” ilkesinin esas alınmasını öngörür. Marksizm de komünist düzende ikinci ilkenin uygulanacağını belirtir.
Kollektivist düzende adalet gerçekleşecek, sömürü ve haksızlık son bulacak mıdır? Bu soruya cevap verebilmek amacıyla soyutlamaya gidelim ve sadece 40 kişinin yaşadığı; bu insanların bir kısmının buğday üretiminde, bir kısmının ekmek fırınında, kalan kısmının da hayvancılıkta çalıştıkları kollektivist bir toplum varsayalım. Toprak, fırın ve hayvanlar, bu üretim araçları topluma ait. Komünistlerin de öngördüğü gibi bu 40 kişi kendi istidatlarına göre bu üç sektörden birinde çalışıyorlar. Ne var ki sektörlerin ihtiyaç duyduğu emek derecesi farklı farklı olduğu için sarfedilen emek de az veya çok olacak, örneğin tarımda çalışan daha çok yorulacak. İşte haksızlık ve sömürü bu noktada ortaya çıkmaktadır. Çünkü ekmek ve hayvan ürünlerinden ibaret tüketim malları, çalışma derecesine göre değil eşitlik ilkesine göre dağıtılmaktadır. “Nasılsa sonuçta eşit paylaşıyoruz” diyerek bir kısım işçilerin kaytarmayacağı nasıl garanti edilebilir? Kaytarma başladığı zaman ise haksızlık ve sömürünün boyutu daha da artacaktır… Her üç sektörde dönüşümlü çalışılması öngörüldüğünde de haksızlık engellenemez. Zira üretim şartları her zaman aynı değildir. Toprağın işlenmesi iklim şartlarına bağlı olarak bazen kolay bazen daha zordur. Hayvanların bakımında da aynı durum sözkonusudur. Kaytarma burada da mümküdür. Dönüşümlü çalışmadan dolayı üretimin düşmesi de cabası… Malların dağıtımında “herkese ihtiyacına göre” ilkesi uygulandığında ise sorun, objektif bir kıstası bulunmayan “ihtiyaç” kavramının izafîliğindedir. Kiminin günlük bir ekmek, birkaç yumurta ve biraz süt ihtiyacı varken, diğerinin ihtiyacı bundan fazla, öbürününki bundan az olabilir. Emek eşit ama tüketimler eşit değil. Bu sömürü ve haksızlık değil mi? Diğerine göre, istidatlar farklı olduğu için emekler de farklı ama dağıtım her istidadın verimine göre değil “eşitlik ilkesine” göre. Bu sömürü ve haksızlık değil mi?..
Oysa gerçek bir toplum asla varsaydığımız gibi basit değildir. Farklı istidatlarda daha çok insan, hafif emek gerektireninden çok emek gerektirenine kadar birçok üretim sektörü ve dağıtılması gereken çok sayıda tüketim malı… Şüphesiz ki böyle gerçek bir toplumda hem üretim, hem tüketim aşamasında sömürü ve haksızlığın derecesi daha da artacaktır. Kapitalist toplumdaki çalışmadan yiyenlerin, hani o rantiyerlerin, faizcilerin ve ölçüsüz kârcıların yerini, öngörülen kollektif toplumda tembeller, kaytaranlar ve gözü açıklar alacaktır. Hayır, kollektivist toplumun fertleri toplum aleyhine davranmazlar, asla başkası çalışsın ben yiyeyim demezler, kaytarmazlar, ihtiyacını olduğundan fazla gösterme açgözlülüğünde bulunmazlar itirazına verilecek cevap basittir: Öngördüğünüz toplumun fertlerine güya bu derece güveniyorsunuz ama güvensizlik belgesi olarak üretim araçlarını fertlerden topluma geçiriyorsunuz. Eğer ferde güveniyorsanız onun mülkiyetine de güvenmelisiniz… Öngörülen toplumda fertlerin erdemli olduğunu varsaysak bile bu asıl haksızlığı gidermez. Farklı işlerin farklı emek istemesinden kaynaklanıyor bu haksızlık. Çünkü masa başında oturana da, alın teriyle toprağı yoğurana da aynı şeyi veriyor kollektivizm…
Mülkiyet kimindir? Ferdin mi, toplumun mu, toplum adına devletin mi? Yoksa bu zıtlıkların dengelendiği bir mülkiyet mi?..
Batılı mülkiyet teorilerini ve kimi uygulamalarını kısa ve öz olarak belirtmeye ve yine herbirini kısa ve öz olarak tenkit etmeye çalıştık. Amacımız hem zıtlarımızı tanıtmak ve aşağıda ele alacağımız İslam Hukuku’nun öngördüğü mülkiyet nizamıyla mukayese imkanı sağlamak, hem de zaaflarını gösterdiğimiz zıtlarımıza Büyük Doğu-İBDA’nın şu tavsiyesini hatırlatmaktır:
– “Buyurunuz; birbirinizde bulduğunuz karşılıklı sakatlıkların bir arada tasfiye edildiğini görmek ve herbiriniz ayrı ayrı nefslerinizde vehmettiğiniz değerlerin bir arada hakikatine kavuşmak isterseniz, isminizden ve cisminizden, ruhunuzdan ve hüviyetinizden zerre kalmayacak tarzda İslam’da fânî olun, eriyin, yokluğa karışın ve her şeyi bulun!”
Çünkü:
“İslam, nasıl en üstün hürriyet ifadesi içinde en sıkı disipline, hem hürriyet ve hem de disiplinin haklarından hiçbirini incitmeden malikse, ferdî mülkiyetle fert üstü içtimaî tasarruf hakkına da aynı kaynaştırıcı ahenkle sahiptir. Zaten İslâm, her bakımdan bütün zıt kutuplar arasındaki iyilikleri nefsinde toplayan, kötülükleri tasviye edici ulvî ve ilahî ahenk ve terkip demektir. Hangi dava, aksi dava karşısında hakkından bir şey kaybettiğini görür ve hangi aksi dava, davanın tahakkümü altında hakkından bir nokta çalındığını hissederse, ikisi birden gelsin ve kendilerini, artık ortada kendilerinden hiçbir hüviyet kalmayarak İslam’da tatmin etsin…/…/ Böylece hudutsuz ve murakabesiz fert mülkiyetinin, zıt sistemlerce son derece haklı olarak çerçevelenmiş bütün kötü ve zararlı istismar ve bozukluklarını dibinden tasfiye edilmiş görmek isteyen, İslâm’a buyursun!/Ve ferdi mülkiyet hakkından mahrum edici telakkilerin, yine aykırı rejimler tarafından gayet doğru olarak belirtilmiş bütün öldürücü tesirlerini temelinden önlenmiş görmek isteyen, yine İslâm’a buyursun! / Ayrıca iki cephenin de ne kadar iyi ve faydalı tarafı varsa, en erişilmez nisbet ve kıvam miyarı ve üstün hakikat ruhu içinde topyekûn ezelden zaptedilmiş olduğunu görmek isteyen, bilhassa İslâm’a buyursun!”
FAYDALANILAN ESERLER
1 – Necip Fazıl Kısakürek, İman ve İslâm Atlası, Büyük Doğu Yay., İstanbul 1985.
2 – Salih Mirzabeyoğlu, İktisat ve Ahlâk, İbda Yay., İstanbul 1987.
3 – Felicien Challaye, Mülkiyetin Tarihi, (Çev. Arif Kızgıntuğ), Düşünen Adam Yay., İstanbul 1994.
4 – P.J. Proudhon, Mülkiyet Nedir?, (Çev. Gülşen Üretürk), Ararat Yay., İstanbul 1969.
5 – Eflatun, Devlet, (Çev. Türkan Uzel), M. Eğ. Basımevi, Ankara 1942-1946.
6 – F. Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, (Çev. Kenan Somer), Sol Yay., Ankara 1977.
7 – K. Marx, F. Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, (Çev. Mihri Belli), Sol Yay., Ankara 1977.
8 – Karl Marx, Kapital, Sol Yay., Ankara 1977.
9 – A. Smith, Milletlerin Zenginliği, (Çev. Haldun Derin), M. Eğ. Basımevi, İstanbul 1948.
10 – Şahin Yenişehirlioğlu, Hegel Felsefesinde Birey, Toplum, Devlet İlişkileri, Birey ve Toplum Yay., Ankara 1985.
11 – Thomas More, Ütopya, (Çev. M. Urgan, U. Günyol), Gün Basımevi, İstanbul 1964.
12 – Tommaso Campanella, Güneş Ülkesi, (Çev. U. Günyol, H. Kazgan), Sosyal Yay., İstanbul 1985.
13 – Grotius, Savaş ve Barış Hukuku, (Çev. Seha Meroy), Ank. Ünv. Siyasal Bilg. Fak. Yay., Ankara 1967.
14 – Kropotkin, Anarşizm, (Çev. N. Sel), Habora Kitabevi, İstanbul 1967.
15 – Aristo, Politika, (Çev. Niyazi Berkes), Maarif Basımevi, İstanbul 1944.
16 – Jhering, Hukuk Uğrunda Savaş, (Çev. Rasim Yeğengil), Sinan Mat., İstanbul 1964.
17 – Ayşe Buğra, İktisatçılar ve İnsanlar, İletişim Yay., İstanbul 1995.
18 – Gülten Kazgan, İktisadi Düşünce, Remzi Kitabevi, İstanbul 1991.
19 – G. Bourgin, P. Rimbert, Sosyalizm, (Çev. Ahmet Angın), Kitapçılık Yay., İstanbul 1966.
20 – Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, İlmî Yay., 1981.
21 – İmam Ebû Yusuf, Kitabu’l-Haraç, (Çev. Ali Özek), Hisar Yay., İstanbul 1973.
22 – Ö. Lütfi Barkan, İslam – Türk Mülkiyet Hukuku, Huk. Fak. Mecmuası ayrı basım, İstanbul 1941.
23 – Ali Şafak, İslam Arazi Hukuku ve Tatbikatı, TÜRDAV Basım, İstanbul 1977.
24 – Ö. Nasuhi Bilmen, Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, Bilmen Yayınevi. İstanbul.
25 – Vehbi Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, Risale Yayıncılık.
26 – Ali Hikmet Berki, Mecelle, Hikmet Yay., İstanbul 1982.
27 – Adnan Güriz, Teorik Açıdan Mülkiyet Sorunu, Ank. Ünv. Huk. Fak. Yay., Ankara 1969.
28 – Adnan Güriz, Modern Mülkiyet Kavramı ve Toprak Reformu, (Seminer), Ankara 1968.
Kaynak: S.D., Akademya I. Dönem 4. Sayı, Ekim 1996. (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)