Notalar ve İntibâlar: Itrî – Tekbir

Diyorlar ki:

–  Modern hayatın getirdiği koşuşturma ve telaştan tükendiğimizi hissettiğimizde, bizi müziğin dingin nağmeleriyle kucaklayan, Itrî’dir…

– Hristiyanların kilise müziği olan Klâsik Batı Müziği yerine, özümüzün, öz kültürümüzün, ecdadımızın ve dinimizin o güzel ve büyük ustalarının, Itrî’nin, Dede Efendi’nin bize kazandıracağı şeyleri nasıl da unutmuş görünüyoruz…

– Ne zaman hayattan, insan ve insan ilişkilerinden bunalsam, içimdeki o harikulâde engin ruhun derinliklerine beni götüren, Itrî’nin Nevâ Kâr‘ına sığınırım…

– Müzik ruhun gıdasıdır. Öyleyse neden özümüze yabancı, ecnebî gıdalarla beslenelim ki?..

– Batı müziğinde olmayan ne zenginlikler var bizim öz müziğimizde. Bizdeki ‘koma’ sistemine hayran olan Batılılar var. ‘Ara sesler’ yok onlarda. Bir idrâk edebilsek ne büyük zenginliktir bizim öz müziğimiz…

– Itrî’yi, Tasavvuf Musikîsini bir anlayabilsek, lâyıkı ile bir idrâk edebilsek, şimdi Mars’a Batılılar değil bizler giderdik…

– Biz gençlerimize Itrî’yi öğretmezsek, onlar gider, kendi başlarına Batı müziğini öğrenirler…

– Hüzünlü, kurşun rengi bulutların üzerimize çöktüğü o akşamlarda, efkârın kurtulunamaz pençelerinde kıvrandığımız zamanlarda, Itrî, bulutların arasından beliren bir güneş gibi aydınlatır ruhumuzu…

‘Ne mutlu. Özümüz İslâm. Şehitlerimiz artık bu güzel eserle ebedî mekânları Cenneti Âlâya uğurlanacak. Mutluyuz, Elhamdülillah.’

‘Yavaştan efendim, yavaştan… Sâkin sâkin ruhumuzu dinlendiriyoruz…’

‘Gençler; ruhunuzda atalarınızdan esintiler ve yakınlaşmaları hissetmek için, dinlemenizi öneririm. Saygılar.’

‘Herkes müzik yapabilir, fakat çok az kişi müziğiyle insanın ruhuna dokunabilir… İşte Itrî bunun en güzel örneklerinden; insanın ruhuna işleyen mükemmel bir beste…’

‘Türkü köklerinden koparmaya yeltenenler, Franz Schubert’in Hristiyan Tasavvufu eserlerini sevdirmeye zorlasalar da, 300 sene sonra dahi ruhumuzu, özümüzü bulabiliyoruz. İnşallah yeni nesillerimize de aktarma temennisiyle.’

‘İnsanın ruhu dinleniyor, beyni boşalıyor. Mekânları cennet olsun.’

‘Itrî dünyanın en çok dinlenen bestecisidir, hattâ hâlâ daha her gün duyduğumuz bestelerin sahibidir.’

‘100 liranın üzerindeki adamın ne işle meşgul olduğunu, neler yaptığını bilemeyecek kadar cahiliz; sokağa çıksan sorsan bir elin parmak sayısını geçmez bilenlerin sayısı. Ayrıca şu bestenin güzelliğine bakar mısınız ya!’

‘Barok, Rönesans, Vivaldi, Chopin ve daha niceleri, Itrî’nin yanında pop müziği…’

‘Akrep burcunda olanlar, hüzünlendiklerinde Nevâ makamı dinlerlerse, rahatlarlar. Ruhsal açıdan deşarj olurlar. Bilimsel olarak kanıtlanmış.’

‘TSM’yi bilmek, sevmek, dinlemek, evrensel müziği tu kaka etmeyi gerektirmiyor. Bugün dünyanın en ünlü virtüözleri, Çin’den, Japonya’dan çıkıyor. Adamlar, bizim geleneksel çalgımız hiçiriki, pipa falan demiyor, evrensel alanda da başa güreşiyorlar. Onların, geleneklerine bizden daha az mı sadık olduğunu düşünüyorsunuz? Müzik evrenseldir, lütfen bari bu konuda hamaset ve yobazlık yapmayınız…’

‘Neden Osmanlı dünyaya hükmetti? Ne idi onların artısı? Kültür nedir? Müzik yaparak Allah’a ibadet edilir mi? Dünyanın en güzel bestesi hangisi?’

‘Çok içten çalıyor. İki duble attım; helâl et…’

Yukarıda en üstte tire çizgisi ile verdiğim paragrafları, bu zamana kadar denk geldiğim, ‘müzik üzerine yorumlar’ yapan, köşe yazarı vb kişilerden aklımda kalanlardan oluşturdum. Daha altta tırnak içinde verdiklerim ise, Itrî’nin besteleri altına düşülmüş dinleyici yorumlarından…

Ben de böyle yapabilirdim. Hattâ bundan iyisini yapabilecek kadar müzikle ilgiliyim. Bilemem, belki böyle de olabilir, ama ben bir melodiyi dinlediğim zaman, ‘ruhumun derinliklerinden fışkıran’ veya ‘özümüz ve ecdadımızdan’ miras kalan, yukarıda anlatılan ‘o şey’ ne ise, onu bilmiyor, anlamıyor ve hissetmiyorum. ‘Beynimi de boşaltamıyorum’. Yahya Kemal’den alıntı da yapasım gelmiyor.

Neticede, işte yaptım!..

Olmamış, olmadı, değil mi?..

Yaptığım şey ne kadar iyi olur, kabul edilir, bilemem; ama burada, yukarıda alıntıladığım paragraflardakiler gibi şeyler yapmayacağımı garanti ederim.

Sonra…

Notalar ve İntibâlar’ın nasıl başladığını söyleyeyim. Genellikle akşam saat 10’dan sonra, çoluk çocuk, el ayak, ‘sesler’ ve pratik ilgiler çekilince yataklarına… Nihayet, derim, ‘Büyük Doğu’ya kaçmak için vakit geldi’… ‘Beyni boşaltmak’ için değil, zihni doldurmak için, düşünmeye hazırlık için, fikirleri üzerine yeniden dizeceğim bir tertip, bir akış aramak için, bir melodi bulurum. Kâh gençliğimden kalma, kâh yeni aramalar sonucu karşılaştığım melodilerden birini alır, kulaklığımı takar, dinler, dinler, dinlerim.

Bir gün, bunları WhatsApp’ta kayıtlı dostlarıma, ‘haftanın melodisi’ başlığıyla göndermeye başladım. Melodiyi dinlerken, melodinin içine girdiğimde, akışın ‘ben’den çekip çıkardığı ve önüme dizdiği düşünceleri de kısaca altına ekleyerek bunu yapmaya başladım.

Bunun ne işe yarayacağını bilmiyordum. Bir işe yaraması da gerekmiyordu. Bu paylaşımlar bir ‘müzik tavsiyesi’ değildi.

Derken bir gün, Hayreddin Soykan, ‘bunları düzenle, yayınlayalım’ dedi…

Daha sonra…

Tekrar etmek; bir cümleyi, bir kelimeyi, bir hareketi tekrar etmek; onu sabitlemek, pekiştirmek, durdurmak çabası değil de nedir?

Asla durmayan bir âlemde, asla durmayan bir zihin akışı içinde; durmaya en yakın şey, dairevî harekettir.

Tasavvufta vardır bu: Bir müridi düşünelim. ‘Zikreder’ ki, zikir bir kelimeyi, bir cümleyi sürekli tekrar etmektir. ‘Rabıta’ yapar; husûsen Nakşîlikte şeyhinin suretini karşısında hayâl edip iki kaşı arasına nazarını sabitler. Konusuna hareketsizce yerleşen sezgiyi, konusu-nesnesi içinde tutma ‘iradesi’ değil midir bu? Özellikle, durmayan bir âlem ile duyumlardan aldığı sürekli uyaranlar sebebiyle durmayan bir zihni durdurmanın çabasını göremez miyiz burada? Ama durmayan, sadece dış âlem değildir, şuurda durmayandır; ‘süre, kesintisiz akıştadır’. Öyleyse durmaya en yakın şeyi, akışı kendi üzerine döndürerek dairevî hareketi üretmek, en doğrusu olacaktır. İşte akıl bu akıldır; akıl hareket üretemez ama yön verebilir. Tıpkı sosyal alanda siyasetin yaptığı gibi…

Tarikat’ın birçok düsturu dahi bu konsantrasyona yardımcı olmak için gibidir. ‘Zeyg-i basardan (göz kaymasından) korunmak’, ‘Nazar ber kadem (gözü ayaktan ayırmamak)’ vb gibi ‘maximler’, bu sınırları ‘konusuna’ doğru hayatın içinden itibaren daraltmaya yönelik kaideler olarak görülebilir.

Eğer bir fikirden diğer bir fikre derhal geçiyorsak, bu tıpkı ‘sûretlerde seyahat’ gibidir. Oysa, bir fikre sabitlenip, tabiatı icabı durmayan zihni konusu üzerinde sürekli döndürüyorsak, yâni konusu içine yerleşiyorsak, bu, nesnenin süresine yerleşmek demek olup, bize onunla aynı olmaya yaklaşma imkânını sağlar ki, buna ‘yakîn’ denilmez mi?

‘Hareketler zamanları, zamanlar hâlleri üretir’di. Ve hareketin olmadığı yerde zamanın ‘süre’ olarak anlaşılması gerektiğini, biz İbda’dan biliyoruz. Kesintisiz oluşun olduğu âlemde, hareketin olmadığı yer olmadığına göre, süre ancak durmaya en yakın olan dairevî hareketin zamanı olarak kabul edilmelidir.

Sûretlerde seyahat, zihnin her zaman yaptığı ‘diyalektik faaliyettir’; bu, dış ilgiler, benzerlikler ve farklar üzerinden, işaretlerden işaretlere geçiş ile ilerleyen bir süreçtir ki, handikapı, başlangıçtaki maksadı gözden kaybetmek, düşüncenin akışı içinde formel tutarlılıklara ‘özün bilgisini’ fedâ etmek, konsantrasyonun zayıflaması sebebiyle fikirlerin çokluğunda dağılıp gitmek gibi meselelere açık olmasıdır. Buradan, ‘fikrin muhtevasından’ yeni bir bilgi çıkarılamaz. Çünkü muhtevada derinleşmek yerine, üzerinden geçip gitmekte ve bu fikir ile diğer fikirler arasında bağıntı ve izafetlerle yetinmekteyizdir.

Daha sonra açıklamak ve üzerinde düşünmek, araştırmak üzere, buraya bir not düşelim: İdrâk nerede gerçekleşir; zihinde mi, yoksa idrâkin konusu-nesnesinin içinde mi?

En sonra…

Itrî’nin Tekbir’i… Başlangıç tekbiri ve yasaklama tekbiri; namazda tekbir için bu mânâlar veriliyor.

Başlamak, durmaya başlamaktır. Harekete dairevî yön vermektir. Yasaklamak, daire dışına savrulmanın yasaklanmasıdır.

Melodi, kendi üzerine katlanıp deveran ediyor. Cümle tamamlanıp durduktan sonra, bir kadans (peki tamam, ‘özümüzün’, ceddimizin müzik tabiriyle ‘dolap’ diyelim) hamlesiyle, geriye-geçmişe dönülerek tekrar ediliyor. Ancak iki tekrar arasında zikredilen cümleler aynı kalmak kaydıyla, değişene bakmalıyız. Bir iğnenin daha derine batmasıyla duyulan ıztırabın karşılığı olan nidânın ‘vurgusunu’ arttırmasına benzer bir farkla karşı karşıyayızdır. Böyle sonsuza kadar devam edecek bir döngüde kalabiliriz.

Müzik dinlemek de bir alışkanlığa dönebilmektedir. Sizi harekete geçiren ilgi her ne ise, sonrasında eğer sebat ederseniz, dinlemeye devam ettiğiniz müzik türünden keyif almaya başladığınızı göreceksiniz. Dolayısıyla, dinledikleri müzik türleri üzerinden insanların birbirlerini dışlama veya tasnif etmesi anlamlı değildir.

Taleb edilmesi gereken şey, Hint Okyanusu’na mı, yoksa Atlas Okyanusu’na mı girilmeli sorusunun cevabı değil, dalınan derinlikten ne çıkarılıp çıkarılmadığı meselesi olmalıdır.

Soru şu: Itrî’nin Tekbir’ini, muhtevası olmayan bir ‘özümüz, ecdadımız’ kabulü ile dinlemeye devam edecek miyiz? Yoksa, o Tekbir’in süresine yerleşip, onu yepyeni bir muhteva ile diriltecek miyiz?

Eğer ikinci şıkka evet dersek, Mars’a belki gideriz, belki gitmeyiz; ama gayenin asla bu olmadığını idrâk ederiz.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!