Her soru bir karşı tavırdır yahut aşılması zorunlu bir engel “zaman”a “oluş”un(1) âhenk ifadesi buudundan baktığımızda, denilebilir ki, bu görünüş tarzıyla zaman, şuurumuza soru yağmuru yağdırmaktadır adeta. Çünkü zaman fenomenlerin(2) dölyatağıdır. Fokur fokur kaynayan, müteharrik bir dölyatağı!
Kendi çağından mesul vasıflı insan zamandan fırlayan jilet mesabesinde, şuurun suratına çarpan sorulardan kaçma hürriyetine mâlik değildir. Ya şuurunun omuzlarında biriken soruların sikleti altında ezilir, belhum adal derekesine iner, yahut insan olma mesuliyetini ve keyfiyetini kuşanmış halife-aktör misyonuyla soruları dize getirmenin faziletine muvaffak olur.
Zaman tarafsızdır. Dünya coğrafyasının her kıtasına, fokurdayan, fenomenlerin dölyatağı vasfıyla kendini şiddetlice hissettiren zamanın karşısında, “nabzında oluş ıstırabı duyan” her yörenin halife-aktörleri “mahallî idrak”ı kuşanmış hüviyetleriyle yaşadıkları, kendilerini aidiyet bağıyla mesul hissettikleri cemiyetlerini statiklikten ve katılıktan uzak, “diyalektiklerin çelmesini aşıcı”(3) bir esnek nizam tesis etmekle, yaşanmaya değer hayatın rüya fotoğrafını pratiğe nakşetme başarısına ererler. Bu başarılamayınca –insanlık tarihi halkların zarar hanesine yazılan ıstıraplarla dolup taştığına göre birçok yerde demek ki başarılamamış- insanoğlu kendi yörelerine özgü insanlık dışı cenderelerde yaşanmaya değer hayatı hep yarınlarda arar olur. Oysa asıl marifet yaşanmaya değer hayatı şimdiki zaman-lar-da tesis etmektir.
Her cemiyetin halife-aktörleri tarzında mütevazi bir tabir kullandık. Oysa geçmiş ve şimdiki tecrübelerinden biliyoruz ki gayr-i müslim toplumlar, vasfı halife-aktör liderlere, yetersizliğe mahkum donanımlarından dolayı sahip olamadılar, olamayacaklar.
Batı düşünce tarihinin tek marifeti dünkü değer ve tecrübelerini inkar eden şatafatlı, âhenktar isimlendirmelerle, birtakım akımların, izmlerin şemsiyesi altına sığınmaktadır. İcat ettikleri en son “incisi düşmüş istiridye kabuğu” cinsinden rozetin adı da post-modernizm! İki bin şu kadar yıllık Batı insanının kendinden memnun olmayan bir hayatı düşe kalka yaşayageldiğini, otomobilini son sürat bir duvarın hiçliğine çarparak “absürd-saçma” “hayat”tan intihar edip kaçan Albert Camus’nun “Başkaldıran İnsan”ı da söylüyor. Açın okuyun “Başkaldıran”ı; Batılı insanı intihara ikna için gereğinden fazla delil var: “İnsan Tanrıyı ahlâk açısından yargılamaya kalkar kalkmaz onu kendi içinde öldürür. Ama ahlâkın temeli nedir o zaman? Adalet adına yadsınır Tanrı, ama Tanrı düşüncesi olmayınca adalet düşüncesi anlaşılır mı?”(4)
Üstadımız Necip Fazıl’ın mânâ kıyıcısı bezirganlar için kullandığı “hakikati bayıltıp ırzına geçenler” tabiri Batıya da teşmil edilebilir: Batı, başta İncil olmak üzere insanı insan yapan manevî dinamikleri bayıltıp ırzına geçmenin adıdır. İşte bu yüzden onlarda büyük filozoflar yetişse de asla halife-aktör yetişmez. Buna mukabil biz müslümanların demeti olan İslam toplum-ları, kapkara ara dönemlere düçar edilseler de, Vahyin sonsuz diriliğine teslim olmanın bahşettiği “kelâm gücü”yle “zaman bendedir ve mekân bana emanettir” şuurunun halife-aktörlerini yetiştirmeye “yardım ve yataklık etmenin” potansiyelini her dem haizdir. Bir şartla: “Kendi dönemlerinin problemlerini, Kur’an’ın sonsuz vahyinden hareketle çözmede eşsiz olan insanların gözleriyle okumak… Kendi dönemimizin problemlerini, onların formüllerini tekrarlamakla yetinerek değil, ama onların yöntemlerinden esinlenerek çözebiliriz. Kaynaklara dönmek, gözler geçmişlere dikilmiş olarak, geleceğe geri geri giderek girmek değil, canlı kaynağı ve ilk dönem İslamın yaratıcı dinamizmini bulmaktır. ‘Şeriat’ durgun ve kokuşmuş bir su getirmeye gidecek ve böylece yeni susuzlar yalanla aldatılmış olunacak durgun, küçücük bir göl değildir. ‘Şeriat’, coşkun gelişiyle kıyılarını verimlileştiren ve ışıldatan güzel bir ırmaktır.”(5)
*
Bugün, İbda dışı çevrelerin muhtemelen kelime oyunu kabilinden addettikleri, gerçekte ise tefekkür yüklü “İslama muhatap anlayış”, “bütün fikrin gerekliliği” ve diğer benzeri terkiplerden murad, zamanın soru kılıklı püskürttüğü fenomenleri sağlam nispetler içinde yerli yerine oturmanın imkânıdır. Kitap yüklü “bizden” nice insan “İslamda yönetim şekli yoktur, yönetim ruhu vardır” ölçüsünü anlamıyorsa, kulak ardı ediyorsa, onun sözde, İslam adına toplumu “kurtarıcı” her hamlesi “kaba softa ve ham yobaz” ifadesinde kendini bulan donup kalıplaşmadan başka bir şey değildir. Çünkü “özgürlük her dem hayatın önündedir. Hayat özgürlüğün donup kalıplaşmış şeklidir.” İslam gibi, bağlısından her dem yeni olmayı isteyen bir inanç adına girişilecek her hamle de bu ölçü içinde yapılmalıdır. Bu göz ardı edildiği andan itibaren kendi toplumlarını dinî renge boyama iyi niyetinden yola çıkan “yorumlayıcılar” basiretsizliklerinden dolayı müminleri ve tüm insanlığı ihyâ etme kanalını tıkama talihsizliğine uğrama felaketinden kurtulamayacaklar. Dünden bugüne süregelen, özellikle de son üç yüz yıllık sürece bakıldığında bu tespiti doğrulayacak nice misâl var tarihimizde.
Yine bugün, İbda dünya görüşü müslüman camiadan nice “aydınım” diyenlere anlaşılmaz, tuhaf ve sadece entelektüel bir tatmin aracı gibi görünmekte. Neden? Çünkü onlar Suriye, Mısır, İran gibi ülkelerden yapılan tercüme eserlerle, “dolaylı yoldan batılılaşmanın” zokasını farkında olmadan yutuverdiler ve hâlâ da uyanmış değiller. Meclisinin duvarında Hakimiyet Allah’ındır düsturuna hasret çekerler ve çok “cesur” bir slogan attıkları için de etrafına caka satmaktan geri durmazlar. Necip Fazıl’ı da beğenmezler. Öyle ya, klasik İslâm ilimlerini mektebinde tedris etmemiş, İlahiyatçı olmayan Necip Fazıl, kendileri dururken ne hakla İslamî düzen tezleri ortaya koyar! Bu iş olsa olsa İlahiyatçıların işidir. Ve derler: Hakimiyet Allah’ındır. Edebin hadlere riayet etmek olduğunu Üstad’tan öğrendik ve o bize hukuk ve adalet mânâsına bitişik yerde “meclisinin duvarında hakimiyet Hakkındır”ı öğretti, “Allah’ındır” değil! Çünkü, Allah topyekün kainatın hakimidir; müminin de münkirin de! Oysa Hakk sıfatı sadece inanların teslim olduğu bir sıfattır ki; bu çerçevede inanmayan, istese de Allah’ın kulu dairesinden çıkamaz, ama Hakk sıfatından çıkabilir. Çünkü o bir tekliftir. Meclisinin duvarında hakimiyet Allah’ındırla hakimiyet Hakkındır arasındaki farkı idrak edemeyen bu kafa yapısındaki hiçbir müslüman asla halife-aktör misyonunun mânâsına denk bir anlayışı şuurundan tüttüremez. Devlet teşkilatı böyle bir makama hasbelkader geldiklerinde ise, doğası gereği, bünyesinin kendisiyle malûl olduğu basiretsizlikten yayılan her hamle, zamanın bünyesinden fışkırıp karşımıza dikiliveren her soruyu sahte ve hayalî cevaplarla susturmak(!) olacaktır.
*
Sistemler mânâya tâbi “form”dur. Yani mânânın tecelli zemini vasfı, aslî karakterini teşkil eder. Ancak, “aslın görülebilmesi için gerekli araz” niteliğiyle sistem, donup kalıplaşmaya meyyal olduğundan, katiyet belirten “dır ve tır”lar noktalanmamalı; çünkü zincirleme akış içinde, sürekli, sorular tarafından rahatsız edildiğinden, sistem esnek bir karakteri haiz olmalıdır. Kuşattığı cemiyeti arazlardan koruyabilme özelliğiyle, diğer bir deyişle “zaafları meziyetin gübresi kılabilme” özelliğiyle, sağlam temeller üzerine cemiyetin varoluşunu idamede maharet gösterebilmesinin yanında; yarınlardaki muhtemel değişimlere göre yeniden ayarlanabilme esnekliğini de içerebilmelidir. Bu başarılamadığı takdirde sistemin gövdesinde ilkin mikroskobik gözlerin fark edebileceği gedikler oluşur. Gövdedeki gedik sayısındaki artışlar belli bir miktara ulaştığında ise yapılacak tek şey oradan uzaklaşmaktır. Çünkü yıkılışı kaçınılmaz olur. Müslüman hiçbir “aydın” bu felaketi istemiyorsa, kurtuluş arifesini yaşadığımız İslama Muhatap Anlayış Devletinin selâmeti ve bekâsı için, şuurunu İbda diyalektiğinin tornasına tâbi kılsın, buna yanaşılmıyorsa bile İbda diyalektiğiyle hesaplaşılsın; ki mevzular hakkında konuşulurken, bari, mânâların seyrinde öküz-tren ilişkisi misalini hatırlatma felaketinden kurtulunur. Bu bile kayda değer bir gelişmedir.
Kaynaklar:
(1) HEGEL, Bütün Yapıtları-I, Onur Yay., s.150’den: *Oluş, varlığın hakikat içindeki ne’liğinin (taşıdığı mahiyetin) konumudur.
(2) A.g.e., s.123’den: *(Fenomen) tezahürlerinin bütünlüğü olarak varolan şey, bir Şey’dir.
(3) A.g.e., (Diyalektik Aşma bahsi) s.161’den: *”Aşmak” ve “aşılmış”, felsefenin en önemli kavramlarından biridir, her yerde mutlak şekilde yeniden karşımıza çıkan, anlamının sarahatle kavranması gereken temel bir belirlenimdir. Kendini aşan, kendini aşmakla hiçlik haline gelmez. Hiçlik dolaysız olandır; aşılmış bir terim ise dolaylanmıştır (vermittelt), bir olmayandır, ama bir varlıktan doğmuş sonuç olmak bakımından böyledir; şu halde kendisinde hâlâ içinden doğduğu belirlenimi taşır.
(4) Albert CAMUS, Başkaldıran İnsan, Varlık Yay., s.64
(5) Roger GARAUDY, 20. Yüzyıl Biyografisi, Fecr Yay., s.292
Akademya Dergisi, I. Dönem, 7. Sayı