Necib Fazıl, çağımızın objektif aklı olarak, derinliğine fert kimliğimizin, genişliğine cemiyet hayatımızın boy ölçüsüdür.
Şöyle ki, iki asır evvelinden itibaren kalbi İslâm uğruna çarpan, lakin aklı, dolaylı veya dolaysız, dinin karşı cepheye yerleştirildiği Batı zihniyetiyle şekillene şekillene urlaşarak heyula kesbetmiş bir İslâmî “bilinç” problemiyle karşı karşıyayız. Gerçek ecinnilik bu olsa gerek. İster klâsik dinî ilimler, ilahiyat içinden yetişmiş âlimler zümresi olsun, isterse hür tefekkür iklimi içinden yetişmiş “düşünür” zümresi olsun rahleleri önünde diz kırdığımız “akıl hocaları”mız istisnasız böylesi bir “zehirli tesirin”, ama şu dozda, ama bu dozda kurbanlarıdır. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır kendini saymayanlarca sayılabilmek saikıyla Fransızca öğrenir. Ve buna ilaveten bir de felsefe kitabı çevirir!
Elbette bu zümrenin tutumu kısmen, gayet anlaşılırdır. Zira İslâm kendi öz topraklarında artık müdafaa mevziindedir. “Sağ” ve “sol” hareketler ideolojik veya kültürel muhalefet anlayışıyla eski/yeni rejime itirazlarını geliştirirken, İslâmî camia kendi vücut hikmetini güvenceye almanın mücadelesi içindeydi. Tüm mesai ve enerjisini taarruza değil, müdafaaya hasretmek zorunda kalmıştı. Demek istediğimiz, selin yığdığı konjonktürel saldırılardan uzun vadeli “düşünce sistemi” geliştirmeye fırsatlarının olmadığıdır. Fakat asıl felaket, tam da düşünce sistemi noktasında zihnen iptal hâle gelmiş olmalarıdır. Bakın, İslâmî düşüncenin köprübaşını tutanların hepsi, bilâistisna Abdülhamid karşıtı idiler ve ne gariptir ki, yine bilâistisna, hepsi Cumhuriyet taraftarı olmuştur… Ve bu tarafgirlik kimisine darağacının yolunu, kimisine sürgün/hapis yolunu gösterirken, kimisine ise müesses nizama payanda rolüyle makam mansıp yolunu açmıştır… İmdi, akıl hocalarının böylesi bir savrulma yaşadığı yeni nesillerin nisbetini kuracağı “doğru” ve “yanlış” cetveli ne kadar emin, ne kadar güvenilir olabilir? Ve bugün tarih sahnesine, ayaklarımızın üzerinde dimdik doğrularak çıkabilmenin önündeki asıl mânia doğru belletilmiş yanlış endaze belasıdır. Yoksa harici saikler, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun bir ifadesiyle “alnından kurşun yemiş domuz” misali hiç mesabesi hâline gelmiştir. Elhamdülillah!
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadarki dağılış, parçalanış safhamızın Avrupa’nın aleyhimize güttüğü siyaset açısından uygun isimlendirmesi, “Konuşturulmayan Türk” safhasıdır. Cumhuriyetle devralınan bu safhanın içerideki güdücülerce güdülen siyasetin uygun isimlendirmesi ise “Konuşturulmayan Müslüman” safhasıdır. Birinci madde uçurumundan yuvarlanmamız ölümümüze yetmemiş olacak ki, ikinci bir ruh uçurumundan itilmemiz iktiza etmişti. Ama yine de ölmemiştik. Ne var ki bu harici ve dâhili darbeler temyiz hüviyetimizi müşevveş, silik bir hâle de getirebildi. İstinad noktası Beytullah/Kâbe olacak şekilde tutunacağımız, doğrulacağımız istikametten ve idrak kanallarımızı besleyici Tevhid şuurundan mahrum olma kriziyle karşı karşıya kalmıştık.
1923 tarihini baz alırsak, ilk gençlik dönemini “Konuşturulmayan Türk” safhasında, yani fikir ve estetikte, Batı’da teşekkül etmiş yeni mutlak varlık kategorisi diyebileceğimiz aklın irşad ediciliği altında; devamındaki ilk olgunluk yıllarını ise “Konuşturulmayan Müslüman” safhasında, dolayısıyla idealize edilen pagan kültürü devrinde geçirmiş ve hak edilmiş şöhretiyle Düşünce ve Şiir’in Prensi muamelesiyle karşılık gören bir entelektüel olarak Necib Fazıl, hayat çizgisini umumun güttüğü yoldan, pratikte veya aksiyonda hiç bir hedef gütmeyen mistik bir hayat telakkisine uyarlı bir farklılık içinde sürdürürken, Batılıların altın çağ, inanç telakkimizin ise velayet çağı diye andığı otuzlu yaşlarında iken, nasıl oluyorsa, dahası ancak Allah’ın bir lütfu, bir inayeti diyebileceğimiz ve mantığın izahta aciz kalacağı bir sarsıntı yaşayacak, gönüllü-gönülsüz aldığı tüm “zehirli tesiri” ruhundan silkip atabilmenin sancısı içinde kıvranıp nefs muhasebesinin iğne deliğinden geçtikten sonradır ki, kader onu “Nazar Ehli” ile tanıştıracaktır.
Necib Fazıl’ın Esseyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ile buluşmasını, aradan geçen onca zaman mesafesinin sunduğu perspektiften değerlendirdiğimizde, tarihte Fatih Sultan Mehmet’in Akşemseddin ile olan buluşmasından daha ehemmiyetli olduğunu kabul etmemiz icab eder. Doğrudur, Fatih’in İstanbul’u Hıristiyan tarihinden koparıp İslâm yurdu kılmasının önemi, İslâm’ı doğduğu Hicaz topraklarına kadar maddeye perçinlemeyi sağlamış olmasıdır. Ve elbette bu tarihî hadisenin önemi her dem taze ve diridir. Oysa Üstad’ın, Efendi Hazretleri’yle vuku bulan bu buluşmasını, “Konuşturulmayan Müslüman” safhası demek olan Cumhuriyet dönemi içinden anlamaya çabaladığımızda, İslâm’ın mânâda, en iyimser tabirle bulanık bilinç hâlleriyle, daha da fenası, kötürümce kendini ifadeye ancak aktarabildiği, Tevhid tarihinin en kritik safhasına denk gelir.
Tanzimat’la birlikte düçar olduğumuz yeni yol vuku bulmasaydı bile, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun İbda Diyalektiği isimli eserinde ifade ettiği üzere yeni bir başlangıca her halükarda ihtiyacımız olduğu gerçeğini inkâr edemeyiz. Zira İslâmî bilincin cürûf ve ârâzlardan ayıklanıcı yeni bir saf bilinçle düşünmeyi tecdid etme zarureti doğmuştu. İşte bu çerçevede hem rakip medeniyetin zaaf ve meziyetlerinin künhüne vakıf olabilen, hem de İslâm adına, akıl hocalarımızca şifa diye belletilen “çözüm önerileri”yle bilinci bulanmamış, fikir ve aksiyonda bizi yenileyici, varlığımızı tahkim edici bir kurtarıcı olarak kaderin Necib Fazıl’ı seçmiş olduğuna şahit olmaktayız. Necib Fazıl, şahsında tecelli eden ulvî mânâsıyla, örme sepet içinde Nil’e salıverilen “Çocuk Musa”yı hatırlatmaktadır bize. Velâyet çağına kadar hasmın zihin hisarları içindeki hayatı, onun dehâsını üstün bir stratejist payesine erdirerek, gayesi Tevhid tarihine yeniden istiklâl kazandırmak üzere idrak kanallarımızı rapt edeceğimiz, nisbetimizi kurabileceğimiz düşünce sistemini, Büyük Doğu tuğrasıyla ibda etmiştir.
Akıl ve muhabbette şedid karakterli hüviyetiyle feyzini, Efendi Hazretleri’nin ruhundan almasıyla Üstad, hakikat madeniyle tam bir temas hâlinde fikirde, estetikte, aksiyonda “İslâma Muhatap Anlayış”ı, zıddına bağımlı muhakeme tuzağına düşmeksizin, İslâm’ın ideal bir “sureti” olarak örgüleyebilmiştir. İşte, bu mânâda diyoruz ki, Üstad çağımızın “objektif aklı”dır.
Bugün, bilhassa akademik çevrelerden kimilerinin Büyük Doğu ideolojisinin dayandığı “atıf kaynakları”nın belirsiz olduğunu dermeyân etmeleri, onların Batılı kaynaklar olmaksızın ne analizde ne de sentezde, düşünce faaliyetinde bulunamayışlarının acı bir emaresidir.
İslâma Muhatap Anlayış’ın düşünce sistematiği açısından tarihimizdeki öncülerinden ilki şüphesiz İmamı Gazali Hazretleri’dir (1058-1111). Tıpkı günümüz toplumunda olduğu gibi siyasî ve fikrî kaosun hâkim olduğu o günün İslâm dünyasında ağyârını mâni, efradını câmi stratejik dehâsıyla saf İslâmî zeminde düşünmeyi tecdid etme başarısı gösteren, Tevhid tarihinin tıkanmaya yüz tuttuğu bir eşikte yolu tekrar açan, onu yeniden ana caddeleştiren kişidir Hüccetül İslâm İmamı Gazali! Devamında ise düşünce pınarını trafoya bağlayıcı bir gürlük ve derinlikte Şeyhül Ekber İbn-i Arâbî Hazretleri’ni (1165-1240) ve “ikinci bin yılının yenileyicisi” nam İmam-ı Rabbanî Hazretleri’ni (1564-1624) görmekteyiz.
Ne var ki, bu üçlü ana sütun üzerinden zahir-batın dengesinde süregelen tefekkür cehdi sonraki nesillerin kibir veya tekebbür diyebileceğimiz nefs emniyeti tavırları yüzünden donma ve kalıplaşmaya yüz tutmuş; daha bu marâzî hâlin şuuruna ermeden Batı’da peydahlanan ve dini, mitolojilerle eşdeğer gören nevzuhur aklın, kendi tarihindeki başarısına eş bir tos vurmayla bütün “dikey”lerimizi “yatay” hâle getirebilecek şekilde bizi varoluş hikmetimizin yabanisi, düşmanı olma noktasına kadar da sürükleyebildi.
İşte, böylesi bir tıkanmanın eşiğindeyken Tevhid tarihimizi yeniden ana caddeleştirici rolüyle Büyük Doğu-İBDA’nın düşünmeyi tecdid edici hüviyeti yukarıda zikri edilen büyüklerimizin ifa ettiklerinin aynısıdır. Demek oluyor ki, Büyük Doğu-İBDA’nın “atıf kaynakları” iddia olunduğu üzere hiç de belirsiz değilmiş. Atıf kaynaklarımızın en net ifadeyle dillendirilişi Kumandan Mirzabeyoğlu’nun şu veciz sözüdür: “Kur’ân’dan başlayarak, merkezden muhite doğru bütün mukadder oluşlarıyla, dinin heyeti mecmuası…”
Büyük düşünürlerin büyüklüğünü pratikte mânâlı kılmanın, onların “çalışan makine” edasıyla veya Kumandan Mirzabeyoğlu’unun ifadesiyle “münfail sıfatta fiilin içine işlemiş işletici sıfat” rolüyle sonraki nesillerde verimli olabilmelerinin evvelemirde şartı okullaşabilmeleridir, aksi takdirde hiçbir fikir ne denli tasarruf kudretinde de olsa, zamanın kaos görünümlü aktüel akışındaki vukuatları asla kendine ram edemez. Hızla geriye çekilerek, karanlığa karışır. Bunun haricimizdeki en tipik misali Marksizm’dir. Sovyetlerin yıkıldığı 90’ların başına kadar tüm dünya kütüphanelerinin yarısını kaplayacak zenginlikte okullaşıp kitaplaşabilmiş bir ideoloji olarak Marksizm, Marks ve Engels’ten başlayarak, kesintisiz bir şekilde Sartre’lara kadar peş peşe, her biri ayrı bir okul çapında nice düşünür yetiştirmesine rağmen ilgili çöküşle birlikte hızla gerileyerek karanlık dehlizlerin yolunu tutmak zorunda kalmıştır.
Allah, Büyük Doğu fikriyatını böyle bir akıbete uğramaktan kurtarsın! İnşallah da kurtarmıştır. Zira Üstad emr-i hak vaki olduğunda; velayet çağının başlangıç yaşı demek olan 33’ündeki ve bu terkipte husule gelen mânâların, en başta siret olmak üzere fikir ve aksiyondaki emsalsiz ismi Salih Mirzabeyoğlu emanetin en tabiî ehli olarak “vazife”yi devralmış ve ikinci bir okullaşma hareketiyle, Büyük Doğu-İBDA “ideolojisi” olarak, Büyük Doğu’nun başlattığı Zaman’ı mânâmıza tâbi kılıcı fikir hareketini, kendisinin yaş ve kemâl itibariyle “nübüvvet çağı ahlâk”ını yaşadığı bugüne kadar getirebilmiştir. Tarihimizde bir ilk, bir ibda olan böylesi bir hareketin mekânı kendine ram etmekten daha tabiî bir hak talebi ne olabilir?.. Bu mülahazalardan anlaşılacağı üzere Necib Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu isimlerinin müteradif olduğu sanırım izahtan varestedir.
Toplu bir değerlendirmeyle, İslâmî mânâda, son bir asırdan bu yana ki, Büyük Doğu-İBDA harici fikrî oluşumları hiç mesabesinde gördüğümüz sanılmasın. Evet, tekçi ve hepçi bir yaklaşımla Tevhid tarihinin ana caddesinin döşeyicisi olarak Büyük Doğu-İBDA, hem İslâm’dan kıl kadar taviz vermez tavrıyla düşünceyi tecdid edici hüviyette oluşuyla, hem de rakip medeniyette, hayatı ebter kılıcı karakterde oluşan akıldan tenkit şuurunu devşirici keyfiyette oluşuyla benzersizdir. Demek istediğimiz, emeklerinin zayi olmaması veya 1’in ardına eklenen yığınla 0 değerinde kıymet kazanabilmeleri için diğer fikri oluşumların bu ana gövdeye ancak mütemmim cüz olmaları hâlinde muradlarının hâsıl olabileceğidir. Aksi takdirde, akıbetlerinin karanlık dehlizlerde kaybolmak olduğu gerçeği görmezden gelinemez.
Ehl-i Hâl Olarak Şair
Hölderlin (1770-1843), şair ve düşünürleri birbirine en uzak dağ zirvelerinde yaşayan iki kardeşe benzetir. Müthiş, harika, muazzam bir tesbit. Bakın şuur ve şiir aynı kökten türeyen kardeş kelimelerdir. Acaba Hölderlin Arabça’daki bu inceliği biliyor muydu? Yaklaşık aynı çağı paylaştığı Goethe (1749-1832)’nin bildiğini varsaydığımızda muhtemelen biliyordu demek icap eder.
Şiir ve şuur. Varlığı derinliğine idrak edebilme cehdi demektir. Demek oluyor ki, ister antik Yunan ontolojik düşünme cehdi üzerinden olsun, ister tasavvufun tefekkür/tezekkür ameli üzerinden olsun, her ikisinde de, aralarında gayede benzer, fakat yöntemde uçurumlar olmakla birlikte “hep ötenin ötesi”ne geçit verici sonsuzluğuyla “varlık”ı idrak çabası vardır. Dolayısıyla şair ve düşünür, hangi gelenek içinden olursa olsun, hakikatte aynı cezbenin pervâneleridir.
Burada, Necib Fazıl bahsinde öyle bir harikalık söz konusu ki, her iki zirvenin aynı anda nadir sakinlerinden biri olması onu nevi şahsına münhasır bir isim yapmaya fazlasıyla kifayet etmektedir. Zaten düşünce yazılarında inşa ettiği dilin şiir keyfiyeti bu vasfının tipik bir emaresi olsa gerektir.
İBDA estetik anlayışı, şairi “ehli hâl” olarak vasfeder. Bunun açılımı için İbni Arâbî Hazretleri’ni yardıma çağırmak icap eder. Şeyhül Ekber’e göre tevhidin üç mertebesi vardır. 1) Fiiller Tevhidi- yani zaman-mekân birliğinin kuşatılıcılığındaki “gerçeklik”i idrak tarzının perçinli olduğu mertebe… 2) Sıfatlar Tevhidi- nedensellik yasasının işlemediği, ancak kalb idrakine açık gerçeklik mertebesi… 3) Küllî hakikat mertebesi demek olan Zat Tevhidi… Bu çerçeveden bakınca hâl ehli, “murat menzili”ndeki Tevhid yolcusunun adı olmuş olur.
14.asırda yaşamış Ahmedî’yi Divan şiirinin kurucusu addettiğimizde 500 yüz yıl boyunca varlığını muayyen bir standart üzerinden sürdüren Türk şiiri Tanzimat’la beraber hayat telakkisindeki önceliklerin değişmesine paralel olarak yerini bambaşka tecrübe ve arayışlara bırakır. Tecridi bir başkalaşımla Cumhuriyet dönemine kadarki 80-90 yıllık safhasına baktığımızda bu yeni tecrübenin yatağını hâlâ tam bulamadığını görmekteyiz. Yeni Türk şiirine hatırı sayılır bir gövde kazandıran Cenap Şahabettin, Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Mehmet Akif gibi şairlerin en belirgin zaaflarının kurdukları şiir dilinin kendinden öteye yolu açamayıcı oluşlarıdır. Milli edebiyat anlayışını güdenlerin ise tek marifeti sığ, yalınkat bir Türkçeyle hamasî duygular terennüm etmeleri olmuştur. İşte böylesi bir hengâmede 1927’ye gelindiğinde dikkatleri şimşek hızıyla celbeden “Kaldırımlar” şiirinin doğuşuna şahit olmaktayız.
“Kaldırımlar” şiirinin en büyük meziyeti modern insanın, yani ruhu yaralı bereli, trajik insan hâllerinin Türkçeleşmiş Türkçeyle yazılabileceğini, yazılabildiğini ispatlamış olmasıdır. Bu mânâda modern Türkçe şiir dili Kaldırımlar’la başlar. Üstad’ın şiir diline dil çıkaran Turgut Uyar gibiler dahî bu yeni ifade biçimi üzerinden şiirlerine “yol bulabildiler?” ancak. Kaldırımlar, “Fiiller Tevhidi”yle iktifa etmeyen, ne var ki, ötesine de yol bulamayan bir mustaribin için için tutuşması, insan ufkunu kendi çeperinin inhisarında nefessiz bırakıcı “olgular dünyası”na red tavrıdır.
Kumandan Mirzabeyoğlu, Üstad’ın şairliğini Çile’den başlayıp “Çocuk” şiirinde tamama ermiş kâmil bir yolculuğa benzetir.
Ne var ki, genel şiir piyasası Üstad’ın “Kaldırımlar” şiiri merkezinde kümelenen “Çile” öncesi şairlik devresini tercihe daha şayan buluyor. Bunun sebepleri üzerinde düşünmek icap eder.
Çile şiiri bizim nezdimizde “hakikat madeni”yle temas cehdinin muzaffer yolculuğudur. “Ballar balını buldum/Kovanım yağma olsun.” Çile’nin finalindeki neşe tonu Yunus’un erdiği saadetin aynısıdır. Kumandan Mirzabeyoğlu bir şiirinde “İmân, sahici imân ateş hattında koşu” der ya… Üstad’ın kalbinin kesbettiği, öyle bir imân ki, bunun nasıl bir şey olduğu, elektriği çıplak elle tutmaya benzetilerek anlaşılabilir ancak. Çile’yi Kaldırımlar’dan üstün görmemek olsa olsa “hâl”in nakıslığına delâlet eder. Dolayısıyla Kaldırımlar’da “Fiiller Tevhidi” mıntıkasını aşamayan, ama o hâle de razı olamayan şarin, o bariyeri aşarak yepyeni bir varlık sferine ulviyet kesbettiğine şahit oluyoruz. “Olgular dünyası”nın gönüllü nakıslarına karşı Çile’nin sessizliği muhafaza etmesini böyle anlamak lâzım diye düşünüyorum.
Bakın, içkinin tükettiği bir İngiliz diplomat var, Malcom Lovry. Yanardağın Altında’nın yazarı. Diyor ki “bu romanım ‘çalışan bir makine’, çalıştığını da test ederek gördüm.” Çalışan makine, müthiş ufuk açıcı bir kavram. Evet, her sanat eseri özünde böyle bir iddianın sahibidir. Zira sanat eseri insanı mamul hâle getirir. Ama şu menzilde, ama bu menzilde bizi hayata ehil kılar. Nüfûziyet bahşeder. Çile’nin çalışan makine hususiyetine bigâne kalmanın sebebini işlem görecek malzemenin kalitesinde aramak gerekir. Bir İngiliz şair var, John Donne. Ülkesinde metafizik şiirin kurucusu bilinir. 17. yüzyılda yaşamış, ama keşfi 20. yüzyıldadır. Shakespeare’in onun yanında kuru bir tıkırtı kaldığı söylenir. Onun şiirini sessizliğe bürüyen dil şalı, ancak aradan üç asır geçtikten sonra aralanabilmiştir.
Bu arada yeri gelmişken bahsetmemek olmaz, testine nice defalar şahit olduğum Tilki Günlüğü aklı aciz kılıcı muazzam bir çalışan makinedir. Ne var ki, “açıkta sırrı bakir” kavlince “dürri meknun” hâlinde sadece raflarımızı süslüyor. Korkarım ki, Jung gibi arketip bilgisi kuvvetli bir bilgin çıkmadıkça öyle kalmaya devam edecektir.
Zevken İdrak…
Logosun farklı güzergâhta birer konuşma tarzı olan pathos ve ethos’u Eflatun’dan mülhemle birer “idea” olarak kabul ettiğimizde sanat zemininde olabilecek her tür faaliyeti bu ikisinden birinin bir “varolanı”, temsili kabul etmek iktiza eder. Sanatın niçin gerekliliği, gayesi, hedefi bir yana, sanat veya edebî eser neye tekabül eder / neye tekabül etmelidir? Okuyucu sıfatıyla evvelemirde öncelenmesi gereken bu… İbda Diyalektiği’nde sanat ve estetiği de kapsayıcı ana mevzulardan biri de “zevken idrak” bahsidir. Bu öyle bir hususiyettir ki üstün seziş gücünün de, en yüksek deha kapasitesinin de fevkinde olduğu “gaibi hissedilir kılma keyfiyetidir.” Sanatçı dediğimiz kişi veya kişilik, idealde böylesi soydan bir mümtaziyeti belirtir. Hani nasıl ki, istatistik bilgisi, doğan her yüz çocuktan ancak ikisinin üstün zekâlı doğduğunu söyler, söz konusu sanatçı olduğunda, yüzdeliğin ibresi sıfır virgüllük bir nadiratı gösterir. Ne var ki, aydınlanma veya akıl çağıyla beraber insanlığın beslendiği bu ontolojik/ varlıkla rabıtalı damar kurumaya yüz tutmuştur. Hâl böyle olunca, gaibi hissedilir kılma keyfiyetini misâllendirici eser oluşumlarından ziyade “yetenek” tezahürlerini misâllendirici yığınla “eser”le karşı karşıyayız. “Pathos”a, içe dönük ferd hüviyetimizin zuhur ettiricisi; “ethos”a hak, ahlâk, vicdan temelinde içtimaî hüviyetimizi aksiyoner kılıcı mânâlarıyla baktığımızda, sanatın gayesinin ne olması gerektiği fazla söze hacet bırakmadan kendiliğinden anlaşılır sanırım. Üstad’ın ifadesiyle “söz denen müessese” böylesi bir sanat dili oldu mu artık, su şebekesi keyfiyetiyle yeşertici, elektrik şebekesi keyfiyetiyle ışıldatıcı bir hâle gelir…
Türk veya dünya edebiyatı… Epeydir bütün bir insanlık din dışı Batı medeniyeti tarihinin âlemşümul ana caddesi üzerinden hayat denen muammayı “yaşadığından” insan denen varlığın destanı değil, beşer denen mahlûkun hayat hâlleri yazılabiliyor en fazla. Bunu geniş mânâsıyla medya bile zaten yapabilmekte hâlbuki…
Biraz daha detaydan gidecek olursak Marcel Proust üzerinden şunları demek isterim. Proust bildiğimiz Proust olmanın eşiğindeyken düşünür kimliğiyle deneme mi yoksa edip kimliğiyle roman mı yazmalıyım noktasında tereddüt yaşar. Ve getirdiği şu tarif tereddütlerini giderir. Der ki: “Edebiyatın gayesi insanın kendi içini okumasına yardımcı olmasıdır.” Ve malûm, adeta yanına ihtiramla yaklaşılması muamelesi gören yedi ciltlik Kayıp Zamanın İzinde romanı… Edebî yeteneğin zirvesi bir eser! Ama kim ne derse desin ben bu esere insanın değil, beşerin destanı nazarıyla bakacağım. Yazar âdeta hâl diliyle, “ey insanlık, ârâzlarından, cürûflarından olabildiğince arınmış şekliyle dünya hayatının gıpta edilesi hâllerini; zenginlik, refah, sanat, kültür, zevk, eğlence, tembellik, özlemini duyduğun ne varsa, her birini özenli tablolar hâlinde önüne sermiş bulunmaktayım. Fakat bütün bunlara yakından bakacak olursan zamanın “yüzey”indeki şatafatlı tecellinin, kesif bir hiçliğin örtüsü olduğunu göreceksin. Sana idealize edilecek bir hayat tablosu değil, kaçınılacak bir hayat tablosudur sunduğum. Edebî kişiliğimle içini okumana kazandırabileceğim göz hususiyeti bundan ibarettir.” Üstün bir yetenekten bundan daha fazlası da beklenemez zaten.
İmdi, pathos ve ethos, mevzuumuz bağlamında kendi has dilimizin mihengine vurulduğunda “cemâl” ve celâl” mefhumlarına inkılâb eder. Cemâl ve celâl sıfatları tasavvufî mânâda kemâlâtın olmazsa olmaz iki kanadıdır. Edebî dilin yeşertici ve ışıldatıcı olması ancak böylesi bir kemâl dili olmasıyla mümkündür. Misâl mi? İsmet Özel’in yakın bir zamandaki “Sakarya Türküsü” değerlendirmesi, kimi itirazlarımızı saklı tutmak kaydıyla, meramımızı anlatmaya ziyadesiyle uygundur sanırım. Şu: “‘Sakarya Türküsü’nün şairi bir Necib Fazıl Kısakürek tek başına ve yalnızca bu tek şiiriyle terazinin bir kefesine yerleştirildiğinde 1928 sonrası Türk edebiyatının tümünü hikâye, roman, deneme türleriyle birlikte dengeler. Neden böyledir? Çünkü mugaddi oluşudur sanat eserini değerli kılan. Milletten aldığını millete verişi. Milletler millet olmalarına vesile olan gıdayı ne felsefe ne de bilim eserlerinden temin edebilir. Milletleşme tarihin hiçbir döneminde sanat eserlerine kavuşmaksızın vuku bulmaz. Sanat eseri sanatçının millet hayatına neyin şifa olacağına dair keşfiyle doğar.” Sakarya Türküsü şiirinden bahis açılmışken şunu söylememe izin verin lütfen. Vaveylâ, İstiklâl Marşı ve Sakarya Türküsü… Üçü de benim nazarımda milletimizin mukadderatıyla alâkalı veya alâkalandırılabilecek şiirlerdir. Vaveylâ’da kalıba dökülen sözler ümitsizlikle boğuşma içindeyken, duaya açılan ellerin yakarışı daha bitmeden sonlanıverir şiir. Finali olmayan bir şiirdir Vaveylâ. Osmanlı’nın sapır sapır döküleceğinin uğursuz habercisidir desek yeridir. İstiklâl Marşı ise, İstiklâl Harbi’nden önce yazıldığı nazarı itibara alındığında, vatansız kalma tehlikesiyle yüz yüzeyken “madde plânında” var kalabileceğimizin müjdesi gibidir adeta. Bugün, 93 (1877/1878) Harbi’nden beri acı tesirlerini fertçe ve milletçe yaşayageldiğimiz safahatın “Sakarya Türküsü” safhasındayız. Sakarya Türküsü, yeniden tarih sahnesine çıkacağımızın, zamanın kendi tabiîliği içinde kaosa meyilli akıcılığını yeniden Tevhid Tarihi’nin zapturaptı altına alacağımızın habercisi, “aşkın” mesajıdır. İnşallah!