Notalar ve İntibâlar: Kitaro – Lord of the Sand

Seksenlerin başlarında… Bir çocuk… Akşam televizyonun açılış saatinden sonra, sobalı bir evde siyah-beyaz televizyonun karşısında bir ‘divan’a oturmuş; annesinin dilimleyip verdiği portakal dilimleri ve babasının üzerine sinmiş sigara kokusu eşliğinde, babasıyla yan yana büzüştükleri battaniye altında televizyona bakıyor… En çok ‘uzaylı olanlarını’ seviyor ama her belgeselde babasıyla aynı battaniyenin altında buluşuyorlar.

İşte, ‘İpek Yolu’ belgeseli başladı bile; başlarken ‘çalan müziğe’ âşık. Çin’den başlayıp Türkî diyarlardan geçen İpek Yolu hattının takip edildiği, mahallî halkla, bozkır ve/veya çöl insanlarıyla, kültürleriyle, tarih ve arkeolojiyle beraber yürüyen bir belgesel dizi bu. Taklamakan Çölü (hâlâ unutmamışım, bakmadan yazabildim), mezarlardan çıkarılan mumyalar, yörük çadırları ve fon müziği olarak da daima çöl rüzgârlarının sesi… Ama en güzeli, başlarken ve biterken çalan o müzik; sokakta koşarken bile bazen o melodiyi seslendirmeye çalışıyor.

Battaniye altında ‘mis gibi baba kokan’ adama sürekli sorular soruyor tabiî; ‘çölde hayat var mı, Taklamakan nerde, bunlar Türk mü?’, her aklına geleni soruyor. Hiç üşenmeden cevaplıyor ‘mis gibi sigara kokan’ adam. Bazen ‘sen düşün bul bakalım’ dediği de oluyor. Bazen anne ile birlik olup gülüyorlar çocuğun sorduğu bir soruya veya düşünüp bulduğu cevaba.

Ama o ‘çalan müzik’!.. Ona âşık. Çocuk, çok seviyor o ‘çalan müziği’…

Çocuk,

Çok seviyor,

‘Çalan müziği’,

Çocuk, çok seviyor;

Babasını!..

Büyüyor, yıllar var ki ne müziği ne de o ‘mis gibi baba kokusunu’ silip atamıyor dimağından. Yıllar sonra buluyor ‘çalan müziği’: Silk Road…

Daha da büyüyor… Karagümrük semtinde, camı penceresi olmayan bodrum bir mekânda, İBDA Mimarı’nın da konferans verdiği, söyleşi yaptığı ‘KİP – Kitap, İletişim, Propaganda’ lokali… Kasetlere baktığı bir gün, “Silk Road”u buluyor. Teybe takıyor…

Müzik tamam.

Sigara kokusu tamam.

Çocuk,

Çok seviyor!..

*

Sonra…

Türkiye’ye geldiği zaman konserine gitmek istemiştim. Ama imkân olmadı. Bir röportajında ‘Türkiye’de İslâmî kesimde büyük bir dinlenme oranınız var, ne dersiniz?’ sorusuna ‘Sağolsunlar, varolsunlar, teveccühleri’ gibisinden cevaplar veriyor; anlaşılan, İslâm hakkında hiçbir şey bilmiyor. 

Birkaç röportajını ve hakkında yazılmış birkaç makaleyi daha okuyorum. Anlıyorum; öyle derinliğine bir fikir yok kafasında.

Rousseau’ya ilhâm veren Fuji Dağı Romantizmi’nden mülhem, özellikle son zamanlardaki çevreci yâvelere meyyal bir kafa… ‘Bu melodileri gerçekten sen mi…’ diye lafa giresim geliyor; susuyorum Silk Road, Mirage, Matsuri, Lord of the Sand ve diğerleri hatırına… Belki içine atıp, sadece duymak istediklerini söylüyordur bu çiğ ve sığ kafalara. Söyleyip, hemen Kanada’da yapayalnız yaşadığı, devasa arazi içindeki ‘Japon mabedi’ne, evine dönmek istiyordur.

*

Daha sonra…

Gerçi Kitaro ‘new age’ olarak anılmak istemiyor. ‘Bunu bana yakıştırdılar, ben de uzatmadım’ diyor. ‘Ama hadi niveyç yapalım’…

‘Gün’ lerden bir gün, karanlığın içinde bir kıvılcım çaktı. Fizikçiler buna t=0 ânı diyorlar… Kâinat yola çıktı… Hareketin ölçüsü olarak değil de ‘süre’ olarak, sonlara yakın bir noktada, enerji çorbasından madde öbekleri oluştu… Sonra, bu öbeklenme sürecinin sonlarına yakın bir zamanda, ilk yıldızlar ve galaksiler belirdi… Bu sürecin sonlarına yakın bir zamanda ise, bizim samanyolu çıktı ortaya… Bunun da sonlarına yakın bir zamanda güneş, bunun da sonlarına yakın zamanda gezegenler ve gezegen oluşum sürecinin sonlarına yakın bir zamanda da dünya… Nihayet, dünyanın sonlarına yakın bir zamanda, ilk hayat kıpırtısı… Canlılığın sonlarına yakın bir zamanda da insan… İnsanlığın sonlarına yakın bir zamanda ise, Kâinatın Efendisi…

Bu sonlara yakınlıkla ilgili bir sır yok mu?

Sıçrayalım;

 ‘Şuur, şuuraltının ancak geç bir filizidir. Mükemmel bir bitkinin çiçeği gibi…’ Kum misâli yıldızlı gökte…

Kumun Efendisi…

Müziğin içine yerleşin; melodinin süresini işleten o telli çalgı var (zannediyorum ‘biwa’ diyorlar), sanki konuşuyor. Hep yeniden ve yeni kelâm ediyor. Ona kulak verin. O size anlatır kendi hikâyenizi…

*

En sonra…

İnsan dahil, âlem-oluş mertebesinde her varlık için -nasıl diyelim- ne görmek, ne dokunmak, ne şu, ne bu; yalnız işitmek-duymak…

‘Her şeyden önce kelâm vardı’ ya; her oluşun başı ‘işitmek-duymak’la değil midir şu hâlde?..

Biri ‘Ol’ dediğinde, hâliyle henüz olmamış bir şeye seslenirken, o şey ‘oluyorsa’, olmadan önce dahi ‘işitiyor’ değil midir?..

Emir Hakk’tan, oluş halktan… Biwa; o size anlatır…

Neyi?..

Kendi hikâyenizi!..

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!