‘Bazı adamlar vardır’ diye başlayan cümleler vardır ya. Hans Zimmer işte o adamlardandır. ‘Da Vinci’nin Şifresi’ filminin müziğini yapan adamdır. Aslında, son dönem film müziklerinin çoğunda onun imzası vardır.
Hani ‘bence’ derler ya; bence, ‘Da Vinci Code’ filminin final sahnesi, bütün zamanların en iyi final sahnesidir. Öyle ki, bu sahne; final temasındaki sırrın çözümü mü müziğe, yoksa müziğin mi finale güç kattığı anlaşılamayacak kadar bir bütündür.
‘Çello guy’, kendinden ve tipinden beklenmeyecek kadar iyi yorumlamış müziği. Tom Hanks ise, gerçek bir imâna geliş ve sırrı devralış performansı sunmuş; abartısız, ama yüceyi ‘temâşâ’ eden adamı sergilemiş.
Bir filme müzik yapmak, ona bir şey ‘eklemek’ten ziyade, ona ‘katılmaya’ benzer. Filmin nesneleri ve olay örgüleri arasından akan, güzergâhı-yönelimi bu nesne ve olay örgüleriyle müdrikemize ifşâ olan, başka türlü ‘bilinmesi’nin de mümkün olduğunu düşünemediğimiz ‘süre’ye katılmak gibi filme katılmaya benzer.
Öyleyse senaryonun akışı gibi, en aşağıdan, maddenin ve olayların ilk imkânlarından başlayıp, sürekli büyüyen bir kartopu gibi geçmişi içinde barındırarak ilerleyen, belirli bir ‘maksad’ı hedefleyen, bu sebeple bir sonu varmış intibâı veren bir melodi olmalı bu müzik. Buradaki ‘son’, hayatın akışındaki kadansif bir duraktır.
Zimmer’de bunu görüyoruz: Tabiatın ruhuna en aykırı mekanik seslerden biri olan çan tınlamalarıyla kendini gösteren rasyonaliteden yola çıkan süreç, derece derece artarak, daha az mekanik olan piyanoya, oradan da diğer sazlara geçiyor ve insan sesi ile tamamlanıyor.
Ama bu süreç eksiktir; ‘melodi’ maksadına varmışsa da, bu ‘insan sesi’ maksadına varamamıştır. Sürecin eksikliği, sayısal bir bütünlükten bir birimin eksikliği gibi olmaktan ziyade, yola çıkan hareketin kendi üzerine kapanması ile dairesel bir döngüye hapsolması gibidir. Bu döngüsel hareket, ilerlemeden çok, bir duraklamayı andırır. Zaten rasyonalitenin tüm imkânlarını seferber etmesi ile varabileceği nokta da burasıdır.
Evet, insan sesi olmaya insan sesidir. Ne var ki, saf bir şaşkınlığın, Eflatun’un dediği biçimde söylersek ‘temâşânın’ verdiği şaşkınlığın çıkardığı; derin bir heyecanı, bir teessürü anlatmaktan başka bir şey ifade etmeyen bir sestir. Sonrasına dair bir ‘sezgi’ sunmamakta; orada öylece asılı kalmaktadır. Oysa insan sesi, konuşmak içindir, konuştuğu zaman insanîdir.
Buna tekrar döneceğiz.
Film, birçoğumuz için malûmdur, ihtimal müziği de… Kitabından daha iyi olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Böyle hissetmiştim. Sebebi, Zimmer’in filmde olup, kitapta olmamasıdır.
Sonra…
Tapınak Şövalyeleri, Mecdelli Meryem; bu ikisi hakkında epey bir araştırdığımı hatırlıyorum. Mecdelli Meryem, Ortaçağ’da belirginleşmeye başlayan bir karakter. Bu konuda güzel bir tesadüf olarak, Sedat Bulut Bey’in ‘Mesih İnançları ve Lanetli Kavmin Mesihi’ başlıklı çalışmasında aşağıdaki satırları gördüm:
“Nedir ki, Aziz Johan’ın bu önerisi, ilerleyen yüzyıllarda Kiliseler tarafından daha değişik bir şekilde ele alındı. Meryem’in yüceltilmesi dönemi 9. yüzyıldan sonra hız kazandı. Ortodokslar O’na “Tanrı’nın Anası” anlamına gelen “Theotokos” sıfatını yakıştırdılar. Bu durumda Meryem, eşzamanlı olarak Baba Tanrı’nın “eşi” oluyordu. Katolik Kilisesi ise Meryem’i “Hikmet= Sofia”yla özdeşleştirdi. Böylelikle Meryem, Teslis’teki “ikinci kişi” yapıldı.”
Filmde geçen temaya uygun olarak, kanaatim şudur ki, Frankların bir kimlik olarak belirmeye başladığı zamanlara denk gelen Mecdelli Meryem Hikayesinin yükselişi, Hristiyanlığın Batı tarafından emilme sürecinde, Hristiyanlığın her kavmin kendi bünyesi tarafından dönüştürülmesinde Roma Karşısında Fransızlara düşen pay olarak ortaya çıkmıştır.
Kısıtlı imkânlarımla da olsa yaptığım takib sırasında, İslâm kaynaklarında ve İsrailiyatta, Mecdelli Meryem’e dair ne bir ibare ne de bir imâ bulamadığımı hatırlıyorum.
Bu meselenin, babasız bir çocuk dünyaya getirilmesinin mümkün olmadığına inanan Ferisilerle ilgili bilinen hikâyenin dönüşmesinden ibaret olduğu kanaatindeyim.
Tapınak Şövalyeleri…
‘Haçlı Seferleri ile İslâm dünyasıyla temas kuran Batı, İslâm medeniyetinin ancak döküntüleri ile karşılaşmıştır’. Tacirin ve ticaretin teşvik edildiği, soy, kavim üstünlüklerinin de kaldırıldığı İslâm dünyası, döküntüye dönüşürse neye evrilir? Ya bununla karşılaşan Batılı adam, yaklaşık üç nesil boyunca bu iklimin havasını soluyup memleketine dönerse, oradan ne getirir? Burjuva; ‘parası olan adam muteber adamdır’ fikrinin ete kemiğe bürünmüş hâli; galiba bu belâyı da başımıza biz açmışız…
Daha sonra…
Bilelim ki, akıl bir hareket üretemez, ancak yön verebilir. Hareketin ise iki kaynağı vardır; duygular ve duyumlar. Algıladığımız bu hâllerin ürettiği eylem ile bu hâllerin içine geri dönmek, bize ancak dairevî bir hareket kazandırır. Ayrıca ister duyumlardan ister duygulardan kaynaklansın, bu hareket durdurulamayacak kadar tabiîdir. Çünkü hareket tabiîdir!..
Canımız yanarsa bağırırız, kederlenirsek ağlarız. Peki ne sebeble konuşuruz? Basitçe örneklemek gerekirse, biri bizimle konuştuğu zaman. Şimdi yukarıya dönelim ve ‘insan sesinin, maksadı olması gerektiği’ fikrini hatırlayalım.
Hristiyanlıkta, derin bir temâşâ tavrı görmekteyiz. Hattâ bunu aşan ve temâşâ edilen hakikatin içine girildiğine dair işaretler de anlatılmaktadır. Fakat bu durum, sanki bir dairenin başka bir dairenin içine kısmen girip çıktığı ve kendi yolunda devam edegeldiği bir hâli andırmaktadır. Hristiyan mistikleri, Eflatuncu, Aristocu Yunan etkisinden ne kadar kurtulurlarsa, bu kadansif dalgalanmanın getirdiği aşmayı idrak etmektedirler. Ama her seferinde oraya geri dönmek kaçınılmazdır. Zira Eflatuncu idealar hiyerarşisinden kurtuldukları her dem, ‘temâşâ edilen’ onlarla konuşmadığı için, bir yön bulmaları da mümkün olamamaktadır. Çünkü davete kulaklarını tıkamışlardır. Başta bahsettiğimiz kadansif durak, durak olması itibariyle bir hâlin sonu iken, başka bir hâlin ise başlangıcıdır.
Çan sesini ne kadar gür hâle getirirseniz, davetin dairevî döngüde tekrarlanmasını sağlayabilirsiniz. Zira, bir derece farkı da, duyumlara hitap eden bir yeniliktir. Ancak ezan sesi, insan sesinin maksadını tümüyle ihtivâ eden, kadansta bir sıçrama ibda etmenizi sağlayacak olan yepyeni bir davettir…
En sonra…
‘Maksatlar yönelişleri, yönelişler hareketleri, hareketler zamanları ve zamanlar hâlleri, hâller ilâhî nisbetleri, ilâhî nisbetler şeriatları, şeriatlar tecellîleri ve tecellîler maksatları üretir.’; bu da bir dairevî döngüdür.
Her şeriat, ‘Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Adı üstünde ‘Muhafaza Edilmiş Levha’da kayıtlıdır; dolayısıyla silinmezler, ortadan kalkmazlar. Ancak ‘nesh’ edilirler. Nesh edilme, yok edilme değil, o şeriatın SÜRESİNİN tamamlandığı anlamındadır.
Şeriat, konusuna-nesnesine yaklaştıkça ‘metod’ olarak görünür ve buna da fikirde ‘Miyar’, aksiyonda ‘Mizan’ denilir…