Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Spora Bakışı Çevresinde

TAKDİM

Bu makalenin esas gayesi, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun spora bakışını ortaya koymak ve kritik etmektir. Malûm olduğu üzere, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu İBDA fikriyatının kurucusudur. Yine malûm olduğu üzere, İBDA fikriyatı Üstad Necib Fazıl’ın örgüleştirdiği “Büyük Doğu ideali”ne nisbetle ortaya konmuş bir fikir sistemi veya hareketidir. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, Üstad Necib Fazıl’la kendisi arasındaki fikrî münasebeti, Sokrat ile Eflatun arasındaki fikrî beraberlik veya bütünlükten mülhem, “bir ayniyetin iki kanadı” şeklinde tavsif eder. İBDA fikriyatı veya hareket sistemini ise “yürüyen Büyük Doğu” olarak mühürler. Bu mevzuuda Salih Mirzabeyoğlu’nun “Necip Fazıl’la Başbaşa” isimli eseri çok özel bir yere sahibtir. Bu eser hakkında Üstad Necib Fazıl, “hakkımda yazılmış tek harika kitap”, demiştir.

“İBDA, yürüyen Büyük Doğu’dur.” Büyük Doğu ise, “İslâmiyetin emir subaylığı”dır. Bu makalenin diğer bir gayesi de, “İslâma Muhatab Anlayış davasını örgüleştiren Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi”nin muradına denk düşen bir çerçevede, yeni bir spor anlayışı veya ahlâkının gündeme gelmesi veya getirilmesidir.

Kendisini yeni zaman ve mekâna İslâmî bir dünya görüşü veya içtimaî sistem veya ahlâkî görüş olarak teklif eden Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi, bir yandan gelmiş geçmiş bütün içtimaî, iktisadî, siyasî ve hukukî sistemleri, meselâ kapitalizm, komünizm, sosyalizm, liberalizm, demokrasi vs., teorik ve pratik referansları üzerinden kritik ederken, diğer bir yandan da İslâm tasavvufu karşısında Batı tefekkürünü hesaba çekmektedir. Bu mevzuda Üstad Necib Fazıl’ın “Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu” [1] isimli eseri ile Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun dört ciltlik “Büyük Muztaribler” [2] isimli eseri, temel eserler olarak kabul edilebilir.

“Sünnet ve Cemaat Ehli” itikadı çerçevesinde İslâm ahlâk ve anlayışını kendisine şiar edinen Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi, kendisini yeni zaman ve mekâna İslâmî bir dünya görüşü olarak teklif ederken, aynı zamanda ve çok tabiî olarak, bünyesinde barındırdığı yeni bir spor ahlâkı veya anlayışını da beraberinde teklif etmektedir. Bu arada hemen şunu da söyleyelim ki, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi’nde mündemiç spor ahlâkı veya anlayışı ile “Eski Yunan kültürü, Roma nizamı ve Hıristiyan ahlâkı”na nisbetle teşekkül etmiş veya ettirilmiş Batı medeniyetinin tasarrufunda doğan, büyüyen ve gelişen ve hâlihazırda uygulanmakta olan modern spor ahlâkı veya anlayışı arasında uzaktan yakından hiç bir alâka yoktur. Evet; Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi, Hıristiyan-Yahudi Batı medeniyeti ve diğer kültür ve medeniyetler tarafından teklif edilen içtimaî sistemlerden hiçbirinin bir antitezi olmadığı gibi, bu ruh ve fikir sistemi’nde mündemiç spor ahlâkı veya anlayışı da modern spor ve diğer spor ahlâk ve anlayışlarından hiçbirinin antitezi değildir.

İslâmî tefekkür dünyasında, gerek Türkiye’de ve gerekse Osmanlı Devleti’nin bakiyesi üzerine kurulan halkı müslüman diğer devletlerde, meselâ Mısır, Suriye, Cezayir, Libya, Pakistan, Arabistan vs. gibi ülkelerde kendisini yeni zaman ve mekâna teklif eden hiçbir dünya görüşü veya içtimaî sistem izine rastlanmamıştır. Türkiye özelinde söylersek, yeni bir dünya görüşü veya içtimaî sistem teklif etmek şöyle dursun, bunun gerekliliğine dair seviyeli bir tartışma dahi yapıl(a)mamıştır. Ancak, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi kendisini 21. yüzyıl dünyasına “yeni dünya düzeni” olarak teklif ettikten sonra, yâni elzem problem çözüldükten sonra, “baba horoz taklidi” yapanlar çöplükte yerlerini aldılar ve bugün bu çöplük, “ikindi vaktinden sonra öten horoz”ların sayısından muztarib. Diğer taraftan, ne ilginçtir ki, bunca sözde fikir adamı, âlim ve akademisyen bolluğu içerisinde Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi hiç mi hiç kritik edilmeye değer görülmemiştir. İBDA Mimarı Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun şahsında “son ve som bütün fikir”, dün olduğu gibi bugün de “ademe mahkûm” edilmek istenmektedir. İslâm davası, dolayısıyla da topyekûn insanlık uğruna kendi hayatını feda etmekten hiç çekinmeyen ve “dik duruş”unu her daim muhafaza ederek azimetten ayrılmayan bir Mütefekkir için bundan daha büyük bir işkence olabilir mi? Kendisine elektromanyetik dalgalar vasıtasıyla tatbik edilen Telegram işkencesi de cabası! Ne hazindir ki, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, kendisine tatbik edilen işkencenin mahiyeti ile ilgili olarak “Telegram” [3] isimli bir eser yazmak zorunda kalmıştır. Haftalık Baran Dergisi’nde tefrika edilen “Ölüm Odası B-Yedi” isimli eser hâlihazırda yapılan Telegram işkencesine şahidlik etmektedir.

Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin siyasî yapılanmasının adı Başyücelik Devleti olarak ilan edilmiştir. Bu mevzuda Üstad Necib Fazıl’ın “İdeolocya Örgüsü” [4] isimli eseri ile Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Başyücelik Devleti” [5] isimli eseri temel eserler olarak kabul edilebilir. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Başyücelik Devleti” isimli eseri 2010 yılında İBDA Yayınları tarafından İngilizce’ye tercüme edilmiştir. Arabça tercümesi ise 2013 yılında çıkmıştır. Diğer taraftan, Üstad Necib Fazıl’ın “İdeolocya Örgüsü” isimli eserinin ilk önce Oxford Üniversitesi tarafından İngilizce’ye, daha sonra da İsrail istihbaratı tarafından İbranice’ye tercüme edildiği rivayet edilir. Ancak, kat’i bir bilgidir ki, 1980’li yıllarda Afgan Mücahitleri tarafından ziyaret edilen ve kendisinden yardım istenen Üstad Necib Fazıl, Afganlı Mücahitlere yardım olarak, “İdeolocya Örgüsü” isimli eserini kendi dillerine tercüme etmelerini salık vermiştir. O günkü teklif bugün keramet çapında tecelli etmiştir, denebilir. Ortadoğu’daki kaotik ortam buna en büyük delildir.

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun spora bakışı, hiç şübhesiz ki Başyücelik Devleti’nde sporun nasılı ve niçinine dair sağlam ve temel bilgiler ihtiva etmektedir. Bu bakış, aynı zamanda, “yeni dünya düzeni”nde sporun nasıl ve niçinine dair temel referans olma keyfiyetini haizdir.

Bu makalede ilk olarak sporun derinliğine ve genişliğine doğru ne olup ne olmadığı üzerinde durulmuştur. Daha sonra, hâlihazırda kendisine tatbik imkânı bulan modern spor ahlâkı veya anlayışına dair tesbit, teşhis ve tahlillerde bulunulmuştur. Son olarak da, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun spora bakışını açık eden sözlere ve açıklamalara yer verilmiştir.

SPOR KELİMESİ ÇEVRESİNDE

18.yüzyıl Alman beden eğitimcilerinden GutsMuths, spor kelimesinin kökeni henüz tam olarak bilinmemektedir, der. Yine bir Alman eğitimci olan Robert Hessen, spor kelimesinin Gotik İncil çevirisinde geçen çok eski bir Almanca kelime olduğunu ve bugün de aynı anlamı taşıdığını iddia eder. Fakat Hessen, sözkonusu kelimenin ne olduğu hakkında net bir bilgi vermez. Hessen der ki, açık havaya duyulan özlem, bedenî yetkinlik için gösterilen çaba, Anglo-Norman ırkının haz duyduğu en derin Germen içgüdüleridir. [6]

Bugün spor (sport), bütün dünya dillerinde İngilizce bir kelime olarak yer etmiştir. Fakat spor, Üstad Necib Fazıl’ın da ifadesiyle, “Fransızların eski desport tabirinden dönmedir.” [7] Meşhur dil bilimci Walter Porzig’in “Ortaçağ Avrupa dillerinde Latince’den, Almanca’da ve İngilizce’de ise Fransızca’dan alınma pek çok kelime vardır” [8] tesbiti, Üstad Necib Fazıl’ın bu sözünü tahkim eder bir niteliktedir.

Evet; sport, eski Fransızca desport tabirinden dönme bir kelimedir. Ancak, bazı araştırmacılara göre sport kelimesi ne İngilizce ne de eski Fransızca kökenlidir. Meselâ Alman sosyolog Dieter Voigt’a göre sport kelimesinin kökeni Latince’dir. Voigt, sport kelimesinin aslı olan eski Fransızca desport kelimesi Latince’de eğlenmek, hoşça vakit geçirmek, geçinmek ve oyalanmak mânâlarına gelen desportare ve isportus kelimelerinden tevarüs etmiştir, der [9]. Gazi Muhammed de sport kelimesinin aslının Latince olduğunu söyler. Fakat Gazi, bu mevzuda biraz daha farklı düşünmektedir. Gazi’ye göre modern İngilizce’deki sport kelimesi, eski İngilizce’de eğlenceli vakit geçirme faaliyeti mânâsında olan Latince desporto kelimesinden doğmuştur. [10]

“Spor Sosyolojisi” isimli eserinde desport kelimesi ile sport kelimesinin farklı anlamlar taşıdığına işaret eden Voigt, sözlerine şu şekilde devam eder: 11. yüzyılda Fransızca’dan İngilizce’ye ödünç olarak geçen desport, lûgatte eğlendirme, oyalama ve gevşeme mânâsında kullanılmıştır. İngilizce’de sport ise, lügatte zaman öldürme, eğlenme, oyalanma ve hobi mânâsında kullanılmıştır. [11]

Cemal Alpman’a göre sport kelimesi, Latince’de “dağıtmak” ve “birbirinden ayırmak” mânâsında dis-portare ve de-portare kelimelerinden doğmuştur. Eski İngilizce’de disport yahut desport şeklinde kullanılan sport kelimesi ise eski Fransızca’da, “eğlenmek” ve “zevklenmek” mânâsında Se desporter ve Se deporter şeklinde kullanılmıştır. [12]

Ortega Y Gasset, İngilizce sport kelimesinin eski Fransızca desport kelimesinden değil, Latince port kelimesinden doğduğunu iddia eder. Ancak Gasset, lûgatte “deniz limanı” mânâsında olan port kelimesi ile sport kelimesi arasında doğrudan hiçbir alâka yoktur, der. [13]

“Spor Felsefesi” isimli eserinde Atilla Erdemli, spor ve sporcu kelimelerinin ilk kez 14. yüzyılda İngiltere’de kullanıldığını, o zamana kadar spor ve sporcu kavramlarının olmadığını söyledikten sonra, spora taalluk eden tüm faaliyetlerin tek tek kendi isimleriyle anıldığını söyler ve ekler: Batı’da ilkin spor yerine ağırlıklı olarak atletizm, sporcu yerine ise atlet kelimeleri kullanılmıştır. Bilindiği üzere, atlet kelimesi Eski Yunanca bir kelime olup, Eski Yunanca’da “yarışma” anlamında kullanılan atlos ve “yarışmanın ödülü” anlamına gelen atlon kelimelerinden doğmuştur. Atlos’un sıfatı olan atlios ise, “güçlükler içinde mücadele eden, acı çeken, canı pahasına, kendini feda edercesine yarışan ve yarışma sonunda bitkin düşen” mânâsınadır. [14]

Cumhuriyetin ilk döneminde çıkan “Top” isimli bir dergide (4-11 Mart, 1936; 18-25 Mart ve 1 Nisan, 1936), Cevat Abbas Gürer adında bir “Kamalist”, insanlığın belki en büyük safsatası olan Güneş-Dil Teorisine dayanarak Türklerin doğuştan sporcu olduklarını, pek çok sporu ilk kez Türklerin tecrübe ettiğini, daha da önemlisi, spor kelimesinin mucidinin Türkler olduğunu iddia eder. İlk dil ve ilk medeniyetin Türkler tarafından kurulduğu safsatasına dayanan Güneş-Dil Teorisine göre, sadece spor ve sportmen kelimeleri değil, Eski Yunanca oldukları sabit olan atlet ve atletizm kelimeleri de Öz Türkçe’dir. [15]

Eski Yunanca’da spor şeklinde yazılan bir kelime kullanılmıştır. Bu kelimenin gerek eski Fransızca’da ve gerekse İngilizce’de kulanılan sport kelimesi ile hiçbir alâkası yoktur. Çünkü Eski Yunanca’da bu kelime, “nebatat âleminin karakteristik dağılma ve çoğalma organı”nı ifade eden bir mânâda kullanılmıştır. Ancak yine Eski Yunanca’da gymnosperm diye başka bir kelime daha kullanılmıştır. Bu kelime, “taneleri koruyucu zarfı bulunmayan bitki” mânâsınadır. Buna yer vermemizin sebebine gelince; modern spor literatüründe başlıca kavramlardan biri gymnastik’tir. Bu kelimenin kökü, Eski Yunanca “çıplak” mânâsına gelen gymnos’tur. Ne ilginçtir ki, Eski Yunan kültüründe tüm sportif faaliyetler (jimnastik, atletizm vs.) anadan uryan, yâni çıplak olarak yapılıyordu. Gerçi erkeklerin yarışlara çıplak katılmaları, Yunan kültürüne has “eski” bir olgu değildir. Eflatun’a göre bu çıplaklık Girit kökenlidir. Thukydides’e göre Lakedaimonlulardan, yâni her iki durumda da Dor boylarından kaynaklanmaktadır. Eski Yunan’da “Dorlar gibi davranmak” deyimi, “açılıp saçılmak” anlamındadır. [16]

“Kanunlar” isimli eserinde Eflatun, gymnos kelimesini daha ziyade “dans”, “binicilik” ve “savunma talimleri”ni ifade eden bir mânâda kullanmıştır. Ortaçağ Avrupası bilginlerinden Galen ise, gymnasium kelimesini “tarla sürmek”, “ekin biçmek”, “odun yarmak”, “yük taşımak” mânâsına gelen kültür kelimesiyle örtüşen bir mânâda kullanmıştır. [17] 16. yüzyıl Fransız hümanistlerinden Rabelais, spor kelimesini “top oyunları” hakkında kullanmıştır. 17. yüzyıl kıt’a Avrupası’nda, özellikle de Fransa’da spor, daha ziyade “avcılık” faaliyeti ile ilgili bir kavram olarak kullanılmıştır; özellikle de “şahinle yapılan avlar” için. [18]

Walter Porzig, Latince sperno ile İzlandaca spern kelimeleri “ayakla vurmak” mânâsınadır, der. [19] İngilizce bir kelime olan football kelimesi de “ayakla vurmak” mânâsınadır ve bu kelime, bugünkü futbol oyununu ifade etmektedir. Ortaçağ kıt’a Avrupası’nda, özellikle de Fransa’da halk tarafından sıkça oynanan ve “ruh” mânâsına da gelen soul adında bir oyun oynanıyordu ki; bu oyun, modern sporda takım oyunlarının, meselâ futbol, voleybol, hentbol, basketbol vs. gibi sportif oyunların atası olarak bilinir. Ortaçağ’da halk tarafından sıkça oynanan soul’un, bedeni olabildiğince horlayan ve ruhu yine olabildiğince yücelten Katolik kilisesine karşı bir tepki olarak ortaya çıktığı söylenebilir mi? Dönemin “enkizisyon kültür ocağı” olarak bilinen Katolik kilisesi tarafından soul’un yasak edilmiş olması, böyle bir soru sormamızı zorunlu kıldı.

Ruhun isimlerinden biri de, “sözün öne alınmış hâli” mânâsına kelme-i ehem’dir. Oynayan İnsan (Homo Ludens) isimli eserinde Johan Huizinga, “her şeyden önce oyun vardı” [20], der. Hiç şübhesiz ki bu söz, İsa Âleyhisselâm’a atfedilen, “her şeyden önce kelâm vardı” sözünden mülhem söylenmiştir.

İBDA Mimarı Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, İsa Âleyhisselâm’a atfedilen yukarıdaki söz üzere, “her şeyden sonra da kelâm var”, der. Bu söz, sözün bâki ve ruhun ölümsüz oluşuna ne de güzel bir misâl!

– “Mutlak Ölçü” ile de sabit olduğu üzere, (meâlen:) “Dünya hayatı, bir oyun ve oyalanmadan ibarettir.” (En’am, 32). İnsanoğlu, doğumundan ölümüne kadar geçen sürede muhakkak ki kendi kaderini oynamaktadır. Değil mi ki; “Dünya bir tiyatrodur, kimine reisicumhur rolü düşmüştür, kimine çöpçü; ve rolünü en iyi yapan alkışlanır.” [21]

Huizinga’nın “her şeyden önce oyun vardı”, sözünden hareketle ne/neler söylenebilir?

Farsça lûgattan… Gûy: Acemlere mahsus bir cins top oyunu. Söyleyen, konuşan, söyleyici. Kelâm ve söz.

İngilizce lûgattan… Spar: Kask giyilerek, dostça veya antrenman amacıyla yapılan boks karşılaşması.

Yine Farsça lûgattan… Sipar: Veren, feda eden.

Fedaî: Davası ve gayesi uğruna her şeyini, canını ve malını veren, feda eden kişi.

Siper: Koruyan ve arkasına saklanacak şey…

Bütün bunlardan bir çıkarsama yapacak olursak; o da şu:

Spar, sipar ve siper ile spor arasında anlamlı bir ilişkiden söz etmek mümkündür. Aynı şekilde, “ruh” mânâsında soul ve spirit ile de spor arasında anlamlı bir ilişkiden söz etmek mümkün gözükmektedir. Çok ilginçtir ki, tâ Eski Yunan’dan günümüze kadar geçen süreçte, spor/atletizm literatüründe kısa mesafe koşucuları hakkında sprinter tabiri kullanılmaktadır. Aynı zamanda, ruh ve hava/rüzgâr arasındaki mânâ akrabalığından mülhem, yüksek performans gösteren sprinterler hakkında “rüzgârın oğlu” tabiri de kullanılmaktadır. Mevzuu “İslâma Muhatab Anlayış davasını örgüleştiren” malûm “dünya görüşü” istikametinde anlamlı bir neticeye bağlayacak olursak; o da şu:

Allah Resûlü, müminlere nefslerinden üstündür. Bu, “Mutlak Ölçü” ile de sabittir. Hâl böyle olunca, müminlere, mallarını Allah Resûlüne feda ve canlarını O’nun yolunda gözden çıkarmak vacib olur. Bu mevzuda Üstad Necib Fazıl aynen şöyle der: “Eğer bir zalim ve nasipsiz Allah’ın Resûlü’ne kasdedecek olsa, şahid olan müminin hemen canını O’na siper etmesi vacibtir. Nitekim Uhud Cenginde Hazret-i Talha, O’na vücudunu siper edip bütün darbelere karşı kendi göğsünü hedef tutmuştu.” [22]

Ruhun bineği olarak tavsif edilen beden, ruha perde olmanın yanı sıra, aynı zamanda ruha siper olma keyfiyetini de haizdir. Üstad Necib Fazıl’ın, bedenî bir faaliyet olan sporu “hakim ruhun uygun bedenine yardımcı” [23] bir unsur olarak görmesi ve bunun paralelinde, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun, sporu “vücudu ruhun emri gayesi bilmek şartı altında güzel” [24] şeklinde mühürlemesi çok mânidardır.

SPOR ÇEVRESİNDE

“Oyun, oyalanma, eğlenme, dinlenme, efkâr dağıtma ve her zamanki işten uzak durma” mânâsında olan spor, daha evvel de söylendiği üzere, İngilizcenin yardımıyla bütün dünyaya tanıtılmış olmasına rağmen, köken itibariyle Latincedir. Latincede desportare kelimesi eski Fransızcaya desport, oradan da İngilizceye sport olarak geçmiştir. Türkçeye de İngilizce bir kelime olarak geçen spor, lûgatta tek başına, toplu veya takım hâlinde icrâ edilen, kendisine has ve hususî kural ve kaideleri, teknikleri olan, bedenî ve zihnî kabiliyetlerin tekâmülünü sağlayan eğitici, eğlendirici uğraşı mânâsınadır. Diğer bir veçhesiyle de, vücudun gücünü arttırmak için yapılan çalışma; beden eğitimi, idman, jimnastik mânâsında. [25]

Gerek ansiklopedik kaynaklarda geçen spor tarifleri ve gerekse çeşitli ilim erbabının spora bakışı üzerinde burada uzun uzadıya durmaya gerek yok. Ancak, bütün bunları özetleyecek şekilde spora bir târif getirecek olursak, o da şudur:

Spor, maddî hareket tâlimleri vasıtasıyla terbiye edilen veya disiplin altına alınan vücudun belirli bir hedefe doğru belirli esas, usûl ve kurallar çerçevesi içerisinde ve belirli bir zaman ve mekânda, belirli bir duygu ve düşüncenin emrine âmâde kılınması eylemidir, faaliyetidir. Bunun ilmidir de diyebiliriz buna. Tecrübî ilim!

Yukarıdaki tarifin açılımına dâir birkaç bir şey söylemek gerekirse, o da şu: Her şeyden evvel, insanoğlu kendi vücuduna yine kendi vücudu ile hükmeder. “Varoluşunun hakikatini yakalamak” üzere dünyaya gelmiş her insan, doğuştan getirdiği potansiyel hareket kabiliyetlerinin maddî hareket tâlimleri vasıtasıyla kendi vücuduna yine kendi bedeni vasıtasıyla hükmeder, bedenini terbiye eder veya disiplin altına alır.

Bir ilim dalı olarak spor, diğer ilim dallarında olduğu gibi, belirli bir “iç mantığa” sahibtir. Sporda hedefin ne olduğu veya ne olması gerektiği düşüncesi, “niçin spor yapılır?” sorusu ile doğru orantılıdır. İlme veya akla taalluk eden veçhesiyle “niçin spor yapılır?” sorusuna verilecek cevab, daha ziyade, oyun oynamak, oyalanmak, eğlenmek, zevk almak, vakit geçirmek, stres atmak, meşgul olmak, efkâr dağıtmak, her zamanki işten uzak durmak ve maddî sıhhat kazanmak vs. şeklindedir. Bütün bunlar, sporun “iç mantığı”na taalluk eden veçhesiyle sporda hedefin ne olduğu veya ne olması gerektiğini ifade eden bir mânâdadır. Peki; belirli bir ruh ve fikir sistemi veya dünya görüşüne taalluk eden veçhesiyle “niçin spor yapılır?” sorusuna nasıl bir cevab vermek uygun düşer? Aslında bu çalışmanın muhtevası aynı zamanda böyle bir soruya cevab aramak ve bulmak gayesi taşımaktadır.

Spor, son tahlilde, bir tür oyundur. Her oyun belirli esas, usûl ve kurallar çerçevesinde oynanır. Bir tür oyun olan spor da belirli esas, usûl ve kurallar çerçevesinde uygulanır. Sporu herhangi bir oyundan ayıran en büyük özellik, her spor branşının kendine has ve hususî bir zaman ve mekânda yapılıyor olmasıdır. Meselâ yüzme suda, güreş çayırda veya salonda, futbol sahada veya stadyumda, basketbol salonda, koşu pistte veya kırda, boks ise ringde yapılır. Diğer taraftan spor, hayatın bütününe hitab eden bir faaliyet alanı değildir. O sadece hayatın belirli bir zaman dilimine, daha doğrusu hayatın boşluklarına hitab eden içtimaî ve kültürel bir faaliyettir.

Spor, kullanana göre hizmet eden bir âlettir. Sporu kullanan kimdir ve onu nasıl ve niçin kullanmaktadır? Böyle bir soruya cevab hâlinde kabaca Ahmed’tir veya Mehmed’tir denemeyeceğine göre, öyleyse; Ahmed’in veya Mehmed’in muhatab olduğu “duygu ve düşünce sistemi” nedir?, sorusuna uygun bir cevab vermek gerekir.

Spor, zâtî keyfiyeti itibariyle “mevzuuyla kayıtlı mahallî idrak” cümlesinden olarak, “insanî verim şûbelerinden bir şûbe”dir. Yâni spor, kendine has ve hususî esas, usûl ve kuralları olan bir ilimdir. Tecrübî ilim. Diğer taraftan spor, “her an değişen ve gelişen eşya ve hadiseler” çerçevesi içerisinde “kendini insana empoze eden”, daha doğrusu ferde, dolayısıyla da “fertlerin demetinden müteşekkil” topluma empoze eden bir keyfiyeti haizdir. Bu özelliğinden dolayıdır ki spor, düşünce tarihinde pek çok düşünce sistemi tarafından dikkate değer bulunmuş ve onlara mevzu olmuştur. Meselâ süreç felsefesinin en önemli ismi olan Henri Bergson, muhatabına “güven duygusu” aşıladığından ötürü sporu çok mühimser.

Spor, kullanana göre hizmet eden bir alettir, dedik. Sporu kim neye göre, nasıl ve niçin kullanmaktadır; işte bütün mesele! Sporun neye göre, nasıl ve niçin kullanıldığı veya kullanılacağı meselesi iyi, doğru ve güzel istikametinde şekillendirilmezse eğer, yâni sahici bir ruh ve fikrin emrine amade kılınmazsa, onun müsbet mânâda kullanılmasından da bahsedilemez.

“Mutlak Ölçü” ile de sabit olduğu üzere, “Her şey Allah’tandır”. “Varoluşunun hakikatini yakalamak” ve “kendisine biçilen süreyi tamamlamak” için mücadele eden insanoğlu, aslında, “şuuraltı” gerçekliğinde “ilâhîleşme” iştiyakı duyan bir “varlık” olarak hayat sürer. Sporu belirli bir dünya görüşüne nisbetle kullanmak çabası, hiç şübhesiz ki, sporda ustalaşmayı da beraberinde getirecektir. Sporda ustalaşmak veya sporun gaye noktasına doğru hareket çabası, “ilahîleşme” iştiyakını tetikleyici bir unsur olarak algılanabilir.

 SPOR ANTROPOLOJİSİ ÇEVRESİNDE

Kurthan Fişek, “spor olgusunun nasıl tanımlandığını öğrenmek için sözlük açanlar, bunun desport ve disport kelimelerinin kısaltması olduğunu, oyun, oyalanma ve işten uzaklaşma mânâsına geldiğini bilirler”, der. [26]

Sporun spor olabilmesi için beslenme, giyinme, barınma, savunma ve saldırıya dönük bedenî faaliyetlerin nitelik değiştirmeleri, bir başka ifadeyle, insanın tek ve hayatî çabasının “kendini korumak” olmaktan çıkması gerekir, diyen Kurthan Fişek, sporun doğuşunu çiftçilik veya tarımla irtibatlı olarak üç ön şarta bağlar. Bunlar;

  1. Boş zaman, daha doğrusu her zamanki işten arta kalan bir zamana sahib olmak,
  2. Üretim fazlalığına sahib olmak ve,
  3. İşveren sahibi olmak şeklindedir.

Evet, spor yapabilmek için, her şeyden önce belirli bir “boş zaman”a, daha doğrusu “her zamanki işten arta kalan zaman”a ihtiyaç vardır. Bilindiği üzere, “boş zaman” tabiri daha ziyade, “iş ve üretim” ile ilgili bir kavramdır. İçtimaî hayatta belirli bir “boş zaman”ın olması toplum genelinde belirli bir “üretim fazlalığı”nın olmasını gerektirir. “Üretim fazlalığı”, daha doğrusu “az emek çok üretim” çok “boş zaman”a sahib olmak mânâsına gelir. Diğer taraftan, genel bir sosyo-kültürel bilgi hâlinde söylersek, hayvancılıktan tarıma, tarımdan sanayiye, sanayiden teknolojiye ve oradan da hızlı haberleşme veya bilgisayar teknolojisine doğru gelişen süreçte daha çok “boş zaman” ortaya çıkmıştır. Bunun neticesinde de oyun, eğlence ve spor, sosyal hayatta daha çok iltifata mazhar olmuş ve bütün toplum katmanlarına hızlı bir şekilde yaygınlaşmıştır.

Hiç şübhesiz, insan topluluklarını millet yapan kültür unsurlarından biri de spordur. İçtimaî hayat içerisinde belirli bir anlayışla veya belirli bir dünya görüşüne nisbetle uygulanması gereken spor, bir yönüyle ferdî, diğer bir yönüyle de sosyal bir hadisedir. [27]

Sosyal hayatta yerini, değerini ve izahını bulan spor, yukarıda da belirtildiği üzere, derinliğine doğru ferdî, genişliğine doğru ise sosyal bir hadisedir. Eşya ve hadiseler yumağının sarmal bir unsuru olarak tezahür eden sosyal hayat, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun ifadesiyle, “insanın varlık bütünü”nde bulunan genişliğine doğru bir yönü belirtir: «Sosyal hayat, “insan”ı aşan veya kuşatıp çerçeveleyen birşey değil, bilâkis “insan keyfiyeti” sosyal hayatı kuşatır ve bu hayatta “fert-toplum” münasebeti hâlinde tezahür eder. Kısacası; toplum, fertlerin demetinden ibarettir, kendisine katılanların “şahsiyetlerini kazandırıcı vasat”tır ve onun hamleleriyle yeni mayalara namzettir.» [28] Bu çerçeveden bakıldığında, kültürel bir faaliyet olan sporun “şahsiyet kazandırıcı” bir “vasat”ta olduğu çok açıktır.

İnsaniyetin hiçbir devri idmansız geçmiş değildir. En ibtidaî kavimler bile vücudlarını işletmesini bilmişlerdir. İdman beşeriyetle beraber doğmuş ve zamanla ilerlemiştir. [29] Ruh ve bedenden müteşekkil insanoğlunun kendi vücudunu belli maksatlar için eğitmesi çabası veya düşüncesi, insanlığın dünya üzerindeki varlığı kadar eskidir. Canlılığın tek belirtisi olan hareket, aynı zamanda idman veya beden eğitiminin de başlıca vasıtasıdır. Bunun için bir bakıma hareketin tarihi demek olan beden eğitimi (veya spor) tarihini, insan hayatıyla bu ilişkisinden ötürü, daha ilk insanlardan başlayarak incelemek gerekir. [30]

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, “toplum, ilk doğru ve ilk insandan doğmuştur“ der. İslâm itikadına göre ilk insan ve ilk Peygamber, Hazret-i Âdem Âleyhisselâm’dır. Kültür Bakanlığı tarafından yayımlanan “Osmanlı Devleti’nde Spor” isimli eserinde Atıf Kahraman, Taberî Tarihi’nden (Abdurrrahman Taberî) şöyle bir bilgi nakleder: “İlk önce yay ile ok atan kişi Âdem Âleyhisselâm’dır.” [31]

Yukarıdaki bilgiden hareketle denebilir ki, spor antropolojisine dair derinliğine ve genişliğine doğru bir araştırma ancak ve ancak Peygamberler Tarihine nisbetle yapılabilir. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun dediği veçhile, “Peygamberler olmasa, medeniyet olmazdı.” [32] Bu çerçeveden olarak:

– «Yüce Allah, önce insanlara kendi içlerinden zaman zaman Peygamberler göndermiştir. İnsanların bir kısmı bu mukaddes Peygamberlere uymuşlar ve böylece hem dünya, hem de ahiret görevlerini yapmışlardır. Düzenli medeniyetler kurmuş ve faziletlere ermişlerdir. Diğer bir kısmı da, bu mübarek Peygamberlere karşı çıkıp onlara aykırı harekette bulunmuşlardır. Bu tutumları ile gerçek insanlık vasfından yoksun kalmış ve küfrü imana, rezileti fazilete tercih etmişlerdir. Bu yüzden de sonunda felaketlere düşüp sönüp gitmişlerdir… Peygamberler tarihinin kaynaklarına gelince: Bunların başlıcası Kur’ân ve Hadîs kitaplarıdır. Bunlar iki kutsî ve mutlak kaynaktır. En doğru bilgi, bu iki gerçek kaynaktan alınır. Şu da bir gerçektir ki, bir kısım Peygamberlere âit Tevrat’da, İncil’de ve diğer önceki din kitaplarında olan bazı bilgiler değişikliğe uğramış olduğundan bunlara asla güvenilmez… Tarih kitaplarına gelince, bunların verdikleri bilgilerin çoğu da birer belgeye dayanmadığından olduğu gibi kabul edilemez. Zaten Allah Resûlü’nün zamanından önceki çağlara “ilk çağlar” denir ki, bu çağlara âit bilgiler pek noksandır. Bunun içindir ki, bir çok Peygamberlerin hayatı bizce bilinmemektedir… Büyük Peygamberler arasında bütün hayatı bütün yönleriyle bilinen Peygamber bizim Peygamberimizdir. Öyle ya, Allah Resûlü’nün bütün hayatı olanca ayrıntılarına kadar bütün yönleriyle kaydedilmiştir. Bu özellik ve şeref, dünyada başka hiç kimseye nasip olmamıştır.» [33]

İnsanlık tarihinde Peygamberlerin hayatlarını anlatan kitablara “siyer” denir. Peygamberlerin yüksek hayatlarına âit bilgiler, hiç şübhesiz ki genel tarihin pek kıymetli bir bölümünü oluşturur.

Bütün Peygamberlerin Peygamberlik görevlerinden başka, meşgul oldukları bir de dünyalık iş veya meslekleri vardı. Meselâ Allah Resûlü çoban, İdris Âleyhisselâm terzi, Nuh Âleyhisselâm marangoz, Yusuf Âleyhisselâm ise maliyeci idi. İlk insan ve ilk Peygamber olan Âdem Âleyhisselâm ise, çiftçi idi. Bu çerçevede;

“Çiftçilik ve hayvancılık yaparak tabiatla eylemli işbirliğine giren ilk insan topluluklarının yaklaşık 10-12 bin yıl önce Mezopotamya çanağında belirdiğini, varlık ve yaşı tespit edilebilen en eski tarımcı yerleşme merkezinin de iki bin yıllık Ürdün (Jericho) Vaha Köyü olduğunu biliyoruz”, diyen Kurthan Fişek sözlerine şu şekil devam eder: “Var olmaya dönük bedenî eylem ve uğraşların giderek “sportif” bir görünüm alması biraz gecikmeyle, aynı yörede başlamıştır.” [34]

Fişek’in yukarıdaki sözünü tashih etmek gerekirse, -ki, gerekir!- “Tarihlerin dediği gibi Hazret-i Âdem’in zuhuru üzerinden 6-7 bin sene geçmiş değildir.” Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’ndan öğrendiğimize göre, Muhiddin-i Arâbî Hazretlerinin keşfine, tahkikine ve tetkikine göre, “Mahlûkatın en kâmil ve en şereflisi olan insanların babası Hazret-i Âdem’in hilkati üzerinden de 313.000 yıl kadar bir zaman geçmiştir.” [35]

İslâm kaynaklarına göre Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havva bin yıl kadar bir süre cennette kaldılar. Ne zaman ki Allah’ın onlara yasak ettiği meyveden yediler, Allah da onları cennet elbiselerinden soyundurarak uryan bir şekilde cennetten dünyaya indirmiştir. Hazret-i Âdem Hindistan’da yüksek bir dağ üzerine inmiştir. Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva, iki yüzyıl aradan sonra Arafat dağı üzerinde buluşmaları müyesser olmuştur. Kimi âlimlere göre, Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva, Mekke civarında “Müzdelife” denilen yerde buluşmuşlardır. [36]

Denebilir ki, tarım ve hayvancılık ilk insan ve ilk Peygamber Hazret-i Âdem Âleyhisselâm’ın cennetten dünyaya sürgün edilmesi ile birlikte başlamıştır. Bir rivayete göre Hazret-i Âdem’in çocuklarından Habil, çoban, Kaabil ise, çiftçi olarak hayat sürmüşlerdir. Habil’in katlinden sonra Kaabil, ateşe tapan bir putperest olarak hayat sürmüştür, ayrı mesele! Ateşin ne zaman icat edildiğini araştıran ilim adamları için önemli bir ipucu olsa gerek ateşperest Kaabil!

– “Eski çağların vücud hareketleri kişinin varlığı için ve insan tabiatının güdüleriyle yapıldıklarından tabiî hareketler; insanın hayat ve geçim tarz ve kaygısına bağlı olarak birbirleriyle, hayvanlarla ve tabiatla (tarım veya çiftçilik) uğraşması, avlanması gibi faaliyetler çerçevesinde kalmıştır.” [37]

İlk spor faaliyetlerinin okçuluk ve avcılık olduğu üzerinde bütün spor tarihçileri hemfikirdir. Daha evvel de söylendiği üzere, ilk önce yay ile ok atan insan, Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’dır. “Abdurrahman Taberî demiştir ki, ilk önce yay ile ok atan Âdem Aleyhiselâm’dır. O yay Arabî yayı idi. Âdem Aleyhisselâm ekin ekmeye başlayınca kargalar yedi. Bunun üzerine Âdem Aleyhisselâm Allah’a şikayet etti ve hemen Cebrail Aleyhisselâm bir yay ve bir kiriş ile iki ok alıp geldi. Âdem Aleyhisselâm Cebrail Âleyhisselâma bu nedir? diye sordu. Cebrail Aleyhisselâm yayı, kirişi ve oku verip bu Allah Tealâ’nın kuvvetidir, dedi ve ok atmayı öğretti. Ve adı (Nus’ab) dedi. Ve bir rivayette (Nuşşeab) dedi. (Ab) Süryani dilince o karganın adı (ebbe) okun adıdır. Mânâsı bu ok ile kargayı kov demek olur. Sonraları ona Arab dilince (Nüşşab) adı verildi.” [38]

Ok, yay ve kirişin Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’a Cebrail Aleyhisselâm vasıtasıyla cennetten gönderilmiş olmasından hareketle, okçuluk ve avcılık gibi sportif faaliyetlerin, daha doğrusu sporun kaynağının “ilahî” olduğuna hükmetmek sanırız yanlış olmaz. Fikirde üstün performans gösteren Eski Yunanlıların spora olan aşırı teveccühlerine bir de bu zaviyeden bakmak gerekir.

MODERN SPOR AHLÂKI VEYA ANLAYIŞI ÇEVRESİNDE

19.yüzyılın son çeyreğinden günümüze kadar geçen süreçte topyekûn dünyada spor, modern spor ahlâkı veya anlayışına göre organize edilmektedir. Hâlihazırda modern sporlar, ahlâk veya anlayış bakımından bütün dünyada tek ve rakibsiz olarak varlık göstermektedir.

Modern sporların ruhî ve fikrî temellendirilmesi Hıristiyan-Yahudi Batı medeniyetinin fikir ve yaşayışına göre oluşturulmuştur. Hıristiyan-Yahudi Batı medeniyeti, daha evvel de söylendiği üzere, “Eski Yunan Kültürü, Roma nizâmı ve Hıristiyan Ahlâkı”ndan müteşekkil bir medeniyettir. Son tahlilde modern sporlar, dolayısıyla da topyekûn dünyada tatbik edilen spor ahlâk veya anlayışı işte bu Hıristiyan-Yahudi Batı medeniyetinin kültür ve yaşayışına göre şekillendirilmiştir. Yönetim, teşkilat, mevzuat, politika, organizasyon, tesisler vs.

Modern Sporların ahlâk veya anlayışının temel ilkeleri, Uluslararası Olimpiyat Komitesinin (UOK) kuruluş metninde yer alan ilkelerden ibarettir. Bu ilkeler, spor tarihi kitablarında Olimpik Antlaşma olarak yer almıştır. Batı medeniyetinin fikir ve yaşayışına göre şekillenen Olimpik Antlaşma, bütün dünya devletleri tarafından “uluslararası sistemin dışında kalmamak” düşüncesiyle peşinen kabul edilmiştir.

Merkezi İsviçre’nin Lozan şehrinde olan UOK, 23 Haziran 1894 yılında Paris’te kurulmuştur. UOK, dünyanın en büyük ticarî şirketleri arasında yer almaktadır. Hesabları kontrol edilemez bir noktada olan UOK, dünyanın en büyük ticarî şirketlerinden biri olmakla birlikte, yine dünyanın en zengin ve en karanlık örgütlerinden birisidir. UOK başkanları, bütün dünya devletleri tarafından bir devlet başkanı gibi karşılanmaktadır. Uluslararası ilişkilerde UOK, “devletler üstü” bir statüye sahibtir. Aslında bu mevzu müstakil olarak kritik edilecek bir mevzudur.

UOK, Fransız Pierre de Coubertin’in (1863-1937) çalışmaları neticesinde kurulmuştur. UOK’un tasarrufunda Modern Olimpiyat Oyunları’nın ilki, Antik olimpiyatların da merkezi olması hasebiyle, Yunanistan’ın Atina şehrinde yapılmıştır (1896).

UOK, bütün dünyadaki sporlar üzerinde hegemonyasını, diğer uluslararası örgütlerden meselâ BM, NATO, IMF, vs. gibi örgütlerden daha kararlı ve daha kesin neticeler alacak şekilde uygulamaktadır. Bunu yaparken UOK, Uluslararası Spor Federasyonlarını âmiyane bir tabirle tam bir tetikçi olarak kullanmaktadır. UOK’un aldığı bir karar ile, herhangi bir ülkenin 1., 2., 3. lig takımları veya millî takımları kendilerini ânında Uluslararası Spor Organizasyonları’nın, meselâ her dört yılda bir yapılan Olimpiyat Oyunları ve yine her iki yılda bir yapılan Dünya Şampiyonaları’nın dışında bulabilir. UOK böyle bir yetkiye sahibtir ve bu yetkisini çeşitli sebeblere bağlı olarak ânında kullanır. Modern dünyanın “dünya düzeni”ne karşı yeni bir İslâmî “dünya düzeni” kuruluncaya kadar, UOK’un spor üzerindeki hegemonyası devam edeceğe benziyor.

UOK, Batı medeniyetinin tasarrufunda doğan, büyüyen ve gelişen bir spor teşkilâtıdır, dedik. UOK’un kuruluş metninde yer alan temel prensibler, Batı merkezli diğer bütün içtimaî, siyasî, iktisadî ve hukukî uluslararası teşkilâtlarda da öyle veya böyle, ayniyle yer almaktadır. Meselâ Birleşmiş Milletler örgütünü ele alalım. Bu örgütün genel amaçları arasında yer alan, “savaşın ve ırk ayrımının önlenmesi” temel prensibi, ayniyle UOK’un kuruluş metninde yer almaktadır. Hakeza UOK’un kuruluş metninde yer alan “ırk, dil, din ve siyasî farklılıklar yönünden ülke yahut kişilere ayrım yapılmaması” temel prensibi de yine ayniyle Birleşmiş Milletler’in genel amaçları arasında yer almaktadır. Bu gibi birliktelikler AB’nin katılım ortaklığı belgesinde de görülebilir. Hakeza IMF’nin kuruluş amaçlarında da. Ancak, realite göstermiştir ki, kağıt üzerinde yazılan temel prensibler ile fiilî durum arasında uzaktan yakından hiçbir alâka yoktur. Irak, Afganistan ve Libya gibi ülkelerde yaşananlara kabaca bakmak yeterlidir. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu boşuna söylemiyor: “Hukukla-vakıa, metinle-ruh, mevzuatla-tatbikat arasındaki fark, bugün bütün dünyada genişlemektedir… Dünyada birçok anayasa tamamen göstermeliktir; ve tarif ettikleri rejimin, memlekette olanla hiçbir alâkası yoktur, anayasa adeta mevcut rejimi gizleyen bir paravanadır.” [39] Bu ifadeler ayniyle “uluslararası hukuk” için de geçerlidir.

Modern spor ahlâk veya anlayışının oluşumunda Eski Yunan kültürü birinci derecede rol oynamaktadır. Bu çerçeveden olarak:

Eski Yunan kültüründe jimnastik, vücuda güzellik ve güç kazandırmak üzere yerine getirilmesi gereken ahlâkî bir görevdi. Sokrat bu görevin savsaklanmasını çok büyük bir ayıb olarak değerlendirmiştir. Sokrat’a göre jimnastik, fikrin başarılı olmasında çok büyük bir önemi haizdir. “Timaios” isimli eserinde Eflatun, vücudun hareketini düşüncenin uyanıklığı ile ilişkilendirerek şöyle der: “Yüksek fikir değeri taşıyan görevleri yerine getirmek durumunda olanlar, jimnastik de yapmalıdırlar. Yani ruh vücutsuz, vücut ruhsuz çalıştırılmamalıdır.”

Jimnastik veya beden terbiyesinin karakter yapıcı özelliğini ve şahsiyet kazandırıcı gücünü takdir eden Eski Yunanlılar, acılara ve güçlüklere kolaylıkla karşı koymak, dayanıklılık göstermek, dünya nimetlerine karşı aşırı istekleri körletmek, cesaretli olmak, itidali geliştirerek sabırlı olmak, şeref ve haysiyet duygusunun uyandırılmasına katkı sağlamak gibi düşünce asaleti ve diğer fazilet veya ahlâkî özelliklerin geliştirilmesinde müsbet katkılarından ötürü jimnastiği vatandaşlık görevleri ve amaçları arasında değerlendirmişlerdir. Eski Yunan kültüründe bu düşünce, Kalos ve Agathos kelimelerinden meydana gelen Kalokagathia kavramı ile ifade edilmiştir. Cemal Alpman’ın ifadesiyle, “Kalokagathia, ruh ve bedenin dengeli bir şekilde gelişmesini ve iyilik ve güzelliğin ahenkli birliğini ifade etmektedir.” [40] Üstad Necib Fazıl’ın “eski Yunanda kafa ile denk giden beden hareketleri”, şeklinde formüle ettiği durum buna işaret eder. Modern spor literatüründe İngilizce bir kelime olarak yer eden centilmen (gentlemen) kavramı da hemen hemen aynı mânâda kullanılmaktadır. Bu arada şunu da söyleyelim ki, modern spor ahlâkı, fair play (iyi oyun veya oyunu kuralına göre oynamak) kavramı ekseninde şekillendirilmiştir.

Eski Yunan kültüründe cereyan eden tüm sportif faaliyetler bütün kıymetini paganizm kültüründen almıştır. Başta atletizm ve jimnastik olmak üzere, diğer sportif şenlikler veya oyunlar, meselâ her dört yılda bir yapılan Olimpia Şenlikleri ve diğer Helenik Oyunlar, inanılan ve bağlanılan putlar adına bir tür ibadet aşkıyla yapılmıştır. Vücudu inanılan ve bağlanılan putlara lâyık birer varlık olarak geliştirmek düşüncesi, Eski Yunanlılar açısından, soylu vatandaşların maddî ve manevî bütün potansiyellerini işlemek için sürükleyici bir faktör olmuştur.

Diğer medeniyetlerden çok farklı olarak, Eski Yunan kültüründe jimnastik hem çok heyecanlı bir şekilde uygulanmış ve hem de mistik bir inanç ve san’at istikametinde bütün bir milletin malı ve sembolü olacak şekilde kıymet hükmüne bağlanmıştır. Eski Yunan’da jimnastik her özgür vatandaş, yâni Helen veya soylu Yunanlı için ibadetten bir parça olarak algılanmıştır. Sportif şenliklerde dinî ritüellerin çok yoğun olması bunun en bariz bir göstergesidir.

Eski Yunan kültürünün en önemli sportif şenliklerinden birinin Olimpia Şenlikleri olduğunu, bunun da ziyadesiyle dinî ritüellere sahib olduğunu daha evvel söylemiştik. Eski Yunan kültüründeki sportif şenliklerden büyük ölçüde etkilenen günümüz Batı medeniyetinin sportif organizasyonlarında, özellikle de modern olimpiyat oyunlarında, dinî ritüellerden ziyade, seküler ritüellerin hâkim olduğunu burada söylemek uygun düşer.

Batı medeniyetinde hâkim olan ahlâk veya anlayış, her şart altında ve her ne olursa olsun her daim kazanmayı idealize etmektedir. Sporda rekor kırmak iştiyakı bunun bir tezahürüdür. Nitekim Modern Olimpiyat Oyunları’nın en önemli dövizi “citius, altius, fortius”, yâni “daha hızlı-süratli, daha yükseğe, daha kuvvetli” şeklinde formüle edilmiştir.

Hıristiyan-Yahudi Batı kültür ve medeniyeti, kendisini Eski Yunan aklı, Roma nizamı ve Hıristiyan ahlâkına nisbet etmiştir, dedik. Bu nisbetin başlangıç noktası hiç şübhesiz ki “Rönesans-Yeniden Doğuş” hareketidir. Modern sporların da başlangıç noktası Rönesans hareketidir. Modern sporların ahlâk veya anlayışının teşekkülünde Eski Yunan’ın jimnastik anlayışından, Roma nizamının nizam ve intizamından ve onun şekilcilik ve gösteri anlayışından ve en nihayet, Hıristiyan ahlâkından derin izler bulmak mümkündür.

Rönesans hareketi, uzun yıllar Ortaçağ Kıta Avrupası’na hâkim olan Skolastik düşünceye karşı gerçekleştirilen bir “aydınlanma” hareketidir. Kilisenin tahakkümüne karşı Batı insanı, “aklın isyanı” şeklinde tepki vermiştir.

Enkizisyon kültür ocağı Kilisenin eğitim anlayışı, bedenin tahkir edilmesi veya horlanması üzerine bina edilmişti. Ruhun yüceltilmesini bedenin horlanmasına bağlayan Kilise adamları, “bütün beden hareketleri şeytan işidir” hükmünde birleşmişlerdi. Bedenin horlanması adına yıkanmaktan bile imtina edilen Kilise adamları, Kilise bağlılarına yüzmeyi bile yasaklamışlardı. Meselâ Fransa’da yüzenlerden eskazâ yakalanan olursa, büyükler hapse atılıyor, küçükler ise kırbaçlanıyordu.

Ortaçağ Avrupası’nda papazların yıkanmadıkları, çok pis koktukları, tarihî bir gerçektir. Ortaçağ Avrupası’nda beden tamamen horlanmıştır. Bu bakış, Kilise makamlarınca, ruhî terakki için zorunlu bir anlayış olarak kabul edilmiştir. Nefs yerine bedeni olabildiğince horlayan ve zelil düşüren bu bakış, ayniyle tabiat hadiselerine, kadına, akla ve müsbet ilimlere karşı uygulanmıştır. Aklî ve ilmî bir gerçeklik olarak dünyanın döndüğünü iddia etmek, Ortaçağ Avrupası’nda hiç kimsenin haddi değildi. Kadına karşı olan tutuma gelince; kadınların “cadı” diye cayır cayır yakıldıkları “cadılar bayramı”nı hatırlamak yeter de artar bile. Bütün bu akıl almaz uygulamalar, Ortaçağ Avrupası’na damgasını vuran enkizisyon kültür ocağı Katolik Kilisesinin gayet “normal” olarak kabul ettiği birkaç davranış örneğidir. Rönesans hareketi işte böyle bir kâinat tasavvuruna karşı “aklın isyanı” şeklinde zuhur etmiştir. Bunda İslâm kültürünün katkısı inkâr edilemez. Sigrid Hunke’nin “Avrupanın Üstüne Doğan İslâm Güneşi” isimli eser bu mevzuda ayrıntılı bilgi vermektedir.

Kısa ve öz söylemek gerekirse, Ortaçağ Avrupası’nda “insan için, insana yönelik ve insan olmak, Tanrıya karşı olmak demekti. Bu sebeble, insana ve tabiata yönelmek kısmen de olsa Hıristiyanlığa karşı olmayı gerektiriyordu.” Ve; “Kilisenin ilim adamlarıyla yaptığı mücadele, putperestlerle yaptığı mücadeleden daha fazladır.” [41]

Halbuki bundan tam 1400 yıl önce Fahr-i Kâinat Allah Resûlü, mealen, “İlim ikidir, bedene âit ilimler ve din ilimleridir.” buyurmuşlardır.

Yukarıdaki Hadis-i Şerif üzerine İmam-ı Şafiî Hazretleri demişlerdir ki, “beden ilmi ilimlerin en önemlisi, ilimlerin en lüzumlusudur.” Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri ise, “hikmet sahibleri bedenin terkibi ilmine teşrih (anatomi) ve tesrih (hürriyet) ilmi adını vermişlerdir” dedikten sonra sözlerine şöyle devam eder:

– “Teşrih ilmi aziz ve leziz bir ilimdir. Hakikate ermiş alimlerin hikmetlerinin neticesi, mütehassıs doktorların sermayesi, yakîn sahiblerinin nefislerinin nimeti, dünya ve dinin vesilesi, Allah’ı tanımanın vasıtasıdır. Çünkü teşrih ilmini bilmeyen, tıb ve hikmetten ve kendini bilmekten gafil ve Hakkı tanımaya kavuşmaktan uzaktır.” [42]

Normal şartlar altında bilmenin amacı bilgelik, tabiî düzeni anlamak ve onunla uyum içinde yaşamak istikametinde olmuştur. Ortaçağ Avrupası’nın en önemli ilim adamlarından biri olan Bacon’dan beri ise bilmenin amacı daha ziyade bilgiyi tabiate hükmetme ve onu boyunduruk altına almak şeklinde cereyan etmiştir. [43]

Rönesans hareketi ile birlikte Batı’da yetişen büyük fikir adamları Kilisenin bağnaz tutumuna karşı tavır alıp özetle dediler ki: “İnsan eğitiminde sadece ruhun değil, aynı zamanda bedenin de eğitilmesi gerekir. Bu anlayış değişmeli. Bedene, kadına, akla, tabiata ve müsbet ilimlere karşı olan bakış değişmeli.”

Böyle bir çıkış, doğrudan doğruya Kiliseye karşı yapılmıştır. Netice itibariyle Kilise, Rönesans hareketine yenik düşmüştür. Dolayısıyla da kazanan beden, kadın, akıl, tabiat ve müsbet ilimler olmuştur.

Rönesans, müsbet ilimlerde milad olarak kabul edilir. Fizik, kimya, fizyoloji, biyoloji, psikoloji gibi müsbet ilimler, Rönesansla birlikte sistematik bir hâl almıştır. Rönesans aynı zamanda yeni bir eğitim anlayışının da doğmasına sebeb olmuştur. Bu anlayış, en başta Eski Yunan kültürünü örnek almıştır. Eğitimde seçilen hedef, tıpkı Eski Yunan’da olduğu gibi, “ruh ve bedenin dengeli bir şekilde geliştirilmesi” istikametinde olmuştur. İtalya’da Vittorino da Feltre (1378-1446), Enea Silvio Piccolomini (1404-1464), Hieronymus Mercurialis (1590-1606), İspanya’da Johann Ludwig Vives (1492-1540), Fransa’da François Rabelais (1483-1553), Michel de Montaigne (1533-1592), Almanya’da Martin Luther (1483-1546), İngiltere’de John Locke (1632-1704), Çek asıllı Johann Amos Comenius (1592-1670) ve Cenevreli Jean-Jacques Rousseau (1712-1778) gibi fikir adamları, Rönesans sonrası ortaya çıkan yeni eğitim anlayışının en önemli isimleri olmuşlardır.

“Ruh ve bedenin dengeli bir şekilde eğitilmesi” düşüncesi, Rönesans sonrası Batı’da çok hızlı bir şekilde kabul görmüştür. Ancak, bu düşünce daha evvel Eski Yunan kültüründe kabul görmüştü. Eski Yunan kültürünün tasfiye edilmesinden hemen sonra bu düşünce, şeklî disipline, kuvvete ve gösterişe aşırı iltifat eden Eski Roma nizamında akamete uğramış ve ruh ve beden arasındaki denge arayışı bedeni önceleyen bir konuma taşınmıştır. Ortaçağ Avrupası’nda ise böyle bir denge arayışının esamisi bile okunmamıştır. Çünkü enkizisyon kültür ocağı Katolik Kilisesinin eğitim anlayışına göre, ruhun eğitilmesi doğrudan doğruya bedenin eğitilmemesi ile doğru orantılıdır. Bu da ruh ve beden arasındaki dengenin tamamen ruhtan yana ağırlık kazanmasına sebeb olmuştur. Bu durumdan hiç mi hiç hoşnut olmayan Batı dünyası insanı, kendisini Eski Yunan’a nisbet ettirerek yeni bir denge arayışına girdi ve Rönesansı başlattı.

Rönesansla birlikte Batı’da, tıpkı Eski Yunan’da olduğu gibi, “ruh ve bedenin dengeli bir şekilde eğitilmesi” düşüncesi baş tacı edilmiştir. Fakat bu düşünce öyle çok da fazla uzun sürmedi. Çünkü; değişen ve gelişen süreçte müsbet ilimler çok ilerledi ve madde üzerinde olabildiğince derinleşme meydana geldi. Madde üzerinde derinliğine yoğunlaşma, ruh ve beden arasındaki muvazeneyi tekrardan bedenden yana bozmaya başladı. Ortaya çıkan bu dengesizlik hâli yerini beden hâkimiyetine terk etti ve ruh, inkâr edilen bir varlık olarak oldu. Kıta Avrupası’nın yeni putu, beden olarak varlık kazandı. Bunun spora yansıması ise, sporun putlaştırılması veya azizleştirilmesi şeklinde tecelli etmiştir.

Eski Yunan kültüründe eşya ve hadiselere bakışta dualizm, müsbet bir düşünce sistemi olarak varlık göstermiştir. Bu düşünce sistemi, Rönesansla birlikte ayniyle kabul görmüştür. Bu mevzuda Descartes ve Newton’un çalışmaları büyük bir önemi haizdir. Newton’un eşya ve hadiselere bakışta “mekanik” yaklaşımı, beden üzerinde olabildiğince derinleşmenin kapılarını ardına kadar açmıştır. Newton’un halefi Laplace gibi ilim adamları ise, ruhu inkâr edip madde veya bedenden başka hiçbir şeyi gör(e)mez olmuşlardır. Fakat bugün, meselâ kuantum teorisi ve izafiyet teorisi çalışmaları, madde veya beden üzerindeki algıyı kökünden değiştirmiştir. Bu algı değişikliği veya gerçekliğinin beden üzerinden spora nasıl yansıyacağını istikbâlde göreceğiz.

Evet, Rönesansla birlikte başlayan yeni ruh ve fikirden spor da nasibini almıştır. Meselâ “ruh ve bedenin dengeli bir şekilde eğitilmesi” düşüncesi, spor mevzuuna, “spor, ruh ve beden sağlığını dengeli bir şekilde geliştirir” şeklinde yansımıştır. Bu düşünce ile hareket eden pek çok beden eğitimci ortaya çıkmıştır. Meselâ Almanya’da Johann Bernhard Basedow (1723-1790), Christian Gotthilf Salzmann (1744- 1811), Johann Christian Friedrich GutsMuths (1759-1839), Friedrich Ludwig Jahn (1778-1852), Pehr Henrik Ling (1776-1839), Gerhard Ulrich Anton Vieth (1763-1836); Danimarka’da Franz Nachtegall (1777-1847); Fransa’da Don Francisco Amoros (1770-1848); İngiltere’de Thomas Arnold (1795-1842) başlıcalarıdır.

Yukarıda adı geçen beden eğitimcileri, Rönesans sonrası gelişen hâdiseler eşliğinde, daha ziyade zengin ve asil aile çocuklarına beden eğitimi ve spor dersleri vererek varlık kazanmışlardır. Daha sonraları bütün bu ders verme işlemlerini geniş halk kitlelerine yaygınlaştırmışlardır, ayrı mesele. Bu mevzuda Alman beden eğitimcilerin öncü olduğu söylenebilir. Alman jimnastiğine (Turnen) damgasını vuran ve hâlihazırda Almanya’da “jimnastiğin babası” olarak da kabul edilen Friedrich Ludwig Jahn, bütün bir Alman (Aryan) ırkına beden eğitimi ve spor yaptırmak için uğraş vermiştir. Bütün bir Alman ırkını “asabiyet” derecesinde güçlü ve kuvvetli kılmak isteyen Jahn, bu mevzuda o kadar ileri gitmiştir ki, yetiştirdiği öğrencilerle birlikte Napolyon’un üzerine yürüyecek kadar hırs göstermiştir. Diğer taraftan, müsbet ilimler ekseninde gelişen fizyoloji ilminin ışığı altında İsviçre’de Pehr Henrik Ling, sporu bir tür rehabilitasyon unsuru olarak kullanmıştır. İngiltere’de Thomas Arnold ise, bütün bir İngiliz gençliğini spor vasıtasıyla “ahlâkî değer”lere sahib bir gençlik olarak yetiştirmek istemiştir. Fransa’da Amoros, sporu eğitim ocaklarında gençleri askerî eğitime hazırlamak için gerekli görmüştür. Alman beden eğitimci Jahn’dan büyük ölçüde etkilenen Amoros, spor literatüründe Jahn-Amoros jimnastiği olarak da geçen “karma jimnastik” anlayışının kurucusu olarak bilinir. Yarı askerî, yarı sağlık muhtevalı olan “karma jimnastik”, Tanzimat Hareketi (1839) ile başlayan süreçte Osmanlı Devleti’nin eğitim ocaklarında, özellikle de Fransızların tasarrufunda kurulan Galatasaray Lisesi’nde kendisine tatbik imkânı bulmuştur (1869).

Tarih boyunca spor, eğitimde önemli bir unsur olarak kullanılmıştır. Spor, bir yandan eğitim ocaklarında “eğitimi tamamlayıcı bir unsur” olarak algılanırken, diğer bir yandan da sosyal hayatta “boş zamanı değerlendirmek”, “meşgul olmak” ve “stres atmak” için önemli bir unsur olarak kullanılmıştır. Kapitalizmin en bariz özelliğidir ki, elini her neye değdirdiyse onu mutlaka paraya tahvil etmek ister. Spor da bundan nasibini almıştır. Bugün modern sporlar getirisi en yüksek iş kollarından birisi olmuştur. “Boş zaman”ı değerlendirmenin bir tür vasıtası olmaktan çıkıp işin tâ kendisi oluveren spor, var olan bütün müsbet özelliklerini de kaybederek bizzat “gaye” olmuştur. Modern sporda ortaya çıkan bu yeni durum, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun ifadesiyle, “mihraksız tümevarım zafiyeti” şeklinde okunabilir.

Bütün kültür ve medeniyetler, kafa (ruh ve fikir) ve beden (akıl ve ilim) olarak güçlü ve kuvvetli olmak isterler. Ruh ve beden arasında belirli bir denge kurma çabası, bütün kültür ve medeniyetlerde başlıca mesele olmuştur. Kafa ile beden arasında nisbeten belirli bir denge kurmuş olan Eski Yunanlılar, kafa ve fikrin ihyâsı için felsefe, matematik ve müzik, beden terbiyesi için ise jimnastik faaliyetlerini salık vermişlerdir. Romalılarda, ruh ve fikirden ziyade “kuvvet için kuvvet” baş tacı edilmiştir. Ortaçağ Avrupası’nda beden yok farz edilerek ruh azizleştirilmiştir. Rönesans sonrası Batı’da ruh ve beden arasında yeni bir denge arayışı söz konusu olmuşsa da, daha sonra bu denge bedenden yana bozulmuştur. Bugün Batı medeniyetinin yaşadığı buhranı bu duruma bağlamak mümkündür. Hint mistisizmine kapaklanmak bu buhrana çare olmaktan çok uzaktır.

Bugün Batı medeniyetinin elinde madde putlaştırılmıştır; ve ruh, madde karşısında dize getirilmek istenmektedir. Madde üzerinde derinleşen Batı, ruhun eşiğine dayanmış gözükmektedir. Yeni fizikte kuantum teorisinin tekâmülü ile izafiyet teorisinin kurucusu Einstein’ın çalışmaları Batı’yı bugün ilginç bir noktaya taşımıştır. Felsefede Bergson gibi bir kafa ve onların izinden giden Alexis Carrel gibi ilim adamları, Batı’nın geldiği bu ilginç noktayı ve haddizâtında ihtiyacının ne veya neye olduğunu dile getirmektedirler. Bugün Batı’nın ihtiyaç duyduğu şey Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminde mündemiçtir. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, “Batıda sosyolojinin bugün vardığı nokta, İslâmî ölçüler ışığında tesbit, teşhis ve müşahede verilerinin değerlendirilmesi usulüne uygun bizim anlayışımızın delillendirilmesi doğrultusundadır” [44], derken buna işaret etmektedir.

Yine Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, Hıristiyan-Yahudi Batı dünyasının bugün ulaştığı ilginç noktayı şu şekilde izah etmektedir: “Medeni insanlık bugüne kadar ulaştığı binbir kemâle rağmen elinden kaçan nizâm ve muvazeneyi iade etmek ve kendisine yepyeni bir ruh, yepyeni bir şekil yoğurmak için ya tam yoksulluk, ya tam varlık peşinde müthiş bir metabolizma ihtilâli yaşadı; ve bu ihtilâl çilesi içinde atomu çatlattı, ama henüz muhtaç olduğu sistemin zarını delemedi.” [45]

Batıda madde, dolayısıyla da beden putlaştırılmıştır, dedik. Yine dedik ki, bedenî bir faaliyet olan sporun putlaştırılmasını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Evet; spor, zatî keyfiyeti itibariyle bir tür ibadet olmadığı gibi, tapınılacak bir put da değildir. Spor, temelde masum ve temizdir. Daha doğrusu, ruhun emrinde kullanılması gereken insanî, dolayısıyla da içtimaî, iktisadî ve hukukî yönleri olan bir faaliyet alanıdır.

Rönesansla birlikte ortaya çıkan müsbet ilimler veya tabiat ilimleri, Batı dünyasına önce endüstriyel açıdan, daha sonra da teknolojik açıdan olağanüstü maddî özellikler kattı. Bilgisayar ve ileri teknoloji kibriyle bugün ruhu hadım etmenin derdine düşen ve ruhu madde karşısında dize getirmek isteyen Batı dünyası, madde üzerinde derinleştikçe tersinden keramet, yâni istidraç gösterdiğinin farkında bile değil. Eski Hind keşişleri, bedene eziyet ederek, bedenî riyazetle bir takım olağanüstü hâllere mazhar olmuşlardı. Aynı şekilde Batı dünyası da bugün madde üzerinde derinleştikçe olağanüstü neticelere ulaşmıştır.

Batı medeniyetinin maddî tekâmül sürecinde, Aristo’dan Descartes’e, Descartes’ten Newton’a, Newton’dan Laplace ve Laplace’den kuantum teorisyenlerine ve Einstein’a ve oradan da “şeytanın elçileri”ne kadar süregelen derin bir hat söz konusudur. Siyonizmin tasarrufunda iş gören “şeytanın elçileri”, bilgisayar ve ileri teknoloji gibi buluşları kuantum ve izafiyet teorisi üzerine bina etmişlerdir. “Ruhçu arayışın yolda buldukları”nı bilgisayar ve ileri teknoloji imkânlarıyla makineleştirmişlerdir. “Yeni nesil silahları” olarak adlandırılan, meselâ Telegram vb. uygulamalar, hak yoldan keramete mevzu olan olağanüstü durumların bâtıl yoldan istidraca mevzu uygulamasından başkası değildir.

İnsanlığın başlangıcından bu yana ruh ve madde arasındaki savaşta bugün nihaî noktaya gelindiğine yeteri kadar işaret mevcuttur. Bu savaşta ruhun galib geleceğine hiç kuşku yoktur. Bizleri bu mevzuda ümitvar kılan yegâne şey, 21. yüzyılın “fikir çağı” olacağı haberini veren ve bunun da “İBDA ÇAĞI” olacağı müjdesine beşiklik eden Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’ndan başkası değildir:

– “İnsan başını fare kafasından ayıran tek haslet ve haysiyet, fikir… Mücerret fikir… Arayıcı, tarayıcı, çırpınıcı, çatlayıcı fikirdir. İşte bu türlü arayışın yolda bulduklarıdır ki, bugünkü teknolojiyi doğurdu. Fakat durak ve gaye onlar değil; öteler, öteler, ötelerin ötesi ve sonsuzluk… Eğer mücerret fikir olmasa ve herşey hayvanî bir insiyaka bırakılsaydı, arz cazibesi kanunu bulunur muydu?.. Siz; 21. asra doğru sarkan teknik küfür, insan saadetini ruhu hadım etmekte arar ve onu bağırsak yoluna doğru iterken, atom bombanızın bile eşiti olamayacağı patlamaya belki 21. asırda şahit olacaksınız.” [46]

‘İSLÂMA MUHATAP ANLAYIŞ’ VE SPOR ÇEVRESİNDE

Dünden bugüne pek çok kültür ve medeniyette oyun, eğlence ve spor hakkında değişik hükümler verilmiştir. Meselâ İslâm kültür ve medeniyet geleneğinde oyun, eğlence ve spor hakkında, dört büyük hak mezheb imamlarınca çeşitli hükümler verilmesi söz konusudur. Bu hükümler, spor üst başlığı altında verilmiş hükümler olmaktan ziyade, belli başlı sportif faaliyetler, meselâ okçuluk, nişancılık, binicilik, güreş, koşu vs. hakkında verilmiş hükümlerdir. İslâm’da bu hükümlerin mahiyeti, “yükümlülük işleri”nden olup, farz, vacib, sünnet, müstehab, mübah, haram ve mekruh şeklindedir. İslâm kültür tarihi içerisinde ilk kez spor üst başlığı altında genel bir hüküm, galiba sadece Üstad Necib Fazıl tarafından verilmiştir. “İdeolocya Örgüsü” isimli eserinde Üstad Necib Fazıl, spor hakkında şu şekilde bir hüküm vermiştir:

– “Spor: Hiçbir kumara âlet edilmeksizin, sadece hâkim ruhun uygun bedenine yardımcı olarak ve asla kendi başına azizleştirilmeyerek ve ruhu karartmasına imkân verilmeyerek caiz ve lâzım…” [47]

Yukarıda “caiz” derken dinî bir hükme, “lâzım” derken de ideolojik bir gerekliliğe işaret edildiği muhakkak. Bilmek gerekir ki, spor, zâtî keyfiyeti itibariyle farz olan bir ibadet nev’i değildir. Fakat İslâm’da cihad farzdır. Bu çerçeveden bakıldığında, cihad ehlinin bedenen güçlü ve kuvvetli olması için spor, çok önemli bir “yardımcı unsur” keyfiyetini haizdir.

Evet; spor, cihada hazırlık için çok önemli bir “yardımcı unsur” keyfiyetini haizdir. Nitekim, cihada hazırlayıcı olarak görülen bazı spor dalları hakkında dört büyük hak mezheb imamlarınca zaman zaman farz-ı kifaye de dahil çok çeşitli dinî hükümler verilmiştir. Bu çerçeveden olarak:

– “İslâm’da meşru sayılan eğlenceler mubahtır. Oyun ve eğlence denilen bir takım zararlı ve faydasız eğlenceler ise caiz değildir. Bunların bir kısmı haramdır. Bir kısmı da harama yakın mekruhtur… Boş bir eğlence ve kumar maksadı olmaksızın savaş ve kuvvet kazanmak için yapılan bir takım yarışmalar caizdir. Bunlarla yararlı bir gayeye ulaşmak imkânı elde edileceği için, bunlar oyun ve eğlence sayılmazlar. Bunlar birer idman ve cihad için hazırlıktır. Güreşler, silah atmalar, piyade ve binicilik olarak yapılan yarışmalar hep bu kısımdandır. Bu yarışmalara katılanlara mükâfat olarak para ve hediye verilmesi caizdir. Bunlar cihad yapmaya hazırlık ve teşviktir.” [48]

Günümüzde spordan nemalanan kapitalistleri bir kenara bırakacak olursak, geniş halk kitleleri tarafından spor daha ziyade “spor olsun” diye yapılmaktadır. Halbuki spor, “spor olsun” diye yapılacak bir şey değildir. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “yumruk için yumruk, olur şey değil!”, sözünden mülhem deriz ki, “spor için spor”; olur şey değil!

Spordan azami derecede istifade etmek gerekir. Spora “iyi, doğru ve güzel” istikametinde tasarruf etmek gerekir. Aksi takdirde, “San’at san’at içindir” düşüncesinde olanlarınkine benzer bir anlayışın ekmeğine yağ sürülür ki, bu da son tahlilde bizi, Atilla Erdemli’nin “Spor Felsefesi” isimli eserinin üzerine bina edildiği “spor için spor”a muhatab kılar.

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, “san’at, mutlak hakikati aramak içindir”, der. Burada “mutlak hakikat” demekle, Allah Azze ve Celle’nin, eksik zanlarımızdan münezzeh zâtına işaret edildiğine hiç şübhe yok. Demek ki, sanat, “mutlak hakikat” olan Allah’ı aramak ve bulmak, daha doğrusu “bulamamacasına aramak” için var. Buradan bir sonuç çıkaracak olursak, o  da şudur: Cihada hazırlık için bir “yardımcı unsur” keyfiyetini haiz olan spor, her şeyden evvel, Allah’ı arayan insan için vardır.

Peki; “mevzuuyla kayıtlı mahallî idrak”, yâni ilme mevzu veçhesiyle yahut seküler düşünce sistematiğinde sporun niçinine dâir ne söylenebilir? Bu soruya verilecek cevab şu olsa gerektir: Spor, oyun oynamak, eğlenmek, oyalanmak, dinlenmek, efkâr dağıtmak, her zamanki işten arta kalan zamanında meşgul olmak, maddî sıhhat kazanmak, başarmak, kazanmak, yenmek veya galib gelmek gibi insanî duyguları tatmin etmek, sosyal ilişkileri perçinlemek vs. gibi sebeblere bağlı olarak yapılır, yapılabilir. BD-İBDA ruh ve fikir sisteminin teklif ettiği içtimaî hayatta ise spor, tek cümleyle, “hâkim ruhun uygun bedenine yardımcı olarak”, “vücudu ruhun emri gayesi bilmek şartı altında güzel.”

Sporun bir iş veya meslek olup olmadığı hakkında ne söylenebilir acaba? Jose Ortega Y Gasset, “spor, ferdin hür seçimiyle ve alacağı zevk uğruna gösterdiği bir çabadır. İş ise maddî çıkar gözetilen zorlama bir çaba”, der. [49] Bernard Gillet ise, “spor, sadece işle bir tutulmaması gereken değil, aynı zamanda işe zıd olarak da görülmesi gereken bir tür faaliyettir”, der. [50] Ancak, 20. yüzyıl dünyasında spora yanaşan şuur, böyle bir tanımlamayı ve telâkkiyi tekzib eder bir mahiyettedir. Charles Blondel’in dediği veçhile, “kazanma arzusu; oyunu bir iş, bir imtihan hâline getiriyor, antrenman çileciliktir.” [51] Hiç kuşkusuz, günümüzde spor “profesyonel spor” adı altında bir iş veya meslek hâline getirilmiştir. Bu, bugünkü yâni Hıristiyan-Yahudi Batı medeniyetinin fikir ve yaşayışına göre uygulanmakta olan modern sporların en bariz vasfıdır. Günümüzde gerek prestij gerekse para olarak getirisi en yüksek iş veya mesleklerden bir tanesinin de “profesyonel spor”, özellikle de modern sporların dinamosu olan futbol olduğu âşikârdır. Yine bugün, birçok anne ve babanın, çocuklarını doktor, hâkim, avukat, öğretmen, vs. yapmaktansa, onları birer futbolcu yapmayı arzuladıkları da kaskatı bir vakıadır. Elbette ki, istikbâllerini maddî açıdan garanti altına alsınlar, diye. Malûm, maddeci veya kapitalist bir toplumda, bir dünyada yaşıyoruz.

Burada modern futbol üzerinde biraz olsun durmak gerekir. Üstad Necib Fazıl, modern futbolu “çağımızın tabusu” olarak değerlendirir ve hışımla, “idealsizlik ideali ve başıboşluk sembolü meşin topa lânet!..” der.

21.yüzyıla sarkan günümüz dünyasında futbolun tabulaştırıldığı ve bir din mesâbesinde olduğu hepimizin malûmudur. Üstad Necib Fazıl, meâlen, meşin topun çağımızın tabusu olduğunu ve ona laf olmadığını, “bizzat” fikrin, ilmin, sanatın, lûgat kitablarında kalmak için ondan izin almaya mecbur bulunduğunu, [52] söyler ki bu tesbit, Charles Blondel’in “bugün spor fedakârlıklar, adaklar, hatta kurbanlar isteyen bir tanrıdır” [53] sözü ile birlikte düşünüldüğünde, mevcud durumun vehameti daha da net anlaşılır. Bugün çok daha net anlaşılan bir şey var ki o da şudur: “Çağımızın tabusu” olan futbol, insanların ruhuna ve maddesine öyle bir zerk edildi ki, artık futboldan ve paradan başka hiçbir şey konuşulamaz ve bilinemez olmuştur. Bu mevzuda Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun meâlen söyledikleri çok manidardır: “İnsanların arasından para ve futbolun çekilip alınması durumunda, bu insanların müştereken konuşabilecekleri bir başka mevzuun kalmaz.”

Acaba futbol, zâtî keyfiyeti itibariyle gayri meşrû veya dinen haram olan bir faaliyet midir? Tek kelimeyle hayır! Halil Gönenç, “Günümüz Meselelerine Fetvalar” isimli eserinde, futbolun zâtî keyfiyeti itibariyle harama taalluk eden bir faaliyet olmadığını söyler. Ama modern futbolun temsil ettiği mânâ itibariyle gayri meşrû bir faaliyet olduğu apaçık ortadadır. Çünkü modern futbol, bütün modern sporların içinden neş’et ettiği Hıristiyan-Yahudi Batı medeniyetinin fikir ve yaşayışına göre oluşturulmuştur.

Eski Yunan kültüründe top oyunları benzeri oyunlar, “çocuk oyunları” şeklinde algılanmıştır. Aslında bu algı kabul edilebilir bir algıdır. Değil sadece futbol, diğer bütün spor türleri meselâ voleybol, hentbol, basketbol vs. oyun nevîleri, çocuk oyunları olma keyfiyetini haiz olmaları hasebiyle kabul edilebilir bir noktadadırlar. Bütün mesele, bu tür spor veya oyun nevilerine nerede, nasıl ve niçin yer verileceğini bilebilmekte düğümlü. Bu tür sporlara anaokulunda veya ilkokulun ilk yıllarında yer verilirse yeridir, düşünülebilir. Çünkü bu tür sporlar, çocukların eğitimini tamamlayıcı bir unsur keyfiyetini haizdirler. Şöyle ki; bu tür oyun nevîleri oyun formu içinde çocukların fizikî gelişimlerine ve sosyalleşme süreçlerine müsbet katkıda bulunurlar. Göz-kas-koordinasyonlarını muvazeneli bir şekilde geliştirirler. Özellikle de takım oyunları, belirli esas, usûl ve kurallar eşliğinde uygulandığından çocukların sistemli hareket etmelerine imkân verirler.

Sporun bir iş veya meslek olarak algılanması uygun mudur? İçtimaî fayda sağlanabilecek sportif faaliyetler dışında sporun bir iş veya meslek olarak algılanması pek tavsiye edilecek bir durum olmasa gerektir. Ancak, sporun bir iş veya meslek olarak telâkki edilmesi de yadırganacak bir durum olmasa gerektir. Çünkü spor hakkında Üstad Necib Fazıl, “caiz ve lâzım” hükmünü vermiştir. İçtimaî fayda telkin ve tedârik edici vasfiyle temayüz eden bütün sporlar, yâni Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin “şuur süzgeci”nden geçip “ortak şuura” ulaşan bütün spor veya oyun nevileri, bir iş veya meslek olarak kabul edilebilir gözükmektedir.

Bu çerçeveden bakıldığında, sporun “profesyonelce” uygulanmasında hiçbir sakınca olmasa gerektir. Çünkü bu çerçeve, modern spor ahlâk veya anlayışına göre uygulanan profesyonel sporu dışarıda bırakan bir çerçevedir. Doğrudan doğruya spordan azamî derecede içtimaî fayda temin ve tedârik etmeyi hedefleyen bir çerçevedir.

– “Spor, beden terbiyesinin bir cüz’ü, beden terbiyesi ise içtimaî hıfzı sıhhatin bir şûbesidir. Sporda en evvel sıhhatin düşünülmesinin sebebi budur.” [54]

Sporun olması için, “boş zaman” mefhumunun kişilerin hayatında ve toplumun değerleri arasında bir yerinin olması gerekir. [55] Nitekim spora getirilen târiflerden bir tanesi de; spor boş, serbest veya her zamanki işten arta kalan zamanın değerlendirilmesinin bir tür faaliyetidir, şeklindedir. Spor gerçekten de boş, serbest veya her zamanki işten arta kalan zamanı değerlendirmenin bir tür faaliyeti midir? Burada “değerlendirmek” kavramı üzerinde biraz durmak gerekir.

Modern spor ahlâk veya anlayışına göre, “zamanı değerlendirmek” için spor en önemli sosyo-kültürel faaliyetlerden biridir. Hâlbuki, zâtî keyfiyeti itibariyle bir “değer ölçüsü” olmaktan çok uzak olan spor, “zamanı değerlendirmek” mevzuuna doğrudan muhatab değildir. Sporun “zamanı değerlendirmek” mevzuuna muhatab olabilmesi için her şeyden evvel belirli bir “dünya görüşü”ne ihtiyaç vardır. Dahası, söz konusu “dünya görüşü”nün “zamanın mânâsı” ile “mutabakatı” olması zorunludur. Yâni; “zamanüstü hakikat”e sımsıkı bağlı. Aksi takdirde spor, “zamanı değerlendirmek” için “uygun” bir faaliyet olarak algılanamaz, algılanmamalıdır.

Allah Resûlü, “boş vakit ve sıhhat çoğu insanın değerlendiremediği iki büyük nimettir”, buyuruyorlar. Bir batın kahramanı Velî, “zamanın hakkını verebildiğin kadar Müslümansın”, buyurmuşlardır. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu ise, “aydın çağından mesûldür” hikmetli sözünü yerli yerine oturtarak, diğer bir ifadeyle de “hakikatin hakikati”ne sımsıkı bağlayarak, “Müslüman yaşadığı zamandan mesuldür!”, der.

Zaman ânda tecellî eder, ve; topyekûn insanlık ânın ucunda yaşamaktadır. “Zaman, KADANS dedikleri ahenk helezonuna vakaların posasını değil de keyfiyetini yerleştirme işinden başka gaye tanımaz.” [56] Demek ki zaman, kemiyetlerin değil, keyfiyetlerin vurgunu. Şimdi dikkat! Her zaman diliminde tecellî eden bir hakikat vardır ve hakikatler fertlerde tecellî eder. Bir ”temel kabul” hâlinde söyleyelim ki, bütün zamana şâmil olan hakikat bütün kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı baş ve son olan Allah Resûlü’nde tecellî etmiştir. Bu mevzuda Üstad Necib Fazıl’ın “Çöle İnen Nur” [57] ve Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Hakikat-i Ferdiye” [58] isimli eserleri başucu eserleridir.

“Bütün zaman”ın mânâsı Allah Resûlünde, “bütün zaman” içerisindeki belirli zaman dilimlerinde tecellî eden hakikatler de Allah Resûlü’nün vârislerinde tecellî etmiştir, ediyor. Peki, yaşadığımız yeni zaman ve mekânda tecellî eden hakikat nedir ve bu hakikat kimde tecellî etmiştir? Böyle bir soruya cevab verilemediği takdirde “zamanın hakkı”nın verilmesinden bahsedilemeyeceği gibi, “zamanın değerlendirilmesi”nden de bahsedilemez. Kaldı ki, bir insanın spor yaparak “zamanı değerlendirme”sinden bahsedilebilsin veya spor, “zamanı değerlendirme”nin bir tür faaliyeti olarak algılansın. Böyle bir soruya cevab verilemediği takdirde ne olur? Tek kelimeyle “zamandışı”na düşülür. “Zamandışı” kimlerin yaşadığı malûm. Hayvanlar, zamanın içinde yaşarlarken, esasında “zamandışı” mahlûklardır. Çünkü “zaman şuura var.” Hayvan türü şuurlu varlık olmaktan beridir, çünkü; şuur, bir şeyin ne olduğunu bilene var. İnsan olmak iki ayaküstünde durmak demek değildir. Öyleyse; yaşadığımız yeni zaman ve mekânda tecellî eden mânâ nedir ve bu mânâ kimde tecellî etmiştir, bunun bilinmesi lâzımdır. Aksi takdirde, ne “zamanın hakkı”nın verilmesinden bahsedilebilir ne de “zamanın değerlendirilmesi”nden. Bu noktada şöyle bir not düşmek sanırız uygun düşer: “Zamanda tecellî eden mânâ” her kimde “tecellî” ettiyse, söz konusu mânâ da ancak “mânâ sahibi”nden öğrenilebilir. Öyle ya, “bütün zamanda tecellî eden mânâ” Allah Resûlü’nde tecellî etmiştir ve bütün bir insanlık o mânâyı bizzat Allah Resûlü’nden öğrenmiştir.

Bir “temel kabul” hâlinde söyleyelim ki, “yaşadığımız yeni zaman ve mekânda tecellî eden mânâ”, Üstad Necib Fazıl ve Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun örgüleştirdiği Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi’nden başkası değildir. “İslâma Muhatab Anlayış” davasını temsil eden bu “mânâ”nın arkasındaki “tuğra” ismin ise Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Üçışık Hazretleri olduğuna hiç şübhe yok.

“Zamanı değerlendirme”nin bir tür faaliyeti olarak görülen veya öyle olduğu üzerinde fikir üretilen spor, eğer ki, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi’nin murâdına denk düşen bir çerçevede değerlendirilmez ise, spor yaparak “zamanın değerlendirilmesi”nden de bahsedilemez.

Zâtî keyfiyeti itibariyle hiçbir kıymet hükmüne sahib olmayan sportif faaliyetleri zaman ve mekânda kıymetli kılacak yegâne şey, -ne kadar tekrar edersek yine azdır-, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi’nin terennüm ettirdiği mânâdan başkası değildir. Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi, sporu zaman ve mekânda “vakaların posası” olmaktan çıkartıp, onu zamana nakşedecek bir keyfiyeti haizdir. Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi’nde sporun nasılı ve niçinine dâir “ölçülendirme ölçüleri”nin ne/neler olduğuna gelince;

Üstad Necib Fazıl, “ben bu eser için yaratılmışım” dediği “İdeolocya Örgüsü” isimli eserinde aynen şöyle der:

– “Spor: Hiçbir kumara âlet edilmeksizin, sadece hâkim ruhun uygun bedenine yardımcı olarak ve asla kendi başına azizleştirilmeyerek ve ruhu karartmasına imkân verilmeyerek caiz ve lâzım…” [59]

Yukarıdaki hüküm, hiç şübhesiz ki “yeni dünya düzeni” olmaya aday Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin teklif ettiği Başyücelik Devleti modelinde sporun nasılı ve niçinine dâir bir hükümdür. Bu hükmün Başyücelik Devleti modelinde tatbik sahası, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun, “yüzyılımızın mânâdaki kâinat mimarisinin haritası” dediği 6 ciltlik “Tilki Günlüğü” isimli eserinde şu şekilde gösterilmiştir:

– “Spor, devlet kültür politikasına bağlı olarak, vücudu ruhun emri gayesi bilmek şartı altında güzel…” [60]

Yukarıdaki ifade, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun spora bakışını ortaya koyan en önemli terkibî hükümlerden biri, hattâ başlıcasıdır, denebilir. Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin muradına denk düşen bir çerçevede yerini, değerini ve izahını bulan bu terkibî hükmün buram buram “ruhçuluk” koktuğunu burada hatırlatmakta fayda görüyoruz. Hemen belirtelim ki, “ruhçuluk”, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin “içtimaî sistem prensipleri” arasında yer almaktadır. Diğerleri ise; “ahlâkçılık”, “cemiyetçilik”, “milliyetçilik”, “şahsiyetçilik”, “keyfiyetçilik”, “nizamcılık”, “müdahalecilik”, “sermaye ve mülkiyette tedbircilik” şeklindedir.

Ruhçuluk nedir ve ruhçu kimdir?

– “Ruhçuluk eşya ve hâdiseleri, kendi içlerinden çıkan kuru müşahade ve kuru tecrübe, kuru akıl ve kuru bilgi kanunları üstünde, madde göziyle görülemez ve ölçülemez müessirlere bağlamak anlayışıdır.

Ruhçu odur ki, beş hasse kadrosu içindeki ham ve kaba madde âlemini, o kadronun dışında ve üstünde, gıyabında ve mâverasında, üstün bir sebep kutbuna iliştirerek mânalandırır.” [61]

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, “İslâm, ruhçuluğun hakikatini temsil eder”, der. Üstad Necib Fazıl ise, ruhu, “İslâm; ve onun etrafında her şey” olarak tavsif eder. [62]

Yukarıda Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun söylediği, “spor, devlet kültür politikasına bağlı olarak, vücudu ruhun emri gayesi bilmek şartı altında güzel…” hükmünde yer alan devletten kasdın “Başyücelik Devleti”; “devlet kültür politikası”ndan kasdın ise “Başyücelik Devleti’nin Devlet Kültür Politikası” olduğu apaçık bir hakikattir.

Hıristiyan-Yahudi Batı medeniyetinin fikir ve yaşayışına göre şekillenen modern spor ahlâkı veya anlayışı, sporda kirlenmenin önüne hiçbir zaman geçememiştir. Modern sporların bariz karakteri olan şike, doping, müşterek bahisler, spor-toto, spor-loto vb. uygulamalar, “sporun ruhu”nu imha eden uygulamalar olarak ortada durmaktadır. Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi’nde bütün bunlara “dur!” denileceğine hiç kuşku yok. Meselâ Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi’nde sporun kumara alet edilmesi aslâ ve kat’â düşünülemez. Çünkü; İslâm’da kumar haramdır.

Kumar nedir? Üstad Necib Fazıl’a göre kumar, “herhangi bir müsbet iş ve emek mahsülü olmadan, muhtelif âlet ve vasıtalarla, meçhule ve tesadüfe dayanarak, para mukabilinde oynanan oyun”dur, ve; “şekli ne olursa olsun, ruhu kumar olan her fiil birdir.” [63] Bu çerçeveden bakıldığında, modern spor ahlâkı veya anlayışı etrafında şekillenen spor-toto, spor-loto, sayısal-loto, iddia, altılı ganyan ve diğer müşterek bahisler, ayniyle kumardır. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi’nin Başyücelik Devleti modelinde “millî piyango, toto ve bahs-i müşterek” gişelerinin kapalı camları üzerinde, katrandan iki çapraz çizgi” çekilerek yasaklar listesine dahil edileceğini vurgular. [64] Üstad Necib Fazıl, “İdeolocya Örgüsü” isimli eserinde, “Başyücelik Emirleri-Kumar” bahsinde aynen şöyle demektedir: “Resmî ve hususî bütün piyango şekilleri, at yarışlarında ve (toto)da müşterek bahisler, vesaire, bu emrin neşrî tarihinden itibaren mülga ve yasaktır.” [65]

Başyücelik Devleti’nin “devlet kültür politikasına bağlı olarak”, sporun asla kendi başına azizleştirilmeyeceği, buna teşebbüs edenlere müsaade edilmeyeceği yukarıda ifade edildi. “Sporun sâf aşktan çıkarılıp ihtikâr ve istismar vasıtası olmaya yöneltilmesi” [66] davası çok ciddi bir meseledir. Bugün modern sporların pek çoğunun, özellikle de modern futbolun kendi başına azizleştirilip tabulaştırılması söz konusudur. Charles Blondel boşuna söylemiyor: “Bugün spor, fedakârlıklar, adaklar, hattâ kurbanlar isteyen bir tanrıdır.” [67]

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, “Tilki Günlüğü” isimli 6 ciltlik eserinde futbol hastası bir Güney Amerikalı’nın hâzin hikâyesi anlatılır ki, modern spor ahlâkı veya anlayışı istikametinde sporun ne derece azizleştirildiği veya tabulaştırıldığına mühim bir misâl teşkil eder: “Yıl 1952… Salvador’un San Vicente liginde oynayan Carlos takımının koyu taraftarları var… Fakat bu taraftarlardan bir tanesi hastalık derecesinde kulüpçü… Cortobes adındaki bu Salvadorlu, son günlerde pek keyifli değildi. Zira tuttuğu Carlos takımı arka arkaya 4 mağlubiyet almıştı. Bir maç sabahı stada gelenler, iliklerine kadar dondular. Cortobes, iki çocuğunu Carlos’un başarısı için kurban etmişti…” [68] Başka bir misâl: “1950 yılında futbol hastası bir Çekoslovakyalı, kendi takımının galibiyetine o kadar inanmıştı ki, maç öncesi eline aldığı bir iple maça gelmiş ve “eğer Çekoslovakya mağlup olursa kendimi şu iple asarım!” diye bağırmıştı. Ne yazık ki, Çekoslovakya dünya kupasında mağlup olmuş ve futbol hastası Çek, kendisini elindeki iple kale direğine asıvermişti.” [69]

Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi’nde spor, “içtimaî sistem prensipleri”nden “ruhçuluk” prensibine uygun olarak varlık kazanacaktır, dedik. Yine daha evvel söylendiği üzere, ruhçuluğun hakikatini temsil eden İslâm’dan başkası değildir. “İslâma Muhatab Anlayış” davasını şahsında temsil eden Üstad Necib Fazıl, “ruh… İslâm; ve onun etrafında her şey”, der. Buradan da anlıyoruz ki, Başyücelik Devleti’nde spor, İslâm dışı hiçbir yapılanmaya âlet olmayacaktır; sadece İslâm için istifâde vasıtası olarak değerlendirilecektir. “Sporun ruhu” ancak bu tarzda muhafaza edilebilecektir.

“Şeriat zâhire göre hüküm verir.” Modern sporlar, gerek kılık-kıyafet ve gerekse zaman ve mekân ayarlaması bakımından olsun, tamamen Batı Medeniyeti’nin fikir ve yaşayışına göre oluşturulmuştur. Modern sporların mevcut hâlleriyle Başyücelik Devleti’nde varlık kazanması muhal gözükmektedir. Başyücelik Devleti’nde estetik anlayışın, İslâm şeriatına uygun bir kılık-kıyafet tesbit ve tedarik edeceğine hiç şübhe yok. Sporda uygun bir kılık-kıyafetten tutun da, yine sporda zaman ve mekân ayarlamasına kadar hemen her şey, ama her şey, İslâm’ın ruhuna uygun bir çerçevede mânâ kazanacaktır. Üstad Necib Fazıl boşuna söylemiyor: “Büyük Doğu ideali, daima bir evde baba sıkıyönetimi tavriyle milletin kılık ve kıyafetine kadar müdahalecidir; ve başta kadın kılığı bulunmak üzere, ahlâk, edep, zarafet ve şahsiyeti esas tutar.” [70] Bu arada, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin “içtimaî sistem prensipleri”nden birinin de “müdahalecilik” olduğunu hatırlatalım.

Başyücelik Devleti’nde spor, yukarıda öngörüldüğü üzere, “sadece hâkim ruhun uygun bedenine yardımcı olarak” varlık kazanacaktır. Buradaki “hâkim ruh”, hiç şübhesiz ki İslâm’dan başkası değildir. İslâm, hâkimdir ve “ruhçuluğun hakikati”ni temsil eder. Diğer taraftan; “hâkim ruh”, “İslâma Muhatab Anlayış davasının dünya görüşünü örgüleştiren” ve İslâm’ı yaşadığımız yeni zaman ve mekânda cereyan eden tüm eşya ve hadiselere tatbik etmek iddiası ve isbatında olan Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi’dir. Daha sonra, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin idare şekli ve siyasî sistemi olan Başyücelik Devleti’dir. Daha sonra, Başyücelik Devleti’nin tebaasını oluşturan topyekûn “Sünnet ve Cemaat Ehli”dir. En nihayet “Sünnet ve Cemaat Ehli”ni oluşturan tek tek müslüman fertlerdir. Peki; “uygun beden” tabiri neyi ifade eder? Burada “uygun beden”, her şeyden evvel “ruhun döküleceği kalıp” mânâsında algılanmalıdır. Bu mânâda “uygun beden”, ilk önce İslâm’a nisbetle Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi, daha sonra Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi’ne nisbetle Başyücelik Devleti, daha sonra Başyücelik Devleti’ne nisbetle topyekûn “Sünnet ve Cemaat Ehli” ve en nihayet, “Sünnet ve Cemaat Ehli”ne nisbetle tek tek müslüman fertlerdir, denebilir.

Sporun sevk ve idare edilmesinde beş temel unsur vardır. Bunlar; spor yöneticisi, spor teşkilatı, spor politikası, spor mevzuatı, spor tesisleri ve spor organizasyonları şeklindedir. Bu temel unsurların koordineli bir şekilde yürütülebilmesi için her şeyden evvel belirli bir “dünya görüşü”ne ihtiyaç vardır. İçtimaî hayatın tamamını sarıp sarmalayan veya tanzim eden veya nizâma sokan belirli bir “dünya görüşü” olmazsa eğer, orada sporun sevk ve idaresinde lüzumlu olan temel unsurların koordineli bir şekilde yürütülmesi de mümkün olmaktan uzak düşer ve sporda kaos kaçınılmaz olur.

Spor, kendi “iç mantığı” içerisinde amatör ve profesyonel sporlar olmak üzere iki ana gruba ayrılmıştır. Fakat Sigurd Baumann, “Uygulamalı Spor Psikolojisi” isimli eserinde sporu dört gruba ayırarak incelemiştir.

Birincisi, hususî grublarla yâni rehabilitasyon amaçlı yapılan spordur. Diğer bir ifâdeyle, fizyolojik ve psikolojik tedâvi maksadıyla yapılan spordur. Rehabilitasyon dönemindeki hastalar, bedenî ve zihnî özürlülerle yeniden topluma kazandırılması gereken insanlar, bu gruba dahildirler. Ferdin sosyalleşmesinde ve fizikî kabiliyetlerinin geliştirilmesinde ve kendine güven duygusunun arttırılmasında ve böylelikle mücadele azminin perçinleştirilmesinde çok önemli bir unsur olarak değerlendirilen spor, tarihin birçok dönemlerinde gerek fizikî tedâvi ve gerekse ruhî rahatsızlıkların giderilmesinde de çok etkin bir şekilde kullanılmıştır. Bugün modern tıb, spordan azami derecede yararlanmaktadır. Nitekim “spordan gaye sağlıktır.” [71]

İkincisi, boş vakit veya kitle sporu veya her zamanki işten artakalan bir zamanda yapılan spor veya sporun kitlelere yaygınlaştırılmasına dönük olarak tatbik edilen spor. Her zamanki işten artakalan zamana “boş vakit” veya “serbest zaman”, bu boş vakitte yapılan spora da “boş vakit veya serbest zaman sporu” denilmektedir. “Kitle sporu” tabiri, bazen “geniş halk kitlelerine yaygınlaştırılması gereken spor” mânâsına da kullanılmaktadır. “Sağlık için spor”, “herkes için spor” ve “hayat boyu spor” gibi sloganlar, “kitle sporu” çerçevesinde anlam kazanmaktadır. Gerçi bütün bu sloganlar, sporun kitlelere yaygınlaştırılmasından çok, daha ziyade profesyonel spordan nemalanan spor tacirlerinin işine yaramaktadır. Siyasî rejimlerin işine yaraması da cabası. Bugün kitle sporu denilince ilk akla gelen futboldur. “Seyirlik spor” olması hasebiyle futbol, siyasî rejimler tarafından baş tacı edilmektedir. Mevcud siyasî rejimleri ayakta tutan en önemli vasıtalardan biri olan futbol, geniş halk kitlelerini “uyutma aracı” olarak da görülmektedir. Bundan dolayıdır ki bugün futbol mekânları / stadyumlar hakkında “uyku tulumu” yakıştırması yapılmıştır. İspanya diktatörü Francisco Franco’nun, Bernabeau Stadı’nı inşâ ettirirken, “tez elden bana 150 bin kişilik bir uyku tulumu hazırlayın!”, dediği rivayet edilir. Portekiz diktatörü Antonio Salazar’a atfedilen bir söz hâlinde, “ben 40 yıl Portekiz’i 3F kuralı ile idare ettim. Bunlardan bir tanesi de futboldu.”

Üçüncüsü, profesyonel spor veya performans sporlarıdır. TDK’nın Türkçe lûgatında profesyonel kavramı, “bir işi meslek hâline getirmiş kimse” mânâsınadır. Buradan hareketle profesyonel sporun “meslek hâline getirilmiş spor”, profesyonel sporcunun da “sporu meslek hâline getirmiş kimse” mânâsında olduğu kolayca anlaşılır. Profesyonel spor veya Performans sporu, sporun gerek teknik, gerek taktik ve gerekse kondisyon olarak maksimum seviyede uygulanmasını gerektirir. Böyle bir teşebbüs aynı zamanda çok yoğun bir şekilde çalışmayı, yâni antreman veya idman yapmayı gerektirmektedir. Charles Blondel boşuna söylemiyor: “Antreman çileciliktir.”

Günümüzde modern sporlar, uygulamada spor kulüpleri vasıtasıyla varlık kazanmaktadır. Kapitalizmin tasarrufunda doğan, büyüyen ve gelişen spor kulüpleri, sporcuların işçi statüsünde çalıştırıldıkları fabrikalardır. Oyuncu veya gönüllü işçi olarak çalıştıkları veya çalıştırıldıkları bu fabrikalarda sporcular, aid oldukları spor kulüpleri adına sportif faaliyetlerde bulunurlar ve bunun karşılığında da aylık, prim veya transfer ücreti şeklinde belli bir ücret alırlar veya taleb ederler.

Spor kulüpleri, faaliyette bulundukları branşlarda her daim galib gelmek veya birinci olmak isterler. Bundan dolayıdır ki sporda profesyonelliğe yönelmektedirler. Kapitalist hayat tarzı, kendi düzeni içerisinde hayat hakkı arayan insanlara hep kazanmak, ne olursa olsun kazanmak ve kazanabildiği ölçüde hem gündemde ve hem de ayakta kalabileceğini telkin etmektedir. Kısaca kapitalist hayat tarzı, profesyonel sporu zorunlu kılmıştır.

Profesyonel spor kulüpleri, müsbet iş ve emek üreten müesseseler olmaktan çok uzaktırlar. Onlar daha ziyade müsbet iş ve emek üreten müesseselerin getirisi üzerine binâ edilmişlerdir. Müsbet iş ve emek üretmeden kolay yoldan elde edilen para ve şöhretin paravanları olarak da iş görmektedirler.

Daha evvel de söylendiği üzere, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi’nde profesyonel sporların “profesyonellik” veya “kulüpçülük” mantığıyla kendisine uygulama imkânı bulması muhaldir. Ancak, içtimaî fayda ve yarar gözetilerek spordan azamî derecede istifade edileceği de muhakkaktır. Bu şuur çerçevesinde sporun “profesyonelce” uygulanmasında hiçbir beis olmasa gerektir. Sporun “profesyonelce” uygulanmasının yegâne müesseseleri, “talim, terbiye ve telkin ocakları” mânâsında okullar olsa yeridir. Üstad Necib Fazıl:

– “Eski Yunan’da kafa ile denk giden beden hareketleri okullarda ihmal edilirse sporun ruhu kaybedilmiş olur.” [72]

Dördüncüsü, okul sporu, yâni, sporun okullarda veya eğitim ocaklarında uygulanması veya sporun okullaştırılmasıdır. Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi’nde okullar, “bütün bir talim, terbiye ve telkin ocakları” durumunda olan içtimaî müesseselerdir. Bu tür müesseselerin yekûnuna taalluk eden bir ruh ve fikir sistemi, hiç kuşkusuz ki bir devletin bütün bir “eğitim sistemi”ne taalluk eder. Hemen belirtelim ki, “eğitim, muhatabına belirli duygu ve düşünce alışkanlıkları kazandırma dâvasıdır.” [73] “Bütün” mânâsına belirli bir duygu ve düşünce sistemi veya içtimaî sistem olmadan, “parça” keyfiyetini haiz ne bir hukuk sistemi, ne bir iktisad sistemi ve ne de bir eğitim sisteminden bahsedilebilir.

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, “spor mu?” sorusunu sorar ve cevab olarak, “kafa ile denk gitmediği yerde, insan keyfiyeti merkebe döner”, der ve ekler: “İşin sırrı kıvamda!” [74]

Evet; işin sırrı kıvamda! Aynı ruh ve fikrin veya dünya görüşünün tasarrufunda, bir yanda kafa eğitimi, diğer bir yanda ise beden eğitimi ve spor! İstenen ve özlenen manzara budur!

Bunun için hiç şübhesiz ki “yeni insan – yeni nizam” gereklidir. Yeni devlet, yeni sistem veya anlayış gereklidir.

 

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Yukarıda, yazının “giriş” kısmında Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu ile Üstad Necib Fazıl arasında cereyan eden ve “büyük zuhur”a yataklık eden “fikir nisbeti” üzerinde durulmuştur. Bu “nisbet”in “İslâma Muhatab Anlayış” davası üzerine bina edildiğine hiç şübhe yok. Sözkonusu “nisbet”in nihaî gayesinin ise İslâm ve insan merkezli bir “yeni dünya düzeni” teklif etmek şeklinde belirdiği çok açık bir şekilde görülmüştür: Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi…

Gelmiş geçmiş bütün felsefî sistemler kritik edilerek, özellikle de İslâm tasavvufu karşısında Batı tefekkürü hesaba çekilerek, Hıristiyan-Yahudi Batı medeniyetinin “köhnemiş dünya düzeni”nin büyük bir buhran içerisinde olduğu, her geçen gün insanlığı daha bir çıkmaza soktuğu ve en nihayet, büyük çöküşün mukadder olduğu kayıt altına alınmış, ve; “istikbâl İslâmındır” mânâsı istikametinde “doğruyacılık usûlü” takib edilerek “Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi” mânâsı örgüleştirilmiştir. “Allah’ın vaadi” şeklinde tecelli eden bu mânâ veya müjde, “İslâma Muhatab Anlayış davasını yenileyen adam” sıfatıyla kaim ve daim Üstad Necib Fazıl ve onun şahsında tecelli eden “Büyük Doğu teorik düşünce sistemi” ve bu “teorik düşünce sistemi”nin “pratik düşünce sistemi”ni örgüleştiren ve haddizâtında, “müjdelerin müjdesi” olarak karşılanan ve “kendinden zuhur”a beşiklik eden Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu ve onun şahsında tecelli eden mânâ hâlinde, “yürüyen Büyük Doğu: İBDA.”

Yukarıda yeni bir “dünya görüşü” veya “duygu ve düşünce sistemi” teklif ettiği çok açık bir şekilde görülen Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin, aynı zamanda yeni bir spor ahlâkı veya anlayışı teklif ettiği de çok açık bir şekilde görülür. Bunun hâlihazırda tatbik edilen modern spor ahlâkı veya anlayışı ile uzaktan yakından hiçbir alâkasının olmadığı da görülür, çünkü; teklif edilen yeni spor ahlâkı veya anlayışının temel referansları İslâm, hâlihazırda tatbik edilen modern sporların ahlâk veya anlayışının temel referansları ise modern dünyanın üzerine bina edildiği “Eski Yunan kültürü, Roma nizamı ve Hıristiyan ahlâkı”ndan müteşekkil Hıristiyan-Yahudi Batı medeniyetinin fikir ve yaşayışıdır.

Modern dünya, Hıristiyan-Yahudi Batı medeniyetinin tasarrufunda doğan, büyüyen ve gelişen bir dünyadır. Bu dünyanın bariz karakteri kapitalizm ve emperyalizmdir. Elini her neye değdirdiyse onu paraya tahvil etmek isteyen kapitalizm ve onun azmanlaşmış hâli ve sömürü düzeninin tâ kendisi olan emperyalizm ve onun da uzayan gölgesi hâlinde global sermaye, gelmiş geçmiş bütün kültürlerden, özellikle de Eski Yunan kültürü ve Roma nizamından devşirdiği oyun, eğlence ve sportif faaliyetleri yeniden biçimlendirerek bütün dünyaya pazarlamıştır. Daha doğrusu, bütün insanlığın kafa ve ruh yapısını dumura uğratmak ve “idrakleri iğdiş etmek” pahasına modern sporları dayatmıştır. Çok açık ve net söylemek gerekir ki, bugün topyekûn dünyada tatbik edilen oyun, eğlence ve sportif faaliyetler, hâlihazırda varlık gösteren global emperyalizme eklemlenmiş global sermayenin taşeronluğunu yapmaktadır.

Evet; modern sporlar, yüzyılı aşkın bir zamandır, global güç odakları tarafından topyekûn dünya insanını meşgul etmenin ve onları uyuşturmanın en etkin vasıtalarından biri olarak kullanılmaktadır. Dünden bugüne gayri ahlâkî alışkanlıkların kazandırılmasında etkin bir vasıta olarak kullanılan modern sporlar, bugün İslâm coğrafyasına çöreklenen kukla yapılanmalar tarafından da müslüman halkın dinî hassasiyetlerini dumura uğratmak için bulunmaz bir nimet olarak görülmekte ve bu minval üzere kullanılmaktadır.

Netice itibariyle; günümüzde kapitalizm ve emperyalizmin tasallutundan kurtulamayan sportif faaliyetler, gayri ahlâkî veya İslâm dışı uygulamalarla kirletilmiştir. Meselâ şike, doping, müşterek bahisler vs. şeklinde kendisini gösteren uygulamalar, modern sporların bariz karakteri olmuşlardır. Modern spor ahlâkı veya anlayışını ele veren bu tür uygulamalara bir son vermek gerekiyor artık. Yeni bir ruh ve fikir sistemi ve buna bağlı olarak da yeni bir spor ahlâkı veya anlayışı âciliyet ifade etmektedir. İslâm, dolayısıyla da insan merkezli Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sitemi, bu duruma yeni bir “çözüm” olarak kendisini teklif etmektedir. Bu makalenin muhtevasında Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun spora bakışı üzerinden bu teklifin mahiyetini gündeme getirmeye ve bu çerçevede bir takım tesbit, teşhis ve tahlillerde bulunmaya çalıştık. Umarız kabule şayan şeyler söyledik. Umarız.


1  Necib Fazıl, BATI TEFEKKÜRÜ VE İSLÂM TASAVVUFU, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1982.

2  Salih Mirzabeyoğlu, BÜYÜK MUZTARİBLER –Düşünce Tarihine Bakış-, İBDA Yayınları, Cilt 1, Cilt 2, Cilt 3, Cilt 4, İstanbul 1998, 2003, 2004, 2006.

3  Salih Mirzabeyoğlu, TELEGRAM –Zihin Kontrolü-, İBDA Yayınları, İstanbul 2003.

4  Necib Fazıl, İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ, 5. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1986.

5  Salih Mirzabeyoğlu, BAŞYÜCELİK DEVLETİ –Yeni Dünya Düzeni-, İBDA Yayınları, İstanbul 2004.

6  Dieter Voigt, SPOR SOSYOLOJİSİ, Tercüme: Ayşe Atalay, Alkım Yayınları, İstanbul 1998, s. 86.

7  Necib Fazıl, AT’A SENFONİ, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1994, s. 138.

8  Walter Porzig, DİL DENEN MUCİZE, Cilt 1, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s. 65.

9  Dieter Voigt, SPOR SOSYOLOJİSİ, s.86.

10  Gazi Muhammed, SPORUN VE KÜLTÜRÜN KUTSAL KAYNAKLARI, Tercüme: Emre Barca, İnsan Yayınları, İstanbul 2001, s. 113.

11  Dieter Voigt, SPOR SOSYOLOJİSİ, s. 86.

12  Cemal Alpman, EĞİTİMİN BÜTÜNLÜĞÜ İÇİNDE BEDEN EĞİTİMİ VE ÇAĞLAR BOYUNCA GELİŞİMİ, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1972.

13  Jose Ortega Y Gasset, AVCILIK ÜSTÜNE, Tercüme: Derin Türkömer, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1997.

14  Attilla Erdemli, SPOR FELSEFESİ, E Yayınları, İstanbul 2002.

15  Akın Yiğit, GÜRBÜZ VE YAVUZ EVLATLAR, İletişim Yayınları, İstanbul 2004, s. 65-66.

16  Hans Peter Duerr, ÇIPLAKLIK VE UTANÇ, Tercüme: Turhan Onur, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 1999, s. 15.

17  Cemal Alpman, EĞİTİMİN BÜTÜNLÜĞÜ İÇİNDE BEDEN EĞİTİMİ VE ÇAĞLAR BOYUNCA GELİŞİMİ, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1972, s. 58-70.

18  Cemal Alpman, EĞİTİMİN BÜTÜNLÜĞÜ İÇİNDE BEDEN EĞİTİMİ VE ÇAĞLAR BOYUNCA GELİŞİMİ, s. 197.

19  Walter Porzig, DİL DENEN MUCİZE. , s. 150.

20  Johan Huizinga, HOMO LUDENS, Tercüme: M. Ali Kılıçbay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1995, s. 14.

21  Salih Mirzabeyoğlu, KÜLTÜR DAVAMIZ –Temel Meseleler-, 3. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1993, s. 44.

22  Necib Fazıl, İMAN VE İSLÂM ATLASI, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1986.

23  Necib Fazıl, İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ, s. 343.

24  Salih Mirzabeyoğlu, TİLKİ GÜNLÜĞÜ -Ufuk ile Hafiye-, İBDA Yayınları, İstanbul 1990, Cilt 1, s. 298.

25  İsa Savaş, SPOR GENEL KÜLTÜRÜ, İnkılap Yayınları, İstanbul 1997, s. 304.

26  Kurthan Fişek, SPOR YÖNETİMİ, YGS Yayınları, İstanbuk 2003, s. 33.

27  Özbay Güven, TÜRKLERDE SPOR KÜLTÜRÜ, AKM Yayınları, Ankara 1992, s. 1.

28  Salih Mirzabeyoğlu, KÜLTÜR DAVAMIZ, s. 138.

29  Selim Sırrı, BEDEN TERBİYESİ, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1932.

30  Cemal Alpman, EĞİTİMİN BÜTÜNLÜĞÜ İÇİNDE BEDEN EĞİTİMİ VE ÇAĞLAR BOYUNCA GELİŞİMİ, s. 1.

31  Atıf Kahraman, OSMANLI DEVLETİ’NDE SPOR, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1995.

32  Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Diyalektiği –Kurtuluş Yolu-, 4. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004, s.77.

33  Ömer Nasuhi Bilmen, BÜYÜK İSLÂM İLMİHÂLİ, Bilmen Yayınları, İstanbul, s. 513-514.

34  Kurthan Fişek, SPOR YÖNETİMİ, s. 24.

35  Salih Mirzabeyoğlu, YAĞMURCU –Gerçekliğin Peşinde-, İBDA Yayınları, İstanbul 1996, s. 270-271.

36  Erzurumlu İbrahim Hakkı, MARİFETNAME, s. 40-41. (“Hazret-i Âdem vefat edince, kimi âlimlere göre yeryüzüne indirildiği yer olan Serendib Adasında, kimi âlimlere göre de Mekke-i Mükerreme’de Ebû’l Kubeys dağında defnedilmiştir. Bir başka rivayete göre de, Hazret-i Nuh tarafından gemiye alınmış olan mübarek naşı sonradan Beyt-i Makdis’te defnedilmiştir. Hazret-i Âdem’den bir sene sonra vefat eden Hazret-i Havva’nın mübarek cesetleri ise Cidde’de veya Hazret-i Âdem’in yanına defnedilmiştir.” (Ömer Nasuhi Bilmen, BÜYÜK İSLAM İLMİHALİ, Bilmen Yayınları, İstanbul 199?, s. 515.)

37  Cemal Alpman, EĞİTİMİN BÜTÜNLÜĞÜ İÇİNDE BEDEN EĞİTİMİ VE ÇAĞLAR BOYUNCA GELİŞİMİ, s.1.

38  Atıf Kahraman, OSMANLI DEVLETİ’NDE SPOR, s.234.

39  Salih Mirzabeyoğlu, ÜÇ IŞIK –Sohbet, Konferans-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1996.

40  Cemal Alpman, EĞİTİMİN BÜTÜNLÜĞÜ İÇİNDE BEDEN EĞİTİMİ VE ÇAĞLAR BOYUNCA GELİŞİMİ.

41  Saadettin Mardin, TANRIYA KOŞAN FİZİK, Timaş Yayınları, İstanbul 1996, s. 11.

42  Erzurumlu İbrahim Hakkı, MARİFETNAME, Bedir Yayınları, s. 302.

43  Saadettin Mardin, TANRIYA KOŞAN FİZİK, s. 13.

44  Salih Mirzabeyoğlu, İSLAMA MUHATAP ANLAYIŞ -Teorik Dil Alanı-, İBDA Yayınları, 2. Basım, İstanbul 1987, s. 213.

45  Salih Mirzabeyoğlu, İSLAMA MUHATAP ANLAYIŞ, s. 74.

46  Salih Mirzabeyoğlu, KÜLTÜR DAVAMIZ, s. 15-16.

47  Necib Fazıl, İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ, s. 343.

48  Ömer Nasuhi Bilmen, BÜYÜK İSLÂM İLMİHÂLİ, s. 466.

49  Jose Ortega Y Gasset, AVCILIK ÜSTÜNE, s. 22-23.

50  Bernard Gillet, SPOR TARİHİ, Tercüme: Mustafa Durak, Gelişim Yayınları, İstanbul 1975, s. 7.

51  Bernard Gillet, SPOR TARİHİ, s. 7.

52  Necib Fazıl, ÇERÇEVE 3, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1991, s. 41.

53  Bernard Gillet, SPOR TARİHİ., s. 7.

54  Selim Sırrı, BEDEN TERBİYESİ, s. 150.

55  Bernard Gillet, SPOR TARİHİ, s. 9.

56  Salih Mirzabeyoğlu, HİKEMİYAT –Tefekkür ve Hikmet-, İBDA Yayınları, İstanbul 1988, s. 62.

57  Necib Fazıl, ÇÖLE İNEN NUR, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul.

58  Salih Mirzabeyoğlu, HAKİKAT-I FERDİYYE –Çöle İnen Nur-, İBDA Yayınları, İstanbul 1994.

59  Necib Fazıl, İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ, s. 343.

60  Salih Mirzabeyoğlu, TİLKİ GÜNLÜĞÜ, Cilt 1, s. 298.

61  Necib Fazıl, İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ, s. 347.

62  Necib Fazıl, İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ, s. 282.

63  Necib Fazıl, İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ, s. 286-287.

64  Salih Mirzabeyoğlu, GÖLGELER -Yaşadığımız Günler-, İBDA Yayınları, İstanbul 1987, s. 210.

65  Necib Fazıl, İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ, s. 288.

66  Necib Fazıl, KONUŞMALAR, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1990, s. 233.

67  Bernard Gillet, SPOR TARİHİ, s. 7.

68  Salih Mirzabeyoğlu, TİLKİ GÜNLÜĞÜ, Cilt 5, s. 56.

69  Salih Mirzabeyoğlu, TİLKİ GÜNLÜĞÜ, Cilt 5, s. 56.

70  Necib Fazıl, İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ, s. 243.

71  Bernard Gillet, SPOR TARİHİ, s. 7.

72  Necib Fazıl, KONUŞMALAR, s. 232.

73  Salih Mirzabeyoğlu, NECİP FAZIL’LA BAŞBAŞA –İntıbâ ve İlhâm-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1989.

74  Salih Mirzabeyoğlu, TİLKİ GÜNLÜĞÜ, Cilt 2, s. 70.

KAYNAK: Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 5, Temmuz-Eylül 2014.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!