Gerçi bu ‘füzyon’ işlerden genellikle iyi şeyler çıkmaz, ama Dhafer (ihtimal, Zafer) Yusuf’un burada yaptığı füzyon değil doğrudan caz. Zira tümüyle caz kompozisyonu ve temasıyla karşı karşıyayız. Ud, kanun ve klarnetin varlığı melodiyi füzyon yapmaz. Zira melodi enstrümana, ruhun bedene iliştiği kadar ilişir, daha fazla değil.
Başka bir caz mümkün mü? Soru bu olsaydı, cevab Birds Requiem ile verilmiş kabul edilebilirdi. Konser uzun, lâkin caza dair, cazın gerektirdiği her şeyi burada bulabilirsiniz. Ve Yusuf’un kişisel başarısını, duyuşunu. İnsan sesi; kopan çığlık yükseliyor, yükseliyor ve oktav olarak klarnete yetiştiği yerde anlıyoruz. ‘Ben bir kamışım’ diyen sufinin mecazı artık gerçek olmuştur.
Konser uzun ancak hiç olmazsa 28 dakikadan sonrasına bakılmalı. Zira Hüsnü Şenlendirici ‘ben ne yaptığımı biliyorum’ diyor oralarda; ayağa kalktım ve saygı duydum. Hem komşu sayılırız. Hâlâ satmadıysa benim balkondan görünen ‘taşını kaydığı’ villayı, böyle de bir hukukumuz var demektir. Ne olursa olsun biz kabiliyet ve emeği takdir ederiz…
Yusuf, Tunuslu, dedesi müezzin. Viyana’ya müzik eğitimi için gidiyor. Ama akademik müzikten sıkılıyor. İyi enstrüman çalmak, yani virtüöz olmakla sanatçı olmak arasında seçim yapıyor; netice karşımızda…
Soru şu, Birds Requiem, Doğulu mu Batılı mı?
Bende bir cevab var, yukarıda ise cevabın ne olduğuna dair birkaç cümle…
Sonra…
‘Zira melodi enstrümana, ruhun bedene iliştiği kadar ilişir, daha fazla değil’; aşağıda!..
‘Yaratılışların ve karakterlerin farklılığı konusunda nebevî açıklamanın ötesinde bir şey söylemek mümkün değildir… Hazret-i Peygamber, Âdemoğullarının yaratılışını (karakterini) dağlardaki altın, gümüş vb madenlerin yaratılışına benzetti. Ahlâkın ve karakterin sert, yumuşak, doğru, eğri, işe boyun eğen veya işten kaçan bir yapıda oluşu altın, gümüş, kurşun, demir vb özüne benzer.’ (Yusuf Hemedanî – Hayat Nedir? s. 82)
‘Ahlâkın ve akılların farklı oluşunun delili Hazret-i Peygamber’in şu sözüdür: ‘İnsanları yayılıp kendi başına otlayan develer gibi görürsünüz. Ama içlerinde binilecek deve bulunmaz’ (…) Bu hadîsin mânâsına dair: ‘Develerde iş ve eylem çok ama hâl azdır. Bu yüzden yük taşıyan yüz tane deve olmalı ki, içlerinden şeçkin ve kaliteli bir deve bulunsun ve insanları çöle götürebilsin. Aynı şekilde dünyada bin tane hafız ve doğru yolda insan bulunmalı ki, içlerinden tarikatta sözün sırlarına ve mânâlara hâkim bir tane sâlik çıksın.’
Ruhların farklı olduğunun delili, Hazret-i Peygamberin şu sözüdür: ‘Ruhlar sıra sıra dizilmiş ordular gibidir. Ruhlar âleminde birbirleriyle tanışanlar (dünyada) birbirini sever ve ülfet eder. Tanışmayanlar ise, ihtilafa düşer ve çatışırlar’… Bilen (Hazret-i Peygamber) ruhların makam ve mertebelerinden haber verdi ve: ‘ruhlar grup grup, sınıf sınıftır’ dedi. Eğer ruhların mertebe ve dereceleri aynı olsaydı, ayrı ayrı sınıflar hâlinde olmazlardı.’ (…)
Eğer birisi şöyle sorarsa: ‘Kulun yaratılışı madem ki böyledir (yâni, ‘Küllî Ruh’tan ayrı olarak, ‘hususî ruh’-insan kişiliği-karakterler, kendi üstlerinden gelen ‘sınıfsal, mertebeye bağlı; kategorik bir takım zorunluluklara boyun eğiyor olarak kabul edilirse… Ramazan Gün), o hâlde gücünün yetmeyeceği emir ve yasaklarla sorumlu tutuluyor olması gerekmez mi?’ Cevab: Bu anlattıklarımız Ehl-i Sünnet itikadının yarısıdır. Ehli Sünnet, her şeyin bir kadere bağlı olduğunda hemfikirdir. Diğer yarısı ise şudur: Kul, güç ve irade sahibidir, kendi iradesiyle iş yapar. Bu her iki yarı parça doğrudur ve zıt değildir. ‘… (Yusuf Hemedanî – Hayat Nedir?)
Daha sonra…
Birds Requiem; yılanların galib geldiği zamanlarda, kuşların ağıtı!..
İbni Arabî’nin meşhur ve Büyük Doğu-İBDA külliyatında imtiyazlı bir yere sahib tablosu: Satranc-ı Urefa. Bu tabloda düşük ahlâka ait 11 yılan ve yüksek ahlâka ait 10 kuş bulunmaktadır. 10 x 10 bir satıh üzerinde toplam 100 satranç karesi ve hepsinden müstakil ve en tepede, gaye noktasında (artı 1) olarak ‘vuslat’ isimli kare; şekil yönünden bakışta ilk söylenebilecek olan, ‘vuslat’ın diğerleri ile aynı düzlem içinde olmadığıdır.
Biz deriz ki, bu tabloda bulunan tüm satranç kareleri-ahlâk unsurları, iyi veya kötü olarak nitelenmeden önce Yusuf Hemedanî Hazretlerinin bahsettiği ahlâkî ‘grupları-sınıfları’ verir. Özellikle sosyolojide nasıl ki türlü sınıflandırmalar söz konusu ise, insanları onları birbirlerinden farklılaştıran ‘ahlâkî şuur’ açısından da böylesi bir tasnifle ele alabiliriz. Ahlâkî şuurun bu incelenmesi bizi insan kişiliğinin derinliklerine, ‘psikolojik şuura götürecektir ki; hâl ilmi – İlm-i hâl bu demek olacaktır.
İlm-i hâl demişken;
Necib Fazıl, Satrancı Urefa tablosunu, bir ilmihâl olarak kaleme aldığı İmân ve İslâm Atlası eserinde konu etmiş ve tablo hakkında ‘Her duyan ve düşünen müslümanın ona dikkatle eğilmesini ve onda hâline bir sıfat aramasını tavsiye ediyoruz.‘ demiştir. Bu şu demektir ki, insan kişiliği açısından her insan, Hemedanî’nin işaret ettiği veçhile, Hazret-i Peygamber tarafından bir maden-elemente benzetilmişken, tıpkı elementlerin tasnifini yapan Mendeleyev’in tablosu gibi, insan kişiliklerinin tasnifinin yapıldığı bir psiko-ahlâkî tablo ile karşı karşıyayız. ‘Her duyan ve düşünen müslüman’ denilmiş olmasına rağmen, tüm insanlığın, eğer konu edilen kişi ‘insan’ ise, ilm-i hâl tablosu olarak satrancı urefada denk geldiği bir kare mevcuttur. Ancak ‘müslümanlığın’ ayrıca belirtilmesindeki sebeb, bir müslümanın, müslüman olması sebebiyle şuur hâllerini daima ‘murakabe’ hâlinde tutma ve hâliyle ‘onda hâline bir sıfat arayarak’, tekâmül imkânlarını gözleme zaruretini ihtar olabilir; kâfir, bu tasnifin içindedir, ancak ‘ahlâkî zorunluluğun’ farkına varmamıştır.
Böylece biz deriz ki, şu kadar milyar insan, toplum davası söz konusu olduğunda, her ideoloji ve/veya fikir mihrakı tarafından nasıl ki toplana toplana türlü sınıflar altında tasnif edilip bir ‘anlama’ kavuşturuluyorsa, Büyük Doğu’nun ‘sınıf şuuru’ da şuur hâllerine dair bu psiko-ahlâkî sınıflandırmayla vuzuha kavuşur. Bu demektir ki, kaç milyar insan olduğuna bakmadan, bu kemmiyeti bir keyfiyete dönüştürme iddiasında olan her ideoloji gibi bizim de tam rakamıyla 101 (yazıyla yüzbir) lerden oluşan bir projeksiyonumuz vardır.
Hâliyle, geldik ‘Yüceler Kurultayı‘na, değil mi?
Tekrar ile: Develerde iş ve eylem çok ama hâl azdır. Bu yüzden yük taşıyan yüz tane deve olmalı ki, içlerinden şeçkin ve kaliteli bir deve bulunsun ve insanları çöle götürebilsin. Aynı şekilde dünyada bin tane hafız ve doğru yolda insan bulunmalı ki, içlerinden tarikatta sözün sırlarına ve mânâlara hâkim bir tane sâlik çıksın.’
Biz Yüceler Kurultayı’nı, şu kadar müslüman içinde, kendi karesinin en yetkin temsilcisinin ‘tâbiî makamı’ olarak görürüz; o kişi, şartlar elverirse o makama oturur veya oturamaz. En yetkin olmanın alâmeti farikası ise hâlin makama tam mutabakatıdır. Makamlar sabit ve bellidir. Ancak hâller değişken ve dinamiktir.
‘Maksatlar yönelişleri, yönelişler hareketleri, hareketler zamanları ve zamanlar hâlleri, hâller ilâhî nisbetleri, ilâhî nisbetler şeriatları, şeriatlar tecellîleri ve tecellîler maksatları üretir.’; Hans Zimmer – Chavallier Sangreal melodisinde İbni Arabî’den böyle bir söz iktibas etmiştik.
Buraya geri döndük, şu sebeble ki, İslâma Muhatab Anlayış’ın yenilenmesinin zaman-hâl ilişkisi içinde neye tekabül edebileceğine bir işaret koyabilelim.
Hülâsa, Yüceler Kurultayı, 100 deve içinden çıkacak 1 deveyi, doğru yolda bulunan 1000 sâlik içinden çıkacak 1 sâliki, sınıflar sınıfı çatısı altında birleştirme mihrakı olarak mevcuttur.
Ve dahi sonra…
Ama, Satrancı Urefa’da bir kısım kareler merhamet, aşk, muhabbet vb işitmesi dahi güzel hususiyetlere ayrılmışken, diğer bir kısım karelerde sohbet-i sek, hırs, haset vb çirkin görünen ahlâkî hâller işaret edilmektedir. Kurultay’ın 101’lerini bununla nasıl bağdaştırabiliriz ki, onlar en yetkinler olacaklardı ve hâliyle ahlâkları da en güzel olmalıdır.
İbni Arabî ahlâkın kaynağının ‘nefs’ olduğunu söyler; ‘psikolojik şuur’ ve görünüşü hâlinde ‘ahlâkî şuur’… Sonra nefsi ‘şehvanî nefs, gazabî nefs, insanî nefs’ diye üç temayülle tanımlıyor. Doğrusu şu ki, lafı uzatmamak için, konuyla ilgili yaptığımız analizi geçip doğrudan neticeyi vereceğiz: Şehvanî nefs, nebâtî tabiata; gazabî nefs, hayvanî tabiata ve insanî nefs ise bu iki tabiata gem vurmaya yöneliktir. Aynı biçimde nebâtî nefs, faydacı ahlâka; gazabî nefs, toplumcu-vazifeci ahlâka ve insanî nefs ise, tabiî temayüllerden gelen bu iki davranışın engellenmesi değil ama yönlendirilmesi ile ilgili olarak aklî kategorizasyona işaret etmektedir. Böyle bakınca, İnsanî Ahlâk, tabiatın kendine çizdiği istikamete ters yönde giden yegâne ahlâk olarak görünmektedir. Faydacı ve vazifeci ahlâkların hangi dünya görüşlerine, fikirlere yol açtığı okuyucu tarafından tahmin edilebilir. Ancak her iki tür ahlâka bağlı dünya görüşleri içinden belli belirsiz kendini ifşâ eden bir insanî-aklî ahlâk biçimi vardır ki, bu bizi en başa götürür; Sokratik ahlâk!..
Ama biz ‘adamlarımızdan‘ bahsederken ‘eğer kanatları varsa, bu göğe yükselmek için değil, yere inmek içindir‘ demiştik. Bu ahlâk, akıldan fazlasına ihtiyaç duyar. Sokrat’ın hapishaneden kaçma-kaçmama hikâyesinde tüm ifadesini bulan ahlâkî muhakemesinden, basit bir yapma-yapmama, iyi-kötü ayrımından daha doğrudan ve zorlayıcı olduğu kadar teşvik de edici, olumlayıcı olduğu kadar lezzet de verici; özetle, şehvanî ve gazabî ahlâkın şartlarının da hakkını vererek gayesine sürücü bir cazibe ahlâkı olmalıdır ki; biz buna ‘yüce ahlâk‘ diyelim.
İbni Arabî, ahlâk hakkında bir incelemesinde, aslında iyi ve kötü ahlâk diye bir şey yoktur, diyor. Hazret-i Peygamber geldiğinde ve öncesinde insanlık iyi ve kötü ahlâka dair tüm ayrımları biliyordu. Akıl, bu meselede muhtar ve seçim yapabilir vaziyette idi. Uyulup-uyulmaması bir yana güzel ahlâkın kriterleri belli idi. Öyleyse Hazret-i Peygamber neyi tamamlamıştır, nasıl tamamlamıştır?.. O (der) yerinde ve zamanında kullanılmadığı için, her şeyden önemlisi istikameti-yönü yanlış olduğu için ‘kötü’ olan ahlâkı, dosdoğru istikamete koyarak, hepsini ‘güzel ahlâk’ altında toplamış ve buna ‘yüce ahlâk’ denilmiştir. Bir gemide, geminin içindeki insanların hangi yöne gittiğinden bağımsız olarak geminin istikametini elinde tutan, tüm insanlığa yer ve yol-yön gösteren ahlâk; yolu reddedebilirsin, ama davranışlarının sonucu varacağın yer zarurettir!..
Ne kadar uzadı; keşke veciz ve zarif cümlelerle ‘şiir idraki’ne hitab edebilen ‘fesahat ve belâgat sahibi’ bir ifade kabiliyetimiz olsaydı, ama yok; olanı bu ve bu kadar…
Özetle, Yüceler Kurultayı’nda -farzedelim- kanalizasyon işleri makamı olsa, buraya atanmış adamın bu ‘kazurat-püsür’ işlerden anlamasını, bu işlerde en yetkin kişi olmasını isteriz ama bizzat kazurat olmasını istemeyiz, değil mi?
En sonra
Kuşların ağıtı…
Bu adamlar, her zaman ve hep vardı; geçmişte ‘ahlâk formunda fikir‘ olarak göründüler, günümüzde ‘fikir formunda ahlâk‘ olarak.
Yusuf Hemedanî onlardandı; efendiydi…
Büyük Doğu, bir ahlâk devriminin adıdır. Zira o, tasavvufun devlet üzerine düşen izdüşümüdür.
Bu adamlar ‘gelecek hakkındaki tasarımı şimdide gerçek kılan adamlardır’…
Başka bir deyişle ve meâlen, ‘ideolocya, ihtilâlin hem gayesi hem vasıtasıdır‘…
Bu adamlar ‘başka adamlardı’; kanatları vardı.
Yılanların galib olduğu zamanda, ya hapis, ya sürgün, ya ölüm ile sınandılar.
Ağıtları kendileri için değildi; size kıyamadılar, öyle merhametliydiler…