Durmanın, duraksamanın ancak bir soyutlama ile mümkün ve anlaşılabilir olduğu bir âlemde… Her şeyin hareket hâlinde olduğu bir kâinatta…
Heraklit; ‘her şey akar’…
Daha açık bir söyleyişle, Necib Fazıl, ‘Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir’…
Öyleyse nasıl oluyor da, duraklama yerine hareketin bir sebebi, bir açıklaması olması gerektiği fikri bu kadar normal karşılanıyor? Duran adam, ne cüretle yürüyen adama ‘nereye?’ diye soruyor. Muallim-i Sânî, neden hareketi durmak için yola çıkanın eksikliğine yoruyor…
Eşitliği taleb eden toplum, tür içine kapanmış bir dairevî harekettir de ondan. Dairevî hareket ise bir tür duraklamayı andırır.
Dairevî hareket: her şey akar; su, insan, yıldızlar, düşünceler. Su çevrimi, insan döngüsü, feleklerde yıldızlar, tekerrür ettiği söylenen tarih ve bilinen bir bilinmeyenden, bilinmeyen bir bilinene döngülenen fikirler…
Dairevî hareket; bunu ‘Doğu’ olarak not düşelim bir kenara…
Doğrusal hareket; bunu ise ‘Batı’ olarak…
Sonra…
Bir yola çıkmışız orkestra olarak.
‘Hasret’ demişiz yola çıkma sebebimize.
‘Hasreti denizlerin, / Denizler kadar derin’ demiş daha açık olarak…
Bu hasret, ne Doğuya ne Batıyadır; yalnız ve sadece Büyük Doğu’yadır.
O hem Doğuya hem Batıya hükmünü hâkim kılandır. Bir berzahtan üflenen hayat soluğudur ki, birini diğerine ‘nisbet’ ederek, her ikisini de önüne katıp sürükler.
Daha sonra…
Yol genişse, bilindikse, alışıldıksa, rutinse, yer yer tekdüze, biteviye ise, bir döngü ise, orkestra toplumunun izafî-kinematik (sinematik) hızı sıfır ise, sonrasını bilmek melodinin, öncesini hatırlamaktan ibaretse, ne kadar rahatız demektir.
Bir kez rutine, ritme ve otoyol şeritlerine alıştık mı, içimiz bir sükûn bulmaz mı?
Ama hani ‘hasret’ demiştik, unuttuk yoldaki rutinlere takılıp; eşitliğin sükûnundaki rahat ve konfor karşılığı galiba.
İşte tam o esnâda o geniş konforlu yol bitiverdi. Evrildi yol bir patikaya ve devrildi döngü umutsuzluğa. Gidemeyecektik, duracak mıydık? E hani duraklamak içindi hareket; dur işte. Ama yok, işte tam bu ânda, insandan fazlasına hasret ile yola çıktığımızı hatırladık; gitmeliydik.
Ama bu patikadan nasıl geçilirdi ki?
Şükür, İtamar Erez var aramızda; gitarıyla arar bulur o geçitleri ve yol gösterir yeni gerçekliğe. Bir kez yakalarsak yeni ritmi, her şey yeniden başlar, yine, yeniden, döngü…
Sonra yine patika, yine İtamar, yine yol, yine patika, yine… İşte bu da bir döngü…
Aramızda eşitliği üreten bir özgürün olması gerekiyor belki…
Ve dahi sonra…
Ömer Faruk Tekbilek, usta…
Hasret diyor; Hû, ‘hasret’, Hû…
Hatırlatıyor yola çıkma sebebimizi…
‘Hasretinin devletini kuramayan, gitsin onu nağmelere tercüme ettirerek bir orkestraya şeflik etsin.’
Orkestra, Senfonya ve Biz…
Ömer Faruk Tekbilek?!
En sonra…
Duran adam ne cüretle ‘yürüyen adam’a ‘nereye?’ diye sormaktadır?..
Cihat Özbolat, ‘yürüdü’!..
‘Bu yolda nihayet bidâyete derc edilmiştir’ desek, anlamazlar!..
‘Bu adamlar gelecek hakkındaki tasarımı şimdide gerçek kılan adamlardır.’ desek, anlamazlar!..
Ne Doğudan ne Batıdan bu adamları anlayan çıkmaz.
Sadece sorarlar, ‘nereye’?..