Niçin Yazmalı, Ne Yazmalı?

Bu yazının başlığını aslında “Genç Yazara Tavsiye” diye belirlemiştik ancak, baş(lık)tan huzursuzluk vermekten de imtinâ ettik sonra. Zira “tavsiye” kelimesinin tedaileri bizde oldukça sıkıcı bir yere varıyor; kezâ “nasihat” da öyle. Ne var ki, eğer gözümüzü “büyük oluş”a, “büyük bir eriş”e dikmişsek, sırtımızı sıvazlayacaklardan ziyâde, taş gibi sözlerle hemhâl olmamız lâzım. Zaten “genç”, ıztırabı olan adamdır; hele bir de “yazar” namzediyse, bu ıztırab misliyle katlanır. Çünkü biz, Üstad’ın şu sözlerine bir şekilde muhatabız:

– “Ey gençlik, hey gençlik, aziz gençlik!.. Bu sözler size çok şeyler anlatmalı… Bizim, gençlik kapısında dilenmeye ihtiyacımız yoktur. Onu, sefil pohpohlama edebiyatı ile kazanacak, herhangi bir sahtekârlık gayretinden münezzeh bulunuyoruz. Çünkü biz, gence kur yapmak mevkiinde değiliz; gence, yaşanmaya lâyık hayatı telkin etmek mevkiindeyiz. Gerekirse onu acıtırız, üzeriz, incitiriz.

Ona genç adamın baş hassası olarak ıstırabı telkin ederiz, en acı üslûpla… Fakat kapsında dilenmeyiz. Çünkü, biz, gencin, lekesiz bir ciğer gibi içini dolduracak kanın terkibini bilenlerdeniz. O, sonsuz hayat kanıdır ve imanın cevheridir.

Gençliğe, malûm müdaheneleri, methiyeleri yapanlar, dediğim gibi, ideal yoksunu samimiyetsizlerdir. 24 saatlik zamanın avcıları… Güneşin doğuşiyle batışı arasında çıkarını düşünenler… Bizimse böyle küçük hesaplara ihtiyacımız yok; biz devamlı doğup batan, füze hıziyle doğup batan, güneşlerin ardında doğacak, ‹‹semt-ür-rees›› dedikleri noktada kalacak ve geçmeyecek, pörsümeyecek ânı kovalayanlardanız. O bakımdan genç, hem dâvamızın geçiş yolu, hem de emanetçimizdir.” [1]

Sanırız, muhatablık seviyemizce mükellefiyet derecemiz, mükellefiyet derecemizle de emanetin büyüklüğü açıkça anlaşılıyor.

Bu satırların yazarı, ne bir “yazı koçu”dur, ne “kariyer danışmanı”, ne de kendini “usta yazar” olarak gören biri. “Oldum demenin öldüm demek olduğu”na inanan; sadece istidadı doğrultusunda bilebildiklerini, tecrübe ettiklerini, dostça paylaşmaya çalışan biridir yalnızca. Böyle bir şerhten sonra, mevzuumuza geçebiliriz artık: “Niçin yazmalı, ne yazmalı?”

NİÇİN YAZMALI?

Bu sorunun, yâni “niçin yazmalı”nın cevabı çok basit: Niçin yaşıyorsak, onun için.

Kendimize “hayat” hususunda verdiğimiz cevablar, “yazma” hususunda da aynen geçerlidir. Hayatı niçin yaşıyorsak, yazıyı da onun için yazarız. Misâl; hayatı, para kazanıp zengin olmak, kariyer sahibi olmak için yaşıyorsak, yazılarımız da bu idealin(!) güdümündedir.

Bunu sadece şeklî olarak da değerlendirmeyelim. Yâni yazının muhtevâsında; “zengin olmanın kuralları”, “bir yılda borsadan voleyi vurmak”, “kariyerinizin zirvesine tırmanın” gibi şeyler olmayabilir. Nitekim, yazarın yazdığı şeyler hep “din”le alâkalı şeyler de olabilir. Lâkin mesele, ne yazdığımızda (muhtevâsında) değildir zaten, o muhtevâyı meydana çıkaran itici faktördedir. Adam tasavvuf kitabı yazmıştır ama, niyeti bu kitab vasıtasıyla şöhret olmak olabilir. Şems ve Mevlana kitabları yazarak parayı götürenleri bir düşünelim. Bunun tam tersi de elbet mümkündür; iktisad risaleleri hazırlayan biri, Nizâmülmülk (“Paraya düşman gözüyle bak!”) tavrı gösterebilir.

Kısacası, yazarken nefsî veya maddî bir çıkar gütmemek, “samimi” bir niyetle ve “samimi” bir dille yazmak asıl mesele. Samimi olanlarla olmayanların en başta anlaşılması zordur gerçi. Fakat öyle bir yer gelir ki orada “gibi yapmak” biter; “taklit” sonsuza kadar sürmez, bir yerde göze batar. Ölümü düşünelim meselâ. Kaç kişi yazdıklarının -söylediklerinin- savunmasını idam sehpasında yapmaya hazırdır? Kaç kişi Sokrat tavrı gösterebilir: “… Öyle kimseler gördüm ki, muhakeme edilirken gayet tuhaf şekiller ve hareketlerle kendilerini küçültürler. Sanki öldürülecek olurlarsa misilsiz bir işkenceden geçecekler, yahut kurtulurlarsa ebediyen ölmeyecekler… Ben başka bir türlü müdafaadan sonra yaşamaktansa, böyle bir müdafaa uğruna ölmeyi tercih ederim!..” [2]

Kâinatın yüzüsuyu hürmetine yaratıldığı; “Bir elime güneşi, diğer elime de ayı verseniz, ben yine davamdan vazgeçmem!” buyuran Allah Resûlü’nü düşünelim yine. Bakmayalım bugün birilerinin aslan kesildiğine, bunların fareler gibi gizlendiği ne “şubat”lar gördü bu ülke. Neticede dünyanın “geçer akçe”si kıvırtmaktır. Kıvıranlara her anlamda iktidar açılır, “elif” gibi dik duranlar da ademe (yokluğa) mahkûm edilir. Yazar vardır, bu içtimaî sirkte baştacı edilir; yazar vardır, “sükût suikastı”yla diri diri gömülmek istenir. Yeri gelmişken hatırlamakta fayda var: “Ademe mahkûm etmek, komünistlerin metodudur!” [3] 

Toparlamak gerekirse, anlaşılıyor ki herkesin “yazma” sebebi birbirinden farklı olabilir. Kimi “haz”dan çıkar yola, kimi “fazilet”ten… Tıpkı birilerinin “ruhun” emrinde olup da birilerinin “nefsin-şeytanın” emrinde olması gibidir durum. İşte bu noktada “niçin yazmalıyım” sualine kendi cevabımızı vermemiz elzemdir: Yazmaktan muradımız nedir? Zira, Büyük Doğu’nun, “Şair, ne yaptığının yanı sıra, niçin ve nasıl yaptığının ilmine muhtaç ve üstün marifetinin sırrına can atan bir tılsım ustasıdır.” [4] ölçüsünü başa alır ve bundan kendimize bir ders çıkarırsak, öncelikle “ne yazacağımızdan” ziyade, “niçin yazacağımızın” kafa hesabını yeterince yapmalıyız. Hattâ ve hattâ “niçin yazacağımızın” yazısını yazmalıyız (elbet bunu bir yerlerde yayınlamak-yayınlatmak zorunda da değiliz.). Yazmak muhasebeye çekmek ise meseleleri, “ölmeden önce ölmek” gibi, ilk elde “niçin yazacağımızın” muhakemesine başlamamız yerinde olur. “Her şeyde ve her işte has ve hususî bir anlayış sahibi olmak” [5] anlamına gelen “nisbet” noktalarını da hem bulmalı, hem de billurlaştırmalıyız.

Bu suali düşünürken bize eşlik etmesini istediğimiz bir hikmeti de paylaşmak istiyoruz. Hicrî 3 ve 4’üncü asırda yaşamış İbrahim Kassaroğlu Hazretleri buyuruyor ki; “İnsanın kıymeti, himmeti kadardır. Himmeti dünya olana kıymet vermek reva değildir; himmeti Hakk’ın rızası olanı da kıymetlendirebilmek mümkün değil!” [6]

Sanırız, yazmanın -esasında- ruhî ihtiyaçtan doğduğunu sezebiliyoruz. “Ruhun emrinde kol”, kolun emrinde kalem, kalemin ifadesi kelâm… Neticede “her şey ruha nisbet işi”…

“Ruha nisbet”in bir vasfı da, bizi çevreleyen ve kimi zaman boğmak isteyen şartlara karşı koymaktır bir bakıma. Yazmak da bunun aracıdır yalnızca. Picasso diyor ya hani: “Sanatçı aynı zamanda politik bir kişidir ve dünyada olup biten iyi, kötü, korkunç hâdiselere bütün varlığıyla tepki gösterir. Başka insanlara ilgi göstermeden, üstüne fildişinden bir umursamazlık geçirerek, kendini besleyen hayata nasıl sırtını döner?” [7]

Evet bu hususu Bilge Kral Aliya da şöyle dile getirir: “Hakiki bir şair, hakiki bir sanatçı, istemese bile mücadeleye girmiştir. Onun sanatı -eğer hakiki ise- daima yalanların aleyhine şahitlik etme durumundadır. Sanatçıların kaçınılmaz mücadelelerinin bulunduğu yer burasıdır.” [8]

Picasso ve Aliya’nın ifadeleri, ilâve yoruma gerek bırakmayacak kadar açık olsa gerektir. Lâkin, pusula misâli bize yol gösterici iki “nisbet” noktasını paylaşmak istiyoruz asıl.

Önce ilki: “Yazı yazarken hep gözönünde tuttuğum bir ilke: Bir şey söyleyelim, bir şey söyleyelim! Müsbet bir hamleyi andıran, haysiyet vâdeden, boşlukta mekân işgal etme hassasına istekli olan bir şey söyleyelim! İsterse o şey yanlış olsun. Söylenişindeki ihtiyaç doğru ya! Bir şey söyleyelim de, başkasının fikrini tashih etmeden kendi fikrini bulamayanlar, bizi düzeltmek suretiyle hiç olmazsa bir teşhise varsın…” [9]

Ve ikincisi: “Bir şeyi ortaya koymak kadar, onu yaygınlaştırmak, onunla bir mevzuya sarkmak, onu davranış hâlinde kendine maletmek ve onu kafalarda billurlaştırmak mânâsına tahkim etmek de ‘birşey’ yapmaktır.” [10]

Rainer Maria Rilke’den bir iktibasla bu bölümü noktalayalım: “Her şeyden önce, gecenin en sakin zamanında, kendine sor; ‘Yazmak zorunda mıyım?’ diye. Derinlemesine bir cevab için kendini zorla. Eğer cevab olumlu ise, ve bu heybetli soruya güçlü ve basit bir ‘zorundayım!’la cevab veriyorsan, o hâlde hayatını bu ihtiyaca göre şekillendir.” Zira unutmayalım ki; yazarlık bir meslek değil, bir hayat biçimidir. Ve gerçek bir yazarın en büyük özelliği; “Her şeyden önce anlayış kabiliyetidir. Dünyadan sanki gözleri kapalı geçip giden ve hayatlarını tüketen insanlar vardır. Gerçek bir yazar bunun tamamen zıddıdır, bir fotoğraf camı kadar hassastır.” [11] Yine, sorumluluk sahibidir o ve kendini adamıştır. Üstelik, ister konuşsun, ister dinlesin, ister okusun, isterse yazsın; bilir “söz”ün ne muazzam bir dava olduğunu: “Lisân, gönlün aynasıdır; gönül, ruhun aynası; ruh, insanî hakikatin aynası; insanî hakikat, Allah’ın aynası… Gaibin hakikatleri bu kadar mesafe ve basamak atlayıp lisâna gelir. Orada lâfz şekline bürünüp istidatlıların kulağına erişir.” [12]

NE YAZMALI?

“Ne yazmalı”nın da cevabı çok basit: Yazmamamız gerekenleri yazmazsak, yazmamız gerekenler de kendiliğinden çıkar ortaya. Bu biraz da bizim “niçin yazmalıyım” sualine verdiğimiz cevabla doğrudan bağlantılı. Misâl; telif için yazacaksak, yayıncının ve okuyucunun hoşuna gidecek şeyler kaleme almalıyız. Ama hakikat için yazacaksak, nemrutların bundan huzursuzluk duyabileceğini de aklımızdan çıkarmayacağız. Tekrar etmemiz gerekirse, ne yazmamız gerektiğinden çok, ne yazmamamız gerektiği üzerinde durmalıyız. Rodin’i hatırlayalım, ne diyordu: “Taşın fazlalıklarını alıyorum ve sonunda ortaya bu heykel çıkıyor!” Biz de “olsa da olur, olmasa da” soyundan şeyleri dairenin dışında bırakırsak ve küçük oluşlara tenezzül etmezsek, umuyoruz ki hedefimize doğru ağır ağır yürüyeceğiz. Ağır ağır yürümekten de korkmayalım sakın. Zira mesele, diyelim ki bir müzenin çatısına uçarak çıkmak değil, o müzenin içini sindire sindire temâşâ etmektir. Bu “hızlı-hazlı” tüketim çağında, yavaş ama hedefini kaybetmeden yürümektir bize düşen. Unutmayalım ki, “Yanlış bir istikamette ‘bin adım’ gitmektense, doğru istikamette ‘bir adım’ atmak ve peşisıra bu adımların sayısını arttırmak, bizce kurtarıcı kıymettedir.”  [13] Ne de olsa Lao-Tzu’nun dediği gibi; “Binlerce kilometrelik yolculuk bile tek bir adımla başlar.” Ama, doğru yolda atılan bir adımla.

Montaigne’in Denemeler’inde -yazma bahsi ile ilgili- şöyle bir ifade geçer: Odysseus’un dertlerini inceleyip kendi dertlerini bilmeyen dil bilginleriyle, çalgılarını akort etmesini bilip de yaşayışlarını akort etmesini bilmeyen müzikçilerle, adaletten söz etmeyi öğrenip adaleti uygulamayanlarla alay edermiş Kral Dionysius.” [14]

“Ne yazmanın” murad edildiğini artık kestiriyor olsak gerektir. Yazının merkezinde biz olmalıyız. Bize hayrı olmayan şeyin, başkasına da hayrı olmadığı gibi, inandırıcılığı da olmaz. İsmet Özel bunu “düşünce namusu” olarak ifade eder: “Söylediğinin yaptığı ile tutarlı olması hâli”. [15] Dört kere evlenip boşanmış ve hâlâ bekâr olan bir “kişisel gelişim uzmanı”na(!) kim gönül rahatlığıyla bir şey danışabilir ki? Kendi içimizi doldurmalıyız ki “yazacağımızın” da içi dolu olsun. Yoksa “yazı”mız kâğıtta, iddialarımız da tabelalarda kalır. Unutmayalım, tabelada “adalet” yazması, oradan zulmün bulunmayacağının teminatı değildir.

Şunu da hep hatırlamalıyız: Yazmak başlı başına bir amaç değildir, bir araçtır. Ama bazen öyle şeylere aracılık eder ki tüm dünya şaşkına döner. Zira fikirleri yaşatan ve bir sonraki nesle aktaran kelimelerdir. “Kelimeler, fikirleri asmaya yarayan çengellerdir” der Beecher. Evet aynen öyledir ve zamanı geldiğinde o fikirler, kelimeler vasıtasıyla tekrar çıkar ‘agora’ya. Bu noktada Bilge Kral Aliya’nın bir tesbitini paylaşmak isteriz:

– “Fransız İnkılâbı’ndan önce yönetici sınıfların rezilliklerini hicveden Moliere, onlarla mücadele yolunu hazırlamıştı. Moliere’i var eden söz konusu inkılâb değildi, aksine o inkılâbı var eden Moliere’di. (Başlangıçta kelâm vardı!)” [16]

Bilge Kral’ın tesbitinin ışığında “Ansiklopediciler”i düşünelim meselâ; Diderot’u, Rousseau’yu, Voltaire’i, Montesquieu’yu… Onların fikirleri Fransa’da siyasî inkılâbla, İngiltere’de sanayi inkılâbıyla, Almanya’da da felsefi inkılâbla sonuçlanmıştı.

“Fikir katili olmamak için yazmak gerekli” diyor Rasim Özdenören, “Yazmak ölüme mezar kazmaktır!” diye de ekliyor. Öyle değil mi? Dünya tarihi zaten yazıyla var olmadı mı? Yazmak hakkıyla yapıldığında, dünyanın en şerefli işlerinden biridir. Neticede “Bilirken susmak, bilmezken söylemek kadar kötüdür!” (Eflatun) ve “Bir şeyi düşünmek ona haysiyetini vermektir. Dile getirmediğimiz şeyler var olmazlar!” (Heidegger).

“Ne yazmalı”, “ne yazmamalı” konusunda dilerseniz bir de Nikolayeviç Tolstoy’a kulak verelim:

– “Tecavüze uğramış bir kadınla, kocasını başka kadınların elinden kurtarmaya çalışan bir kadının maceralarının anlatıldığı hikâyede ise yazar, bütün iyi niyetine rağmen çarpık, sapıkça bir tabloyu tasvir etmekteydi. Bu cüretkâr anlatım, tamamen okuyucusunun ilgisini ve sempatisini çekmeye yönelik bir taviz idi. Şunu belirtmek isterim ki, usta bir yazarın, bu tür davranışlarla başkalarının ilgisini çekmeye ihtiyacı yoktur. Sempati toplamak için gereksiz olanı yazmak, yalan söylemek, gerçekleri saptırmak, sanatçının diliyle sanata yapılmış bir hakarettir… Hayat, büyük sevgilerden ve burjuvazinin mutluluğundan ibaret değildir. Hizmetçi kadınları, din adamlarını aşağılayan, emeğin değerini küçümseyen ve bir zamanlar kendisinin de içinde bulunduğu halk kitlesine ihanet eden kalem, edebiyat yapmış olamaz. Yalnızca, içindeki psikolojik rahatsızlığı ve aşağılık kompleksini bastırmaya çalışır.” [17]

– “Gerçek bir sanat eseri hem entellektüel, hem de anlaşılabilir olmalıdır. Gerçek sanatın sanatçısının görevi, dünyanın maddî güzelliklerini, ahlâksızlığı anlatmak değil, çirkinlikleri eleştirip, gerçekleri aydınlatılmış bir biçimde aktarmaktır. [18]

Gördüğümüz gibi, yukarıdaki satırlarda Tolstoy, bir taraftan “sanat”ın ne olması gerektiğine dair bize ipuçları sunarken, bir taraftan da “yazı”ya dair önemli ölçüler belirlemiş. Hattâ diğer bir taraftan bakarsak, günümüze de bir hayli dokundurmuş: Bu tesbitlerin çerçevesi içinde “Aşk-ı Memnu” ve muadili diziler de, müzik kliplerini sanat(!) diye pazarlayanlar da, yatak sırlarını ifşâ edenlerin edebiyatçı(!) olduğunu iddia etme ahmaklığı da, -nâmerde muhtaç olmamak için- bir kuru ekmek parası kazanma uğruna yerin yüzlerce metre altında madencilerin öldüğü bir gecede, sosyetenin nasıl eğlendiğini gösteren mübtezeller de var!.. Hâsılı Tolstoy, yüz seneden fazla bir zaman önce etrafımızı saran zift tabakasını işaret etmiştir. Sizce de büyük sanatçının vasıflarından biri bu değil mi? Sadece kendi zamanına değil, gelecek zamana da ışık tutar ve ilhâm kaynağı olur.

“Ne yazmalı” mevzuunda son olarak Sokrat’ın “ÜÇLÜ SÜZGEÇ TESTİ”ne kulak vermeliyiz:

Günlerden bir gün Sokrat’ın karşısına bir adam dikilir. Adam heyecanla Sokrat’ın yanına yaklaşarak sorar; “Talebelerinizden biri hakkında ne duyduğumu biliyor musunuz?”

“Bir dakika” der Sokrat; “Önce sana üçlü bir süzgeç testi yapmam lâzım.” Adam şaşkınlık içinde Sokrat’ın suratına bakakalır. Sokrat devam eder; “Talebem hakkında konuşmadan önce, söyleyeceklerin hakkında bir dakika düşün istersen” diyerek, süzgeç testine başlar.

“İlk süzgeç ‘doğru’luk süzgeci. Bana söyleyeceğin şeyin kesinlikle doğru olduğuna emin misin?”

“Hayır” diye cevab verir adam.

Sokrat kafasını sallayarak; “Anladım, yâni haberin doğru olup olmadığından emin değilsin. O hâlde şimdi ikinci süzgece geçelim bakalım. Bu süzgeç ‘iyi’lik süzgeci. Talebem hakkında söyleyeceğin şey iyi bir konu hakkında mı?”

Yine “Hayır” diye cevab verir adam.

“Öyleyse, talebem hakkında doğru olduğunu bilmediğin, iyi de olmayan bir şeyi söylemek istiyorsun öyle mi?” diye sorar Sokrat.

Adam bir parça utanarak, omzunu silker.

Sokrat devam eder; “Hâlâ testi geçebileceğine emin misin? Çünkü üçüncü süzgeç de ‘fayda’ süzgeci. Talebem hakkında söyleyeceğin şey, benim için faydalı bir şey mi?”

“Hayır, tam olarak sayılmaz” der adam.

“Anlaşıldı” der Sokrat; “Söyleyeceğin şey ne gerçek, ne iyi, ne de faydalı… O zaman neden söyleyeceksin ki?!..”

Ezcümle, “ne yazmalı” sorusuna şu cevabı verebiliriz: Doğru, iyi ve faydalı şeyler…

Bu noktada da üzerinde düşünmemiz gereken can alıcı soru şudur: Kime ve neye göre “doğru”, “iyi” ve “faydalı”? Zaten mesele de bunun “nisbet” noktasını tesbit etmekte.

Yazımıza bu noktada son vermeden önce, Hazreti Mevlânâ’nın mısralarıyla baş başa bırakmak istiyoruz sizi:

Her gün bir yerden göçmek ne iyi

Her gün bir yere konmak ne güzel

Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş

Dünle beraber gitti cancağızım

Ne kadar söz varsa düne ait

Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım

 

Ebedî güneş dolu bir zihin, ezel kadar geniş de bir gönülle kalalım inşallah.

 

DİPNOTLAR

1) Necib Fazıl, Sahte Kahramanlar, 9. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1996, s. 192-193.

2) Necib Fazıl, Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar, 5. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1998, s. 18.

3) Salih Mirzabeyoğlu, Kökler -Necib Fazıldan Esseyyid Abdülhakîm Arvasîye-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1996, s. 188.

4) Salih Mirzabeyoğlu, Necib Fazıl’la Başbaşa -İntibâ ve İlhâm-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1989, s. 170.

5) Salih Mirzabeyoğlu, Üç Işık –Sohbet-Konferans-, İBDA Yayınları, İstanbul 1996, s. 49.

6) Salih Mirzabeyoğlu, Yağmurcu -Gerçekliğin Peşinde-, İBDA Yayınları, İstanbul 1996, s. 153-154.

7) Salih Mirzabeyoğlu, Elif -Resim Redd Kökündendir-, İBDA Yayınları, İstanbul 2003, s. 180.

8) Aliya İzzetbegoviç, Özgürlüğe Kaçışım, 4. Basım, Klasik Yayınları, İstanbul 2006, s. 11.

9) Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız -Temel Meseleler-, 3. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1993, s. 19.

10) Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, s. 43.

11) Aliya İzzetbegoviç, Özgürlüğe Kaçışım, s. 39.

12) Salih Mirzabeyoğlu, Kökler, s. 148.

13) Hayreddin Soykan, Aylık Dergisi, Ocak 2010, sayı: 64, s. 46-47.

14) Montaigne, Denemeler, 23. Basım, Cem Yayınevi, İstanbul 1994, s. 36.

15) İsmet Özel, Üç Mesele, 5. Basım, Şule Yayınları, İstanbul 1995, s. 37.

16) Aliya İzzetbegoviç, Özgürlüğe Kaçışım, s. 116.

17) Tolstoy, Sanat Nedir?, 2. Basım, Şûle Yayınları, İstanbul 1993, s. 36-37.

18) Tolstoy, Sanat Nedir?, s. 62.

Kaynak: Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 1, Eylül-Aralık 2010, s. 218-223

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!