Öyle dehalar vardır ki, kendilerinden sonrayı belirlerler. Kendilerinden sonra olan her faaliyetin kökünde onun orijinalliğinin izini görebilirsiniz. Zaten herkes onu öyle anar. Oysa bu deha anlayışı eksiktir. Çünkü insan zihni, karakteri icabı, geleceğe abanır ve olguları ‘den sonra’ üzerinden okumaya meyyaldir. Ama geleceği kuran bu abanma-yönelim için, belirli bir geçmişe dayanmak gerekir. Gerçek ve tam dehanın göründüğü yer de işte bu noktadır. Deha, sanki gaibten-gelecekten işittiği bir davete kulak verirken, bir yandan da bu davetin kaynağına sıçrayabilmenin şartlarını üretmek için geçmişi yeniden düzenlemek cehdi sergiler; bu ses o sezgidir ve bu cehd o diyalektik çabadır.
İşte Bach bu adamlardandır… Barok müziğin yeniden tanımlanmasını sağlamış ve kendinden sonrakilere sağlam bir dayanak teşkil etmiştir. Beethoven ve Mozart bu geçmişe abanarak şu geleceği üretmişlerdir: Füg ve kanon… Barok müziğin bu iki estetik belirişini formüle eden Bach, güzel olanın köküne aradığı sağlam temeli, matematik doğrulukta bulmuştur. Öyle ki, bir noktadan sonra o, bir müzisyenden çok, bir müzik mühendisine dönüşmüştür.
Şuna bakın; şu Yengeç Kanununa… Daha mobius şeridi icad olmamış. Topoloji nedir bilen yok. O da bilmiyor. Ama en iyi bildiği müziğin içinde verdiği diyalektik arayış, ona bunları müzik içinde sezdiriyor.
Sonra…
Matematikle, müzikle de olduğu kadar, amatör seviyeden ilgiliyim. Müzikle matematiğin ilgisi, Pisagor’la başlayıp, Farabi ile devam eden, Fourier ile modern bir çehre kazanan, ses-frekans tekniği analizlerine ve matematik güzel ile sanat güzeli arasındaki ilişkiyi gösteren çalışmalara konu olmuştur.
Bach’ın Yengeç Kanununu ilk gördüğümden beri düşündüğüm birkaç şey var. Bir müzik sanatçısı, müzisyen bir matematikçi değildir. Eserini ‘entellektüel çaba’ ile kurmaz. Böyle başlamadığı gibi, böyle de devam ettirmez. O, genellikle, adına ‘ilhâm’ denilen bir sesin, bir davetin peşinde ilerleyen bir süreç neticesinde verir eserini.
Hoş, ‘müzik’, kelime köken bilgisine baktığımızda, Yunanca ‘muse-müz’den, yani Yunan ‘ilhâm perileri’nden geliyor. Eski Yunanda mousike kelimesi, Muse’ların koruması altındaki her sanat yahud ilim dalı için kullanılan genel bir terim olarak tanımlanıyor. Buradan, Eski Yunanda müziğin, muhtemel bir sanat dalları hiyerarşisinde en üste konulmuş olduğunu düşünebilir miyiz? Neyse, konumuz bu değil ve bu tartışmaları ‘uzmanlara’ bırakalım.
Şöyle desek, zaten pek riayet etmediğimizin görüldüğü ‘akademik duruşa’ hepten aykırı düşmüş olur muyuz; ‘kim ülen bu müzler? Neye ve neyine davet ediyor? Bu davete karşı nasıl bir aksiyon alınıyor da sanat eseri çıkıyor meydana?’
Periler!.. Bu açıklama biçimi, sanat eserini entellektüel çaba ile açıklayan rasyonel düşünceler kadar ‘spekülatif’ değil de nedir?
Kabaca; birtakım periler, birtakım kişileri seçip onlara ilhâm veriyorsa, burada insana, insanî çaba ve aksiyona hiç yer ve pâye kalmamış demektir. Aynı biçimde, sırf işitsel ve buna bağlı zihnî birtakım fonksiyonların izi sürülerek müziğin ve eserin izahına gidilirse, burada yine insana bir yer bırakılmamış demektir; ama sıkıştığımız bu soyut metafizik ile soyut fizik arasından çıkmaya çalışmayacağız. Bizzat orada kalmak ve ikisi arasından fışkıran şeye şâhidlik etmek, insanı ve hâliyle ve aslında ‘somut’ olanı idrak etmek istiyoruz, isterdik.
Fikir Sahibi: ‘Sezerek yapmak ve düşünerek bulmak’; metod bu!.. Bu, zihnî inşa ile kurulmuş bir spekülatif metod olmayıp, bizzat hak-realiteden çıkarılmış bir ‘çalışma mekanizması’ analizidir.
Daha sonra…
Zannediyorum Cürcânî’de görmüştüm: Fikir, bilinen bir bilinmeyenden, bilinmeyen bir bilinene zihnî bir harekettir. Sezgi ise, bilgiye hareketsizce ulaşmak…
Mekanizma nasıl çalışıyor? Hareketsizce konusuna-nesnesine yerleşen şuur, bulunduğu yeni konumdan zihni davet ediyor; sahte metafiziği, ‘periler’i dışarıda bıraktık. Bu yeni konumdan kendine erişen davete yönelen zihin (ki bunlar, yani zihin, akıl, şuur vb birbirinden parçalanmış biçimde ayrılan unsurlar değil de, şuurun esnek bir hâlde zihinden, bir lastik gibi ‘sündürülmüş’ uç olduğunu düşünelim) diyalektik faaliyete başlıyor. Bu faaliyetinde, her harekette olduğu gibi, bir dayanağa ve bir de enerjiye ihtiyacı olacaktır. İşitsel dünya onun dayanağı ve şuurun bu cezbesi ise onun enerjisi olacaktır; sahte fiziği dışarıda bıraktık. Şuur kendinden başlattığı hareketi yine kendinde bitirerek tamamladığında, ‘eser’ ortaya çıkmış demektir.
Şuurun vasıtasız, doğrudan doğruya hareketi ibdaî süreci ve zihnin diyalektik hareketi ise oluşu, tekvini verir.
Bunlar bir kenarda duran düşüncelerimdi; bir kısmı burada açık oldu.
Ve dahi sonra…
Topoloji, modern matematikte, kendini özellikle Rieimann’la gözardı edilemez derecede ortaya koymuş bir mekânı algılama yaklaşımı. Artık bir geometriden, bir olaydan bahsedilecekse, onun ‘hangi uzayda’ olduğunu söylemeden lafa başlamak eksik kabul ediliyor.
Topolojinin en zevkli görünen ilgilerinden biri de ‘homeomorfizma’. Balmumundan yapılmış bir üçgenin, yırtılıp koparılmadan bir daireye dönüştürülmesi örneği verilebilir; yani konu bu ama mesele bu değil. Daha keyifli bir örnek olarak, bir çay fincanının bir simite dönüşme örneğini verebiliriz. Merakınızı uyandırabildi isem bu anlatımların internette detaylarını bulabileceğinizi söyleyerek kendi yoluma devam edeyim.
En sonra…
Fikir Sahibi: [Tilki Günlüğü’nde] “yüzyılın topoğrafyasını çıkarıyorum”… Kelimelerin birbirlerine yırtılma ve kopma olmadan dönüşebildiğinin gösterildiği tablolar. Bunlar, niceliklerden bağımsız dönüşümler; ancak, her niceliğin doğuş hâlinde bir niteliğe de işaret etmesi sebebiyle, ifadesini nicelikler üzerinden veren kâinatı okuma biçimlerinden biri…
Bir dostumla sohbette, yukarıda bahsettiğim düşünceleri açmadan ve kapalı olarak bir laf ettiğimi hatırlıyorum: ‘S. Mirzabeyoğlu, isteseydi, Tilki Günlüğü’nü 365 günlük değil, 24 saatlik bir periyod olarak da yapabilirdi ve hakikatinden bence hiçbir şey kaybetmezdi’.
İhtimal diyorum, Tilki Günlüğü’ndeki ‘tablo’ başlıkları, tıpkı topolojide-homeomorfizmada birbirine indirgenemeyen şekiller gibi (meselâ bir simit, bir noktaya ve bir simit iki, üç dört… halkalı bir zincire indirgenemez) keyfiyet sırlarına-oluş cevherlerine işaret ediyor olarak görülebilir mi?
‘Levha’lar [rüyâlar] ve ‘tevafuk’lar ve ‘vâridât’lar; her biri dahi kendi içlerinde ayrı analizlere tâbi tutulabilecek olmaları bir tarafa… Yukarıda verdiğim ‘tablo’ların durumu gibi bir anlayışla, ‘zamanın mânâsıyla mutabakatı olan’ aydının, en geniş zamanın, kâinatın oluşu ile mutabakat kurmak isteyen ‘Fikir Sahibi’nin, ifade zaruretiyle daralttığı ‘ruhun hikâyesi’ olabilir mi?
Eğer şekiller, ölçü ve açılar gibi nicel unsurlardan bağımsız olarak incelendiğinde, birbirlerine dönüşen ‘sürekliler’ olarak görülebiliyorsa…
İbni Arabî’nin harfler üzerine yazdıklarına geri döndüm; ‘Harfler ise her tarzda kendisi için konulmuş anlamı göstermek üzere hamd edilen nisbete göre kesiftir. Mânâ latif olabileceği gibi kesif de olabilir. Fakat delâlet, yani harfin taşıdığı ve harfin ruhu ise, her bakımdan latiftir. Çünkü ruh sûretten latiftir.’
İmkân ve kısmet olursa daha sonra açmak için iki kayıt düşelim:
1- Ruh denilince birtakım ‘hayâletler’ düşünmeyi bırakmanın zamanı gelmiştir.
2- ‘Tanrı’ bir fikirdir, fakat ‘Allah’ bir fikir değildir. Bunlar, İslâm’da olmayan ve Batıdan bize geçmiş bir düşünce biçimidir.
Arabça harfleri, topolojik bir eşyapı işlemine tâbi tuttuğumuzda, dönüştürdüğümüzde, önümüze birbirine indirgenemeyen ‘oluş cevherleri’ çıkacaktır. Meselâ ‘be’ harfinin, bir nokta ve bir yarım yaydan müteşekkil olarak, bir ‘nun’ harfi ile, bir ‘zel’, bir ‘hı’ vb aynı niteliğin nicel durumlarına işaret ederken, bir ‘elif’, bir ‘dad’, bir ‘vav’ vb harflerle aynı morfolojiye sahip olmadığı görülebilir.
İbni Arabî, harflerde genelde ‘mahreçler’ üzerinden ilerliyormuş gibi geldi. Ama herhâlükârda, Ebced gibi rakamsallaşmış semboller üzerinden, mahreçler üzerinden incelenmesi gibi, topolojik incelemenin de bir usul olmayacağını imâ eden bir düşünceye henüz rastlamadım.
Peki, tamam. Sanki ‘hırpalamaya’ çalışıyor göründüğümüz -ki öyle değil- entellekt’e de hakkını verelim: Bir matematikçi, Bach’ın yukarıdaki Yengeç Kanunu’na şâhid olduğunda, onun matematik çaba ile ne kadar dahice kurulmuş bir yapı olduğunu kabul etmeyecek midir?
Veya sözü ustasına bırakalım:
‘Beethoven’in bir senfonisinden daha iyi yapılmış, daha bilgince bir şey var mıdır?’