Yazıya başladığımdan beri parçayı çevirip çevirip dinliyorum. Yeğenimin seyahate giderken bize bıraktığı muhabbet kuşunu benim ‘yalnızlık kalesi’ balkonuma koymuşlar. Sessizce kafesinde duran kuş ben parçayı dinlemeye başladığımdan beri dile geldi hiç susmuyor. Ta ki, balkona biri girer çıkarsa susuyor, gidince tekrar. İnanmazsınız, melodi alçalıp yumuşadığında alçak cikliyor, yükselince yüksek…
Bir de şu var: Ben Coltrane’i yıllar önce, öyle cazdır müziktir diye bakınırken bu parçasıyla karşılaşıp sevmiştim. Sonra diğer parçaları filân derken; öyle işte…
Ben nerden bileyim adamın ‘böyle’ bir adam olduğunu. Hakkında araştırırken aşağıda linkini verdiğim makaleyle karşılaştım. Yazılar zaten uzun oluyor, buraya almayayım dedim, bu sebeble linki vermekle yetiniyorum. İlgilisi ve vakti olan bakar derim. Makalede fizik var, Einstein var, geometri var, ‘Allah Supreme; A Love Supreme’ var, ‘müslüman olmuş cazcı’ var, var oğlu var…
Pink Floyd – Roger Waters melodisinde söylediğim gibi, ‘biz yanlış adamı arkadaş olarak seçmeyiz’; nasıl yapıyorsam bunu ben de bilmiyorum, ama oluyor işte; bir melodi çıkıyor karşıma, beğeniyorum, dinliyorum, derken yolumuz fizik, geometri ve diğerlerine düşüyor. Bir bakalım şu adam neciymiş diyorum. Karşıma böyle bir makale çıkıyor. Neticede işe nitelik katıyor böyle şeyler, keyif veriyor.
Buyrunuz, link burada:
https://www.matematiksel.org/muzikte-5liler-cemberi-bir-caz-dahisi-john-coltrane/
Sonra…
Eflatun özelinde, genelde felsefede matematik ve geometri meselesine bakmaya devam ediyoruz ve edeceğiz. Ancak, birkaç melodi önce ruh meselesiyle ilgili taramalarımızda karşımıza çıkan bir vaziyeti belirtmiştik. (Geometri meselesine bakarken, benzer durumun âlemin ezelî-ebedî olması/olmaması meselesinde de sözkonusu olduğunu farkettik.) Eflatun ve Aristo’ya genel olarak taraftar veya karşı olmak diye bir şey mümkün değildir. Zira onlar birçok konuya farklı yerlerde birçok farklı açıdan yaklaşmış; ve bazı hâllerde, çok defa fikir yürütme (muhakeme) esnasında değil ama bir tür duraklama olan çıkarım (hüküm) sunarken birbirleriyle çelişen yaklaşımlar göstermişlerdir.
Ruhla ilgili çelişkiden bahsetmiş olsam dahi bunun nerede olduğuna dair örnek vermemiştim. (Bu ve benzeri durumlara düşmemin sebeplerinden biri, benim düzensiz bir not tutucu olmamdır. Bir konuyu bir biçimde yakaladığımda, nasılsa onun benden bir daha asla gitmeyeceğine dair bir nefs emniyetine sahibim. Evet, genel olarak, bir fikri nadir olarak kaybediyorum; düşüncemin yönünü tekrar meseleye çevirdiğimde, fikre bir bulut hâlesi içinde tekrar ulaşıyorum. Ama özde benim problemim hafızama olan büyük itimadım değil, bildiğiniz düpedüz tembelliğimdir. Bu ise bir yazarda bulunmaması gereken ilk vasıftır herhalde.) Neyse… Aradım ve buldum:
Eflatun Phaidon‘da (MEB tercümesi) Sokrat ve Kebes arasında geçen diyalogda ‘bir insan, şekli ile birleşmeden önce bir yerde varolmamış olsaydı, bu olmazdı. Bundan ruhun ölümsüz olduğu sonucu çıkarılabilir.’ der. Metnin tamamına bakıldığında (reenkarnasyon, hayat, ölüm vb bahisler takib edildiğinde), burada bahsedilen ruh’un ferdî ruh, nefs cevheri olduğu farkedilecektir.
Eflatun, Timaios‘da ise, insan ruhunun ölümlü ve ölümsüz iki yönü olduğunu, ölümsüzlüğün ilkesini Tanrıdan aldığını, ölümlü kısmın ise Tanrıyı örnek alan ‘Kutsal Canlılar’ (bu bariz biçimde melekleri işaret etmektedir) tarafından yaratıldığını söylemektedir.
Mesele şudur ki, küllî ruh-cüzî ruh, tümel mânâsına idea gibi ölümsüz bir ruh ile tikel mânâsına ölümlü olan bir kişisel ruh sözkonusudur; bunu anlıyoruz ve bunun ‘ideacılığın’ geometrik bir yansıması olduğunu da görebiliyoruz. Ancak bu iki metinde konu çevresiyle ele alındığında, ikisinde de bahsedilen şey tikel ruh (nefs cevheri) olmaktadır.
‘Kutsal canlıları yaratan da o olmuştur; ama ölümlü canlıları yaratmak işini kendi öz çocuklarına bırakmıştır. Onlar Tanrıyı örnek aldılar, ruhun ölümsüz ilkesini alınca da ruhun çevresinde sonradan ölümlü bir ten oluşturdular; onu taşısın diye de bütün vücudu verdiler. Sonra bu vücuda, ayrıca başka bir ruh, kendisinde korkunç, kaçınılmaz tutkular taşıyan ölümlü bir ruh daha oluşturdular.’ (Cumhuriyet Yayınları’ndan Erol Güney çevirisiyle çıkmış nüshadan)
Ayrıca Timaios Diyaloğu, bizim geçen melodide bahsettiğimiz Hristiyanlıktaki Teslis meselesinin dayanaklarını da içermektedir.
Bakın ne diyeceğim; her ne ise!.. Zira biz anlamamış olabiliriz. Veya, Batıda bile tartışması hâlâ süren Eski Yunanca-Latince ve güncel Batı dilleri arasında yaşanan kavramların sıhhati meselesinin rezil bir yansıması olan bizdeki dil yitimi (şuur yitimi-ahlâk yitimi) ile mahvolmuş bir zihin alanından çıkacak olan anlayış bu kadardır. Diğer yandan, Biz Eflatun’un iç tutarlılığını sorgulamak için yola çıkmadık.
Ama ruh ve hayat bahislerini takib etmemiz sebebiyle biz bununla karşılaştık. Biz bunu Eflatun’a bakarken kendimiz üretmedik (keşke öyle bir dehaya sahib olabilseydik), bu itirazı konumuzu Aristo’da da takib ederken, bu meselede, ferdî ruh-küllî ruh meselesinde, Eflatun’un mezkûr meselesinde ortaya çıkacak muhtemel bir yanlış anlaşılmayı düzelttiği satırlardaki çabasından çıkardık. Artık kim böyle bir itirazda bulunduysa bilmiyoruz ama Aristo bu konuya değiniyor ve Eflatun’dan gelen kendi geometrik metoduna uygun düşecek biçimde, Eflatun’un meseleye iki açıdan baktığını, ortaya çıkan açmazın ise kendi yöntemi olan ‘kuvve-fiil’ diyalektiği ile Phaidon‘da varlık alanında; cehaletten bilgiye, bozukluktan fazilete dönüşmeye açık olmasıyla da Timaios‘da oluş ve bilgi alanında geçerli kasıtlar olduğunu söyleme ihtiyacı hissediyor. O bunu yaparken muarızı olduğu Eflatun’u müdafaa ediyor. Zira bu mesele geometrik metodla ilgilidir ve metod çökerse rasyonel spekülasyon alanı yani SUDÛR Teorisi de çöker.
Daha sonra…
Eflatun’a göre her tekil nesne varlığını ideaya borçludur, ondan aldığı pay nisbetinde vardır. İdealar da İyi ideasından kendi paylarını alarak var olurlar. Şöyle soralım: hiçbir tekil nesne içermeyen idea var mıdır? Peki, hiç ideası olmayan tekil nesne mümkün müdür? Sorunun Aristo tarafından tartışılmış yönleri varsa da, tartışma uzun ve zorludur. (Aristo Eflatun’a epey kızgın gibidir, ama nezaketini bozmaz.) Ancak anladığımız kadarıyla mesele şöyle temsil edilebilir; Eflatun’da boş küme var mıdır? Cevab: yoktur; kendisi öyle diyor. Peki, hiçbir kümeye dahil olmayan bir nesne var mıdır? Cevab: vardır, bir ev, bir ağaç gibi tekil olan bir şeyin bir ideası yoktur. Ama şöyle de bakılabilir; gerçekten var olanlar zaten idealardır, diğerleri gölge varlıklardır. Dolayısıyla var değillerdir.
Gazzalî’de görmüştüm; o, meseleye şöyle bakıyordu: her tümel en az bir tane tikel içermeden var olamaz. Ama hiçbir tümele sahip olmadan bir tikel var olabilir. Bu durumda Gazzalî Eflatun ile hemfikirdir diyebiliriz. Ama bu durumda soru şu istikamete dönüyor: Her tikel, varlığını tümel mânâsına ideaya borçlu ise, neredeyse ondan daha fazla biçimde bir tümel, varlığını bir tikele borçlu değil midir?
Bilemiyorum, biraz çevreye filân bakındım, her yeni felsefe her ne kadar Whitehead’in dediği gibi Eflatun’a düşülmüş dipnot ise de (bu arada geçen melodide bahsettiğimiz cümlenin sahibini de buldum), bu durum, bu felsefelerin realist, nominalist, rasyonalist vb olmalarına bağlı olarak, geçen melodide zikrettiğim ‘Eflatun’u nasıl anlamak lâzım; ondan neyi almalı ve neyi dışarda bırakmalıyız?..’ tavırlarıyla doğrudan ilişkileniyor.
Sokrat’a dönmeliyiz gibi geliyor: o ‘ahlâkçıydı’. Tümellerin de ötesinde, idea onda varlık olmaktan çok, estetik ve ahlâkî hükümlerdi. Ve Ahlâk, özgür ve yalın eylemdir.
Eğer ruh meselesini takib ediyorsak, fikir ve ahlâk ilişkisini sağlıklı bir biçimde idrak etmeliyiz. Zira Fikir hareket ettiği zaman ahlâk ve ahlâk durduğu zaman fikir demek değilse kendimizi bir tür duraklamayı andıran ‘tür’ içinde özgür olan bir varlık olarak nasıl anlamlandırabiliriz, ben bilemiyorum.
Her zaman tekrar edeceğiz ve ‘güneşin doğuşu ile batışı arasında hiç unutmayacağız’ ki, “Ruhun eşya ve hâdiseler karşısındaki “nasıl” tavrına mukabil, akıl “niçin”leri arar ve fikir meydana gelir. Fikrin içine işlemiş işletici sıfat, ruhun merkezî fakültesi ahlâktır ki, kendisinden zuhura geldiği fikri ileriye doğru zuhur ettirir.” (İBDA Diyalektiği’nden)
Geçen melodide ‘Ahlâkın ve şuurun, bazen ve birçokları tarafından çok defa kendini tekrar ediyormuş olarak algılanacak, buna rağmen dikkatli bir nazara sürekli yeni yaratımlarla kendini ifşa edecek oluş dinamizmine karşı, elbette mekânda bir karşılık olmak zorundadır. İşte Eflatun’un Devlet‘i budur.’ demiştik. Tıpkı bunun gibi, kendimizi yukarıdaki İBDA’ya ait çekirdek diyalektiği sürekli tekrar ederken yakalayacağız, belli. Ancak, bakışımızı her seferinde belki ânlık bir hamle ile kendi düşüncelerimizin geliş istikametine yâni geriye fırlatabilirsek, bu tekrarlar içinde daha önce farketmediğimiz yeni ipuçları bulacağız.
Eh, görüldüğü gibi çekirdek diyalektiği yine tekrar ettik. Bakışımızı geri döndürüp tüm söylediklerimizin mihrakı olarak zikrettiğimiz bu cümlede yeni olanı bulalım: ‘ruhun merkezî fakültesi ahlâktır ki’…
Bizim geldiğimiz nokta itibarıyla bundan anladığımız: ahlâk, fikirden önce gelir…
Bundan şimdi, yazarken ilk çıkardığımız ise: hareket sükûndan çıkmaz ama sükûn hareketten çıkar. Bunun ise bize ‘hatırlattığı’, Blue Glitch melodisinde geçen bir düşüncemiz: statikten dinamiğe geçemezsiniz ama dinamikten hem kinematiğe hem de statiğe pek âlâ geçebilirsiniz…
Kendi sûretinde yarattığını söylediği insana Allah’ın yüklediği en genel memuriyet “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak”tır. Ama Ehli Sünnet açısından “Allah’ın fikriyle fikirlenmek” diye bir şey yoktur. Zira Allah fikretmez; düşünerek, tasarlayarak bilmez; bilmeyi istemez; bilir ve yapar!.. Eğer böyle bir şey söz konusu olsa idi, bu durum bir memuriyetten çok bir mecburiyeti gerektirirdi ki, özgürlük mümkün olmazdı.